I. Yeni topluma doğru

Çağın seküler dünyasında "kirlenmiş devlet, kirlenmiş toplum"
çevresinde şikayetlerin tahammül sınırlarını zorlayan boyutlarda olduğu
görülüyor. Bunun karşılığında "temiz devlet" ve "temiz toplum" üzerine birçok
görüşler ileri sürülmekte; varolan dengesizliğe çözüm yolları aranmaktadır.
Modern sosyal kurumlara yönelttiği eleştirilerle bilinen İ. İllich, "Şenlikli
Toplum" kitabında, insanların alternatif bir toplumun mümkün olduğunu anlamaya
başladığını söyler.1 (İllich, s. 99) Benzer şekilde "Batı
Düşüncesinde Dönüm Noktası" kitabının yazarı F. Capra, yaşanan sıkıntı,
uyumsuzluk ve karışıklığı gidermek için sosyal hayatı belirleyen, ama
geçerliliğini yitirmiş olan bir değer sistemini üreten tavır ve davranışların
hangileri olduğunun ortaya konulmasını2 vurgular. Modern toplumun
hastalıklarına çözüm yolları üzerinde eserler vermiş E. Fromm, "Sahip Olmak Ya
da Olmak" kitabında oldukça radikal yaklaşımlarda bulunmuştur. Yazara göre yeni
bir toplumun doğuşu, ancak kendi gelişmesi ile birlikte yeni bir insan
geliştirdiği zaman gerçeklik kazanabilir. Hatta bugünün insanlarının temel
değerlerinde ve düşünce biçimlerinde rastlanılan karakter yapısının tümden
değişmesi tek çıkar yoldur. Bu ise yeni bir ahlâkın doğmasına ve doğaya karşı
yeni tavır almasına bağlıdır.3 Böyle olmadığı takdirde "Küçülen
Dünyanın Yeniden Şekillendirilişi" kitabının yazarı Laszlo’nun da dikkat çektiği
gibi, insanlar eski koşullara (moderniteye) uygun değerler ve davranış biçimleri
ile yeni şartlara tepki gösterdikleri sürece, sürekli artan şok dalgaları,
kirlenme-ler ve sürprizlerle yüzyüze gelmek zorunda kalacaklardır.4
Böylece aranan yeni oluşumların gerçekleşmesi diye birşey olmayacaktır.

Toplum düzeninin sağlanmasında temel değer "adalet"tir. Kirlilik
denilen şeyin gerçekte adaletsizlik olduğu genel kabul gören bir husustur.
Global bir hastalık olan "kirlilik" veya adaletsizlik-dengesizlik kendi devlet
ve toplumumuzda diğer toplumlardan geri değildir. Bu kirli ve adaletsiz arenada,
Bediüzzaman’ın 1922’de milletvekillerine yönelik kaleme aldığı "Namaz
Beyannamesi"ni5 hatırlatmamak mümkün mü? Cumhuriyetin arefesinde
"Ankara Hükûmeti" nin davetine icabet eden Bediüzzaman’ın öncelikle ibadet
çevresinde hakim değerleri nazara vermesinin manidarlığı şimdi anlaşılıyor.
Bediüzzaman ilgili namaz beyannamesinde, inanç-ibadet ve bunların dayandığı
dinamiklere itimat edilmesi gereğine; buna dayanmayanların "safsata-i nefs ve
vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul" edeceklerine işaret eder ve bu tip
insanlarla "hakiki ve ciddi iş görülmez" hükmü üzerinde du-rur. Özellikle
Anadolu insanının yöneticile-rinde itimat unsuru olarak aradıkları ilk şar-tın
namaz kılıp kılmamaları olduğu örneğini veren Bediüzzaman; "Namaz kılarlarsa
mutlak emniyet ederler" der. Yok eğer kıl-mıyorlarsa, "Öylelerine nasıl itaat
edece-ğiz?" sorusunu aynı insanların ağzından nakleder. O bu suretle öncelikle
fert fert in-sanların "ben"lerine gönderme yapmaktadır.

Said Nursî, idarecilerin adalet hissine sahip olmalarının, bunun
ise ibadet ve onun insan üzerindeki müsbet tesiri ile yakından ilişkili olduğunu
biliyordu. Konuya sosyal psikolojik yaklaşımda bulunarak yöneticilerin
yönetilenler tarafından "taklid" edildiğini de hatırlatarak, işgal edilen
statünün önemine dikkat çekiyordu. Yine vurguladığı gibi, "hukukullah, hukuk-u
ibadı tazammun ediyor"du. Özellikle yöneticilerin sorumlulukları bu noktada
yoğunluk kazanmaktadır.

Konuyu Gazalî’nin ilgili yaklaşımıyla daha netleştirebiliriz.
Gazalî’ye göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani
insanlar nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o
derece adaletli olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça
cemiyette adalet kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve
siyasette olmak üzere üç sahada kurmak lazımdır.6 Kısaca, üstümüze
düşen vazifeyi gereği gibi yapmıyorsak, kendimize karşı dürüst olmamız da
imkânsız hale gelecektir ki, bu, topluma karşı da adil olunamayacağının işareti
olmaktadır.

Benzer şekilde Réne Guenon "Maddi İktidar Ruhani Otorite" adlı
kitabında "Hak ve halkın vekaleti"ne sahip statüde bulunan yöneticilerin bu
vekaleti nasıl kullanacaklarını Konfüçyus’tan nakleder: Eski hükümdarlar,
insanların kalbindeki doğal erdemleri parlatmak için herşeyden önce
raiyetindekileri iyi yönetmeye çalışırlardı. Yönetimlerindeki halkı iyi yönetmek
için herşeyden önce kendi ailelerini doğru yola yöneltirlerdi. Kendi ailelerini
doğru yöne yöneltmek için, herşeyden önce kendilerini mükemmelleştirmek için
çalışırlardı. Kendilerini mükemmelleştirmek için, herşeyden önce kalplerindeki
hareketi düzene koyarlardı. Kalplerindeki hareketi düzene koymak için, herşeyden
önce iradelerini mükemmelleştirirlerdi. İradelerini mükemmelleştirmek için,
herşeyden önce bilgilerini olabildiğince geliştirirlerdi. Bilgiler olayların
doğasını dikkatle incelemekle mümkündür. Olayların doğası dik-katle incelenirse,
bilgiler en yüksek düzeylerine ulaşırlar. Bilgilerin en yüksek düzeylerine
ulaştıklarında ise, irade mükemmelleşir. İrade mükemmelleştiğinde, kalbin
hareketleri düzenlenmiş olur. Kalbin hareketleri mükemmelleştiğinde, tüm
insanlar kusurlarından arınır. Kendimizi düzelttiğimizde, ailede düzeni
sağlarız. Ailede düzen hakim olduğunda yönetim iyi yönetilmiş olur. Yönetim iyi
yönetildiğinde ise, tüm imparatorluk kısa zaman zarfında barışa kavuşur.7

Burada görülen, hayata yansıyan ahlâkî, adil, kısaca faziletli
yapıp etmelerde insanın duygularının ve değerlerinin kaynağının sıhhatliliği ve
insanın ilgili değerleri içselleştirmiş olmasının önemidir. İnsanın
müsbet-olumlu tavır ve davranış sergileyebilmesi için büyük ölçüde bu yönle
ilgili tutumlara sahip olması gerekir. Yani ferdin şeylere, durumlara, insanlara
karşı tepkileri üzerinde, yönetici ve dinamik etki yapan ve geçirilen
tecrübelerle donatılmış ruhî ve zihnî istidat ya da eğilimlerinin varlığı
şarttır. Bu yöndeki tutumların esas unsuru inançtır. Sağlam bilgi ve inanç ve
aynı temelden kaynaklanan değerlerin talimi ve yaptırımı sonucu olarak insandan
ancak ve ancak müsbet eğilimler ve davranışlar beklenir. Bu bakımdan, gerçekte
olumlu keyfiyetler insanın içinde olup biten fenomenlerdir. Diğer bir ifadeyle,
insanın iç dünyasına ait temel duygular, değerler sistemi ve bu değerler
sistemiyle ilgili duyguların eğitimi ile ilgili bir durumdur. Bu olgular sağlam
bir değer ölçüsünün direktifiyle ve bu değerlerin içselleştirilmesi sonucu dışa
olumlu davranışla yansıması suretiyle karşımıza çıkarlar.

Sosyolojik olarak bilinmektedir ki, beşerî varoluş, insan ile
bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir ‘denge kurma faaliyeti’dir.
Diğer ifadesiyle, insan sürekli bir ‘kendine hakim olma’ süreci içerisindedir.
Ancak bu süreç içerisinde insan bir beşerî dünya üretir.8 Bu anlamda
beşerî bir ürün olarak devlet, fertlerin toplamından müteşekkil toplumun siyasal
örgütlenmesidir. Amacı ise, fertlerin temel ve ortak yararlarını, toplumsal
alanda en temel değer olan ‘adalet’le ‘dengede’ koruması olmaktadır. O vakit
devlet ‘adaletli devlet’ veya ‘adalet devleti’ sıfatını taşır. Bunun dışında
‘kirlilik’ denilen olgu gerçekte dengesizliğin, yani adaletsizliğin kendisidir.
Mesele sadece devlet meselesi de olmayıp, ‘tüm toplum’ gerçeğini içeren
muhtevaya sahiptir.

Fert-toplum ve devlet arasında doğru orantılı bir ilişkiden söz
edilebilir. Büyük ölçüde toplum fertlerin, devlet toplumun tabiî göstergesidir.
Şayet ‘adaletli devlet’ten bahsedilecekse, bu, bir ön şart olarak insanı ele
almayı gerekli kılar. Devlet toplumun, toplum ferdin keyfiyetine göre renk ve
şekil alır. Fert olarak ne iseniz toplum olarak o olduğunuz gibi, toplum olarak
nasılsanız devlet olarak da o’sunuz demektir. Topluma davranış olarak yansıyan
iş ve oluşların niteliği bizim keyfiyetimizin somutlaşmış simgeleridir.
Güzellikler ve kemaller insanın tutum ve eylemleriyle anlamlı hale gelir. Tutum
ve davranışların dayandığı değerler sisteminin keyfiyeti temel öneme sahiptir.
Ancak fazilet değerlerine sahip bir ahlâktan adalet beklenebilinir. Hakkın
rızası ve bu dairede ferdin ve toplumun yararına olan tüm faydalı eylemler,
faziletler olarak karşımıza çıkar. Bu şekilde, güzellik ve kemal (fazilet)
değerlerini içselleştirmiş fert, ‘insan-ı kâmil’ mânâsını taşır. Kâmil
insanların oluşturduğu toplum ‘fazilet toplumu’ olarak karşımıza çıkar. Böyle
bir toplum ‘adalet devleti’ni netice verir. Şüphesiz burada önemli problem
toplumu oluşturan fertlerin istenilen nitelikte var kılınmasının, adaletin fert
ve toplum haya-tında inşasının zorluğudur. Bu açıdan bakılınca, yeni beşerî
dünyanın oluşmasında temel iki değer olan adalet ve ibadet ile bu iki değerin
ilişki niteliğinin bilinmesi, değerlendirilmesi ister istemez gündeme gelme
durumundadır.

II. Adalet ve ibadetin birlikteliği

Adalet ahlâkî bir kavram olarak düşünüldüğünde, ‘davranış ve
hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak’
anlamlarına gelir.9 Ayrıca ‘orta yol, istikamet, denge’ anlamlarını
da taşır. Bilinen örfî anlamının dışında adalet ‘yalanı olmayan, diyaneti tam,
akide yönüyle Ehl-i Sünnete mensup, her çeşit fısk ve fücurdan uzak olan
kimse’nin vasfını ifade eder.10 Böyle kimselere adil veya adalet
sahibi denir.

Adaletin anlamında daha kapsamlı yaklaşımlar da vardır. Nitekim
Kınalızade, Ahlâk–ı Alâî kitabında adaletin nevilerini oniki noktada
toplamaktadır. Kısaca belirtirsek, bunlar, sadakat (saf dostluk), ülfet
(karşılıklı uyum ve sevişme), vefa (hakka bağlılık), şefkat (başkalarının
dertlerini paylaşmak), sıla-i rahim (akrabalarıyla ilgilenme), mükâfat (iyiliğe
fazlasıyla karşılık verme), hüsn-i şirket (müşterek işlerde iyi davranmak),
hüsn-i kada (herkese karşı dürüst davranmak), teveddüd (akraba ve dostlarının
sevgisini kazanmak), teslim (herşeyi ile ilahî iradeye dayanmak), tevekkül
(Allah’a güvenmek) ve son olarak ibadet (kulluk etmek)’tir.11
Görüldüğü gibi, bir denge kavramı olan adalet, ibadetle içiçe yer alan değerler
bütünü olarak, bir ayrılmazlık taşıyor. İslâm değerler sisteminde ‘din,’ güzel
ahlâk olma mânâsında, aynı zamanda hak ve adalettir. İnsan için, ahlâklı olmak
adil olmanın diğer bir ifadesidir. En genel ifadesiyle ibadet ‘Allah’ın
emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmak’tır.12 İslâm, ibadete
kapsamlı bir bakış açısı getirmiştir. İslâm’da ibadet, namaz gibi belirli
ibadetlerin yanında ve bunun ötesinde ihlasla yapılan ve Allah’ın emirlerini
yerine getirmek ve rızasını kazanmak amacını taşıyan her türlü faydalı (hayır)
amelini, insanın karşılığını görecek bir ibadet hareketi olarak kabul
etmektedir.13

Gerçekte, ibadet ve adalet, içiçe, biri diğerinin lazımı olarak
gelişmektedir. Konumuz şayet adalet ise ve bu bir ‘hakk’ temeline dayanan
‘ihkak-ı hak’ın tahakkukuna bakıyorsa, insan ibadet yapmakla Yaratıcıya karşı
olan hakkını yerine getiriyor, adaletli davranıyor demektir. Eylemin özü
itibarıyla, adalet ve ibadet, hakkın ifasıdır. İnsanın yoktan varlığa
çıkarılarak binbir ihtimaller içerisinde mahlukatın en eşrefi statüsünde
yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp mikrokozmos ve makrokozmos evrenin
nimetlerinde tasarruf etmeye yetkili kılınmasının bir hak ve sorumluluğu da
beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Bediüzzaman’ın deyi-miyle "ibadet abdin
Allah’a karşı bir hizmetidir."14 Açıktır ki, inkârı mümkün olmayan
‘hukukullah’ı ihmal eden kişi, bu en büyük adaletsizliği işleyebildiğine göre,
çevreye ve diğer insanlara karşı hakkaniyetli davranmama konusunda da en küçük
bir tereddüdü olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, adalet Allah’a ibadetle
başlar.

Daha sonra insan ve çevre hakkı gelir. İnsanlık tarihine
eğildiğimiz zaman, şunu görüyoruz: İnsan, ‘hukukullah’a riayet etme, O’na ibadet
etme, kul olma keyfiyetine göre, insan ve çevre haklarına saygılı olur.
Tersinden düşünüldüğünde, Allah’ı tanımayana herşey meşru olacaktır.

Burada ibadetin temel dinamiği olan manevî inancı, bu inancın
insan üzerindeki potansiyel yaptırımını öncelikle hatırlamak gerekir. Öldükten
sonra bir Mahkeme-i Kübrada herşeyin hesabını vereceğine inanan insan, hakkı
olmayan iş ve oluşlardan uzak durur. Bir bakıma, inancın gereğinin yaşanması
ibadet olmaktadır. İnsan, hukukun emredici ve yasaklayıcı esasını ibadet ile,
bir gönül eğitimi şeklinde içselleştirip hayata yansıtmış oluyor.

İslâm düşünürleri, insanla ilgili (nefs, kalb ve akla ait) üç
kuvvetin vasat mertebede tezahürünü adaletle açıklar ve ‘adalet’le ‘sırat-ı
müstakîm’i birbiriyle ilişkili biçimde izah ederler. Kur’ân’ın anahatlarıyla
üzerinde durduğu dört unsuru sıralarken, bunlardan ‘adalet ve ibadet’i birlikte
tek şık halinde belirten15 Bediüzzaman da, aynı yaklaşımda bulunur.
Ona göre, "Sırat-ı müstakîm; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından
hasıl olan adl ve adalete işarettir."16 Tüm sapma ihtimallerine
rağmen ilgili temel duyguların denge düzleminde yer alması, bu suretle adaletin
gerçekleşmesi için ibadetin yaptırımına ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk
sûresi (Fâtiha), ‘sırat-ı müstakîm’in ahlâkî değerler dizisinin, insan-Yaratıcı
ilişkisi ile subjektif düzeyde gerçekleştiğini, bir ‘dua’ ile belirtir. "Bizi
doğru yola ilet!" Bu dua, doğru yol bizim dışımızda nesnel olarak belirtilmiş
olsa bile, iç âlemimizde bu huzur ve düzeni gerçekleştirmemizin ancak Yaratıcı
ile ‘dua’ (ibadet) ilişkisini korumamız, ilahî sevgiyi gönlümüzde duymamız ile
mümkün olacağını gösterir.17

Yine Bediüzzaman, ibadetin insanın tüm derunî duygu, kabiliyet
ve eğilimleri üzerindeki yaptırımını şu şekilde belirtir: İnsanın o yüksek
ruhunu inbisat ettiren ibadettir; istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini
temyiz ve amellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi ve intizam
altına alan ibadettir; şeheviyye ve gadabiyye kuvvelerini had altına alan,
zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden
ibadettir; insanı mukadder olan kemalatına yetiştiren ibadettir; abd ile Mâbud
arasında en yüksek ve en latif olan nisbet ancak ibadettir.18 İbadet
insanın varlık yapısındaki taşkınlığa eğilimli temel duygularını terbiye etmekle
adaletin oluştuğu ortamı ona müsait hale getiriyor. İbadetin yaptırımıyla temel
duygular sapmaya (adaletsizliğe) gitmeden, denge noktasında ‘adalet’in
potansiyel gücünü oluşturur.

Konu, farklı ve daha teknik bir söylemle de açıklanabilir.
Evrendeki her bir varlık ve elbette insan, kemal değerini Allah’ın isim ve
sıfatlarına âyine olma keyfiyetine göre kazanır. İradesiyle ubudiyet dairesine
giren kişi, bu noktada ‘Rububiyet dairesi’ ile karşılıklı iletişim içerisinde
olur. Rububiyet, Allah’ın ‘terbiye ve tedbir etmesi’19 olduğundan,
bunun bir gereği olarak ibadet eden kişinin içsel alanı, ‘rububiyet’ gereğince
‘terbiye’ olur. İlahî varlığın iradesine uygun olarak kişiyi gelişmeye zorlayan,
‘ben’likten daha geniş bir alana yayılan bir keyfiyettir bu. Hatta, ibadetin bir
iç boyutunu ifade eden tasavvufun, fazilet değerlerinin içselleştirilmesiyle
insanın disiplinize edilmesinde etkin bir disiplin dalı olması, bu bakımdan
ayrıca hatırlanmalıdır. Böylece, kulluk görevini ve ‘hukukullah’ı yerine
getirmek için ibadetle Rabbine yönelen kişinin Rububiyet hakikatı ile bütün
aşırılıklarının terbiye olması sonucu, bu keyfiyet onu (insanı) sosyal hayatta
‘adil’ davranmaya ve adaletin gerçekleşmesine yöneltir.

Burada bellibaşlı farz ibadetlerin, fert ve toplum hayatına
kazandırdığı faziletlerden bazı örnekler sunmak mümkündür. Meselâ namaz, inancın
pratiğe dökülmesiyle ‘eylemin anlamlılığını’ insana talim ettirir. Namaz
inanılanın yapılmasını, değerin yaşanmasını, sözün yerine getirilmesinı,
muhataba teşekkürü, tatbikî olarak insana öğretir. Namaz, aynı zamanda, meşru
olana yönelmenin gerekliliğinin ve meşru olmayana karşı ‘red’ tavrı alınmasının
ifadesidir. İnsanın kendini vakte ayarlamasıyla ‘zaman bilinci’ni, grup halinde
yaşamanın gerekliliğini, ‘birlik ruhu’nu, yaşatarak öğretir. Namazın istenilen
şekilde yerine getirilmesi, iyi eylemlerde bulunma ve eylemi iyi yapma gibi
iş-görev şuurunu yerleştirir.

Rabbanî terbiye metodu olan oruç ibadeti ise, insandaki aşırı
duyguları en et-kili şekilde disipline etmenin ifadesidir. Özellikle
Ramazan’daki oruçlu hayat, nefse ait aşırı duyguları dengeleyen ve ruhu tekamül
ettiren tasavvuf eksenli hayattır. Görmediği Rabbini görmüş gibi inanan,
inancının gereği hiç kimsenin olmadığı yerde ‘yemeyip’ oruç tutan bir insan,
ben-zer konumda, kendisine ait olmayan bir dalı da aynı inançla ‘haram’ diye
yemeyecektir. Hayatın yemek içmekten ibaret olmadığını ve şehevî arzuların
istenildiğinde kontrol edilebileceğini, oruç, çarpıcı biçimde yansıtır. Oruç
yasağı, haramı ve ona karşı takınılacak tavrı, yani ‘iffet’i öğretir. Helâl bile
olsa herşeyin bir zamanının olduğu ‘iftar’ bekleyişlerinde talim olunur ve bu
doğrultuda sabır kuvvetini kullanma eğitimi de yaşanır. Kişi, "Tok açın halinden
anlamaz"lığını, ‘yaşanmadan bilinmez’i bizzat yaşayarak öğrenir. Bu, ona,
toplumsal yaşantıda ‘sosyal empati’ kazandırır. Birlikte çekilen açlığın
birlikte çekilecek zorlukları yenmede nasıl etkili olduğu, yine orucun
kazandırdıkları arasındadır. Kişi, gerektiğinde bir mânâ ve ideal uğruna bütün
eşyayı elinin tersiyle itebileceği izzetli halin psikolojisini oruç tutarak çok
canlı yaşar.

Ayrıca, veren elin üstünlüğünü insan zekat ile bir fazilet
değeri anlamında çok daha iyi idrak eder. Muhatabından herhangi bir beklenti
içinde olmadan vermenin en tipik örneği, zekattır. Kazanılanın tamamının kişiye
ait olmadığını, ferdi olduğu topluma karşı ayrıca malî yönden sorumlu olduğu
şuurunu insan zekatla kazanır. İnsanların eşyaya perestiş ettiği bir ortamda
karşılıksız vermenin insanlar nezdindeki olumsuz tesiri tahmin edilebilir. Kendi
malından veren kişi, ticarî hayatında ‘hep nefsine yontma’ açgözlülüğünden
kurtulur ve kişi "Ben siftah yaptım, komşuma git" faziletini sergiler. Bu
şekilde, aynı meslek erbabı birbirini rakip veya düşman olarak görmez. Piyasayı
bir rekabet ve savaş alanına dönüştürmeyip, yardımlaşma erdemli-liğini tesis
eder. Can yongası olan maldan yontup verenlerdir ki, gerektiğinde üstün değerler
(hak-hakikat) uğruna şecaatle canını da verebileceği bilincine ulaşır.

Kısaca, insan, ibadetin sağladığı iç disiplin ile iffetli,
hikmetli, şecaatkâr, yani ahlâklı ve adaletli davranış sergilemeye yönelir.
İslâm’ın ibadet anlayışı çok yönlü gönüllü eğitim ile insanın duygularını
terbiye edip müsbet yöne eğilimli kılarak, olabilecek kötü davranışlara önceden
mani olur. Haksız davranışlarda bulunan, suç ve günah işleyenleri manevî bir
rehabilitasyon ile tekrar topluma kazandırır.

Sonuç olarak, içinde yaşadığımız çağın önemli problemleri, aslî
kaynağından koparılmış ruhun kirlenmesinin sonucundan başkası değildir. Bu, bir
anlamda, "Testinin içinde ne varsa dışına o sızar" özdeyişinin ifadesidir. Dışa
sızan kezzap, testinin içinden haber verir. Aynı şekilde, modern toplumda zulüm,
tecavüz, vb. davranış bozukluklarının insanın iç dünyasının hasta ve bozuk
yapısından haber verdiğini bilmeliyiz. Günümüzde şayet adalet, dostluk ve
kardeşliğin yerine zulüm, düşmanlık gibi kirlilikler hüküm sürüyorsa, bu,
öncelikle insanın kendisiyle, inanç, düşünce ve dayandığı değerler sisteminin
kaynağı ve bu kaynakla olan ilişkilerin boyutu ile ilgili bir problemi haber
vermektedir. İnancın ‘tevhid’ karakterine, ibadetin ‘ihlas’ ruhuna, eğitimin
‘manevî terbiye’ boyutuna ihtiyaç duyulduğunu anlamamız gerekir. Toplumdaki
adaletsizlik fertteki adaletsizlikten, bu ise iç disiplinsizlikten kaynaklanır.
Dış disiplinin iç disiplinin, iç di-siplinin ise ibadetin eseri olduğunu
söylemenin tek orijinalliği, yitirilmiş bir değerin yeniden hatırlatılmış
olmasıdır.

Dipnotlar

1. İvan İllich, Şenlikli Toplum, İstanbul: Ayrıntı, çev.
Ahmet Kot, s. 99.

2. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev. M.
Armağan, İstanbul: İnsan, 1992, s. 30.

3. Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak, çev. A. Arıtan, 6.
baskı, İstanbul: Arıtan, 1995, s. 34-5.

4. Ervin Laszlo, Evrensel Düşünmek, çev. İbrahim Serhat,
İstanbul: İşaret, 1992, s. 97.

5. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, İstanbul:
Sözler, 1976, s. 126-7.

6. İmam Gazalî, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev. Serkan
Özburun, İstanbul: İnsan, 1995, s. 91.

7. Réne Guenon, Maddî İktidar Ruhanî Otorite, çev. Birsel
Uzma, İstanbul: Ağaç, 1992, s. 33.

8. Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali
Coşkun, İstanbul: İnsan, 1993, s. 32.

9. Mustafa Çağrıcı, "Adalet," İslam Ansiklopedisi, c. 1,
Türkiye Diyanet Vakfı, s. 341.

10. İbrahim Canan, İslam Işığında Anarşi, 2. baskı,
İstanbul: Cihan, 1984, s. 419.

11. Kınalızade A. Efendi, Ahlâk-ı Alâî, İstanbul: Tercüman
1001 Temel Eser, s. 111.

12. Said Nursî, İşârâtü’l-İ’caz, çev. Abdülmecid Nursî,
İstanbul: Sözler, s. 24.

13. M. Ahmed ez-Zerka, "İslâmda İbadet Anlayışı," Makaleler,
der. Hurşid Ahmed, Konya: Selam, ty, s. 156.

14. Said Nursî, a.g.e., s. 22.

15. a.g.e., s. 11.

16. a.ge., s.24.

17. Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, İstanbul: Bir, 1987, s.
206.

18. Said Nursî, a.g.e., s. 24, ve 94.

19. Hekimoğlu İsmail vd., Lügat, İstanbul: Türdav.