Acaba Türkiye’deki insanlar veya "aydınlar" bir konuyu tezekkür
ederken, hür beyinleriyle ulaşabildikleri bilgileri mi değerlendiriyorlar,
yoksa, esen yada estirilen rüzgarların çıkış noktası, estirici yönü veya
kuvvetine göre saf tutup, taraftarca bir tavır mı sergiliyorlar?

Tabii, bir kavramın ortaya atılıp içinin doldurulması, hele,
tekamül sürecinin dışında, zorlama veya daha şümullü kavramları daraltmaya
yönelikse, bu kavramın kemale ermesi değil, birden çok kavramın deformasyona
uğraması demektir.

Türk kelimesi sadece bir ırkın adı değil, özellikle Haçlı
Seferleri sonunda, bilhassa 1517’den itibaren Osmanlı döneminde Fas’a kadar
bütün Müslümanların İslamî kimliklerini tarifte Batı tarafından kullanılan bir
kavram olmuştur. Her ne kadar Türklerin içerisinde az da olsa Hıristiyan,
Yahudi, Şaman ve Budist olsa da, Türk isminin yanında İslamın vasfedici olarak
kullanılmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Sadece, Müslüman olmayanlardan bahsederken
mensup olduğu dini grup ismi bir istisna olduğu için kullanılmıştır.

Hal böyle iken, 1980’lerin başından itibaren Türklerin dini
inançlarının Fas ve Araplardan farklılık gösterdiği yönünde görüşler
dillendirilmeye başlanmış; özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra bu süreçte bir
hızlanma yaşanmış ve nihayet 1998 yılında, Başbakan M. Yılmaz’ın "Dinimizin
ithal Arap ve Acem karışımı gerici zihniyetlerin etkisinden kurtulması gerekir"
ifadesi ile yeni boyut kazanarak "Türk Müslümanlığı" kavramıyla noktalanmıştır.
Yalnız, bu yeni kavramın; Batılıların Osmanlıdaki bütün Müslümanları Türk
vasfındaki genellikle veya yaklaşımla ilgili olmadığı gibi, Yusuf Akçura’nın
Türk Birliği kurma sürecinde İslam dininde faydalanma veya batı karşısındaki
geri kalan İslam medeniyetini milliyet aşısıyla ayağa kaldırıp meyveler verdirme
idealiyle veya Ziya Gökalp’in sembolize ettiği "İslam diniyle beraber Türk
Kültürü"nün merkez alınacak, batıdan ilim ve teknolojik alanda faydalanılarak,
başta Türkler olarak doğruyu ayağa kaldırmayı hedefleyen Türkçülükle bazı
bağlantılar kurulabilse bile temelde ve istikamette benzerlik mevcut değildir.

Bazılarının "itikatta Mâturidi amelde Hanefi mezheblerini
benimsemiş inancını günlük hayata Yesevi tarikatının aşk ikliminde kabul etmiş,
Maturidi-Hanefi-Yesevi sacayağı" ile ifâde ettiği, kimilerinin de Aleviliği Türk
Müslümanlığı olarak takdim ettiği, diğer bir kısmının da Sünnilerdeki Hz. Ali ve
Ehl-i Beyt sevgisini tespitten veya Sünnilerin de Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile
ilişkilerini keşfetmekten dolayı Alevi-Sünnilik olarak takdim ettiği Türk
Müslümanlığı görüşleri mevcuttur.

Ancak, Türklerin Müslümanlığı ilk kabul ettikleri dönemden
itibaren Rafiziliğe ve Şiiliğe karşı olan İslâm’ı kabul ettikleri, Yesevilik
dahil Türkistan’da kurulan tarikatlerin Sünni olduğu, Anadolu’ya gelen
dervişlerin Sünni inanca bağlı bulunduğu, Şah İsmail’in İran’da yıldızının
parlamasına kadar, bugün İran’da kalan Güney Azerbaycan’da yaşayanlar dahil
büyük kısmının Sünni oldukları ve Şah İsmail’in Anadolu’da kendisi gibi Türkmen
olan oymakları üzerindeki tesir ile Aleviliğin şekillendiği bilinen
vâkıalardandır. Ayrıca, Selçuklu ve Osmanlı kuruluş dönemindeki Hz. Ali
sevgisini ifade eden Alevilik ile daha sonra meydana çıkan şekil arasındaki
farklılıklar da gözden kaçırılmamalıdır. Günümüzden o döneme bir elbise biçmemiz
tarihi realiteye zıttır.

Türk İslamı kavramının altında, pozitivist anlayıştan
kaynaklanan din anlayışının dolaylı bir etkisini de gözlemlememek mümkün
değildir: Zira, din ilahi nitelikte ise hükümleri de Allah tarafından
konulmuşsa, çizilen sınırlar dışında bir tasarruf mümkün değildir. Ancak, dinler
çok tanrılı dinlerden evrim geçire geçire tek tanrılı hale geldikleri ve dinin
oluşumunda insanların toplulukların veya milletlerin dahli var olduğu kabul
ediliyorsa1, dinde tasarruf etmek o dini yapıcıların tabii hakkı
olarak ortaya çıkmaktadır. Tabiidir ki, insanların inançları hakkındaki
beyanları ile tavırları arasındaki fark iki gruptan hangisine dahil olduğunu
ortaya koyabilir.

"Türk Müslümanlığının özünde Yesevi’nin yoğurduğu hoşgörü var"
denildiğinde, sanki İslam’a İslam’da olmayan bazı şeylerin Yesevi tarafından
katılmış olduğu gibi bir şey anlaşılmaktadır. Ancak, hoşgörü, hatta diğer
dinlere tabi olanlara yaşama, ifade ve ibadet hakkı veren İslam’ın kendisi değil
midir? Hz. Peygamber de bunu Hıristiyan, Yahudi ve putperestlere göstermemiş
midir? Eğer, bazı bölgede veya devirlerdeki insanlar bunu anlamamışlarsa, bu da,
o Müslümanların kusuru değil midir?

Türkler, "özgürlük bilincine daha uygun itikatta Maturidi,
amelde Hanefi mezheblerini benimsemiştir" denildiğin-de, kastedilen inanç
Hıristiyan dünyasında Ortaçağ’dan itibaren yaşanan reform hareketleri ile
dönemleri farklı olsa da paralelliği ifade eden bir tavır mıdır? Buradaki
özgürlük ifadesinden kastedilen İslam akidelerinden sapma, genişletme veya yeni
bir formata sokma mıdır?

"Türk Müslümanlığı”nın en fark edilir vasfı, dini kurallar
manzumesi olarak değil, muhabbet halesi olarak görmesi Allah ve peygamber
sevgisi üzerine tesis etmesidir". Burada sorulması gereken, belki tavzihi lazım
gelen, dini muhabbet halesi olarak görürken, dini hükümleri red etmek midir?
Muhabbet ile dini hükümleri yerine getirmek red etmekten ayrı bir kategori değil
midir? Türklerin din hükümleri red değil, gönülden kabul ederek,yapma, hatta,
Arab’a göre, sadece farzları yerine getirme değil, sünnetleri bile farz
kategorisine sokarak ibadet yapma özellikleri değil midir?

Türklerin, İslam’ı en iyi anladığı en iyi temsil ve tebliğ
ettiği, anlayışının ruhî tarafını da tekemmül ettirerek "daha derin" olduğu,
İslam’ı özüne en uygun olarak yaşayış bulduğunu söyleyebilir. Fakat bunun kötü
olan yanı, İslam’ı geliştirme ve değiştirme şeklinde olmasıdır. Eğer böyle
olamazsa, dinin eksiklik içinde Allah tarafından insanlara bildirildiği ortaya
çıkmaz mı?

İslam dininin, kurallarına sadık kalmak üzere, zaman ve
coğrafyayı dikkate alınarak İslam’a aykırı olmamak kaydıyla, örf ve adetlere de
izin verilerek, toplumun ihtiyaçlarına cevap verilmesi İslam’ın zaten
hükümlerinde vardır. Ancak, evrensel olan mesajı bir kültür kalıbına sokmak veya
bu vasıta ile sınırlamak evrenselliğe zıt değil midir?

XIX. yüzyıl sonları ve XX. Yüzyılın başlarında zirvede olan
İslamcılığın pek çok liderinin, sadece batı karşısında ezilen Müslümanlara hitap
etmesi ile sınırladıkları İslâm’ın konumunu, bu defa da milliyetle sınırlamakla,
islamın evrenselliğinden vazgeçilmiş olmuyor mu?

İnsaniyet dairesinden mahalliye hatta şahıs dairesine kadar
bütün dairelerde, hükümlerine aykırı olmamak üzere müsaade eden, en renkli ve
çeşitliliğin bugün bile İslam coğrafyasında bulunmasına sebep olan İslâm’ın
bizzat kendisi değil midir? "Vahdet içinde kesreti" gerçekleştiren, renkliliği
koruyup gerekirse artmasına zemin hazırlayan, kültürleri ve alt versiyonlarının
hayatiyetini sağlayan yine İslâm değil midir?

Peki, kesretlerde, çokluklarda bir vahdetin sağlanması,
bütünlüğün mevcudiyeti veya mümkünatı kimleri rahatsız edebilir? Duygu, arayış,
samimiyet ve iyi niyetler hariç tutulursa, SSCB dönemi sonrası dönemde, yaklaşık
50 yıllık bir dönem sonrasında, Türkiye ve Ortadoğu üzerinde 100 yıl
öncesindekini andırır politikaların tatbike konulduğu alan olması acaba neyin
ifadesidir?

Emperyalist güçlerin, Osmanlı Devleti’nin toprakları dışındaki
bölgeleri hemen hemen tamamını sömürgeleştirdikleri bir sırada, başta İngilizler
olmak üzere ele geçirilememiş bu bölgeye yönelmişler ve 1838 Osmanlı-İngiliz
Ticaret Anlaşması ile iktisadi egemenliğin kapısını aralamışlar ve Ortadoğu’daki
her olayda muhrik, müdahil veya taraf olmaya başlamışlardı. Özellikle 1876’dan
itibaren, İngilizler, Osmanlı Devleti’nin özellikle Araplarla meskun bölgesinin
ele geçirilmesi, Hindistan yolu ile beraber bölgenin iktisadi potansiyelini
değerlendirmesi ve belki de en önemlisi oluşabilecek bir birlikteliğin
zihinlerde bile ortadan kaldırılması için politikalar oluşturmaya başlanmasıdır.
Araplarla Türkler arasının açılma projeleri 1.Dünya Savaşı’nda Şerif Hüseyin’in
İngi-lizlerle birlikle hareketiyle neticelenmesiyle İngilizler lehine meyve
verdirilerek sona erecektir. Kullanılan vasıtaların çeşitliliği hemen dikkati
çekmektedir. Türklerin İslam Dünyasını özellikle Arapları geri bıraktığı,
Halifeliğin Kureyş’e ait olduğu öne sürülerek halife-padişahın zayıflatılması ,
Mısırı işgal ederken Şam Merkezli Arap Milliyetçilik hareketini desteklemeleri
gibi politikalar İngilizler tarafından yürütülmüş veya çeşitli şekillerde
desteklenmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Türk-Arap diye ikiye ayrılma gayreti
üzerine, Balkanlardaki Hıristiyan etnik gurupların büyük ölçüde Osmanlıdan
ayrılmaları dolayısıyla, Osmanlı Devleti, büyük ölçüde Arapların Osmanlıdan
ayrılmasını önlemek için İslamcılık politikası uygulamaya yönelmek zorunda
kalmıştı. Hatta, Türk Birliğini savunan ve Osmanlı Devletini de bu birliğin
önderi kabul eden Ziya Gökalp bile, bu tehlike karşısında "Osmanlı Devleti bir
Türk-Arap devletidir" demek zorunda kalacaktır. Özellikle, XX. yy. başında
Osmanlı aydınlarının Arap-Türk kardeştir. Türk olmazsa Arap yaşayamaz gibi
ifadelerle özetlenebilecek fikirleri, özellikle bu İngiliz politikasına karşı
koyma gayretlerinin bir ifadesidir.

I. Dünya Savaşı neticesinde, İngiliz önderliğindeki bloğun
Araplarla meskun bölgelere yerleşmesiyle kısa süre önce aynı devlet sınırları
içinde yaşayan, aynı orduda savaşan, aynı sofrayı paylaşan insanlar arasında
birbiri hakkında bilgi sahibi olma, tanıma ve anlama; sömürgecilerin istediği
yönde ve miktarda olmak üzere Berlin Duvarı’ndan daha büyük ve beyinlere sirayet
ederek sınırlayacak kadar uzun, görünmeyen ama mevcut olan bir duvar örülmüştür.
Bu diğer bir şekilde de Türklerin meskun olduğu SSCB ile aramızda örülmüştü.

Ancak, II. Dünya savaşı ile SSCB’nin bir dünya gücü olarak
ortaya çıkması İngiliz’in Osmanlıya karşı yeşerttiği Arap Milliyetçiliği,
Sovyetler tarafından Sosyalist Arapçılık olarak Arapları sömüren kapitalist
sömürgecilere karşı kullanılması aşamasında, İngiltere’den Orta Doğu
patronluğunu devralan ABD’nin, Arap dünyasında sıkıştığı bir sırada, ABD,
İngilizlerin 150 yıllık Arap-Türk düşmanlığı politikasından ayrılarak, Türklerin
yeniden Arap bölgesine ABD müttefiki girmesi isteniyordu .

İnönü’nün milli şefliği dönemimde, 1946’dan itibaren başlayan
Komünizm karşıtı politikalar-sosyalist Niyazi Berkes P.N. Boratav’ın
üniversiteden uzaklaştırılmaları ile zirveye çıkmış; dini ve milli kurum ve
fikirlerin desteklenmesi ile ne-ticelenmişti. ABD’nin desteği ile yurt içinde
sürdürülen Sovyet karşıtı politikalar, DP döneminde yeni bir ivme kazanıyor ve
Menderes liderliğindeki Türkiye’ye Ortadoğu’da Sovyet yayılmacılığına karşı bir
Orta Doğu Savunma Paktı kurulması görevi ile neticeleniyordu. ABD-İngiliz
destekli bu teşebbüs, Mısır ve Suriye’nin özellikle arkasındaki ABD karşıtı
gücün karşı çıkması ile gerçekleşmiyordu.

Bu yeni dönem, Türk-Arap ilişkilerinde gelişme sağlandığı
görüldüğü gibi, özellikle 1968 öğrenci olaylarından sonra, Türkiye’de Komünizmle
mücadele çerçevesinde Batı yanında olmak üzere, dini ve milli duyguların ön
plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Artık dini ve milli değerleri desteklemek
batıcılığa zıt görülmüyordu. 1970’li yılların sonlarında milliyetçilikteki
ifadeler, II. Meşrutiyet dönemi Türkçülüğündeki İslâmî söyleme döndüğünü de
ortaya çıkarmaktadır-"İndik Tanrı dağından ruhumuzu kandırdık Orhun’un
kaynağından" yerine ruhumuzu kandırdık İslam’ın kaynağından, ya da "Tanrı Türkü
korusun" yerine "Kanımız aksa da zafer İslam’ın" gibi sloganların ön plana
çıkması – Anti komünist politikaların gereği ABD’nin Afganistan’da mücahitleri
desteklemesi de batı için problem oluşturmayacaktır. Ancak, Türkiye’de sağ-sol
zıtlaşmasının tavana vurduğu bir dönemde Sovyetler Birliğinin artık dağılacağı –
Parçalanan İmparatorluk gibi eserlerin yazılması-tespitleri yapılıp, dağılmaz
ise Kızıl ordunun SSCB’deki Müslüman nüfusun artması dolayısıyla yeşil orduya
dönüşebileceği kehanetleri ortaya konuyor, Sovyet sonrası politikaları masaya
yatırılıyordu. 1983’te, Brejnev’in ölümü ile SSCB’deki açıklık daha doğrusu ABD
müttefiki dönemi başlıyordu. 1990’dan itibaren mahalli bazdaki bazı problemler
olsa bile, global bazda artık ABD-Rusya müttefikliği tescil ediliyordu.

SSCB’nin dağılma sürecinde yeni bir kavramın, fundamentalizmin
ortaya atıldığını 1983’ten itibaren ABD tarafından benimsenmeye başlandığını
Ortadoğu’da daha fazla menfaati olan Avrupa -özellikle Fransa ve İngiltere-
tarafından kabullenildiği ortaya çıkıyordu. Fundamentalist vasfı; özellikle
İsrail’e karşı mücadele veren teşkilatlardan, İslamî guruplara ve İslam’ın
bizzat kendisine kadar karışık bir şekilde terörizmle ilişkilendirilerek takdim
ediliyordu. Bu durum karşısında İslâmî hassasiyeti olmayan kurumlar bile İslamın
fundamentalizm olarak kabul edilemeyeceği açıklaması ile cevap vermek zorunda
kalıyorlardı.

Bu sürece paralel, başta Fransa olmak üzere, İslam’ı kültürel
bir tehlike olarak kabulü, Nato’nun ne ifade ettiği açıklanmayan fundamentalizmi
tehdit olarak tesbiti, Türk-Arap ilişkilerinde de yeni bir dönemi başlatıyor
gibiydi. 1946′ dan 80’li yıllara kadar Ortadoğu içerisinde telakki edilen
savunma paktı kurmak için teşvik edilen Türkiye, Yeni Ortadoğu haritalarında yer
almıyordu. Sovyet karşıtı dönemde Türkiye-İran ve Pakistan Ortadoğu içerisinde
telakki edilirken, 1990 sonrasında artık bu ülkeler Ortadoğu ülkesi
sayılmıyordu. Bu durum, Türkiye’nin arzularına da uygun olacak şekilde Avrupa
Birliğine, Avrupa Birliği üyesi olmayan ABD tarafından, değişik niyetlerle
İngiliz, Fransız desteğiyle yönetiliyordu. Fakat, Türkiye, İngiliz Dışişleri
Bakanı Hurd’ın ifadesi ile "ne yapacağı belli olmayan Türkiye’nin sağlam kazığa
bağlanması" ham hayal olan AB üyeliği yolunda gümrük birliği ile sağlanırken,
Türkiye’nin başka bir alternatif aramaması için tedbirler alınıp sınırlamalar
getiriliyordu. Aynı dönemde, sadece Arap ülkeleri ile İsrail’in katılacağı bir
Ortadoğu Ticaret Birliği, ABD desteğiyle hayata geçirilmeye çalışılıyordu.

Türk-ABD ilişkileri neredeyse Türk-İsrail dostluğuna bağlı hale
getirildiği, Türkiye zaruri bazı ihtiyaçlarını İsrail’den almakla karşı karşıya
kaldığı izlenimi ortaya çıkıyordu. Türkiye, İsrail’le dostluğunun üçüncü bir
devlete karşı olmadığını açıklasa da, Türkiye ile Araplar arasındaki ilişkiler
gittikçe kopmaya yönelmektedir. ABD Türkiye’yi kendi yanında Arap Dünyasına
1950’lerde sokmaya çalışırken 1990’larda Türk-İsrail dostluğunu zaruri hale
getirerek Türkiye’yi Ortadoğu’dan uzaklaştırmış olmuyor muydu?

Bu dönemde Sovyetlerin etkisinin bitip, ABD’nin tek süper güç
olarak kaldığı bir dönemde, terör örgütü PKK’nın Türkiye karşıtı politikası,
liderinin Suriye’den teşkilatını yönlendirmesi, Türkiye’de milliyetçilik
duygularının yükselmesini sağlıyordu. Türkiye’deki milliyetçi liderlerde 1980
öncesi İslamî söylem yerine sloganlardan işaretlere kadar ırk ağırlıklı hale
yöneldiği de müşahede edilmektedir.

Bu arada yeni dünya düzeni mimarı, Avrasya’nın kuzey kısmında
Avrupa Birliği patronu ile Uzakdoğu’nun lideri ve ekonomik ve teknolojik gücü
Japonya arasında Rusya Federasyonu’nun muhafazasını, Rusya başkanlık
seçimlerinde bile müdahil olarak sağlamaya çalışırken, Rusya Federasyonu’nun
güneyinde dini hatta kültürel hassasiyet dışında gevşek bir tarzda etnik Türk
hattının oluşması tasvip görüldüğü gözlenmektedir. Ancak, fikri ve ekonomik
temelde güçlenmemesi, 1915’lerdeki ideale yönelmemesi kaydıyla, başka oluşumlara
engel olmak için istendiği kanaati hasıl olmaktadır.

Güneyi, Türkiye’den 1919’daki gibi ayrıştırılarak yeni
birliklere yöneltildiği; Kuzeyi Rusya Federasyonu yaşatılıp sınırlandırılarak
yeni oluşumlara kapatıldığı, Türkiye’nin de içinde bulunduğu hattın pasifize
edilerek görünmez blokaja alındığı kanaatine varılamaz mı? Acaba yeni dünya
düzeninde 20. yüzyıl başındaki İngiliz politikasının değişik versiyonuna
dönüşte, kazanımlarını kaybetmek istemeyenlerin cihanşümul bir dinin bir
kültürel kalıba veya kalıplara sokulmak istenmesi ile bağlantısı var mıdır.?

Eş zamanlı veya birbirini takip eden olaylar arasındaki bağlantı
sadece tesadüfi olabilir mi? Bağlantılar ile fayda temin edenler uyuşuyorsa
irtibatlandırmak zaruri değil midir?

Batıdaki Milliyetçilik kaldırılmaya, ABD’de bütün etnik unsurlar
gelecek ideali ile birleştirilirken, Avrupa’da Avrupa vatandaşı oluşturulmaya
çalışılırken, neden bölgemizde Türk, Arap, Fars arası derinleştiriliyor, bütün
insanlara hitap ettiği sabit olan İslâm neden milliyet kalıbına sokuluyor?

Sovyetlerin her Türk lehçesini bir dil haline getirdiği gibi,
yakında kültürel farklardan kaynaklansa bile; bir Kazak İslamı, Özbek İslamı,
Türkmen İslamı vesaire gibi anlayışlar yeni patronlar eliyle mi ortaya
konacaktır? Acaba Araplar arasında Mısır İslamı, Suriye İslamı, Arabistan İslamı
da olmayacak mı? Hatta, PKK’nın Türkiye’ye yapamadığı zararı, bazı tezahürleri
görülmeye başlayan İslamla karıştırılarak takdim edilecek etnik İslamcılık yani
Kürt Müslümanlığı yapmaz mı? Bu Ortadoğu’daki kazanım sahiplerinin işine
yararken en fazla Türkiye’ye ve gelecekteki Türkiye’nin tabii açılımlarına zarar
vermez mi?

Acaba, Türk Müslümanlığı da dahil tavırlarımız, hareketlerimiz
kendi irademizle mi, yoksa usta bir elin sihriyle mi veya süper bir beynin
mucizevi siynelleri ve dünyayı yeni bir düzen içinde organize eden ve kendi
merkezli olarak dönmesini temine çalışan programcı tarafından mı sevk
edili-yoruz?

Dipnotlar

1- Mesela, "İslamiyeti din olarak Araplar kurmuş ve tekamül
ettirmeye başlamışlardır. Ancak, İslam öncesinde parlak birer medeniyetleri olan
Türkler ve İranlılar çok geçmeden İslama etki yapmaya başladılar. Bu durumda
İslam Medeniyeti Türk-Arap-İran sentezi olarak anımlayabiliriz" ifadeleri buna
güzel bir örnektir.