"Türk Müslümanlığı" mefhumu, özellikle, ihtilâl, darbe veya
"resmî-ideolojik süreç ve dayatmaların" yoğun olduğu, demokrasilerin rafa
kaldırıldığı veya "derin ve zinde güçler" ile "toplum mühendislerinin" hâkim
olduğu devrelerde gündeme gelmektedir. Kimi zaman, "Türk-İslâm sentezcileri" de
buna katkıda bulunmaktadır.

Son senelerde, 28 Şubat 1997’den beri aleniyete dökülen,
"post-modern" darbenin ardından kamuoyunu bir hayli meşgul eden bu kavramın,
yine "resmî, ideolojik, istihbarî" çevrelerce pompalandığı ve köklerinin
Avrupa’da olduğu da bilinen bir vakıadır.

"Türk Müslümanlığı" tartışmaları çerçevesinde, "Siyasal İslâm,
irticâ, dinde reform, Sünnet-i Seniyye’yi ve hadis-i şerîfleri aradan çıkaran
‘Kur’ân İslâm’ı, Türkçe ibâdet, başörtüsü-türban" gibi hususlar da birlikte
gelmektedir. Ne yazık ki, bir kısım ifsat komiteleri, sinsice bu maddelere
"fundamentalizm" ve hattâ, "terör"ü de ilâve ederek, maziden gelen kompleks ve
istikbalden uzanan korku ve endişeyle İslâmiyete olan husûmetini kusmaktadırlar.

"Türk Müslümanlığı", 1789 Fransız İhtilâl-i Kebiri ile ortaya
çıkan Liberalizme ve sâir felsefik "akım ve izm"lere, bu arada "Siyasal Din",
"Alman Hıristiyanlığı, Yüce Önderlik" gibi uydurma ve yakıştırmalara da
dayandığını ifâde edelim. Bunun sebeplerini, çıkış kaynağını ve günümüzde
kimlerin işlettiğini tarihi seyri içinde, daha teferruatlı olarak ele alacağız.
Evvelâ şu noktaya da özellikle ve bir kere daha dikkat çekelim:

"Siyasal İslâm" kavramını ortaya atanlara göre (ki çoğu İsraili
veya Yahûdî asıllı ilim adamlarıdır) "Bu en az Nazizm kadar ant-i semitik ve en
az Sovyetizm kadar doğmatiktir. Sovyetizm ne kadar derecede baskıcı ise, bu da o
kadar despotiktir." (Weldashauung, Nazilerin Dünya Görüşü)

Bâzı batılı ilim adamları ve siyasî çevreler, dini
araştırmalardan yola çıkarak, böylesine sun’î bir tâbire ilâve olarak,
"fundamentalizm"i üreterek, İslâmiyetle, Müslümanlıkla özdeşleştirmeye
yöneldiler. Ve 1970’lerden sonra, dünyada ve Türkiye’de görülen İslâmî
gelişmelerden rahatsız oldular. "İstihbaratçı ilim adamları", veya istihbaratla
irtibatlı olanlar, "siyasal İslâm"dan, "fundamentalizm"e ve oradan da "terörü"
özdeşleştirdiler. Hedefleri belli idi: Bu hayâlî, yakıştırma ve biraz da sun’î
"kavram" ile, zihinler, akıllar, beyinler, himmetler, gayretler, meyiller iğdiş
edilmekte, korkutulmakta ve İslâmiyete meyiller engellenmektedir. Bu
faaliyetlerin arkasında olanların bir kısmı, "çağdaş oryantalistler" diye
isimlendirilebilir.

Aşağıda nakledeceğimiz şu sözler, bu düşünce ve gayretin başka
bir ağızdan sadece bir yansımasıdır:

"Ağustos 1993’te, İstanbul Rum Fener Patrikhânesinin düzenlediği
Ortodoks Zirvesine katılan Kanada ve ABD Ortodokslarının ruhânî lideri Yohannis
Jakovas da, bu korkuyu şöyle dile getiriyordu: ‘Dinler büyük bir kriz içinde.
Dün ahlâksızlık sayılan hareketler, bugün hayatın bir parçası haline geldi.
Mânevî değerlerin hiçe sayıldığı günümüzde, İslâmiyet altın çağını yaşıyor.
Müslümanların sayısı çığ gibi artıyor. 21. yüzyıl, büyük bir İslâmî uyanışa
sahne olacaktır. ABD’li Müslümanlar camilere sığmıyor. 20 sene önce ABD’de 400
bin Müslüman vardı, şimdi 4 milyonu aştı."

İşte 1993 Şubat’ının ilk haftasında Almanya’da yayınlanan ve
oldukça etkili bir konumda bulunan Der Spiegel’in, tercüme ettiği aynı havf:

"Dünya’da 1 milyar 200 milyon Müslüman yaşamaktadır. İslâm
Batı’nın kapısına dayanmıştır. Asya ve Afrika’da, 46 ülke [56 olmalı] resmen
Müslüman olduğunu söylemektedir. Fransa’da 3, İngiltere’de 1.5, Almanya’da 2,
Moskova’da 2 milyon Müslüman yaşamaktadır. Ve İslâm dini hızla yayılmaktadır."
(Batının Çöküşü ve Özlenen İnsanlık, Gençlik Yayınları, s. 282,)

Endişe yüklü bu ifâdelerle, "İslâmiyet" ve "fundamentalizm"i yan
yana getirip uydurma korkutmacalar perdesinin arkasında yatan asıl sebep daha
iyi anlaşılıyor.

1999’da yapılan bir araştırmaya göre de, Müslümanların nüfûsu
1,5 milyara sınırına dayandı ve ilk defa olarak Hıristiyan nüfûsu geçmiş oldu.

Ne beklenmektedir?

Ayrıca, hassas zamanlarda, (Veya kast-ı mahsus ile sun’î "hasas
zamanlar", gündemler ve kamuoyu meydana getirilir.), "Türk Müslümanlığı, Arap
Müslümanlığı" ortaya atılmakta, toplum meşgul edilmekte, hattâ şaşkına
çevrilmekte, "muvakkat da olsa, efkâr-ı amme ve akl-ı selîmin" iptaline
gidilmekte; dikkatler bir cepheye yoğunlaştırılarak, hasis emeller
gerçekleştirilmek istenmekte olduğu da gözden kaçmamaktadır.

Bir diğer beklenti ise, hiç şüphesiz Müslümanların biribiriyle
uğraşması, biribirini meşgul etmesidir. Hemen her İslâm ülkesinde, sık sık
rastlanılan bir durumdur bu.

***

Aslında, "Türk Müslümanlığı, Türkiye Müslümanlığı" ile yapılmak
hedeflenen, "Devlet-Laisizmini", bir din olarak topluma sunup mal etme; daha
doğrusu, İslâmiyeti, Müslümanlığı, kendi anlayışlarına göre şekillendirme,
sisteme, "resmî ideolojiye" entegre etme çabasıdır. Bu çabalar yeni de değildir.
Kökleri tâ "cehâlet devri"ne dayanır dense mübalâğa sayılmaz. Ki, Peygamber
Efendimize (asm) şöyle diyorlardı:

"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman öldükten sonra bize
kavuşmayı beklemeyenler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!
dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir.
Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette
büyük günün azabından korkarım." (Yûnus, 15,)

Yakın tarihte, 19. asrın sonları ile 20. yüzyılın başlarında
gerek ülkemiz, gerekse sâir İslâm memleketlerinde resmen ve fiilen buna teşebbüs
edilmiştir. Bugün de, bir takım bahaneler bularak, kılıflar uydurarak,
provokasyonlar tezgâhlayarak dini kendi anlayışlarına göre değiştirmeye
kalkmaktadırlar. Kimi zaman ilke ve inkılâplar saptırılarak veya paravan
yapılarak, CHP’nin "altı ok"u bir din gibi sunulur. CHP zihniyetinin,
1930-1940’ların ceberrut "devletçilik" anlayışını, bu uyduruk, "Türk/Türkiye
Müslümanlığı" perdesi altında ihya etme gayreti içinde olduğu da bilinmektedir.
Ne fuzûlî bir çaba!

Liberalizm ve "Siyasal din"

Son asırlarda ortaya çıkan, "izm"lerin ekserîsinin patenti
Avrupa’dır. Çünkü, Asya’yı din, Avrupa’yı felsefe yönlendirmektedir. Avrupa,
asırlar boyunca, "din-bilim, akıl-felsefe-kilise" çatışma ve savaşlarını
yaşamıştır. Kilisenin, "insan akıl ve vicdanına" karşı dayanılmaz baskı ve
dayatması, en büyük tahrik edici unsurlarından olmuştur. Böylece bilhassa 17,
yüzyılın sonlarından itibaren "izm"ler, peş peşe sökün etmeye başlar.

Türk Müslümanlığı anlayışı veya zihniyetinin kökleri, 1789
Fransız İhtilâliyle ortaya çıkan "liberalizm"e kadar dayanır. "Siyasal Din" ile
de irtibatlı olan, "Alman Hıristiyanlığı"ndan etkilenerek alarak ülkemizde,
"resmî kanalların" pompalamasıyla, "Türk Müslümanlığı" şeklinde tezahür etti.
Şahıs ve zümre hâkimiyetinin "resmî ideoloji" haline getirilip hükümrân olduğu
devrelerde de kendisini daha çok hissettirdi.

Bu kısa hatırlatmadan sonra, 19. yüzyılda Avrupa’yı sarsan
Liberalizm ile ona hulûl eden, etkileyen sair felsefik akımlara özet bir nazar
gezdirelim.

Liberalizm, bir diğer ifâdeyle serbestçilik, "Hür ve serbestlik
fikirlerini benimseyen, başkalarının hürriyetine hürmetkâr olmak; fertlerin
hürriyetlerinin en son hadde kadar genişletilmesi, devletinkinin ise aksine
daraltılmasını" (Prof. Dr. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü,
s. 404,) müdafaa eder ve hayata geçirmeye çalışır.

Ancak, sadece bu mefhumlar çerçevesinde görünmez. Liberalizm,
"19. Yüzyıla damgasını vurup", 20 asrın sonuna kadar da gücünü koruyup
etkileyen, hemen her toplum ve her tarihî hâdisede etkisini,
"sosyo-kültürel-politik ve ekonomik" olarak (Doğuşundan Günümüze Büyük İslâm
Tarihi, c. 12., s. 27.) göstermiştir.

Mutlak Liberalizm, devletin hiçbir işe karışmasını istemezken,
Çağdaş yahut yeni liberalizm, plânlı iktisâdî, sosyal hayata ve istihsâle yön
verme faaliyetlerine taraftardır.

Liberalizm, felsefede, "Hayatın bütün yönlerini" ele alır ve her
meseleye çâre getireceğini savunur. Ferdiyetçi ve sosyal bir felsefe olduğundan,
ferdî en öne çıkarır.

Liberal bilgi felsefesi ise, rasyonalist olduğundan, gerçeğe,
ferdî akıl yoluyla ulaşacağına inanır. Serbest düşünceden yanadır. Özel mülkiyet
üzerine oturduğundan, ekonomik açıdan "üretim ve ticâret hürriyeti"dir de.
Politik açıdan da, ferdi ve toplumu her türlü hürriyetler üzerine oturtur.

Bu cephelerden bakıldığında, "ferdi ve aklı" sınırlayacak her
türlü "dünyevî ve uhrevî" otoriteyi, rejimleri ve özel mülkiyete karşı olan
ideolojileri (a.g.e., s. 28.) red eder. Bu düşünceye göre, devlet ve hükûmet
sınırlandırılmalı, ferdî teşebbüsü engelleyici, din, âile gibi müesseselere,
lonca ve sendikalara da cephe alır.

Bu, aklı boğan, tefekküre yol vermeyen, düşünceyi kısıtlayan
veya kendi izni dairesinde kullanılmasını isteyen Hıristiyanlık ve sair dinler
için haklı bir tepki olabilir. Yanlışlık, akla ve rasyonalizme önem veren,
düşünce hürriyeti ve her türlü hürriyetlerin bânisi olan İslâmiyet için söz
konusu olamaz. Liberalizmin saiklerini ve İslâm ülkelerindeki etkilerini daha
sonra açarak incelemeye çalışacağız. Şimdi, "sekülarizm ve laikliğin" çıkış
sebeplerini incelemeye çalışalım.

Sekülarizm ve Laikliğin Doğuşu

Gerek pozitivizm, gerekse liberalizm ve sâir "izm"ler, acaba
hangi zemin ve zihinlerde yol bularak, Müslüman ülkelere sızmıştı? Batı,
"aydınlanma ile sanayi devrimini" 1750-1850 yılları arasında yaşadı. Bunun arka
plânında yatan sebepler nelerdir? Hıristiyanlık, daha doğrusu Kilise, müthiş bir
baskı uygular insan aklı ve vicdanına karşı Ortaçağ boyunca. Çünkü Kilise,
"Sadece dini ve sosyal bir organizas-yon değil, aynı zamanda ekonomik ve
ekonomik, siyasal, dinsel ve sosyo-kültürel bir organizasyon; hattâ bir
imparatorluktur." (Doç. Dr. Bünyamin Duran, Sekülerleşme Krizi, s. 62,)

O çağda, meselâ Fransa’da toprakların yüzde 30’u kilisenin
elindedir. Mesele bununla bitmemektedir. Manastırların on binlerce koyun
sürüleri ve binlerce büyük baş hayvanları ve köleleri vardır. Günah affından ve
cennet parsellemekten de kasalarını doldurmuştu. Bu durum, bir Kur’ân-ı Kerîm’de
şöyle beyan buyrulmaktadır:

"Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu
insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan
engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu,
işte onlara elem verici bir azabı müjdele!" (Tevbe, 34,)

Para güç ve idâre demekti. Böylece Kilise ile işbirliği yapan
lord ve senyörlerle idâreciler, halkı uzun asırlar sömürdüler. Toplumu da, bu
çerçevede inanmaya, düşünmeye ve yaşamaya zorladılar.

Kilisenin baskı ve tasallutundan, Engizisyon istibdatından iki
cereyan daha çıkar: Laisizm ve sekülarizm. Biri dini dünya işlerinden ayırır,
vicdanı kalbe hapseder, hayata geçirmez. Öbürü, dine ses çıkarmamakla beraber,
hayatı hiç karıştırmaz. Hepsi de maddeye, nefse, şehvânî duygulara hizmeti esas
aldı. Mâneviyatı dünyalarından çıkardı.

"Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine
taassupları… "Papazların, rûhânîni resilerin riyasetleri ve tahakkümleri
(gözetimleri, emretmeleri, iktidarı ellerinde bulundurmaları; yâni kilise
hâkimiyeti) ve ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleri…", (Tarihçe-i
Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 80-81.) müthiş bir nefret, kin ve öfkeyi, Kiliseye
karşı biledi.

Evet, papazlar, ruhâniler, ruhbanlar, yâni Kilise, araştırma
yapmak isteyen, aklını kullanan ve başka düşünce yolları isteyenleri aforoz
ediyor, içtimâî ve sosyal hayattan men ediyor, haklarını elinden alıyordu.
Hattâ, kilise inancının, papazların düşüncelerinin dışında hareket edenleri,
Engizisyon mahkemelerine veriylor, diri diri yakıyor veye giyotine gönderiyordu.
İşte birkaç örnek:

"1410 yılında John Badbi, dine ihânet töhmeti ile V. Henri
huzurunda yakılmıştır.

"1415’te John Cladion ile Richard Norman dine ihanet töhmeti ile
yakılmışlardır. 1600 lere kadar sihribazlık yapan 100 bin kişi idam edilmiş veya
yakılmıştır.

"1535’te dokuz papaz Henri’nin ruhâni nüfuzunu kabul etmediği
için yakılmıştır. Başpiskopos Ficher ile Sir Thomas aynı sebepten kellerini
vermişler. Bu zulümler bütün Avrupa’yı dehşete salmıştır.

"1537’de 193 manastırın 2.653.000 liraya baliğ olan varidatı
kral tarafından müsadere edilmiş, kiliselere ait arazi Henri’nin adamları
tarafından taksim olunmuştur.

"1538’de iki papaz dine ihanet töhmeti ile yakılmıştır.

"1555’te Protestanlar tazyike uğrayarak Oksford’da
yakılmışlardı.

"1558’de, Kraliçe Elizabeth zamanında Katolitler, papaya,
kraliçeyi tahttan indirme selâhiyeti tanıdıkları için diri diri yakılmışlardır.

(Prof., Dr. W. Bardhold, İslâm Medeniyeti Tarihi; John
Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm; Carleyl, Kahramanlar eserlerinden…)

"Dante’nin idam edilmesi için, verilen fetva Floransa
kütüphanesinde bulunmuştur

"1640’da bir okçu, Başpiskopos Lod’un sarayına taarruzda
bulunmakla suçlanmış, itiraf etmesi için zincirlenerek hapse atılmış, üzerine
taş ve demir konmuş; günde üç lokma ekmek verilmiş, su verilmemiş."

"Galile, dünya dönüyor dediği için, kilise mahkemelerinde idam
ile yargılanmıştır." (Prof., Dr. W. Bardhold, İslâm Medeniyeti Tarihi; John
Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm; Carleyl, Kahramanlar eserlerinden…)

Yenilenme, gelişme, herhangi bir başka deişim de, "dine,
topluma, kilise ve Tanrıya" karşı başkaldırı, hıyanet kabel edilmiş ve amansızca
bastırılmaya çalışılmıştır. Katolikler, Protestanlar arasında da kıyasıya
savaşlar olmuştur. Azınlık mezheplerine ise hayat hakkı tanınmamıştır. Batı, din
savaşları ile asırlarca çalkanmıştır. Diğer yandan, din-bilim çatışmaları,
kavgaları da devam ede gelmiştir.

Bundan kurtulmak isteyen "burjuva", Kilise’nin bu baskısından
kurtulmak için sekülerleşmeye, yâni dini hayatından tamamen çıkarmaya çalışmış.
Laiklik de, "hür düşünce ve ilmin zırhı" olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.

Batılı filozoflar, seküler bir göz ile yaklaşırlar kâinata: "Onu
kullanmak, sömürmek ve hükmetmek!" Böylece pozitivizm de devreye girmiş
olmaktadır. Modern ilim, sekülarizm ve pozitivizm ile, "Allah’ı, dini,
mâneviyatı öldürüp, insanı hürriyetine kavuşturmak" istiyorlardı. Ne yazık ki,
insanı nefsin, teknolojinin ve maddenin esiri, kulu ve kölesi haline getirdi bu
anlayış. Marksizm ve Darwinizm de aynı emele hizmet etmiş ve sekülarizmin bir
başka versiyonlarıdır.

Böylece, E. F. Schumacher’in tespitiyle, "Modern dinsiz yaşama
denemesi, başarısızlıkla sonuçlandı. Kilisesiz yaşamak mümkün olabilir belki;
ama dinsiz asla." (Aklıkarışıklar İçin Kılavuz, Çev. Mustafa Özel, İz Yayınları,
s. 162-163,)

Burjuva ve Protestanlar, Kilise’nin pençelerinden yakalarını
kurtardıktan sonra veya kurtarabildikleri nispette ilerlediklerine, hayat
standartlarını yükselttiklerine, sinâî teknolojiyi geliştirdiklerine ve
zenginleştiklerine göre, kiliseye, dolayısıyla dine, moral ve mânevî değerlere
otomatikman cephe aldılar veya hayatlarından çıkardılar. Bu, ilme de sirayet
etti, hayatın sâir safhalarına da…

"Sekülarizm", bizde, Tanzimattan bu yana "laiklik" diye baskıcı
ve despotizm olarak uygulanmıştır.

"İzm"ler ve Türk Müslümanlığı

Tanzimat’tan bu yana, İslâm dininden uzaklaşma nispetinde
gerileme başladığı için (İslâmiyete sarılındığı müddetçe de terakki edildiği,
ilerlendiği tarihin şehâdetiyle sabittir), Müslümanlık da, Hıristiyanlık ile
kıyaslanarak, ona da karşı gelindi.

"Hem yıkıcı, hem de yenilikçi" vasıflara sahip olan liberalizm,
eski rejimlere, mutlakıyetçiliğe, eski düzenlere, sınırsız otori-teye savaş
açmış, bunun yanında "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Anayasalar, Kuvvetler
ayrılığı prensibi, Meclisler, partiler ve seçimleri" sosyal hayata
kazandırmıştır.

Bazan ihtilâl, kimi zaman reformlarla Avrupayı sarsan bu fikrî,
siyâsî, iktisâdî ve hukûkî cereyan, "1839 Tanzimat, 1856, Islahat Fermanları ve
1876 I., 1908 II. Meşrûtiyet hareketleri ile Osmanlı toplumunu etkisi altına
almış" (a.g.e., s. 29.) ve Cumhuriyet’ten sonra da, dini otoriteye karşı olan
"mutlak liberalizm, jakoben laikizm ve yıkıcı" görüntüsüyle sahneye konmuştur.

Liberal milliyetçilik de, mâziye, önyargılara, geleneklere,
dine, ferdi sınırlandırdığı gerekçesiyle karşı geldi. Dolayısıyla, liberal
milliyetçilik, devrimci, ilerici karakteriyle solda, tarihî milliyetçilik ve
muhafazâkâr karakteriyle sağda yerini almış.

Hiç şüphesiz ki, Avrupa’da doğan, liberalizm, pozitivizm,
sekülarizm, laikizm, sosyalizm, komünizm, feminizm, Freudizm, Marksizm,
kapitalizm o asırda biribirinden her yönleriyle ayrılmadıkları gibi,
biribirinden etkilenmişlerdir.

1850’lerden sonra, bu felsefî akımların ve bilhassa "pozitivizm,
sekülarizm ve jakoben laikizmin" etkisiyle, dünya dahili fikrî ve sınıfî
çalkantı ve kavgalara; iki umûmî savaşa sürüklendi. Bunlar insanlığa saadet,
huzûr değil, bilâkis felâket, mutsuzluk, medeniyetlerin mahvını hediye etti!

Osmanlı Devleti’ni, sarsıp, milliyetçilik parçalara ayrıp bir
bir yutup, tarih sahnesinden sildikten sonra, Osmanlı toplumunda hükmünü icra
eden bu "izm"lerin menfî yönleri birleşerek, âdeta "Deccalizm" olarak hükmünü
resmen icra etmiştir.

Bu arada, Batı’da hareketlenen materyalizm ve kapitalizm,
"sanayi devrimi"nden sonra gözlerini İslâm, bilhassa Osmanlı topraklarına
çevirir. Çünkü, sanayisi için hammaddeye, ucuz işçiye ve pazara ihtiyacı vardı.
Bunun formulü de, İngiliz Avam Kamarasında şöyle seslendirilmişti:

İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, 1890’lı yıllarda, İngiliz
Avam Kamarasında Kur’ân’ı kaldırmış, "Ya bu Kur’ân’ı kaldırmalıyız veya
Müslümanları ona düşman etmeliyiz veya soğutmalıyız."

***

Reform ve içtihad talepleri, özellikle 1908’li yıllarda,
"materyalist" görüşlere sahip olan Jön Türk Devrimi’yle birlikte hız kazanır ve
su üstüne çıkar. 1918’e kadar da etkili çıkışlar yaparlar. Bu on yıllık devrede,
Bücher’in, kaba materyalizmi yerine, deizme, (yâni, "ilâçılık" diye tercüme
edilen, her türlü vahyi, ilhamı ve dolayısıyla vahyin bildirdiği Allah’ı, dini
inkâr ederek sadece akıl ile idrâk edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden
teşbihi ve Teslisi reddeden ekol, anlayış, inanç) meylettiler.

Bu sayede, pozitivist reformları gerçekleştirmeyi, hem de
dinlerin en mükemmeli kabul ettikleri İslâmiyeti yüceltmeyi hedefliyorlardı. Bu
arada, 1917 yılında, evlilik ve âile hukukunda köklü bir reformu da
gerçekleştirdiler.

Baha Tevfik, Bücher’in kaba materyalizmin, İslâmiyet kisvesi adı
altında da Celal Nuri, deizmi getiriyordu. Musa Carullah da, reformistlerin
başında yer alıyordu. (Prof. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursî Oalıyı, s.
224-225)

Medreseli olan Şemsettin Günaltay da, başta Batı’nın
saldırılarına karşı İslâmî bir program sunduğu halde, 1928 yılından sonra, bu
reformist hareketlerde, çok büyük bir rol alır:

"Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1928 yılında M. Şemsettin,
ibâdet ve caminin modernizasyonu amacıyla, İstanbul Üniversitesindeki kurulmuş
bir komisyonda görüyoruz. Komisyonun hazırladığı öner-geye göre, dini törenler,
temiz ve düzenli biçimde yerine getirilecek, ibâdet dili Türkçe olacak. Ayrıca,
dini âletler, estetik çekicilik taşıyacak biçimlere kavuşturulması, dini hizmet
verenlerin Kur’ân’ı toplumsal içeriği kavramış kişiler olmaları gerekiyordu.
Günaltay daha sonra tek parti döneminin siyasî faaliyetlerine katıldı. 1949
yılında başbakan oldu. CHP’nin katı laiklik anlayışına göre, daha liberal bazı
adımlar Günaltay’ın damgasını taşımaktadır." (a.g.e., s. 228.)

Jön Türklerin ideologu olan Ziya Gökalp’te, Türkçe ibâdeti
savunanlardandı. Ona göre, din kollektif bir paydayı temin ettiği için var
olmalı, ancak duâlar ve ibâdetler Türkçe olmalıydı.

İleriki paragraflarda da dikkate sunacağımız gibi, bu düşünce ve
izm’lerin tesiriyle, bir takım prensipler, inkılâplar adı altında sulandırılmış,
laikleştirilmiş, sekülerleşmiş, hattâ devletleştirilmiş bir "din" anlayışı
böylece resmen de kabul edilmişti. İşte, buna "Türk Müslümanlığı" denmektedir.

Bu arada, "siyasal Hıristiyanlık"tan etkilenen "siyasal İslâm"
meselesine göz atalım.

"Siyasal Hıristiyanlık"

Avrupa, felsefî çalkantılar içinde, mezhep ve din kavgaları
verirken, I. Dünya Savaşı’ndan önce, bilhassa Almanya ve Avusturya’da, "Siyasal
Din" kavramı ortaya çıkar. "Katolik Kilisesi’nin baskılarından bıkan, (Çünkü
Engizisyon Mahkemesi, ilim adamlarını, mütefekkirleri ya giyotine, ya sürgüne,
ya zindana gönderiyor, ya susturuyor ve bu arada aklı da boğuyordu.) buna karşı
reformu esas alan 1517 yılında Martin Lüther ile beraber ortaya çıkan
Protestanlık’ta" da (Prof. Dr. Mehmet Aydın, Hıristiyanlık Kaynaklarına göre
Hıristiyanlık, s. 130.) aradıklarını bulamayan küçük brujuva düşünürleri, Alman
Romantizmi’nden de ilham alarak, "Altın Çağ" (Saadet Devri) mitolojisini sahneye
koydular.

Bunlar şöyle düşünüyorlardı: Geçmiş devirlerde,
Katolikleştirilmemiş olan Aryan ve Tötonlar, gayet demokratik bir sistemle
yönetiliyor ve yaşıyorlardı. Onları Katolik Kilisesi ve Yahûdilik saptırmıştı.

George Schönerer isimli bir milletvekili, 1875 yılında "Los von
Romeo/Roma’dan Kurtul!" diyerek bu hareketi başlatmıştı. Sadece Avusturya’dan
180,000 kayıtlı üye kazanmıştı. (Aytunç Altındal, 18-20 Eylül 1998 tarihinde
Diyarbakır’da düzenlenen Medeniyetler Diyalogu Sempozyumu’nda sunduğu
bildiriden.)

Aslında, "Roma’dan kurtul!"cularla, Kilise ve Havra’ya karşı,
yeni bir "din" ortaya çıkmıştı. Girdikleri her seçimde de büyük oylar alan bu
"siyasal dinciler", Almanya ve Avusturya’yı bütün Yahûdilerden temizlemeyi
teklif ediyorlardı.

Bu arada, Katolik dininin yerine (Çünkü Hıristiyanlık’ta
mezhepler, inanç gibi temel meselelerde öylesine farklılıklar gösteriyordu ki,
her biri bir din gibi ortaya çıkıyordu.) geçirilmek istenen bu dini ve ant-i
semitizmci 124 siyasî parti, gizli teşkilât, dernek savunup "Siyasal Din"
mefhumuna sarılır.

Weimar Cumhuriyeti devrinde "Almandan daha Alman" olarak bütün
Almanya’yı ellerine geçirdiklerini gören Alman soyluları, entellektüelleri, bu
parti ve derneklere büyük destek verdiler.

Çünkü Yahûdilerin tarihi seyri, enteresan ve ibret verici
hadiselerle doludur. Kısa bir kaç fasıla hariç tarih boyunca
vatansız-yersiz-yurtsuz yaşadı. Bunun için dünyanın her tarafına dağılmışlardı.

Gittikleri, yerleştikleri memleketlerdeki insanları da, "hırs,
faiz ve aşırı dünya sevgisi ile sefalet" yüzünden soyup-soğana çevirdiklerini,
perişan ettiklerini araştırmalar ortaya koyuyor. Gerek Fransız İhtilâl-i Kebiri,
gerek Marksizm, komünizm ve Rusya’daki Bolşevim ihtilâli, gerek Darwinizm ve
gerekse Freudizmin arkasında hep Yahûdî zihniyeti, parmağı olmuştur.

Zîrâ, Yahûdiler, gittikleri, yabancı oldukları, devamlı
muhaceretlere maruz kaldıkları için "vatansız" yaşadılar. Toprağa bağlı
kalmadılar. Yerleştikleri toprakları da, "kendi toprağım" diye hulus-i kalble
bağırlarına basmadılar; basamadılar.

Geçinmek ve hayatlarını devam ettirmek için de "sanat ve ticaret
ile meşgul oldular. Böylece askerliğin ağır şartlarından ve memuriyet
miskinliğinden de kurtuldular. Emniyetlerini temin etmek ve intikam almak için
de, devamlı teşkilatlandılar. Çeşitli kulüpler, dernekler, dayanışma
organizasyonları, gizli teşkilatlar kurdular. Yerleştikleri bölgenin
insanlarını, etnik ve mezhep gruplarını birbirine karşı kışkırtarak fitne ve
fesat çıkardılar. Tâ ki, onlar biri biriyle cedelleşsinler ve kendilerine
dokunmasınlar!

Ayrıca, tarih sahnesinde, Avrupa’da çok kötü manzaralarla da
karşılaştılar: Engizisyon mahkemelerinden boyunlarını kurtarmak için, Avrupa’dan
kaçtılar. Bilhassa Müslüman devletlere sığındılar. Bir kısmı da, ellerindeki
imkânları, çevrelerini bırakmak istemedi, Hıristiyanlığı kabul "etti!"
gözüktüler. Gerçekte, gizli birer Musevi idiler. Böylece, Museviliği de,
Hıristiyanlığa taşıdılar. Musevi doğdular, yaşadılar; ama, Hıristiyan diye
göründüler.

Devamlı fitne-fesat kaynattıklar için de 13. asırdan itibaren
Avrupalılar onları memleketlerinden kovuluyorlardı… Kovuluş tarih ve
kovuldukları memleketlerin dökümüne gelince, şu kısa dokümanı verelim;

İngiltere 1290, Macaristan 1360-1582, Belçika 1370, Çekoslovakya
1380-1562-1562-1744, Nemse 1420, Hollanda 1144, İtalya 1540, Fransa 1306-1898,
Rusya 1510-1881-1917-1905-1919, Almanya 1551-1878 ve 1937’lerden sonra, İspanya
1492.

***

Konumuzla alâkalı olduğu için, Amerika ve Türkiye’de 500. Yıl
Vakfı kutlamaları yapılmıştı geçtiğimiz senelerde. Bunun sebebi, Sefared
Yahudilerinin İspanya’dan kovuluşu ve Osmanlı devletine kabul edilişlerinden
dolayıdır. Musevi işadamlarımızdan Dr. Üzeyir Garih, "Türkiye Osmanlı zamanından
beri çok hoşgörülü davranıyor" demişti.

O zamanın Başbakanı Süleyman Demirel de, Türkiye’de tertiplenen
"kutlama galası" toplantısı için "Fandamentalizmin bütün dünyada konuşulduğu bir
devrede Türkiye’de böyle bir gecenin gerçekleştirilmesi çok "nemlidir" şeklinde
konuşmuştu.

Bütün dünyada "ırkçılık ve bağnazlık" gibi menfi hadiselerin
yaşandığı bir devirde, acaba İsrail nereye gidiyor? Değiştirilmiş, tahrif
edilmiş Tevrat’a göre,dünyanın en üstün milleti, ırkı Yahudilerdir. Diğer
milletlerin hiçbir değeri yoktur. Onlar Yahudilerin köleleridir.

"Senin zürriyetin milletleri mülk edinecek." (˜Ş’aya, Bab, 54:5)

Tevrat’ı indiren Cenâb-ı Hak, Kur’an’ı göndererek, Tevrat’ın
yanlışını tashih eder:

"Ey İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim ni’metleri ve sizi
vaktiyle bütün milletlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın." (Bakara Süresi, 47)

Yahudilerin "sulh ve salah" için evvelâ bu bâtıl inançtan
vazgeçip hoşgörüyü kabul etmeleri gerekmez mi?

"Yüce Önder" ve Alman Hıristiyanlığı

Tekrar ana mevzua dönersek… 1871 yılında Alman Birliği’ni
kuran meşhur Prens Bismarck’ın (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 12, s.
170.) torunu Herbert von Bismarck, Hitler’e destek olması ve Nazi Partisi’ne
katılım sebebini şöyle açıklıyordu:

"Baksanıza her şeyimiz Yahûdilerin eline geçti. Hattâ bizim için
çok anlamlı olan âile adları bile Doğulu Yahûdiler tarafından gasp ediliyor.
Meselâ, Harden, Olden ve Hinrichsen gibi güzel Alman âile adları, Yahûdilerce
kendilerine mal edildi." (Aytunç Altındal, 18-20 Eylül 1998 tarihinde
Diyarbakır’da düzenlenen Medeniyetler Diyalogu Sempozyumun’nda sunduğu bildiri.)

"Siyasal Din"in, daha doğrusu, "ırkçı, şovenizm
milliyetçiliğin", "din kisvesi" altına bürünmesiyle, aldığı en önemli
mefhumlardan birisi, "Führer-Reich"tir. Anlamı ise, "Yüce Önder", yâni, kral ve
imparatordan daha kutsal "yarı tanrı" şeklindedir. Tarihte Führer olmak,
yalnızca Adolf Hitler’e nasip olmuştu! Bir daha da ortaya çıkamadı.

Führer’in fonksiyonuna gelince, "siyasal din"in en üst
makamında, Kardinal durumunda idi. Bundan dolayıdır ki, Hitler, Katolik Kilisesi
ve yerleşik Protestan kilisesi’ne karşı, ortaya yeni bir "din" atmıştı. Bunun
adı da, "Alman Hıristiyanlığı" idi. Bu yeni ve uyduruk din, eski ve muharref
dine muhalefet ederek, Hz. İsâ’yı (as), Yahûdi değil, "safkan Aryan Prensi"
olarak kabul etti.

Bu "siyasal din"de İsâ (as), sarışın ve mavi gözlü,
güçlü-kuvvetli bir Töton Şövalyesi olarak resmedilmiş ve Almanların gönüllerine
öyle yerleştirilmişti. Ve İsa (as) Filistin’e gidiyor, Aryanlar’ın Pagan
krallığını kurmak için Yahûdilerle savaşıyordu…

Dünya’da ve Türkiye, "Yüce Önderliğin" Yansımaları

Yüce Önderlik, Hitler’den sonra, Almanya dışındaki ülkelere
sıçrıyordu. Başka isim ve ideolojiler altında ve o toplumların yapısına göre de
şekilleniyordu. Tabiî ki, yine "resmî" kanaldan, adı "din" değilse de, diğer
yerleşik dinlerin yerini alan, ismi din olmayan, "resmî" bir acûbe olarak…

Eski SSCB’de Stalin, Çin’de Mao, Arnavutluk’ta Enver Hoca,
Kore’de Kim İl Sung, Türkiye’de M. Kemal tarafından temsil edildi "yüce
önder"lik.

"Siyasal din"in en karakteristik özelliği, yerleşik dinin
yerine, "mitolojik bir soyun, mitolojik değerlerini" yerleştirme faaliyetidir.
Stalin’in devrimleri, Mao’nun kültür devrimi, M. Kemal’in ilke ve inkılâpları
veya CHP’nin "altı oku", bunun tipik örnekleridir.

İlkeler, "siyasal din"in inanç ve nerede ise ibâdet manzûmesi
idi. M. Kemal de, "yüce önder" konumuna çıkarılmıştı. Şair, yazar-çizer, hattâ
"resmî tarihçiler", basın da, "Kim daha iyi yüçeltiyor!" yarışına girmişti. Aka
Gündüz, "Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter!" sözleriyle, koroya katılmıştı.
Ders kitapları, resmî çevreler hep şunu terennüm ede gelmişti:

"Yurdu kurtaran M. Kemal’dir. Türk ulusunu o yeniden
yaratmıştır!" Zaten, ilk okullardan üniversitelere kadar onun efsâne, mitolojik
kişiliği nazara veriliyordu. Her vesîle ile, saygı duruşu"na geçiliyor, takdis
ediliyor, karşısında kıyamda duruluyordu… Müslümanlık yerine, "Atatürkçülük"
ikame edilmek istendiğinin bir belgesi de şu:

"Atatürk’ü sevmeyen Türk değildir, Müslüman da değildir, çünkü
Tanrı’nın yardımı ile her ikisini de kurtaran ve yükselten odur. O olmasaydı,
camilerimizde çanlarını işitecektik." (Dr. Engin Arın, Atatürkçülük Manifestosu,
s. 9,)

"12-Ezan ve ibâdetler öz Türkçe olsun. Camiler Atatürkçülük
eğitim yuvaları olmalıdır. Vaiz yazıları Ankara’dan gönderilmelidir." (a.g.e.,
s. VIII.)

Aynı kitabın ikinci sayfasına göz attığımızda, "Hiç unutmam, bir
akşam Atatürk, ‘Eskiyi temelinden dinamitle söküp atmalı ki, yerine yenisi
kurulabilsin", cümlelerinin yer aldığını görürüz.

5. ve 12 sayfalarda da gözümüze hemen şunlar ilişir: "Türk
devriminin iki temel özelliği vardır… İkincisi de, bütün Türklük için tek
kültür bağı olan öz Türkçeyi yerleştirip, Arapça ve Acemcenin törel (mânevî)
köleliğinden kurtulmak…

"Öz dinimize gelince, o da Atatürkçülükle tüm bağdaşmaktadır. Öz
Müslümanlık, pırıl pırıl bir Avrupalılıktır."

Bilhassa 1924’lerden 1950’lere, ondan sonra da "Atatürkçü"
çevrelerin, okullarda, kitaplarında, dünyalarında, M. Kemal’i, "yüce önder"
"efsane, mitolojik değer" şeklinde algıladığını ve öyle de lânse ettiğini
görürüz.

Müslüman Türklerin hayatında önemli mevkilere sahip olan tarihi
şahsiyetlerin türbe ve mezarlarının ziyaretlerinin yasaklanıp, Anıtkabir
ziyâretlerinin resmî bir teamül, bir görev hâline getirilmesi, hiç şüphesiz ki
bu inanışın sadece bir parçasını yansıtmaktadır.

***

Bu mesele, 2000’lı yılların eşiğine ayak basmaya ramak kaldığı
1999 yılında da karşımıza çıkmıştı. Mayıs 1999’de tertiplenen Alman Gazetecileri
Semineri’nde konuşan Dr. Theo Sommer, (Die Zeit Hamburg gazetesi) ülkemizdeki
"yüce önder"lik meselesine şöyle tepki gösteriyordu:

"Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi tumturaklı
açıklamalarla Anayasa metnine kadar giren Cumhuriyetin kurucusuna Avrupa’dan çok
Kuzey Kore’ye yakışmaktadır…" (Nazlı Ilıcak, Yeni Şafak, 3.6.1999.)

Hattâ bu durum, AB’ye girmemize en büyük engellerden birisi
olarak karşımıza dikilmişti. Dr. Sommer’i dinlemeye devam ediyoruz:

"Avrupa Birliği bir değerler topluluğudur. Bütün askerî
geçmişini aşmış olan demokrasilerin bir kulübüdür. Üye olmak için çaba sarf eden
birey, kulübün kurallarını benimsemek zorundadır. Yoksa o topluluğun dışında
kalır. İslâm-köktendinci bir Türkiye Avrupa’ya yakışmaz. Ancak Silâhlı
kuvvetlerin, özgürlükçü demokrasinin izin verilen ölçüsü üzerinde belirleyici
olduğu, Kemalist bir Türkiye’nin de şeriat ülkesi Türkiye gibi Avrupa Birliği
içinde yeri yoktur… Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi
tumturaklı açıklamalarla Anayasa metnine kadar giren Cumhuriyetin kurucusuna
Avrupa’dan çok Kuzey Kore’ye yakışmaktadır… Türkiye’nin AB’ye girmesini
engelleyen konu, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması gereği değildir. Ekonomik
durumu, AB’ye girişi sağlanacak ölçüde gelişmiş olmaması da değildir.
Türkiye’nin AB’ye girişini zorlaştıran TSK’nın sürüp giden egemenliğidir. Avrupa
Türk generallerine yer açmak için kendi anlayışı veya Anayasasını
değiştirmeyecektir… Beni En fazla şaşırtan bir durum da, Türkiye’nin AB’ye
girişinin en büyük savunucularından olan Türk generallerinin kendilerinin bu
yolda en büyük engeli teşkil ettiğini farkına varamamalarıdır."

İslâmiyet cihanşumûldür

"Türk Müslümanlığı" ve liberalizmin, Osmanlı cemiyetine,
Türkiye’ye nasıl girdiğini, nasıl sokulduğunu incelemeye çalıştık. Şimdi, çok
önemli bir hususu daha nazara vermemiz gerekir:

İslâmiyetin, inanç, ibâdet, ukûbat, ahlâk, diğer bir ifâdeyle,
"İmân, hayat, şeriat", veya bir başka tasnifle, "Tevhîd, nübüvvet, haşir, adâlet
ve ibâdet" (İşâratü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, s. 17,) ile ferd ve sosyal
hayatı tanzim etmeye, korumaya yönelik hükümleri mevcuttur ve bunlar da
cihanşumûldürler. İslâm binâsının temel ve esasıdırlar. Her devreye, her mekâna,
her millete, her mesleğe, her meşrebe, her fıtrata hitap ederler. Dolayısıyla,
bir Müslüman, İslâm’ın temel kaide, prensip ve şartlarını, Kur’ân ve Sünnet’in
tarif ettiği şekliyle kabul etmesi ve uygulamaya çalışması imânın ve
Müslümanlığın bir gereğidir.

O taktirde buna bir isim verilecekse, "Kur’ân ve Sünnet
Müslümanlığı" olmalıdır. Çünkü, "Türk’e göre imân, Araba göre ibâdet, İngiliz’e
göre ahlâk" diye bir tanımlama düşünülemez. Peygamber Efendimizin (asm) ahlâkı,
Kur’ân, Müslümanın da Ahlâk-ı Ahmediye’dir (asm.). Veya, "Müslüman Türkler
Allah’a böyle inanıyor, Araplar böyle, başka milletlere mensup mü’minler değişik
bir şekilde inanıyor, Hindistanlı Müslümanlar daha değişik anlıyor,
Pakistanlılar orucu şöyle tutuyor, Almanlara göre oruç şöyle bozuluyor" denemez.

Herkes Peygamber Efendimizin (asm) boyandığı Kur’ân ahlâkı ile
sıbgalanmalıdır. Ölçü ve mihenk odur. "Kur’ân Müslümanlığı" da, onun
referansından geçmelidir. Zîra, Kur’ân, sık sık, rehber-i ekmel olan
Rasulüllah’ın (asm) örnek alınmasını istemekte, tavsiye etmekte, hatta
emretmektedir. Ancak, "Türk Müslüman-lığı"ndan kasıt, İslâmın teferruat kısmını,
her millet, her cemiyet, kendi şart, imkân ve iklimine göre yaşamak ise, bu da
başta "mezhep" sonra örf ve meşrû gelenekleri yansıtır. İslâm, Kur’ân ve
Sünnet’e uygun olan örf ve geleneği kabul eder.

Dolayısıyla, Türkler de, Araplar da, Hindliler de, Avrupalılar
da, Afrikalılar da, Asyalılar da kendilerini Kur’ân’a, İslâm’a göre ayarlarlar,
ayarlamalıdırlar. Araplar, İslâm’ın teferruatını çöl şartlarına, Türkler ise,
kendi coğrafî iklimlerine göre yaşarlar. Bu ise, esasa değil, teferruata bakar.
Ki, tayin edici "teferruat" değil, "esas"tır.

Araplık, Türklük, Avrupalılık, Çinlilik İslâm’a bir şey, hiçbir
şey veremez. Gerçi her millet, dini, kültürü millî karakterine, hattâ coğrafî
karakterine göre pratiğe dökmeye çalışır. Bu da, sosyolojik bir vakıadır. Zaten
gerek Araplık, gerek Türklük, kültür ve örf açısından güzel şeyler
barındırıyorsa, bu güzellikler kendi mahsulleri değildir. İslâm, örfü bütünüyle
red etmez; doğru ve güzel olanı kabul eder. Kur’ân ve Sünnet’e uyan, kendisine
ters düşmeyen örfü benimser. O, zaten hangi kültürden ve hangi iklimden çıkmış
olursa olsun, İslâm’ın malıdır.

Çünkü, İslâm, Hz. Âdem ile başlamış, nurânî ve kudsî
peygamberler zinciri ile devam etmiş, Hz. Muhammed Arabî (a.s.m) ile kemâle
ermiş. Feyz ve bereketini sürdürerek gelmekte ve kıyamete kadar da devam
edecektir.

Hukukun, hakların kaynağı din olduğu gibi, sanatın, mimarinin,
kaynağı da dindir. Herbir sanatın pîrinin bir peygamber olması bunun en bâriz
ispatıdır. Ki, doğruluğun, iyiliğin, güzelliğin, insan haklarının, hattâ teknik
ve teknolojinin kaynağı dindir denilebilir. Peygamberin ahlâkı ve mu’cizeler
eliyle insanlığa getirilmişlerdir.

Mu’cize-i enbiyâdan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir:
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir. İkincisi:
Terakkiyât-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o
mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için, nev-i beşeri teşvik ve teşçi
etmektir." (İşâratü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, s. 256,)

Dolayısıyla, "Türk Müslümanlığı" tâbirini, bu noktadan da ele
alırsak yanlış olduğu ap açık görülür.

Anlaşılıyor ki, kastedilen ve hedeflenen bam başka bir şeydir.
İslâm’ın ve Müslümanların iyiliği ve olgunluğunu isteyenler, onu aslından,
kaynağından ve orijinalinden niçin uzaklaştırmak istemektedirler? Onu ve
sebeplerini ilerleyen sayfalarda tetkik etmeye çalışacağız.

Evet, iyi ve güzel şeyler Allah’ın emrettiği ve yapılmasını
istediği hususlardır. Bunları da, Peygamberler vasıtasıyla insanlığa intikal
ettirilmiştir. Zîrâ, Kur’ân’da, her millete, her kavme, peygamber gönderildiği,
şu âyet-i kerîme ile beraber, "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri
geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez."
(Yûnus, 47,) daha başka sûrelerde yer alan on bir âyette de vurgulanmaktadır.
Bediüzzaman, bu hususa, "Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda
kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir"
(Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 467.) şeklinde yaklaşarak izâh getirir.

Bu güzellikler, asırlar boyunca, akıldan akıla, beyinden beyine,
örften örfe, kültürden kültüre nüfûz ederek hükümlerini icra etmişlerdir. Ancak,
kimi zaman "dinden" değil, "sanki o milletin "kültüründen" kaynaklanmış gibi
görünmektedirler.

Her din, geldiğinde bir kültür içinde bulur kendisini. Yayılma
istidadına göre, değişik kültürlerlerdeki bir kısım yabancı maddeler, o dine
karışması mümkün ve normaldir. İslâm, her kültürün güzel yönlerini kabul etmiş,
yanlış ve çirkin âdet ve vasıflarını kaldırmış, yasaklamıştır. Zaman zaman gelen
"tecdid çevresi" de, değişik kültür, gelenek ve örflerden dine giren yabancı
otları ayıklamış, temizlemiştir.

Bugün, "Türk Müslümanlığı" adı altında, dinden olmayan bir sürü
tortu, hurafe, dinden kaynaklanıyormuş gibi gösterilen dayatmalar, temizlenmeyi
beklemektedir. Prof. Dr. Mehmet Aydın, bu ihtiyacı, "Kur’ân’ı yeni bir gözle
okumaya, ondan çağdaş dünyayı anlayan ve o dünyaya katkıda bulunan ve belli
önemli ölçüde yeni diyebileceğimiz bir insan telâksini, özellikle kadına hak
ettiği önemi veren yeni bir içtimâî ahlâk görüşünü, yeni bir dinlerarası,
dolayısıyla toplumlararası ve uluslar arası ilişkiler çevresini ve daha pek çok
ilgili meseleyi çıkarmaya gayret etmeye cesaret eden bir yaklaşımın ışıklarını
ufukta görüyorum" (Türk Müslümanlığı Paneli, Ocak 1999) cümleleriyle dile
getirmiştir.

Aslında, tarih boyunca bu sosyal ihtiyaç, "tecdid" müessesesi
ile giderilmiştir. Ima-m-ı Gazzali, Abdülkadir-i Geylânî, Mevlâna Celâleddin-i
Rûmî, Şeyh Muhammed Nakşibendî, İmam-ı Rabbanî, Halid-i Bağdadî ve Bediüzzaman
Said Nursî gibi bu tecdid halkasında yer almışlardır.

Nitekim, Risâle-i Nûr, Prof. Aydın’ın temas ettiği "ve daha pek
çok ilgili mesele" diye işâret ettiği hususları, bir bir ele almış, Kur’ân ve
Sünnet süzgecinden geçirip yeni, orijinal, aklî, ilmî, çağdaş, modern bir bakış
açısı getirmiştir.

Teferruatta içtihad ve milliyet

İçtihad ve mezhepler sosyal realiteden doğmuştur. Yâni, dinin
teferruat kısmı, coğrafî bölge, iklim, hayat şartları ve imkânlara göre
yaşanmasıdır. Ki, tecdidin, içtihadın kaynağı da Kur’ân ve Sünnettir. Onlar yeni
bir hüküm koymazlar, değişik şart, karakter ve yapılara göre Kur’ân ve Sünnet’en
hüküm çıkarırlar. Evet, mezhepler, bu cihanşumûllüğün bir tezahürüdür. Yani,
Kur’ân hükümleri umûmî olduğundan, her bölge, her iklim, her meslek, her meşrep,
her şarta göre ondan cevap almaktadır. Bu da, "millî din" demek değildir.

Tasavvuf ve tarikatlarda ise, Müslüman-lığın teferruat kısmını
yaşamak, daha da özelleşmekte, meslek ve meşreplere göre şekillenmektedir. Yani,
tasavvuf çevresi daha değişik yaşamakta, halkta biraz daha farklılıklar
gösterebilmektedir. Elbette bu da teferruat kısmıyla alâkalıdır. Dolayısıyla,
bunu "Tasavvuf İslâmı, halk İslâmı veya Türk-İslâm sentezi" diye
isimlendiremeyiz.

Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü ve Tarih Kurumu öğretim
üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, bu hususa parmak basarak konuyu şöyle
değerlendirmektedir:

"İslâm, Kur’ân ve Peygamberin (asm) sünnetinde mevcut olan,
inanç, ibâdet ve muâmelât kaideleriyle belirlenmiştir. İslâm yaşama, pratiğe
geçmemiş yapısı, Müslümanlık ise statüsü ana kaynaklarda belirlenmiş olan inanç,
ibâdet ve ahlâk bütününün tarihî süreç içinde yaşanmış, algılanmış, yorumlanmış,
kültürleşmiş, günümüze kadar intikal etmiş olan biçimidir. Bunun böyle kabul
edilmesi durumunda, Türk İslâm’ı, Arap İslâm’ı, yahut Fars İslâm’ı gibi
tartışmalara gerek yoktur." (a.g. panel.)

Şu halde, Türk, Arap Müslümanlığı diye bir şey söz konusu
olamaz. İslâm tektir. Fakat, millet, bölge, örf, şart, iklim ve gelenek olarak,
Kur’ân’ın teferruat kısmını değişik anlayıp uygulanışı, yâni yaşanışı ve
tezahürü farklıdır. Bu da, İslâm’ın temel prensiplerine, cihanşumûllük esprisine
muvafık hareket etmektir. Nasıl ki, zengin olmayan Müslüman, İslâm’ın beş değil,
üç şartını yerine getirebiliyorsa, çeşitli iklim, ülke ve hayat şartları içinde
bulunan insanlar da kendi imkân, iklim, hayat şartlarına göre İslâmı yaşamaya
çalışmaktadırlar.

Bu, "Türk veya Arap Müslümanlığı" demek değildir. Sadece, İslâm,
kendisinin öyle yaşanmasını istemiştir.

Yalnız, Kur’ân milliyeti perspektifinden baktığımızda, şunu
söylemeye bir mâni yoktur: Türkler, Araplar’dan sonra İslâmi-yetin kıvamı
olduğundan, İslâmiyeti çok iyi özümsemişler, yaşamışlar, ona hizmet etmişler,
bayraktarlığını yapmışlar, Kur’ân’ın, "Allah, sevdiği ve Kendisini seven ve
mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibi, Allah yolunda eden
bir topluluk getirecektir" (Mâide, 54,) övgüsüne mazhar olmuşlardır.

Şunu da iftiharla ilân edebiliriz: Türkler, kendilerine has bir
Müslümanlık değil, Kur’ân ve Sünnet’e has bir Müslümanlığı ve Türklüğü yaşama
gayret ve azmi içinde olmuşlardır:

"Bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı
sittesinin (altı cephesinin) etrafında galibane galibane gezdiren bu vatan
evlâtları, İslâmiyet hesabına, müftehirâne (iftihar ederek) ve taraftarâne
muhabbettarım." (Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, s. 408.)

Bu noktada Türkleri sevmek, övmek ve onlarla iftihar etmek,
İslâm’ın bir gereğidir. Lâkin bu, kendini ve ırkını daha hayırlı, daha üstün,
başkalarını ise hafif, basit gören "şeytânî ırkçılıktan" kokmamalıdır. Hepimizin
bildiği gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem (as) yarattığında, meleklere ona secde
etmelerini emreder. İblis hariç, bütün melekler emri yerine getirir. (Bakara,
34…)

Bunun üzerine, Allah Teâlâ ona, "Ey İblis! Kudretimle yarattığım
şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun; yoksa
gerçekten yücelerden misin?" (Sâd, 75…) diye sordu. Şeytan, hatasına karşılık
af dileyeceği yerde, küstahça şöşye der:

"Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan
yarattın" (A’raf, 12,,,)

Buna göre, "Türkler, 19 ve 20. Asır hâriç, bin yıldan beri,
İslâm’ı güzel yaşadılar, yaşamaya gayret ettiler. Bununla iftihar ediyoruz,
gıpta ediyoruz. Bundan sonra da güzel yaşamının gayreti içindedirler" demek
yerine, bütün eksiklik, yanlışlık ve çarpıtılmış haliyle, "Yalnız doğru yegâne
güzel Türk Müslümanlığıdır, diğerleri yanlış çirkindir" iddiasında bulunmak,
şeytânî bir ırkçılığın neticesi olsa gerektir.