Dinin vahyi dokusuna müdahale sürekli olarak birilerinin ilgi
alanına girmiştir. Dinin vahyi çerçevesine ram olmayanlar onu kendilerine ram ve
irgam etmeye çalışmışlardır. Dine ram olmaya dindarlık, dini kendine ram etme
gi-rişimlerine de kabaca reformizm diyoruz. Roma’nın Hıristiyanlığa müdahalesi,
Ekber Şah’ın yeni bir din kurma teşebbüsü, günümüzde Endonezya’da amentü yerine
Pancasila felsefesinin ikame edilmeye çalışılması bu yöndeki gayretlerden
bazılarıdır. Batı’da Laiklikten dinin ve devletin birbirlerinin alanlarına
girmemesi ve müdahale etmemesi anlaşılırken Türkiye’de laiklik zaman zaman yapay
bir din, pozitivist bir din hükmünü almış ve bu hükmü icra etmiştir. Kimileri
komünizmi laik bir din olarak tanımlamakta ve Türkiye’deki laiklik uygulamaları
da bazen yakından bazen uzaktan bu tarifi çağrıştırmaktadır. Dinin vahyi ve
otantik dokusuna müdahale bağlamında cumhuriyetin ilk yıllarından beri
inkıtalarla da olsa dinde reform arayışları ve dini düzen çerçevesine hapsetme
arayışları yaşanmıştır. Bu çerçevede ilk dönemlerde ezanın ve hutbenin şekli ve
mahiyeti değiştirilmiş ve behemehal farklı bir din anlayışı tutturulmaya
çalışılmıştır. Bu girişimler pek netice vermese ve meyveye durmasa bile
girişimlerin ardı arkası kesilmemiştir.
Reform arayışlarının son örneklerinden birisi bundan birkaç yıl
önce ortaya atılan İslam Gerçeği kitabıydı. Bu anonim kitapta Müslümanları geri
bıraktığı varsayılan kader üzerine yeni bir bakış açısı getirilmeye
çalışılmıştır. Bu bakış açısının da sabıkları gibi malul olduğundan şüphe yok.
İslam Gerçeği kitabı aslında İslamla reform çizgisi arasında bir
uzlaşma arayışı idi. Turgut Özal siyasi konularda olduğu gibi dini konularda da
imali fikirde bulunuyor, devletle dindarlar arasındaki uçurumu kapatmaya
yelteniyordu. Daha sonra benzeri girişimleri Süleyman Demirel de sürdürdü. Ancak
Refahyol dönemiyle birlikte uzlaşma arayışları yerini meydan okumalara bıraktı.
28 Şubat her iki taraf için de bir dönüm noktası teşkil etti. Özgürlük, uzlaşma
arayışları, mevzilerini yeniden tabulara terk etti. Yeni bir olağanüstü dönem ve
sindirme hareketi başladı. Bu meselede de madalyonun iki yüzü ve yanlışın iki
tarafı vardı. Fazilet’le temsil edilen ehl-i din ve diyanetin bu yanlışta dahli
oldu mu ? Kuşkusuz oldu ve olmaması da kaçınılmazdı. Bu üslubun geleceği ve
getirebileceği son nokta burasıydı! Elbette bu; karşı cenahın tarassutla
beklediğini, fırsat kolladığını gözardı etmemizi iktiza etmez. Karşı taraf da
kendisine göre; zaafları, yanlışları ve fırsatları iyi değerlendirdi. 28 Şubat
süreciyle birlikte İslam gerçeği çizgisindeki uzlaşma arayışı terkedilmiş yerini
yeniden İslam’a milli bir forma giydirme arayışı almıştı. Bu dönemle birlikte
Cemal Kutay gibi bazı rumuzların söyleminin yükselişe geçtiğine tanık olduk. Bu
dönemde Cemal Kutay 21. yüzyılın İslam faşizminin yükselişine şahid olacağını
propaganda etmeye ve bu minvalde eserler te’lif etmeye başlamıştır. Türk
Müslüman-lığını ve Türkçe ibadeti gündeme getiren Cemal Kutay sohbetlerinde de
Gazi Mus-tafa Kemal’i Türklerin peygamberi olarak göstermeye çalışmıştır. Kutay
sansasyonel kitabı " Atatürk’ün beraberinde götürdüğü hasret TÜRKÇE İBADET
Anadilince kulluk hakkı" kitabında, eserin başlığından da anlaşıldığı gibi
Türkçe ibadeti savunmaktadır.
Elbette alimler, İslam’ın ilk yıllarında İslam’ın intişar
tarihiyle paralel olarak Arapça nutka muktedir olamayanların namazlarda kendi
dillerinde belirli miktarda Kur’an-ı Kerim okumalarının kifayet edip
etmeyeceğini ele almışlardır. Cami (derlemeci) olarak şöhret bulan ve
bazılarınca eserlerinde doğrudan başka her şeyi derleyen Nuh İbni Ebi Meryem,
Ebu Hanife’den naklen namazda fatihanın Farsça okunmasının kifayet edebileceğini
ileri sürmüştür. Bu rivayet daha sonra diğer Hanefi uleması tarafından
nakzedilmiştir. Daha sonra bu yöndeki tartışmalar hep Merv Kadısı Ebu İsme Nuh
İbni Ebu Meryem’in bu rivayeti üzerine odaklanmıştır. Halbuki bu rivayet sahih
kabul edilse bile sonuçta bir özürlü için muvakkaten verilen bir ruhsat
hükmündedir. Bu fetvada İmam-ı A’zam, iki arkadaşı, Ebu Yusuf ve Muhammed
tarafından yalnız bırakılmıştır. Ayriyeten Türkçe ibadetin sıhhati Kur’an-ı
Kerim’in tercemesinin mümkün olup olmadığı yönündeki tartışmalarla da yakından
alakalıdır. Cumhur-ı ulema tercemenin mümkün olmadığı görüşündedir. Hakikat de
budur. Bununla birlikte günümüzde yorumsuz ve dipnotsuz Kur’an çevirisi
yapabileceklerini vehmedenler vardır ve bunlar elbette ki tezleri doğrultusunda
namazda surelerin Türkçe karşılıklarının okunabileceğine kail olacaklardır.
Yaşar Nuri Öztürk vs gibi. Fakat Ahmet Selim’in Zaman gazetesindeki konuyla
ilgili müteferrik makelelerinin de ortaya koyduğu gibi yoruma kaçmadan,
dipnotlar kullanmadan; icazkar bir şekilde Kur’an-ı Kerim’in Türkçe karşılığını
vermek mütesavver değildir. Her dil her hususta aynı oranda gelişmiş değildir.
Arapça’nın bazı konularda Türkçe’nin de belli bazı konularda daha gelişmiş
olması mümkündür. Dolayısıyla mantıken manayı kaybetmeden iki dilden birine
çeviri yapmak adeten mümkün değildir.
İlginçtir; 28 Şubat sonrasında İslam Gerçeği adlı anonim kitabın
yazarlarından olan Yaşar Nuri Öztürk ile 28 Şubat sürecinin manevi mimarlarından
Cemal Kutay aynı platformları paylaşmışlardır. Yaşar Nuri Öztürk kitap
fuarlarında Cemal Kutay’ı dinleyenlerin azlığından yakınmıştır. Bu açıdan İslam
Gerçeği kitabı da 28 Şubat süreci de aynı kaynaktan beslenmektedir. Bu onların
genel çerçevedeki ortaklıklarını gösterir.
18 Nisan Süreci
28 Şubat süreci devam ederken 18 Nisan seçimleri yapıldı ve bu
seçimlerin ışığında Türkiye’de yeni bir siyasi tablo ortaya çıkmıştır. İslami
değerlerle mücadele edildiği bir dönemde milliyetçi düşünce iktidara ortak
olmuştur. Bu mücadele ortamı, milliyetçi kesimlerin, ülkücülerin nasıl bir konum
alacakları sorusunu da beraberinde getirmiştir. Türkiye’deki milliyetçi
kesimlerin söylemi genel olarak "Türk-İslam ülküsü" şeklindedir. Türk unsurunun
İslamiyetle imtizacına ve uyumuna ve bunun tarihi vetire içinde şekillenmesine
Türk-İslam sentezi diyoruz. Bu uyum ve imtizac fotosentez gibi tarih içinde
tabii bir şekilde seyr-i sülükünü tamamlamıştır. Bugün ise suni karışım ve
formüllerle Türk-İslam sentezi yeniden harmanlanmak istenmektedir. Kanaatimizce,
yanlış ve hatta tehlikeli olan bu arayışlardır. Türk-İslam sentezi sosyolojik
bir vakıadır, ideal veya ideoloji değildir ve olamaz. Oysa yeni katkı
maddeleriyle bundan bir ideoloji üretilmek istenmektedir. Prof. İbrahim
Kafesoğlu’nun da belirttiği gibi Türkler fıtraten İslama meyyal idiler ve bu
faktör diğer tarihi ve sosyal amillerle birleşince Türklerin İslamlaşmasının
yolu açılmıştır. Sonraki devirlerde Türkler İslamlaşmakla kalmayıp İslam’ın ve
imanın bekçileri konumuna yükselmişlerdir. Tarih, Türk hamurunu İslam mayasında
yoğurmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin de işaret ettiği gibi "Sizden kim
dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah
onları sever onlarda Allah’ı severler. Onlar Müminlere karşı alçak gönüllü
kafirlere karşı izzet sahibidirler; Allah yolunda cihad ederler/ Maide 54."
ayet-i celilesine muhatap ve masadak olmuşlardır.
Bunun sonucu olarak Zigred Hunke’nin kitabında misalini
gördüğümüz gibi İslam’ın cengaveri Araplar iken İslam medeniyeti onlarla
birlikte ve onlarla eşanlamlı olarak anılagelmiştir. Arap medeniyeti gibi.
Bilahare Türklerin tarih sahnesine çıkmalarıyla birlikte İslam medeniyeti Türk
medeniyeti ve Türk dini olarak anılmaya başlamıştır. Türkler İslamı müdafaa
ederken, burçdan burca yayarken İslam Türkle eşitlenmişti. Bu misyona elbette
başka milletler de talip olmuşlardır. Tunuslu düşünür ve Nahda hareketi Lideri
Raşid Gannuşi, Selman-ı Farisi’ye dayandırdığı bir rivayetle Arapların İslam
misyonunu bırakmaları üzerine bu misyonu İranlıların devralacaklarını ileri
sürmüştür. Guya Peygamberimiz mezkur ayeti yorumlama sadedinde Selman-ı
Farisi’nin omuzuna dokunarak, bu misyonun muhatapları olarak Selman-ı Farisi ve
onun kavmini göstermiştir (Abbas Hameyar: İran ve Müslüman Kardeşler sayfa 239,
Beyrut-Lübnan).
Bugün Türkiye’deki milliyetçi düşünce iki sarkaç ayak üzerinde
yükselmektedir. Bunlardan birisi milliyetçilik diğeri de dindarlıktır. Bu
bağlamda milliyetçilikleri ağır basan bazı çevreler, dindarları yeterince
milliyetçi olmamakla ve kendi kavmini gözardı etmekle suçluyorlar. Bu bağlamda
vatanperverliklerinden kuşku duyanlar da ortaya çıkmaktadır. Dindarlar da buna
mukabil; milliyetçileri bir nevi dine lakayd ve salabet-i diniyyeden yoksun
görüyorlar. Dindarların, milliyetçileri suçlamaları galiben doğru orantılı
gözükmektedir. Zira milliyetçiliğin şartlarından birisi dindarlık değildir. Bu
durumda tezad kaçınılmazdır. Ayrıca milliyetçilik anlayışı ne kadar sınırlayıcı
ise din anlayışı tam tersi geniş çerçeveli ve bir çok alt kimlikleri ve
mensubiyetleri barındıracak düzeydedir. Dolayısıyla darlık ve genişlik zıtlıktır
ve bu zaman zaman pratik hayata da yansımaktadır. Zaten Rüstem’in ordularını
yenen ilk İslam cengaverleri olan sahabiler, İranlıları kendi dünyalarının
darlığından İslam’ın genişliğine çağırmışlardır. Milliyetçilerin iddialarının
aksine dindarlar vatanperverdirler ve vatanlarını severler. Mekke’den hicret
etmek zorunda kaldığı halde Peygamberimiz Mekke’yi hiç unutmamış ve sevgisini
sürekli bağrında taşımıştır. Ama izah etmeye çalıştığımız gibi din,
milliyetçiliği aşan daha geniş bir çerçeve veya daire olduğundan milliyetçiler,
dindarları kendi çerçeveleriyle mukayyet görmeyebilirler. Bu da eşyanın
tabiatındandır. Dindarların milliyetçilik anlayışı; müsbet milliyetçiliktir.
Müsbet milliyetçilik, cahiliyet milliyetçiliğine, negatif milliyetçiliğe
alternatiftir. Zıddıdır. Cahiliyet döneminde milliyetçilik anlayışı hayırda ve
şerde klan dayanışması şeklindedir. Peygamberimiz bu tarifi tadil etmiş ve
sıhhate kavuşturmuştur. İslam’ın müsbet milliyetçilik tarifi şudur ki,
Peygamberimiz : "Zalim veya mazlum da olsa kardeşine yardım et." buyurmuşlardır.
İslam terbiyesi almış sahabiler bu sözü yadırgarlar ve "Ya Resulallah mazluma
yardım etmeyi anladık da zalime nasıl yardım edeceğiz" sorusunu sorarlar.
Peygamber Efendimiz : "Zalime yardımın onu zulmünden menetmendir" cevabını
verir. Bu açıdan milliyetçiliğin de fazlası her şeyin fazlası gibi zararlıdır.
Bundan dolayı Peygamberimiz, Arabın helakının asabiyetten olacağını haber verir.
Fart-ı asabiyet, kilitlenmektir, çözümsüzlüktür. Buna mukabil müsbet anlamda
kavim veya milli dayanışma yoksunluğu, sosyal bir çözülme emaresi ve dolayısıyla
sosyal bir felakettir. Fazlası da ifrattır ki, ayrı bir felaket nedenidir.
Milliyetçilik Kur’an ifadesiyle kavimlerin, milletlerin tanışmasına,
kaynaşmasına engel olmamalıdır. Binaenaleyh müsbet milliyetçilik yıpratıcı,
tahrip edici değil yapıcıdır.
Türk milliyetçiliğinin oldum olası söylemi şudur : Türklük
bedenimiz, İslam ruhumuz, Türklük kristal bir kadeh ise İslam onun içindeki
kevserdir, Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslaman’ız… Muhafazakar
tanım içinde yeralan bu milliyetçilik anlayışı ne yazık ki dinden uzaklaştıkça
sol tarzı milliyetçiliğe kapı aralamaktadır. Bazı ülkücü kesimlerin son
dönemlerde din aleyhtarı kesimlerle flört ettikleri göze çarpmaktadır. Doğu
Perinçek gibi. Bu flört milliyetçilik adına yapılmaktadır. Son hükümet
protokolünde milliyetçi kesimlerin Atatürk milliyetçiliğini de benimsedikleri
göze çarpmaktadır (Cemre, Abdurrahman Şen; 10 Haziran 1999-Yeni Asya). Halbuki
Ecevit’in ulusal milliyetçilik anlayışı genel hatlarıyla Miloseviç veya Saddam
ve Kaddafi soluyla kesişir. Halbuki Türkiye’deki geleneksel
milliyetçi-mukaddesatçı anlayış bunun hilafınadır. Milliyetçi kesimler zaman
zaman zikzak çizseler de genel anlamda dinin ve mukaddesatın yanında
yeralmışlardır.
Milli Kıblemiz Sakarya!
Cemal Kutay millileştirilmiş bir din teklif ederken aslında bu
bidatında yalnız değildir. Ve ne ilk ne de sondur. Hazreti İbrahim’in kökeni
konusunda Türk ve Kürt milliyetçiler nizaa ede dursunlar 1934 yılında A. İbrahim
imzasıyla Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini adında bir eser kaleme alınmıştır.
90 sayfalık kitap boyunca müellif milli bir din inşa etme sevdasını dışa
vurmuştur, bunu kuvveden fiile çıkarmaya çabalamıştır. Kitabında İslamı gayrı
milli bir din olarak tanıtıyor ve reformlar yoluyla millileştirilmesi gereğini
savunuyor.
A. İbrahim aynen Cemal Kutay gibi milli din fikrinin bir duygu
mahsülü olduğunu ve binaenaleyh hiçbir ilmi ve felsefi temele dayanmadığını
itiraf etmekle birlikte bunu lüzumlu da addetmiyor. Cemal Kutay’ın Türkçe ibadet
projesinden ilahiyatçıların ve din adamlarının uzak tutulmasını istemesi gibi A.
İbrahim de bu meselenin ilmi değil hissi boyutta ele alınması gerektiğini
savunmaktadır. Buna mukabil aynı yazar bilimsel olmayan tezine ve teklifine
karşılık İslamiyeti bilimdışı bulmaktadır! Bu projede; dini sembollerin yerini
milli sembollerin alması teklif edilmektedir. Yazara göre kıblenin
değiştirilmesi milli bir din vucuda getirmenin "olmazsa olmaz" şartları
arasındadır. Bu hususta şu zırvaları serdediyor :" Biz Arap harsından tamamıyla
sıyrılmak ve milli benliğimize hakim olmak için mutlaka güneye boyun eğen
mihrabı değiştirmeliyiz. İçtimai hayattan kalkması hiçbir zaman temenni
olunmayan din baki kaldıkça, mutlaka mihrabımızı Sakarya’ya tevcih etmeliyiz…"
Kıblenin Sakarya’ya çevrilmesini teklif eden yazar Türklüğe de taabbüt
etmektedir. Cemal Kutay da bazı eserlerinde aynı minvalde Gazi Mustafa Kemal’e
kemal-i tazimin de ötesinde taabbütle eğilinmesini tavsiye etmektedir. Türk
reformist A. İbrahim aynı zamanda Alman reformist Luther ve protestanlığına da
hayrandır. Onun taklid edilmesini salık verir. Dinin semavilikten kurtarılması
babında, Allah’ı, peygamberleri, melek, şeytan, cennet ve cehennemi inkara
yeltenir. Camilere sıra konulmasını teklif eder. Yazar bütün bunların bir
muhassalası olarak gökyüzünden kopuk bir yeryüzü dini düşlemektedir. Cuma namazı
yerine Türkleşme ocaklarında merasim yapılmasını gündeme getirir. Bu teklif
edilen dinin Auguste Comte’un pozitif dininden farkı yoktur!
Lethur’in cevabı ise…
Türk reformistler Luther’e hayrandırlar. Luther ise başdüşmanı
olarak İslam’ın bayraktarı olan Türkleri görür. Luther Hıristiyanlığın iki
düşmanından bahsetmektedir. Bunlardan birisi Vatikan diğeri de İslam’ın sembolü
Türklerdir (Bak : Macar Oryantalist Pal Nimet’le konuşma, el Hayat gazetesi 13
Mayıs). Musa ve Tektanrıcılık adlı eserinde Freud ve değişik eserlerinde Darwin,
Türkleri düşman olarak görürler ve Türk ifadesini İslam’la eşanlamlı olarak
kullanırlar. Gerçekten de Türklük İslam’ın rediflerindendir.
Türk Müslümanlığı…
İslam şekliyat konusunda toleranslı davranmıştır. Bu da
intişarını kolaylaştıran amiller beynindedir. Zaten Kur’an-ı Kerim de katı
kalpli olması halinde Hazreti Peygamberin etrafındaki halkanın veya insanların
dağılacağı belirtilmektedir. Elbette şekliyatta coğrafi özellikler varlığını
muhafaza eder. Bundan dolayı İslam tek olmasına rağmen Müslümanlar eşgal (eşkal)
olarak taaddüt eder. Bu hem fıtratın iktizası hem de İslam’ın müsamahası
sonucudur. Bu değişik eşgal ve görüntüler sosyal bir realitedir. Ancak bu
sosyolojik realite idealize edilemez. Aksi taktirde Müslümanlar arasında tabii
uyum ve birliktelik zedelenir ve hoşgörü ile müsamaha ortadan kalkar. Bundan da
tezad ve kavga doğar ve ayrılık yani tefrika doğar. Bundan dolayı Avrupalı,
Asyalı veya Afrikalı müslüman olabilir ama Avrupa İslamı, Afrika İslamı veya
Asya İslamı yoktur. Asya tarzı üretim veya Avrupa tarzı üretim olabilir ama
coğrafi İslam olmaz. Olursa da bu dini realiteye değil sosyolojik realiteye
hamledilir.
Hindistanlı allame Ebu’l Hasan en Nedvi oryantalistlerin
gayretlerini boşa çıkarma sadedince Batılı Müslümanlara bazı tavsiyelerde
bulunur ve onlara Avrupa İslami ve Batı İslamı tarzında kavramlar
kullanmamalarını öğütler. İslam’ın sun’i taksimata tabi tutulmasına iltifat
etmemelerini tembih eder. İslamı bu tarz taksimata tabi tutmanın yegane nedeni,
İslam’ın takatından ve potansiyelinden korkuluyor olmasındandır. Oryantalistler
oldum olası İslamı; Mağrib İslamı, İran İslamı, Türk İslamı gibi çeşitlendirmeye
ve sulandırmaya çalışmışlardır.
Maturilik-Eş’arilik farkından doğan Türk Müslümanlığı!
Maturidilik kader mebhasında Eş’ariliğe oranla daha esnek bir
anlayışa sahiptir, Matüridilik daha hürriyetçi, Eş’arilik daha kadercidir.
Birisi daha fazla kulun fiillerinden ve hukukundan ve sorumluluğundan diğeri de
Cenab-ı Hakk’ın yaratılıcığından ve efalinden yola çıkar. Kulun amelleri
karşısında mesuliyetinin medarı olan kesb nazariyesine Eş’arilik çok az bir
anlam yüklemiştir. Neredeyse bu anlam Allah’ın yaratıcılık vasfı karşısında
görünmez hale gelmiş ve kaybolmuştur. Eş’arilik kader bahsinde bir nevi vahdet-i
vücudcudur. Cüz’i iradeyi Allah’ın iradesine tabir caizse feda eder ve tamamen
tabi kılar. Bu açıdan kulun fiilinde kesbin yeri belirsiz hale gelmiştir. Bundan
dolayı da Eş’ari’nin kesb nazariyesine yüklediği anlam anlaşılamaz bir hal
almıştır. Bundan dolayı da "Es’ab, a’kad min kesb-el eş’ari" "Eşari’nin
kesbinden daha zor daha çetrefil" sözü darb-e mesel, deyim haline gelmiştir.
19. yüzyılda Müslümanların geri kalış nedenleri irdelenirken
suçlu koltuğuna -tabir caizse- kader oturtulur ve Eş’arilik de bundan nasibini
alır. Bu tahlile ve çıkarsamaya bir tepki olarak yeni Mutezile akımı doğmuştur.
Kimileri doğrudan Mutezile çizgisini benimseyemediğinden dolayı kendilerini
Maturidi inancıyla kamufle ederler, perdelerler. Ezher’de Eş’ari ekolü tedris
edilmesine rağmen Muhammed Abduh, Risalet et-Tevhid adlı eserinde Maturidi
anlayışına yatkın bir çizgiyi benimsemiş ve savunmuştur. Bunu dini reforme etme
çabası olarak telakki eden Şeyhü’l İslam Mustafa Sabri Efendi bunun tam aksine
bir istikametle Mısır’a gidişinden sonra Maturidiliği bırakır ve Eş’ari
mezhebine girer. Bu tepkisini "el-Beşer tahte sultan’il kader" isimli kitabında
da ortaya koyar.
Bu sıralarda Osmanlı’nın geri kalmasıyla ilgili bir tez ortaya
atılmıştır. Teze göre Osmanlı Matüridiliği bıraktığı ve Eş’ariliğe geçtiği için
gerilemiştir. Araplar ise Osmanlı’nın geri kalmasını Matüridilikten ziyade
entellektüel birikiminin azlığına bağlarlar. Osmanlı’nın geri kalmasını mezhep
anlayışına bağlayanlara göre : Medreselerde Eş’ari ekolü tedris edilirken
tekkelere Matüridi anlayışı hakimdir ancak zamanla bu anlayış Eşarilik
karşısında gerilemiştir. Medrese anlayışının galebesiyle de ilerleme durmuş ve
Osmanlı geri kalmıştır. Aslında bazıları özelde Osmanlı’nın genelde ise İslam
dünyasının geri kalmasını Eş’ari akidesinin önemli savunucusu olan İmam-ı
Gazali’nin filozoflara üstünlüğüne dayandırırlar. Onlara göre; İmam-ı Gazali
itizali ve felsefeyi mahkum ederek düşüncenin inkişafının önünü kapatmıştır. Bu
da fikri duraklamayı ve bilahare gerilemeyi intaç etmiştir. Osmanlı’nın
gerilemesini Eş’ariliğe bağlayanlardan birisi de tarihçi İsmet Bozdağ’dır. Bu
yorum kanaatime göre hakikatten pek uzak, fantastik bir yaklaşımın sonucudur. En
azından dayanaktan yoksun çok indi bir mütalaadır. Zira Osmanlı’nın geri
kalmasını Eşariliğe bağlayacak olursak felsefe geleneği dipdiri olan ve Mutezile
ile aynı usulü paylaşan İsna Aşeriyye mezhebine bağlı İran’ın geri kalmışlığını
nasıl açıklayacağız? Hulasa şunu söyleyebiliriz : Kaderin ve kader anlayışının
Müslümanların gerilemesiyle bir alakası yoktur. Kader atalet değildir ve asla
ataleti emretmez.
İslam Milliyetçiliği
Ünlü Arap düşünürü Dr. Zeki Mübarek gibi bazı Arap aydınları
İslam milliyetçiliği fikrine kail olmuşlardır. Onlara göre Arube/ Arap
milliyetçiliği ile İslam milliyetçiliği arasında bir tezad ve tenakuz
bulunmamaktadır. Aksine birbirlerini tamamlarlar. İslam milliyetçiliği, Arap
milliyetçiliğinin dayanaklarındandır. Bu görüşü red ve cerhedilmiştir. Doğrusu
şudur : Temel İslam milliyetçiliği dayanak ise Arube’dir. Doğru bakış açısı
budur (Zeki Mübarek ve Ta’sil es Sakafe el İslamiyye, Prof. Muhammed Abdulhakim
Muhammed, Ezher dergisi Mart 1999). Zeki Mübarek Arap milliyetçiliği ile İslam
arasındaki münasebeti Türk milliyetçileri gibi tasvir eder. Buna göre Arube,
Arap milliyetçiliği İslam’ın kabı, İslam ise milliyetçiliğin ruhudur. İslam
milli ve manevi bir servettir.
Bize göre ise İslam’ın ruhu milliyetçiliğe hakim ve şamil
olmalıdır aksi takdirde bu düalizme, çift başlılığa ve çift ruh taşımaya yol
açar. Bu da kimlik çatışması demektir. Binaenaleyh bunun için kavramların yerli
yerine oturtulması şarttır.
Son sıralarda Arap dünyasında iki hasım akım; milliyetçiler ve
İslamcılar ortak bir masanın etrafında biraraya gelmektedirler. Uzlaşma zemini
arıyorlar. Dr. İsmet Seyfüddevle adlı Arap yazara göre din ilahi statü ve
pozisyon, kavmiyet veya milliyet ise tarihi bir statü ve duruştur. Dolayısıyla
iki pozisyon birbirinden ayrıdır ve çatışması gerekmiyor. Bu statüler geçişli ve
birleşik kaplar teorisini hatırlatır. Her birinin yerli yerine konulması lazım
ki nizaa olmasın. Yoksa kaos ve çatışma kapıdadır.
En doğrusu Kur’an buyruğudur : İnne hazihi ümmetüküm ümmeten
vahideten ve ene rabbuküm fabuduni "işte bu ; sizin ümmetiniz; tek bir ümmettir
ve Ben de sizin rabbinizim; o halde yalnız Bana kulluk edin… ( Enbiya Suresi
ayet : 92)"