Bediüzzaman Cumhuriyeti savunduğu için Batı medeniyetine müştak
bir şahıs; kötü yönlerinin alınmaması şartıyla Avrupa medeniyeti savunucusu;
ilim ve teknolojisini alma açısından Avrupa medeniyetinden faydalanma yoluyla
onun üstünlüğünü kabul eden bir aciz; dini reddetmeyen Avrupa medeniyeti ile
“ittifak içinde” bir sentezci veya Batı medeniyetinin hiçbir şeyine değer
vermeyen, karşı tavır koyan bir protestocu olarak mı değerlendirilmelidir? Yoksa
bu seçeneklerin tamamı Bediüzzaman’ı kendi görüş ve düşüncesine, konjonktüre
veya algılayabildiği bir yere koymak arzusunun bir neticesi midir? Acaba
medeniyet konusunda Bediüzzaman neyi istiyor, ne hedefliyor?

Medeniyet Nedir ve Başarısı Neyle Ölçülür?

Bediüzzaman, bir medeniyetin, sadece bir din, bir bölge veya bir
asrın ürünü olamayacağını ancak umumun malı olabileceğini belirtir. Özellikle
medeniyetlerin mehasinlerinin üç kaynağının olduğunun belirtir:

a. Telâhuk-ı efkar,
b. Semâvi şerayi’,
c. Hâcât-ı zaruriye.

Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin mehasinleri için bu listeye
semavî şerayi’ menşeli olmakla beraber, özele doğru vurgu yaparak, hususi bir
kaynak daha ilave etmektedir ki, o da “İslami İnkılap”dır.(Sözler, s. 655)
“Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs Devlet-i İslamiyesidir.”(Sözler, s. 313)
ifadesiyle daha somut ve doğrudan etkinin kaynağını da belirtmektedir. Böylece,
genel bu üç kaynak dışında, bazı medeniyetleri hususi olarak etkileyen
kaynakların da mevcut olabileceğini ifade etmiş olmaktadır.

Bediüzzaman, bir medeniyetin başarılı sayılabilmesi, saadeti
temin ettiğinin kabul edilebilmesi için, ya “külle” yani umuma veya “Lâakal
ekseriyete” yani insanlığın çoğunluğuna “medâr-ı necât” olması gerektiğini
belirtmektedir.(Sözler, s. 653) Ayrıca, medeniyetteki hakiki maksadının
“istirahat-ı umûmî ve saadet-i hayat-ı dünyeviye” olduğunu(Emirdağ Lahikası, s.
335) ifade etmektedir.

Bediüzzaman, “medeniyetin kanunu” olarak telâhuk-ı efkarı
gördüğü gibi, medeniyetleri ihtiyarlandıran, dolayısıyla ölüme mahkum edenin de,
“mesâvi-i medeniyetin mehasinine galebe gelmesidir”(Muhakemat, s. 37-39)
demektedir.

Bediüzzaman, medeniyeti, kafirlerin medeniyeti ve müminlerin
medeniyeti olarak ikiye ayırmaktadır. Kafirlerin medeniyetini, medeniyet
elbisesi giymiş korkunç bir vahşet, dışı parlayan içi yakan, dışı süs içi pis,
sureti ve sireti kötü bir şeytan olarak vasıflandırmaktadır. Müminlerin
medeniyetinin içinin nur dışının rahmet, içinin muhabbet dışının uhuvvet,
suretinin muavenet siretinin şefkat cazibedar bir melek olduğunu belirtmektedir.
Mümin olan şahıs “kainata uhuvvet beşiği olarak baktığından” iman ve tevhid
dolayısıyla bütün mahlukatı özellikle insanlar ve bilhassa İslamları birbirine
bağlayan ip olarak, uhuvveti kabul etmektedir. Küfrün ise çoğunlukla kardeşleri
kardeşlikten çıkarıp, her şeyi her şeye düşman yaptığını (Mesnevi-i Nuriye, s.
77) söylemektedir.

Bediüzzaman, insanlığın istirahatını sağlamaya, dünya saadetini
temin etmeye, insanlığa iç ve dış temizliği yerleştirmeye medeniyet demektedir.
Bir medeniyetin başarısındaki ölçü ise insanlığın tamamına, yoksa en azından
ekseriyetine saadet getirmesidir.

Batı (Avrupa) Medeniyetinin Menşei ve Temel Özelliği

Her medeniyeti şekillendiren ve ona bir nevi kimlik kazandıran
menşe ve özelliklere dikkat eden Bediüzzaman, “Bir asıldan ikiz olarak neşet
eden” (Tarihçe-i Hayat, s. 119) Avrupa medeniyetinin Eski Roma ve Yunan olarak
iki “dehası” vardı demektedir. Bediüzzaman’a göre; bunlardan birisi “hayalâlûd”,
diğeri ise “maddeperest”ti. “Su içindeki yağ gibi” birbiri ile “imtizaç”
olmayan, Avrupa’nın bu iki dehası, uzun süre birlikte olmalarına,
medeniyetlerinin bu ayrılığı ortadan kaldırmak için çabalamasına, daha sonra
Hıristiyanlığın da çalışmasına rağmen “hiçbiri de temzicine muvaffak olamadı.”
İki dehanın her biri “istiklallerini filcümle hıfzeyle”dikleri gibi, modern
dönemde de (el’an) adeta iki ruh cesetleri değişmiş şekilde Alman, Fransız
olarak mevcudiyetlerini korudular. “O ikiz iki dehanın, öküz gibi” birleşmeyi
“reddettiklerini zaman da gösterdi. Avrupa medeniyetinin iki dehası “ikizdi,
kardeşti, arkadaştı, yoldaştı” ancak, buna rağmen “birbirleri ile dövüştü, hiç
de barışmadı”.

Yalnız, Avrupa medeniyetinin iki dehası olmasına karşılık, bu
dehalardan birinin Batı medeniyetinin ruhunu oluşturduğunun bir ifadesi olarak
Bediüzzaman, “bu medeniyetin ruhu Roma dehası”dır (Sözler, s. 654) demektedir.

Bediüzzaman, Avrupa medeniyetini, mehasinlerini de dikkate
alarak ikiye ayırmaktadır. “Hakiki Hıristiyanlık”tan feyizle, insanlığın sosyal
hayatına faydalı sanatlar ile adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri,
“mehasin-i medeniyet ve fünûn-ı nafia” olarak kabul ve takdir etmektedir. Ancak,
Bediüzzaman, bu takdir ettiği kısım dolayısıyla Avrupa medeniyetinin doğruluk ve
üstünlüğünü kabul etmemektedir. Hele hele dahil olmayı hiç uygun görmemektedir.
Zira mehasin kısım Avrupa medeniyetini temsil etmemektedir. Bediüzzaman,
“malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan
Avrupa’nın şahs-ı manevisi”nin bir elinde dalaletli felsefeyi, diğer elinde de
sefih ve muzır medeniyeti tuttuğunu belirtmektedir.(Lem’alar, s. 123) Hatta,
Avrupa medeniyetinin sefahat ve delaletle bozulmuş olduğunu, Avrupa’nın belli
ölçüde mehasininin kaynağı olan Hıristiyanlıktan da uzaklaştığını ifade
etmektedir.(Lem’alar, s. 124)

Batı medeniyetinin eski Roma ve Yunan dehalarına istinad
ettiğini belirten Bediüzzaman, bu medeniyetin ruhunun ise Roma dehası olduğunu
belirtmekte, bazı iyiliklerini takdir etmekle beraber, doğruluk ve üstünlüğünü
kabul etmemektedir.

Batı Medeniyetinin Esasları

Bediüzzaman, temeline ve eserlerine bakmak şartıyla Avrupa
medeniyetinin “menfi” beş esas üzerine kurulup işlediğini belirtir.

“Nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe’nidir
tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.

Hedef-i kasdı, fazîlet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin
şe’nidir tezâhum ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu, teâvün bedeline, bir düstur-u cidâldir.
Cidâlin şe’ni budur: tenâzu’ ve tedâfü’. Bundan çıkar sefâlet.

Akvâmların beyninde râbıta-i esası: âharın zararına müntebih
unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur dâimâ böyle
müthiş tesâdüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket.

Beşincisi şudur ki: Câzibedar hizmeti hevâ , hevesi teşcî,
teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefâhet.

O hevâ, hem heves, şe’ni budur dâimâ: İnsanı memsuh eder, sîreti
değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün:
Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur sûret.”(Sözler, s. 653)

Bediüzzaman, dayanak noktası, hedefi, içtima i hayattaki kanunu,
kavimler-milletler arasındaki bağı ve cazibesi bakımından Batı medeniyetinin
esaslarının menfi ve zararlı olduğunu ve insanlığa mutluluk getiremeyeceğini
belirtmektedir.

Batı Medeniyetinin Hataları

“Küre-i arzı bir köy şekline” getirmesine karşılık Avrupa
medeniyeti veya Bediüzzaman’ın tarifiyle, “medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi
çok kalınlaşmış”, insanlığın “ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler
açılmıştır.”(Mesnevi-i Nuriye, s. 129) Yani, insanın ruhî dünyası bile madde ve
menfaatperestliğin simgesi olan dünyaya yöneltilmiştir. Bu da Bediüzzaman’a göre
zaten insanlığın fıtratına zıttır.

Maddiyunluktan gelen dalâlet fikri, hürriyet-i hayvanî ve
hevanın istibdadı, I. Dünya savaşında bütün insanlığın musibetine sebebiyet
veren(Sözler, s. 655) Batı medeniyeti, helaket ve felaket asrının en büyük
musibeti olmuş ve dinsizliğe gitmiştir.(Lem’alar, s. 379)

Bir medeniyetin insanlığa “tiryak” olması gerekirken,
Müslümanları esarete düşüren Avrupa medeniyetinin, insanlık için de bir “zehir”e
dönüştüğünü söyleyen Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin insanlığın yüzde
seksenini meşakkat ve şekavete atarak mutsuz ettiğini, yüzde onunun sahte bir
saadete kavuştuğuna, diğer yüzde onunun ise “ beyne beyne birahat” olduğuna
işaret etmektedir. Ayrıca ticari kârdan elde edilen gelirlerin “zâlim ekallin”
olduğunu da belirtmektedir.(Sözler, s. 653)

Tatbikattaki çifte standardı, “Avrupa’nın insaniyetperver
maskesi altındaki vahşi reisleri” ifadesiyle belirten Bediüzzaman, insafsız
gaddarların diğer ülkelerin başına “musallat” edildiğini
belirtmektedir.(Mektubat, s. 416; Şualar, s. 379)

Mevcut “medeniyet-i sefihe”nin müthiş bir riyayı meydana
çıkardığını ve ehl-i medeniyetin ondan kurtulmasının mümkün olmadığını beyan
eden Bediüzzaman, “ehl-i medeniyetin o riyaya şan ve şeref namı” verdiğini,
“insanı, şahıslara karşı riyakarlığa bedel unsurlara ve milletlere ve devletlere
karşı riyakarlığa teşvik etmiş ve tarihî onlara müşevvik ve alkışçı ve
cerideleri de dellal yapmış” olduğunu(Mesnevi-i Nuriye, s. 224) belirterek,
ferdî ilişkilerden devletlerarası münasebetlere kadar riya ve ikiyüzlülüğün
Avrupa medeniyeti tarafından prensip haline getirildiğini, Avrupa medeniyetinin
nüfuzu ile “cahiliye devri gaddar zalimlerinin desiseleri nevinden bir desise
ile” bütün insanlığın “ tasannu ve riyakarlığa sevk” edildiğini
belirtmiştir.(Mesnevi-i Nuriye, s. 224)

“Mimsiz medeniyetin terbiyesi yüzünden” aile ilişkilerinin
bozulduğunu; yirmi belki de kırk kişiden ancak bir kişinin peder ve validesine,
“hizmet ve şefkatlerine mukabil” evlatlık görevini yerine getirdiğini belirten
Bediüzzaman, diğerlerinin “şefkatlerini rencide ederek o hakiki ve sadık dostlar
olan peder ve validesine, vicdan azabı çektirdiği”ni ifade etmektedir. Ayrıca
“İmanla terbiye” edilmediği için de evlatların ebeveynlerinden davacı
olacaklarına da dikkat çekmektedir.(Kastamonu Lahikası, s. 169) Bu sözlerle
Bediüzzaman, Batı medeniyetinde, insanlığın en temel sosyal kurumu olan ailenin
bile bozulduğunu belirtmektedir.

“Medeniyet-i meş’ume”nin “bir köyde veya cemaatte bir asi
bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek” olan gaddar bir zulüm düsturunu,
insanlığın eline vermesiyle “medeniyetin bütün mehasinlerini sıfıra
indirdiğini”(Sünühat, s. 42) anlatmaktadır.

Bediüzzaman, Batı medeniyetinin—kendi ifadesi ile—”medeniyet-i
hazıra-i garbiye”nin, “semavi kanun-ı esâsilere muhalif olarak hareket ettiği
için seyyiatı(nın) hasenatına, hataları-zararları(nın) faydalarına” üstün
geldiğini, medeniyetteki hakiki gayesinin tersine olarak, istirahat-ı umumiyeyi
ve dünya hayatının saadetini bozduğunu belirtmektedir. Ayrıca, Batı
medeniyetinin iktisat-kanaat yerine israf ve sefaheti, çalışma ve hizmet yerine
tembellik ve istirahat meylini ön plana çıkması dolayısıyla, insanlığı fakir ve
tembel eylediğini söylemektedir. Mevcut “Garp medeniyet-i zalime”sinin
suiistimal, israfat ve hevesatı tehyiç ettiğini ve gayr-i zaruri ihtiyaçları
zaruri hacetler hükmüne getirdiğini, bir insanın gerçekte muhtaç olduğunu dört
haceti yirmiye çıkardığını, ancak helal kazancın bunu karşılayamamasından dolayı
insanlığın gayr-i meşru yollara yöneldiğini ve “fakir” hale getirildiğini tespit
etmektedir.(Emirdağ Lahikası, s. 335)

Batı medeniyetinin insanın ruhunu bile maddileştirmeye yönelmiş,
maddiyunluğu esas almış, insanlığa saadet yerine bir zehir vermiş, riyakarlığı
düstur haline getirmiş, aileyi bozmuş, tembelliği artırmış, ihtiyaçları
fazlalaştırmış, karı ise çok az ellerde toplamış ve bir asi ve suçlu yüzünden
başkalarını da suçlayarak öldürmüş olmasından dolayı Bediüzzaman, hatalarla dolu
kabul etmektedir.

Batı Medeniyetindeki Mehasinin Kaynağı

Avrupa medeniyetinin mehasinlerinin de olduğunu ifade eden
Bediüzzaman, ancak bu mehasinlerin “umum”un yani insanlığın ortak malı olduğunu,
bundan dolayı mehasinlerin ne Hıristiyanlığın malı, ne Avrupa icadı, ne de son
asrın sanatı olarak kabul edilemeyeceğini belirtir. İnsanlığın ortak malı olan
ve Avrupa medeniyetinde tezahür eden mehasinlerin dört kaynağının bulunduğunu
belirtir:

a. Telâhuk-ı Efkar, (fikirlerin birbirine eklenmesi)
b. Semâvi şerayi’, (semavi dinler)
c. Hâcât-ı fıtriye, (fıtri ihtiyaçlar)
d. Hususiyle şer-i Ahmedi (İslamiyet).

Bu dört kaynaktan “neş’et eden mal”a hiç kimsenin tek başına
“temellük” edemeyeceğini de belirtir.(Sözler, s. 655)

Bediüzzaman, daha önce terakki etmiş olan İslamî medeniyetin en
önemli merkezlerinden biri olan Endülüs’ün, Avrupa’nın “en büyük üstadı”
olduğunu da dile getirmiştir.(Sözler, s. 313)

Avrupa’yı ikiye ayıran Bediüzzaman, İsevililik hakiki dininden
aldığı feyizle insanlığın içtimai hayatına faydalı sanatlar, adalet ve
hakkaniyete hizmet eden fünunları terkip eden Avrupa medeniyetinin mehasin
kısmını oluşturan birinci Avrupa’yı takdir etmektedir. Ancak bu mehasin
kısmının, Avrupa medeniyetini “sefih medeniyet” olmaktan kurtarmadığını da
belirtmektedir.(Lem’alar, s. 123) Bediüzzaman, birinci Avrupa’nın kaynağı olarak
da telahuk-ı efkar ile semâvi kaynağı kabul etmektedir.

Bediüzzaman, medeniyetleri kafir ve mümin olarak ayırırken,
kafirlerin medeniyetinde görülen mehasin ve yüksek terakkiyat-ı sanayiin,
“tamamen medeniyet-i İslamiyeden, Kur’an’ın irşadatından, edyan-ı semaviyeden
inikas ve iktibas edildiği”ni belirtmektedir. (Mesnevi-i Nuriye, s. 77)
Bediüzzaman, “medeniyet-i hazıranın harikalarını, beşere birer nimet-i
Rabbaniye” olarak kabul etmektedir.(Emirdağ Lahikası, s. 335)

Bediüzzaman bu medeniyetin de bazı iyiliklerinin
bulunabileceğini, ancak, bunların kaynağının sadece Batı medeniyeti
olamayacağını belirtmektedir.

Batı Medeniyeti Hıristiyan Medeniyeti midir?

Avrupa medeniyetinin bir kökten ortaya çıkan Roma ve Yunan
dehalarının oluşturduğunu belirten Bediüzzaman, bu medeniyetin ruhunun Roma
dehası olduğunu, Hıristiyanlığın iki dehayı birleştirmek için çalışmasına rağmen
başarısız olduğunu(Sözler, s. 654) söylerken Hıristiyanlığın Batı medeniyetinin
esas unsuru olmadığını hatta bu medeniyetin ana iki unsurunu telif etmeye
çalışırken de başarısız olduğunu belirtmektedir.

Bediüzzaman, Batı medeniyetindeki hasenelerden bahsederken de
bunların “ne Nasraniyet malı, ne de Avrupa icadı olduğunu”
belirtmektedir.(Sözler, s. 655)

Hıristiyanlığın Avrupa’da üç yüz sene dahili savaşlara sebep
olduğuna işaret eden Bediüzzaman, Avrupa’nın dinine “mutaassıp” olduğu
dönemlerde medeni olmadığını, “taassubu terk” ettiğinde “medenileştiğini” ifade
etmektedir.(Sözler, s. 312) Bu süreçte Bediüzzaman, Avrupa’nın “Katolik
mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılapçılar ve filozoflar olarak,
Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mutezile telakki edilen Protestanlık
mezhebine iltizam” ile Fransız İhtilali’nden de istifade ile Katolik mezhebini
“kısmen tahrip” edecek olan Protestanlığı ilan ettiklerini
kaydetmektedir.(Mektubat, s. 420)

Hıristiyanlıkta “yalnız esasat-ı diniyenin Hz. İsa’dan
alınmasına karşı, hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şeriyeye dair ekser
ahkamlar”ın Havariler ve ruhani reisler tarafından teşkil edildiğini belirten
Bediüzzaman, bu açığın, büyük kısmı geçmiş mukaddes kitaplardan alındığını ifade
etmiştir. Bediüzzaman, Hz. İsa’nın dünyaca “hakim ve sultan” olmadığından
dolayı, içtima î ve umumî kanunlara merci olmadığını, esasat-ı diniyesi hariçten
bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfi kanunlar, medeni
kanunlar alınmış, başka bir suret verilmiştir.” demektedir.(Mektubat, s. 420)
Hatta, havas ve hükümet adamlarının elinde Hıristiyanlık, özellikle Katolik
mezhebi bir vasıta-yı tahakküm ve istibdat olduğu kanaatindedir
Bediüzzaman.(Mektubat, s. 421)

Bediüzzaman’a göre; Avrupa, sefahat ve dalaletle bozulmuş ve
İsevî dininden de uzaklaşmıştır(Lem’alar, s. 124), Batı medeniyetini dini değil
“dünyevi”dir(Münazarat, s. 71), Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal
etmek” mümkün değildir.(Sünühat, s. 82)

Kısacası, Batı medeniyeti Hıristiyan bir medeniyet değildir.
Hıristiyanlık Batı medeniyetine tesir edememiş, tersine Avrupalılar
Hıristiyanlığa tesir etmişlerdir.

Batı Medeniyetinin Sonu

Bediüzzaman, seyyiatı hasenatına üstün gelen Batı medeniyetinin,
beşerin fetvasıyla kötü olduğunun tespit edildiğini ve insanlığın uyanmasıyla
yıkılmaya mahkum olduğunu(Sünühat, s. 46) kaydetmektedir. Ayrıca Bediüzzaman,
bir medeniyetin ihtiyarlamasının sebebini, seyyiatının mehasininden daha fazla
olması olarak açıklamaktadır(Muhakemat, s. 38) ki, zaten ihtiyarlık ölümden
önceki son basamaktır.

İslam Aleminin Batı Medeniyetine Düşmanlığının Sebebi

İslam dünyasının genel olarak Avrupa medeniyetine karşı pek
sıcak bakmadığı malumdur. Bediüzzaman, Batı medeniyetine küsmüş olmasının
“sırrı”nı, umumî selamet için harici bir “tecavüze” karşı “tedafüü” yani savunma
konumunda olmasına bağlamaktadır. Müslümanların “ihtiyarlarıyla” Batı
medeniyetine girmediklerini ve “medeniyet-i hazıranın onlara yaramamış” olduğunu
ve hatta onlara müthiş bir “kayd-ı esaret” vurduğunu belirtmektedir.(Sözler, s.
653)

İslamiyet ile Hıristiyanlığın birbiriyle kıyas edilemeyeceğini
belirten Bediüzzaman, Avrupa’nın dinden uzaklaştıkça medenileştiğini ancak
Müslümanların dine ciddi sahip çıktıkları dönemde yükselerek terakki
ettiklerini, bunun en büyük delilinin de Endülüs olduğunu söylemektedir.(Sözler,
s. 313)

Bediüzzaman, İslam aleminin Batı medeniyetine soğuk davranışını
ve kabulde ızdırap duymasını, İslam’ın “nur-ı ilahî ve nur-ı hidayet” olması
dolayısı ile Avrupa medeniyetinin ruhu olan “Roma dehasının” tahakkümünü kabul
etmemesi yani ilahi kaynağın Roma temelli felsefe ile “mezc” olunamayacağı,
“aşılanamıyacağını” ve “tâbi” de olmayacağı gerekçesiyle açıklamaktadır.
Bediüzzaman deha ile Hüda’nın ayrı kaynaklardan geldiğini, Hüda’nın semadan
indiğini, dehanın ise zeminden çıktığını, Hüda’nın ruhları tenvir ederken
dehanın nefse ve cisme bakıp tabiata gittiğini ifade etmekte, ilahi ve ruhi
olanın maddeye teslim olmayacağını söylemektedir.(Sözler, s. 654)

Ehl-i imanı, Avrupa medeniyetinden şiddetle nefret ettiren
hususu, “şu asr-ı felakat ve helaketin en büyük musibeti olan ve dinsizliğe
giden medeniyet-i sakime olması.”(Lem’alar, s. 379) şeklinde açıklayan
Bediüzzaman, İslam alemine karşı “dinen” galip gelememekle beraber, “maddeten”
uzun bir süreden beri galip gelmesinin(Mesnevi-i Nuriye, s. 86) İslam dünyasında
iyi karşılanmasının mümkün olmayacağına işaret etmektedir.

Bediüzzaman, “özelliklere gençlere” Frenkleri taklide
çalışmamaları gerektiğini hatırlatırken, bunun sebebini, Avrupa’nın kendilerine
ettiği hadsiz zulüm ve düşmanlık olarak açıklamaktadır. Düşmanın “sefahat ve
batıl” fikirlerine bağlanarak emniyet etmenin mümkün olmayacağını
açıklamaktadır.(Lem’alar, s. 124)

Bediüzzaman, Avrupa’nın gizli planlarla, Müslümanların “bin
senelik terakkiyatı”nı vahşiyane mahvettiğini belirtmektedir.(Şualar, s. 256)

Batı medeniyeti—Bediüzzaman’ın ifadesiyle “medeniyet-i hazıra-i
Garbiye”—“semâvi kanûn-ı esasilere muhalif hareket ettiği,” “semâvi dinleri tam
dinlemediği” için insanlığa saadet getirememiştir.(Emirdağ Lahikası, s. 335)

Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinden, kendi ifadesi ile
“medeniyet-i habise”den bizim “yalnızca zarar” gördüğümüzü ifade etmekte,
ayrıca, “nazar-ı şeriatta merdut ve seyiatı hasenatına galebe ettiği” için
“sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyet” olduğunu söylemekte ve bu
medeniyetin İslam aleminin “fıtratına, tabiatına muhalif” olacağına dikkat
çekmektedir.(Sünühat, s. 82)

İslam’ın kaynağının ilahi, Batı medeniyetinin ise dünyevi ve
maddi olduğunu, İslam dünyasını esarete sürüklediğini ve Batı medeniyetinden
Müslümanların zarardan başka bir şey görmediğini ve İslam aleminin fıtratına zıt
olduğu için Batı medeniyetini kabul edemeyeceğinin belirtir.

Başka Bir Medeniyetten Faydalanma

II. Meşrutiyet Döneminde, “Terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek
noktaları (fünun ve sanayi için) maalmemnuniye olacağız.” diyen ve yabancı bir
medeniyetin mehasin dışındaki kısımlarının şeriatın kılıncı ile kesilmesi
gerektiğini belirten Bediüzzaman, bu hususta 1910’lu yıllarda Japonları örnek
göstererek, “her kavmin maye-i bekası olan âdât-ı milliyelerin muhafaza”
edilmesi gerektiğini ve “bizim adat-ı milliyemiz, İslamiyet’te neşvünema
bulduğunu” belirterek İslamiyet’e iki kat sarılınması gerektiğini
söylemektedir.(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 81) Yine Bediüzzaman, “çürük medeniyet
mesâvilerini(fenalıklarını) medeniyetimize girmekte yasak eden hükümleri
Kur’an’ın kanun-ı esasileri”nden çıkılmaması gerektiğini mebuslara söylerken
(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 70-72) Avrupa medeniyeti ile kendi medeniyetini
ayırmakta, kendinin kastettiği medeniyetin Kur’an esaslarına müstenit olacağını
açıkça 1909’da da belirtmektedir. Ayrıca Bediüzzaman, II Meşrutiyette başlayan
süreci bir nevi yeni medeniyete başlangıç gibi algılamakta, bunu
“medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülal-i aynü’l-şeriatla muhafaza olsun”
şeklinde ifade etmektedir.(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 81)

Eski dönemlerde, gayrimüslimlerle olan muhabbetten “nifak
kokusu” gelirken, 1910’larda ortaya çıkan “inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî
olduğunu, bütün medeniyetin zihinleri ve akılları “meşgul eden nokta-i
medeniyetin”in terakki ve dünya olduğunu söyleyen Bediüzzaman, zaten
gayrimüslimlerin de kendi “dinlerine o kadar mukayyed” olmadıklarını,
dolayısıyla gayrimüslimlerin dinî olmayan “medeniyet ve terakkilerini istihsan
(korunarak) iktibas” edilebileceğinden bahsetmektedir.(Münazarat, s. 71) Aynı
dönemde, ecnebiler “fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevileri altında
eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla… cihad edeceğiz” derken, “ahkâmda
Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslam’a büyük bir cinayettir” diyerek(Hutbe-i
Şamiye, s. 92) Batı medeniyetine karşı tavrını ortaya koymakta olup, kendini
koruyarak iktibas edilebilecek dediği şeylerin Batı medeniyeti değil, Batı
medeniyetindeki fen ve sanat alanında bulunan ve daha sonra Bediüzzaman
tarafından “umumun” yani insanlığın ortak malı olarak tarif edilen şeyler olduğu
anlaşılmaktadır.

1919’da, I. Dünya Savaşında mağlubiyetimizin sebebini izah
ederken, eğer galip gelseydik, kısa süre içinde parçalanmaya namzet olan
“medeniyet-i habise”ye “yapışsaydık alem-i İslam’ı fıtratına, tabiatına muhalif
bir yola sürükleyecek,” “sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin
himayesini Asya’da deruhte edecektik” diyen(Sünühat, s. 46) Bediüzzaman,
İslam’ın tabiat ve fıtratına uymayan Avrupa medeniyetine yapışılamayacağını, bu
noktalarda her hangi bir etkinin kabul edilmeyeceğini ortaya koymaktadır.

İslam’ın Kabul Edeceği Medeniyet Nasıl Olmalı?

Kur’an’ın bütün insanlığa rahmet olarak indirildiğine işaret
eden Bediüzzaman, İslam’ın başarılı kabul edebileceği bir medeniyetin ancak ya
insanların tamamına(küll) saadet veya en azından çoğunluğa(ekseriyete) kurtuluş
temin etmesinin şart olduğunu belirtir.(Sözler, s. 653)

İlahi kaynaklı olan İslam, beşeriyet ürünü ve “Roma dehası”
temelli felsefeye tabi olamaz, mezcolmaz, aşılanmaz veya tahakkümünü kabul
edemez. Gelecekte Kur’an’a secde edecek olan aldatıcı Avrupa
medeniyetine(sehhar), İslam’ın ve Müslümanların tabi olması Bediüzzaman’a göre
mümkün değildir.(Sözler, s. 654)

Bediüzzaman, İslamiyetin “havastan ziyade avamın tahassüngahı”
olması, zenginlerin fakirlere vermek mecburiyetinde oldukları zekat ile faizin
yasaklanması gibi hükümleri nedeniyle “havassı avamın üzerinde müstebit değil
bir cihetle hâdim(hizmetçi)” yaptığını ifade etmektedir.(Mektubat, s. 422) Yani
İslamiyet’in, zenginlerin ve önde gelenlerin yanında değil, esas itibariyle
çoğunluğun yani avamın yanında olduğunu açıklamaktadır.

Bütün Müslümanların “bilihtiyar” gireceği “medeniyet-i Kur’an”
esaslarını, “müspet” beş esas üzerine dönen bir saadet çarkı olarak
değerlendirmiştir: “Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın dâim şe’nidir
adâlet ve tevâzün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekàvet.

Hedefinde menfaat yerine fazîlettir. Fazîletin şe’nidir muhabbet
ve tecâzüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adâvet.

Hayattaki düsturu, cidâl kıtâl yerine düstur-u teâvündür. O
düsturun şe’nidir ittihad ve tesânüd; hayatlanır cemaat.

Sûret-i hizmetinde, hevâ heves yerine hüdâ-i hidâyettir. O
hüdânın şe’nidir insana lâyık tarzda terakkî ve refâhet,

Ruha lâzım sûrette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde
cihetü’l-vahdeti de tard eder unsuriyet, hem de menfî milliyet.

Hem onların yerine râbıta-i dindir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i
sınıfîdir uhuvvet-i imânî. Şu râbıtanın şe’nidir, samimi bir uhuvvet.”(Sözler,
s. 653)

İslamiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinden Hıristiyanlığa
uymamakta olup, “salâbet-i diniye”sini kahramanca savunan milletin, “bir
ihtiyac-ı fıtrisi hükmüne geçmiştir.” Bu açıdan salahat ve iman hakikatlerinin
yerlerini hiçbir terakkiyat ve hiçbir medeniyetin tutamayacağını,” Bediüzzaman
ifade etmektedir.(Şualar, s. 313) Bediüzzaman, İslam’ın kabul edebileceği
medeniyetin İslam dinine karşı olmaması gerektiğini belirtmektedir.

Bediüzzaman’a göre bir asinin yüzünden onun ailesini, köyünü,
toplumunu suçlu sayarak yok etmeyi bir zulüm düsturu olarak beşere veren bir
medeniyeti—ki, Avrupa medeniyeti bunu uyguluyor—İslam’ın kabul etmesi mümkün
değildir. İslamiyet’te hiç kimsenin bir başkasının günahından mesul olmadığını
belirterek, “masumların mesul” sayılarak zulüm yapıldığını
açıklamaktadır.(Sünühat, s. 42)

İslam’ın kabul edeceği medeniyetin hakka dayanması, yardımlaşma
düsturunu esas alması, fazileti hedeflemesi, unsuriyeti reddetmesi, kardeşlik
bağlarıyla insanları birbirine bağlamasını şart kabul edilmekte, bir medeniyetin
en azından ekseriyeti mutlu etmesi gerektiğini ve zulüm yapmaması gerektiğini
belirtmektedir.

Bediüzzaman’ın Batı Medeniyeti Hakkındaki Görüşleri Değişti
mi?

Bediüzzaman, “Avrupa fünun ve medeniyetinin Eski Said’in
fikrinde bir derece yerleştiği”ni belirterek,(Lem’alar, s. 123) istemeyerek de
olsa etkilenmenin kendisinde bile olabileceğini göstermiştir. Acaba
Bediüzzaman’ın Batı medeniyeti karşısındaki tutumunda dönemlere göre bir
değişiklik var mıdır?

Bediüzzaman, 1909’da mebuslara hitaben yazdığı yazısında
kastettiği medeniyetin, Kur’an’ın kanun-ı esasilerine uygun olması gerektiğini,
“çürük mesavi-i medeniyeti, hudud-ı hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak
eden ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran”ın da Kur’an’ın esasları olduğunu
belirtmektedir.(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 70-72) Böylece Bediüzzaman
“medeniyetimiz” ve onların medeniyetleri ayırımı yaparak, Batı medeniyetine
karşı tavrını ve farklı, İslamî çizgide bir medeniyet istediğini söyleyerek
ortaya koymaktadır.

1919’da Batı medeniyetinin “medeniyet-i habise,” zalim, İslam
aleminin tabiatına zıt, ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine uygun
olmadığı, “maslahat-ı beşer fetvasıyla” yıkılmaya mahkum olduğunu
belirterek(Sünühat, s. 46) insanlığın yeni bir medeniyete geçeceğini ve buna
ihtiyacı olduğunu belirtmektedir.

1930’larda da, birinci Avrupa kavramı ile Avrupa’nın
mehasininden bahsederken, Avrupa’yı temsil eden değerlerin sahibi yani Avrupa
şahs-ı manevisinin sefih ve muzır olduğunu(Lem’alar, s. 123) belirtmektedir.
Yine aynı dönemde “ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız” diye
ikazda bulunmaktadır.(Lem’alar, s. 124) Kastamonu’da yaşadığı sırada “terbiye-i
İslamiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden” ailenin
bozulduğunu(Kastamonu Lahikası, s. 196) belirtirken de Avrupa medeniyetine olan
karşı tavrını ortaya koymaktadır.

Emirdağ döneminde, “neden medeniyet-i hazıraya “mimsiz” diyerek
hayat-ı içtimaiyeden çekildin?” sorusuna, “medeniyet-i hâzıra-ı Garbiye, semavi
kanun-ı esasilere muhalif hareket ettiği için seyyiatı(nın) hasenatına üstün
geldiği” ve “medeniyetteki esas maksat olan istirahat-ı umumi ve saadet-i
hayat-ı dünyeviye”nin bozulmasına sebep olduğu cevabını vermiş, mevcut
medeniyetten “şimdiki Garb medeniyet-i zalim-i hazırası” şeklinde
bahsederek,(Emirdağ Lahikası, s. 335) Batı medeniyetine karşı tavrının
değişmediğini göstermiştir.

Bediüzzaman hayatının her döneminde Batı medeniyetine karşı
olmuş, yeni ve İslamî çizgide bir medeniyet kurulmasını istemiştir.

Yeni Medeniyet

Bediüzzaman, 1909 tarihinde kendi “medeniyetimiz” ve Avrupa
medeniyeti kavramlarını kullanırken,(Divan-ı Harbi Örfi, s. 70-72) 1919 yılında,
Avrupa medeniyetinin İslam aleminin fıtrat ve tabiatına muhalif olduğunu ve ona
“yapışılmaması” gerektiğini, seyyiatı hasenatına üstün gelen Batı medeniyetinin
“maslahat-ı beşer fetvasıyla menhus ve intibah-ı beşerle mahkûm-ı inkıraz” ve
“manen vahşi bir medeniyet” olduğunu ortaya koymuş,(Sünühat, s. 46) artık sadece
Osmanlı ve İslam dünyasını düşünmek yerine daha geniş bir şekilde bütün insanlık
ile ilgilenmeye başladığını göstermiştir. Bediüzzaman, artık, Batı medeniyetinin
insanlığın fetvasıyla uğursuz kabul edildiğini ve insanlığın uyanmasıyla
yıkılmaya mahkum olduğunu kabul etmektedir. Özellikle beşerin fetvası ve
intibahına vurgu yaparak mevcut medeniyetin yıkılmasından sonra insanlığın yeni
bir medeniyete ihtiyacı olduğu tespitini yapmaktadır. Ayrıca, aynı paragrafta
“Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki
ediyor, zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez”(Sünühat,
s. 45) ifadesiyle de insanlığın yeni bir dönüşüme ihtiyacı olduğunu ortaya
koymaktadır.

Kendisi için de bir dönüm noktası saydığı bu dönemden itibaren
Bediüzzaman, “biz”imle beraber “beşer”ede çare arayan, yeni bir medeniyet için
tefekkür eden bir mütefekkire dönüşmektedir.

“İslamiyet’in düşmanı olan tedenniyi, ona dost göstermeyi
feleğin ters dönmesi”ne delil olarak gösteren(Sünühat, s. 81) Bediüzzaman’a
göre, yeni medeniyet yani “şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği
medeniyet,” “medeniyet-i hazıranın (Avrupa medeniyetinin) inkişa’ından inkişaf
edecektir.” Bu İslami medeniyet, Batı medeniyetinin “menfi” esasları yerine,
müspet esaslar vaz’ edecektir.(Sünühat, s. 48)

Bediüzzaman, Batı’nın “Şark husumeti İslam’ın inkişafını
boğuyordu, zail oldu ve olmalı. Garp husumeti İslam’ın ittihadına, uhuvvetine,
inkişafına en müessir sebeptir, baki kalmalı” demektedir.(Sünühat, s. 49). Bu
arada, Batılıların Şark düşmanlığı dolayısıyla, İslam’ın insanlığa sunduğu
saadeti anlayamadığını, bu düşmanlığın ortadan kalkmasıyla Batının İslam’ın
hakikatlerini anlayabileceğine işaret etmektedir. Müslümanların Batıya
düşmanlığının baki kalmasının ise çökmüş, beşere saadet getirmeyen bir
medeniyete Müslümanların ilhaklarının önüne geçerek, beşerin İslamî esaslı bir
medeniyet kurmasının kapısını açacak bir süreci canlı tutmaya çalışmaktadır.

“Âlem-i küfür bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle,
fünunuyla, misyonerleri ile alem-i İslam’a hücum ve maddeten uzun zamandan beri
galebe ettiği” halde, dahildeki bütün dalalete gitmiş grupların çabalarına
rağmen, alem-i İslam’a dinen galip gelemediğini belirten Bediüzzaman, “zaaf-ı
dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesinin yırtılmaya yüz tuttuğu ve
medeniyet-i Kur’an’ın zuhura yakın geldiği”ne işaret etmektedir.(Mesnevi-i
Nuriye, s. 86) Böylece Bediüzzaman, Batı medeniyeti yerine Kur’anî esaslara göre
kurulacak bir medeniyetin geçeceğini söylemektedir.

“Küre-i arzı bir köy şekline sokan medeniyet-i sefihaneyle
gaflet perdesi”nin çok kalınlaştığını ve “beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek
çok menfezler” açıldığını belirten Bediüzzaman, bunun tadilinin büyük bir
himmete muhtaç olduğu, yanlış açılan bu menfezlerin kapatılmasının “ancak
Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser” olacağı düşüncesindedir.(Mesnevi-i
Nuriye, s. 105) Bediüzzaman, insanın ve insanlığın ruhunu maddileştirmemesi,
fıtri yapıya uygun olacak bir medeniyete geçilmesi gerektiğini belirtmekte ve
bunun da ancak ilahi güce istinad edenler tarafından gerçekleştirilebileceğini
söylemektedir.

Özellikle II.Dünya Savaşı dolayısıyla, “mağlupların meyusiyeti
ve galiplerin dehşetli telaş ve hakimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını
tamir edememelerinden meydana gelen vicdan azapları” ve “medeniyet
faztaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olmasının görülmesi, fıtrat-ı beşeriyedeki
yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumi bir suretle dehşetli
yaralanması ve edep-perest hissiyat-ı bakiye ve fıtri aşk-ı insaniyenin heyecan
içinde uyanması,” gaflet ve dalaletin en sert ve sağır olan tabiatın, yani
maneviyatı tamamen reddeden maddeciliğin “Kur’an’ın elmas kılıcı ile
parçalanmasıyla, dalalet ve gafletin en geniş perdesi olan siyasetin” çirkin ve
gaddar olan hakiki yüzünün ortaya çıkması neticesine dikkati çeken Bediüzzaman,
insanlığın “maşuk-ı mecazisi” olan dünya hayatının “çirkin ve geçici olmasını”
göreceğini, fıtraten hakiki sevdiği ve aradığı “hayat-ı bakiyeyi kuvvetle
arayacağını” belirtmektedir. İnsanlığın bu ihtiyacına cevap verecek tek
seçeneğin “Kur’an-ı mucizü’l-beyan” olduğunu tespit etmektedir. Yalnız,
Bediüzzaman buna bir şart koymaktadır ki, o da beşerin aklını bütün bütün
kaybetmemesi ve maddi-manevi bir kıyametin kopmamasıdır.(Emirdağ Lahikası, s.
127)

Müslümanlar için hayatın özü olan şefkat, uhuvvet ve
yardımlaşmanın inkişaf ve ihtizazının mevcut medeniyeti tahrip edeceğini
söyleyen Bediüzzaman, “deniyet-i hazıra” dediği Avrupa medeniyetinin “sureti”nin
değişmesi “sistemi”nin bozulmasını da gerçekleştireceğini bunun sonunda “İslamî
medeniyet”in zuhur edeceğini belirtmekte ve “bil ihtiyar” Müslümanların da
“elbet [en] evvel göreceklerini” ifade etmektedir.(Sözler, s. 652) Müslümanların
evvel girdiğinden bahsedildiğine göre bu medeniyete Müslüman olmayanların da
gireceğinin düşünüldüğünü söyleyebiliriz.

Bediüzzaman saadet getirecek medeniyetin, iman ve tevhid
nazarıyla bütün kainata uhuvvetle bakması gerektiğini, bu nitelikteki
medeniyetin “bütün mahlukatı, bilhassa insanları ve bilhassa Müslümanları
birbirine kardeşlikle bağlayacağını söylemektedir.(Mesnevi-i Nuriye, 77)
Bediüzzaman yeni medeniyette bütün mahlukatın, bütün insanların ve bütün
Müslümanların birlikte düşünüleceğini, düşman değil herkesin dost olacağını
söylemektedir.

Bediüzzaman, “şimdiki Garp medeniyet-i zâlime-i hazırası”nın
sebep olduğu, “dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakimin” çare
olduğunu söylemektedir. Bunun için Kur’an’ın dört yüz milyon talebesinin [şimdi
bir milyardan fazla] uyanması şarttır. “Kur’an’ın semavî kudsî kanun-ı
esasileriyle” 1300 [şimdi 1400’den ziyade] sene evvel olduğu gibi, dört yüz
milyon talebesi, “kendi kudsî esasi kanunlarıyla” yaraları tedavi etmesi
gerekmektedir. Eğer “yakında kıyamet kopmazsa,” Kur’an talebelerinin insanlığın
“hem saadet-i hayat-ı dünyevisini, hem de hayat-ı uhrevisini kazandıracağını”
göstermeleri elzemdir. Kur’an’dan “çıkan medeniyetin mehasini seyyiatına tam
galebe edecek”tir. “Dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için
rüşvet verme”yi bırakarak, medeniyeti ona yani Kur’an’a, o “semâvi kanunlara bir
hizmetkar, bir yardımcı” olmak konumuna getirecektir. Bediüzzaman bu Kur’an
esaslı yeni medeniyetin kuruculuğunu iki delilden anladığını söylemektedir.
Birisi, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyân’ın “işarat ve rumuz”ları, diğeri ise, “uyanmış
beşer”in rahmet-i ilahiyeden bu çareyi “bekliyor, yalvarıyor, arıyor” olmasıdır
(Emirdağ Lahikası, s. 335)

Bediüzzaman, Müslümanların en önemli görevlerinden birinin,
insanlığı kurtaracak Kur’an-i esaslara müstenit yeni bir medeniyetin kurulması
olduğunu açıkça belirtmekte, insanlığın dünyevi ve uhrevi saadetinin ancak o
zaman sağlanacağını belirtmektedir.

Avrupa medeniyetinin fazilet ve hüda yerine, heva, heves,
rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiği için zamanla kurtlanmış bir ağaç
hükmüne geçtiğini, bu durumun kısa süre içinde “Asya medeniyetinin galebesine
kuvvetli bir medar ve delil hükmündedir”(Hutbe-i Şamiye, s. 42) diyen
Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin yerine Asya medeniyetinin geçeceğini
belirtmektedir.

Tabi i ki, burada Asya medeniyetinin kaynağının, esaslarının ne
olduğu gündeme gelmektedir. “Uzaktan gayet parlak” görülen İslam’ın ve Asya’nın
“hâkim-i evvel ve âhiri olan İslamiyet’in galebesi”(Muhakemat, s. 37) ifadesiyle
de, Asya medeniyetinin esaslarının İslamî olacağını ortaya koymaktadır. Asya
medeniyetinde İslamiyet’in esas olacağı ve onun üstünlüğünde gerçekleşeceği
hususunda, mukavemet edilmez bazı kuvvetlerin ittifak ve ittihad ettiğini
belirtmektedir. Bu kuvvetler şu şekilde sıralanmaktadır:

1. Maarif ve medeniyetle mücehhez olan İslamiyet’in hakiki
kuvveti.

2. Tekemmül-ı mebadi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şedid.

3. Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahatte
görmekten neş’et eden tenebbüh-ı tam ve teyakkuz-ı kamille mücehhez olan gıpta
ve rekabet ve kin-i muzmer.

4. Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime ve zeminin
hasiyeti olan itidal ve tadil-i mizaç ve zamanın ziyası olan tenevvür-ı ezhan ve
medeniyetin kanunu olan telahuk-ı efkâr ve bedeviyetin lazımı olan selâmet-i
fıtrat ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cüret-i teşebbüsle mücehhez olan
istidad-ı fıtri.

5. Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf ila-yı kelimetullah,
İslamiyetin emriyle ve zamanın ilcaatiyle ve fakr-ı şedidin icbariyle ve her
türlü arzuyu öldüren ye’sin ölmesiyle hayat bulan ümitle mücehhez olan arzu-yı
medeniyet ve meyl-i teceddüttür. Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine
ihtilal veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran mesâvi-i medeniyetin mehasinine
galebesidir, sa’yın sefahete adem-i kifayetidir.”

Bediüzzaman, “Asya’nın bahtını, İslam’ın talihini açacak
olan—şeriat-ı garrânın terbiyesinde kalmak şartıyla—yalnız meşrutiyet (yani
hakkın ve halkın iradesi manasında) ve hürriyettir.”(Muhakemat, s. 37-39)

Bediüzzaman, yeni medeniyetin İslamiyet’te ve Asya’da bulunan
beş kuvvet tarafından oluşturulacağını, Batı medeniyetinin kendi içindeki
zaaflarının, yeni medeniyetin kuruluşunda sadece esas kuvvetlere “yardım” edecek
mahiyette olacağını belirterek, yeni medeniyetin Müslümanların ve Asyalıların
çalışmaları ile kurulabileceğine açıklık getirmektedir. Böylece Bediüzzaman,
yeni medeniyetin Avrupa’nın çöküşünden veya küllerini seyretmek için beklemekten
değil, yeni medeniyet kurucularının kuvvet ve iradelerinden oluşacağını izah
etmektedir. Tabiidir ki, yeni medeniyet kurulmaz ise mevcudun hakimiyeti devam
edecektir.

Zaten Bediüzzaman, “medeniyetleri ihtiyarlandıran mesavi-i
medeniyetin, mehasinine galebesidir”(Muhakemat, s. 38) derken, “ölmesi”
kelimesini tercih etmemektedir. Böylece bir medeniyetin hatalarından dolayı
sadece ihtiyarlayabileceğini, ortadan kalkması veya üstünlüğünün sona ermesi
için ancak yeni bir medeniyete ihtiyaç olacağına işaret etmektedir.

Sonuç

İnsanlığa istirahat ve dünya saadetini, iç ve dış temizliği
sağlamayı medeniyet olarak kabul eden Bediüzzaman, bir medeniyetin başarısının
insanlığın tamamına, en azından ekseriyetine saadet getirmesiyle
ölçülebileceğini belirtmektedir.

Batı medeniyetini eski Roma ve Yunan dehalarının bir ürünü kabul
eden Bediüzzaman, bu medeniyetin ruhunun ise Roma dehası olduğunu
belirtmektedir. Hıristiyanlığın bile bu ruh karşısında başarısız olduğunu
söylemektedir. “Hayalalud” ve “maddeperest” olarak Batı medeniyetini tarif eden
Bediüzzaman, bu medeniyetin manevi alana kapalı olduğunu ve ruhi alanı bile
maddileştirmeye yöneldiğini ifade etmektedir. Batı medeniyetinin menfi esaslara
dayandığı için insanlara, milletlere ve nev-i beşere saadet getiremediğini ve bu
medeniyetin değişemeyeceğini belirtmektedir.

Batı medeniyetinin hatalarının iyiliklerine üstün geldiğini ve
bundan dolayı ihtiyarladığını belirten Bediüzzaman, Batı medeniyetindeki bazı
mehasinleri takdir etmekle birlikte, bunların bütün insanlığın ortak
ürünlerinden ve ilahi kaynaklardan hasıl olduğu için, bütün insanlığın malı
olduğunu ifade etmektedir.

Batı medeniyetini Hıristiyan bir medeniyet olarak kabul etmeyen
Bediüzzaman, Avrupa’nın Hıristiyanlıktan da uzaklaşarak, dünyevi-maddi esaslarla
Batı medeniyetini kurduğunu söylemektedir.

İslam’ın kaynağının ilahi, Batının ise dünyevi ve maddi olduğuna
işaret eden Bediüzzaman, Hüda ile Dehanın birbiriyle barışamayacağını, Hüdanın
yani manevinin maddiye tabi olamayacağını belirtmektedir. İslam dünyasını
esarete mahkum eden Batı medeniyetinden Müslümanların yalnızca zarar gördüğünü,
İslam dini açısından da Batı medeniyetinin reddedildiğini belirtmektedir.
İslam’ın kabul edeceği bir medeniyetin hakka, adalete, kardeşliğe dayanması
gerektiği ve en azından insanlığın ekseriyetine saadet getirmesinin şart
olduğunu ortaya koymaktadır.

Kötülükleri iyiliklerinden fazla olan ve ancak çok az bir gruba
mutluluk getiren Batı medeniyetinin, insanlığın uyanmasıyla yıkılmaya mahkum
olduğunu ve yeni bir medeniyete mutlaka geçileceğini Bediüzzaman söylemektedir.
Bediüzzaman’a göre; yeni medeniyet insanlığın fıtri yapısına uygun olarak
maddi-manevi dengeyi gözeterek tesis edilecektir. Yeni medeniyet Asya’da
kurulacaktır ve bunun rengi de İslamî-Kur’anî olacaktır. Bu medeniyetin
kurulmasında öncülük Kuran’ın talebeleri olan Müslümanlar tarafından yapılacak
ve bütün insanlar da bu Kur’anî esaslara göre kurulacak medeniyete girecek veya
ondan istifade edecektir. Yeni medeniyet bütün mahlukatı, bütün insanlığı ve
bütün Müslümanları bağrına basacaktır. Yeni medeniyet, Batı medeniyetinin
çöküşüyle değil, yeni medeniyet kurma mecburiyetinde olanların irade ve
çalışmaları ile gerçekleşecektir.

Kısacası, Bediüzzaman, Batı medeniyetindeki bazı mehasinleri
takdir etmekle beraber, bu medeniyetin doğruluğunu ve üstünlüğünü kabul
etmemektedir. Çünkü bu medeniyetin ortaya koyduğu esaslar, insanlığa mutluluk
temin etmemektedir. Hele hele Müslümanların bu medeniyete dahil olmalarını
kesinlikle reddetmekte ve bunu, gelecek medeniyetin kurucularını çökmekte olan
bir medeniyete iltihak etmekle eşit tutmaktadır. Bundan dolayı Bediüzzaman,
“Garba düşmanlık baki kalmalı” diyerek Kur’anî esaslı bir Asya medeniyetinin
kurulmasının insanlık için elzem olduğunu ifade etmektedir.