Gençliği ve Tahsil Hayatı: I. Meşrutiyet Devri

Bediüzzaman Said Nursi’nin doğduğu yıl Osmanlı Devleti,
Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya’yla savaşmaktaydı. Osmanlı tarihçilerinin Rumi
takvime göre ‘93 Harbi’ diye adlandırdığı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, hem
Osmanlı Devleti hem de Batılı Devletler için yeni bir dönemin başlangıcını
teşkil edecek kadar önemlidir. Rusya’nın Sırpları kışkırtması ile Bosna-Hersek
ve Karadağ’da başlayan isyanlar, Avrupa’nın yarısını ve Osmanlı Devleti’nin
tamamını etkileyecek kadar büyük bir savaşa sebep olmuştu. Bu sırada Osmanlı
Devleti, Meşrutiyeti ilan etmiş; siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda büyük
değişikliklere yol açacak olan anayasal parlamenter sistemi yürürlüğe koymuştu.
Nisan 1877’de, Rusya’nın savaş ilanıyla Kafkas ve Balkan Cephelerinde başlayan
çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli olarak geri çekilmesi ile sonuçlandı.
Ruslar, batıda Plevne’yi düşürdükten sonra Balkanları boydan boya istila ederek,
İstanbul’a 18 kilometre uzaklıktaki Yeşilköy’e kadar gelmiş, doğuda Ardahan,
Oltu, Kars’ı alarak Erzurum’a girmişti. Bu esnada, Osmanlı ülkesinde ekonomik
kriz had safhada idi. Halk, fakirlik ve salgın hastalıklardan ayakta duramaz
hale gelmişti. Parlamento, devam etmekte olan savaş yüzünden sağlıklı
çalışamadığı, ülkenin acil olarak çözüm bekleyen sorunlarına pratik çözümler
üretemediği için çalışmalarına ara vermişti. Savaşın sonunda Yeşilköy’de
imzalanan Ayastefanos anlaşması ile Osmanlı, Balkanlarda ve Avrupa’daki
topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti. Tuna Cephesinde Romanya,
Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığına kavuşmuş ve Bulgaristan prensliği
kurulmuştu. Kafkas Cephesinde ise Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt Ruslara
bırakılmıştı. Osmanlı Devletinin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı, uzun
yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı.

Anlaşmadan sonra terk edilen topraklarda yaşayan Müslüman ve
Türk nüfusun her türlü zor şartlar altında başlayan göç dalgaları, ülkedeki
durumu daha da ağırlaştırmıştı.

Bediüzzaman Said Nursi, yeni bir devrin başlangıcı sayılan bu
gelişmeler yaşanırken dünyaya geldi. 1878’de1 Bitlis’in Hizan
ilçesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla
Abdullah’tan aldı. Tağ Köyü’ndeki medresede öğrenim hayatına başladığında sekiz
yaşındaydı. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, bir çok medresede kısa
sürelerle bulunarak ders aldı. Bu süre zarfında Kur’an’ı hatmetti ve medrese
eğitiminin temeli olan sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a2 kadar
okudu. Sonunda, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç
ay süren bir eğitim gördü.3 Burada, medrese eğitiminde yer alan
kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini4 alarak
Doğubeyazıt’tan ayrılan Said Nursi, son derece hareketli geçen tahsil hayatında,
çok genç yaşta iken klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir
birikime sahip oldu.

Doğudaki ilim merkezlerine tek tek giden Said Nursi, o dönemin
medrese alimleri arasında gelenek halinde olan ilmi münazaralara katıldı. Keskin
zekası ve güçlü hafızasının yardımıyla bu münazaralardan başarıyla çıktı.
Şarktaki medrese alimleri karşısında ilmi rüştünü fiilen ispatlamış olan Said
Nursi’nin genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürmüştü.
Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalaa ettiği kitapları
kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın alimleri ona
“Bediüzzaman”5 lakabını uygun görmüşlerdi.

1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yöre halkına
yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için6 Cizre’ye giden ve
burada bir müddet kalan Said Nursi, 1894’te Mardin’e geldi. Mardin’de kaldığı
süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin içinde bulunan Bediüzzaman, burada
karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani’nin bir talebesinden Afgani’nin siyasi
fikirlerini tanıma fırsatı buldu.7 Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa
Mardin’de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri
durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi’yi,
Mardin Mutasarrıfı bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı.
Bitlis’e gelen Bediüzzaman’ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi
Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam
etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslami
ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına müsait zemin
oluşturmuştu. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman’ın İslami
ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler
arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve
halk arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van’a
gelmesi için ısrarla davet ediyordu.

İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan
Paşa’nın daveti üzerine gittiği Van’da on yıl kadar kaldı. Hasan Paşa’nın yerine
tayin olunan İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş
ve aralarında samimi bir dostluk kurulmuştu. Bediüzzaman konağın kendisine
ayrılan bölümünde uzun süre kalarak çalışmalarına devam etmişti. Çeşitli gazete
ve dergilerin de zamanında bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi,
Bediüzzaman’a çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkan oluşturmuştu.
Said Nursi, burada Paşa’nın kütüphanesindeki pozitif bilimlere ait kitapları da
inceleyecek çalışma imkanını buldu. Bir yandan tarih, felsefe, coğrafya,
matematik, kimya, jeoloji ve felsefe ile ilgilenirken, diğer yandan içinde
yaşadığı toplum yapısını çok yakından inceleme ve tanıma fırsatına sahip oldu.
Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli
bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleriyle birlikte müsbet
ilimlerin de okutulması gerektiği kanaatine vardı. Hatta bu yolda eğitim
esasları ve yönetim şekliyle bir de üniversite projesi zihninde teşekkül etmiş,
bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu
üniversiteye, “Medreset-üz Zehra” adını vermişti.8

Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, bir yandan
da kendine ait Horhor Medresesinde ders veriyordu. Tahir Paşa, bir gün ona,
konağa getirilen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı
Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmanın haberini okudu.

Habere göre Gladstone elinde bir Kur’an-ı Kerim ile kürsüye
gelerek: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki
hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız.
Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.9 Bu söz Said
Nursi’nin dünyasında fırtınalar koparmış ve hayatının belki de en önemli
kararını vermesine yol açmıştı. Gladstone’un sözüne karşılık olarak, “Ben de
Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez ebedi bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya
ilân edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak “Kur’an’ın
bu asra bakan manevi mucizesi”ni insanlara ispat ederek gösterme kararını verdi.10

Van’daki uzun ikametinin neticesi olan bu karar ve Şarkta
kurulmasını istediği üniversite fikri, Said Nursi’nin bundan sonraki hayatını
şekillendiren en önemli iki hareket noktasıydı.

Van’ın, Said Nursi gibi bir deha için çok küçük olduğunu düşünen
tecrübeli Osmanlı Paşası Van Valisi Tahir Paşa, onu İstanbul’a gitmesi için
teşvik ediyordu. Ve nihayet Said Nursi, 1907 yılının başlarında İstanbul’a
gitmeye karar verdi. Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte
okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Tahir
Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e hitaben yazdığı referans mektubunu alan
Bediüzzaman, önce karayoluyla Trabzon’a, oradan da gemiyle İstanbul’a gitti.11

İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşti.12
İlk iş olarak, Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi
padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sundu. Ancak, hükümet
dilekçenin konusu olan üniversite projesinin önemini kavrayamadı ve bunu
gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Bediüzzaman, İstanbul’a
gelişinden iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı.13
Burada odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallolunur;
fakat sual sorulmaz” diye bir yazı astı. İçerisinde alimlere ve aydınlara gizli
bir meydan okuma da bulunduran bu davet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı.

İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes
bu Şarktan gelen keskin zekalı ve garip kıyafetli adamı konuşmaya başladı.
İnsanların yavaş yavaş bu genç alimin etrafında toplanmaya başlaması hükümetin
evhamlanmasına sebep oldu. Birkaç kere tutuklandı ve serbest bırakıldı. Said
Nursi’den kurtulmak isteyen hükümet, onu bir defa da Tımarhaneye gönderdi.14
Bunun muhalifleri sindirmek için başvurulan bir yol olduğunu bilen Said Nursi:
“Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa
ediyorum”15 diyerek kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı.
Toptaşı Tımarhanesi doktorunun, “eğer bu adamda zerre kadar cünun varsa dünyada
akıllı adam yoktur” diye rapor vermesiyle de serbest bırakmadılar ve
tımarhaneden alarak hapishaneye gönderdiler.

Gözaltında iken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa, kendisini ziyaret
ederek Padişahın selamıyla birlikte İhsan-ı Şahaneden 1000 kuruşu takdim
etmişti. Şefik Paşa, O’nun eğitim hakkındaki teklifinin Bakanlar Kurulunun
gündemine alındığını, kendisinin de açılacak üniversiteye otuz lira maaşla
rektör tayin edildiğini ve maaşının hemen başlayacağını da tebliğ etmişti.
Bediüzzaman ise bunun bir sus payı olduğunu ifade ederek, kendisine takdim
edilen makamı ve ihsanı reddetmiş ve derhal padişahla görüşmek istemişti.
Hayretler içinde oradan ayrılan Şefik Paşa’dan ve hükümetten herhangi bir haber
çıkmamış, Bediüzzaman da hapishanede kalmaya devam etmişti.16

II. Meşrutiyet Devri

Said Nursi’nin hapiste olduğu o günlerde İstanbul kaynıyor,
meşrutiyet ve hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Serbest bırakılmasından kısa
bir süre sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyetin üçüncü
gününde, Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti anlatan bir
nutuk okudu. Daha sonra İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selanik’e
giderek, Selanik Meydanı’nda tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin
yayınladığı “Hürriyete Hitap”17 adlı nutkunda, meşrutiyet ve hürriyet
kavramlarının İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatıyordu.

Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul’da çok hareketli bir siyasi
hayat yaşıyor, cemiyetlere üye oluyor, gazetelerde makaleler yazıyor,
konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu toplumsal
gruplara nasihat ediyordu. Yine bir gün Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda,
Ahrar Partisi’nin ileri gelenlerinden Mizan gazetesi başyazarı Murad Bey’in bir
konferansı sırasında İttihatçılar kargaşalık çıkarmış ve Murad Bey’i vurmaya
teşebbüs edecek kadar ileri gitmişlerdi. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını
anlayan Said Nursi, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi
gerektiğini anlatıp, salondaki heyecanı yatıştırmış ve büyük bir kavgayı
önlemişti.18

O dönem İstanbul’u, bir çok siyasi ve sosyal olaylarla
kaynıyordu. Hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik
engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot da bu olaylardan biriydi. Böyle
hareketli bir ortamda, İstanbul’da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin
kandırılarak anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursi,
hamalların yoğun olarak bulunduğu yerleri, özellikle kahvehanelerini gezerek
onlara Meşrutiyeti anlatıyor ve boykotu, o sıralarda Bosna Hersek’i ilhak eden
Avusturya’nın mallarına karşı yapmalarını tavsiye ediyordu.19 Bu
görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya
mallarına karşı uyguluyorlardı. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması muhtemel bir
anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı
Devleti’nin Milletlerarası politikada Avusturya’ya karşı mesafe kazanmasına
öncülük etmişti.

O sıralarda Meşrutiyetten ve İttihatçılardan rahatsız olan
sadece hamallar değildi. Medrese çevresinde yer alan ulema ve talebeler de
meşrutiyetin, anayasanın, hürriyet uygulamalarının İslâmiyet’e aykırı olduğuna
inandıkları için içten içe rahatsızdı. Bu rahatsızlığın farkında olan Said
Nursi, o devirde yayınlanan bütün gazetelerde makaleler yazarak, İslâmiyet ve
meşrutiyet arasındaki uygunluğu, dört hak mezhebin klasik kaynaklarına dayanan
delillerle ispat ediyor, medrese mensuplarının toplandıkları yerlere giderek
etkili hitap ve nutukları ile onları ikna etmeye çalışıyordu.20

Bu arada Meşrutiyetin ilanından dolayı Doğu’da meydana gelen
gerilimin de farkındaydı. Hemen harekete geçerek aşiret reislerine Bediüzzaman
imzasıyla telgraflar çekti.21 Hükümet adına çekilen bu telgraflarda,
yine meşrutiyetin ve anayasal sistemin İslâmiyet’e aykırı olmadığını
anlatıyordu. Doğu illerindeki nüfuzlu şahıslara ulaşan bu telgraflar, oradaki
gerilimi hayli yatıştırmıştı.

Askerler de yeni yönetimin kendilerine yönelik uygulamalarından
rahatsız olunca, kışla dışındaki heyecanlı havanın da tesiriyle üst ve
amirlerine, özellikle de Harbiyeli subaylara karşı tepkilerini belirtmeye
başlamışlar, meşrutiyetin ve İttihatçıların aleyhine yapılan toplantı ve
mitinglerde boy gösterir olmuşlardı. Bu durumun askeriyedeki itaat ve disiplini
bozarak telafisi mümkün olmayan tahribata sebebiyet vermekte olduğunu gören
Bediüzzaman, İstanbul’un muhtelif yerlerindeki avcı taburlarını dolaşarak onlara
nasihatlerde bulunuyordu. Askerlere meşveret ve anayasanın İslami esaslara tam
uyduğunu, İslamiyetin de üstlere itaati emrettiğini ve siyasete karışmamaları
gerektiğini anlatıyordu.22

31 Mart 1909 tarihine gelindiğinde ayaklanma başlamış ve başkent
İstanbul’un kargaşası had safhaya ulaşmıştı. Bu karışıklığın üçüncü gününde Said
Nursi, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınlamış ve dördüncü
gününde de Harbiye Nezaretine gidip isyan eden askerlere hitap ederek onları
üstlerine itaat etmeye ve isyana son vermeye davet etmişti. 11 gün süren isyanı
Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu bastırdı ve
sıkıyönetim ilan etti. İsyanın elebaşıları o zamanın sıkıyönetim mahkemesi olan
Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanarak bir çoğu idam edildi. Yatıştırıcı bir rol
oynamasına rağmen Bediüzzaman da olaya karıştığı iddia edilerek tutuklandı ve
Divan-ı Harb-i Örfi’de, idam talebiyle yargılandı. Duruşma sırasında ikna edici
bir üslupla yaptığı müdafaa sonunda beraat etti. Tesirli müdafaasıyla kendisi
ile birlikte bir çok kişinin de beraat etmesini sağladı. Bu müdafaa daha sonra
“İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi” adıyla
neşredildi.

Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrılan Said Nursi,
deniz yoluyla İnebolu üzerinden Trabzon’a oradan da Batum, Tiflis güzergahını
izleyerek 1910 yılı baharında Van’a ulaştı. Birkaç ay Horhor Medresesinin
yeniden düzenlenmesi işiyle meşgul olduktan sonra; Hakkari, Bitlis, Muş,
Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, bölgedeki aşiretleri ziyaret etti.
Onların meşrutiyet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar
vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslami
temellerini onlara anlatarak meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için
gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı
görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münazarat” adı altında yayınladı.

Kış mevsiminin girmesiyle birlikte Bitlis, Diyarbakır, Urfa,
Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam’a gelen Said Nursi, alimlerin daveti üzerine
Emeviye Camii’nde bir hutbe verdi. İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal
sorunları ve çözüm yollarını anlattığı hutbesi “Hutbe-i Şamiye” adı ile
neşredildi.

Şam’dan İstanbul’a gitmek üzere yola çıkan Said Nursi,
“Medreset-üz Zehra” adını verdiği üniversitenin projesini Sultan Reşad’a iletmek
amacıyla İstanbul’a gitmeye karar verdi. Karayoluyla Beyrut’a, buradan da deniz
yoluyla İstanbul’a geldi. İstanbul’da Sultan Reşad’ın tahta çıkışının ikinci
yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, Padişahın
Rumeli seyahatine Şark vilayetlerini temsilen iştirak etti. İstanbul’dan Selanik
Limanı’na Barbaros zırhlısı ile gelen kafile, daha sonra trenle, o yıllarda
Kosova Sancağı’nın başkenti olan Üsküp’e gitti.23

Seyahatin Üsküp’deki bölümünde, burada kurulması planlanan Üsküp
Üniversitesi’nin temeli atıldı. Ancak bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan
Savaşları başladı ve Üsküp Üniversitesi’nin yapımı mecburen durdu. Said Nursi,
Doğu’nun böyle bir üniversiteye daha çok ihtiyacı olduğunu Sultan Reşad’a
anlatarak, Üsküp Üniversitesi için ayrılan tahsisatla Doğuda bir üniversitenin
kurulmasını teklif etti. Bu talebi hükümetçe kabul edildi.24 Böylece
Medreset-üz Zehra için istediği kararı hükümetten çıkaran Bediüzzaman,
İstanbul’dan ayrılarak Van’a döndü. Medreset-üz Zehra’nın temeli, 1913 yılının
yaz aylarında, Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmi görevlilerin katıldığı bir
merasimle, Van Gölü kıyısındaki Artemit’te atıldı.25

Ancak bu defa da I. Dünya Savaşının başlaması bu projenin de
ertelenmesine sebep oldu. Said Nursi de talebeleriyle birlikte Doğu Milis
Teşkilatı’nı kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak
Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı.26 Bu savaş esnasında, Rus
birliklerinin açtıkları ateş sonucu bir çok kere yaralanmasına rağmen hep ön
saflarda çarpışıyordu. Etrafına şarapnel parçaları düşerken bile Kur’an’ın
sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ispat yolunda telifata devam ediyordu.
Kur’an’ın mucizeliğini çağın insanına göstermek için telifine başladığı
“İşarat-ül İcaz” adındaki tefsirini cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine
yazdırıyordu.27

Bitlis savunması sırasında bir çok talebesi şehid olmuş, yanında
yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece, Rus hatlarını yarıp
geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı ve bir ayağı kırıldı. Gecenin
karanlığında ayağı kırık olarak bir su arkının içinde otuz saat bekledikten28
sonra29 Ruslara teslim olmak zorunda kalan Said Nursi’yi önce Van’a,
sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya sevk
ettiler.30

Bediüzzaman Kosturma’daki esir kampında diğer esir subaylarla
birlikte kalıyor, geçirilen esaret günlerini en verimli şekilde değerlendirmek
üzere faaliyetler gösteriyordu. Esir kampı, önceki hayatları harp meydanında
çatışmalarla ve cepheden cepheye intikal ile geçen esir subaylar için bir
ilim-irfan meclisi, imanlarını kuvvetlendirecekleri bir marifet mektebi olmuştu.31

Esaret günleri, Bediüzzaman’ın subaylara yaptığı derslerle
geçerken, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, kampı
teftişe gelir. Grandük Nikolaviç Bediüzzaman’ın önünden geçerken, kendisini
tanıdığı halde ayağa kalkmaz. Bunu kendine bir hakaret kabul eden Nikolaviç,
Bediüzzaman’ın idamını emreder. Fakat onun “ben bir İslam alimiyim, imanın ve
İslamiyetin izzetini muhafaza etmek için ayağa kalkmadım” şeklindeki açıklaması
ile hata ettiğini anlayarak, emrini geri alır. Kosturma’daki esir kampında
cereyan eden bu olay, yıllar sonra gazetede bir subayın hatıralarında yer
aldığında, Bediüzzaman tarafından da doğrulanmıştı.32

Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar, onun,
Kosturma’daki Tatar mahallesinde bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler.33
Bediüzzaman, Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor hem de iman
sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını
da böylece yakalamış ve bütün hissiyatını, fikirlerini gözden geçirmeye
başlamıştı. Bu tefekkür kendi tabiri ile onu “Eski Said’den Yeni Said’e” götüren
yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.34

Şubat 1917’de başlayan Rus ihtilali, Rusya’yı alt üst eden büyük
bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke
çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilalin sebep olduğu bu
karışıklıktan istifade eden Said Nursi firar etti. Kosturma’dan Petersburg’a
geçerek Varşova’ya gitti. Buradan da Viyana’ya geçti ve Alman makamları
tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul’a geldi.35
Yaklaşık iki buçuk yıl süren esareti sona ermişti.

Bediüzzaman, Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir
ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul’a gelişine birinci sayfada yer
vermişti.36

Bediüzzaman’ın, I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesindeki
kahramanlıklarının ve ilmi vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul’da
kurulma aşamasında olan Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye onun da aza olarak tayin
edilmesini hükümete teklif etti.37 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin
teklifi ile de Sultan Vahidüddin tarafından kendisine İlmiye’de Mahreç payesi
verildi.38 “Mahreç Mevleviyyeti” olarak da anılan bu paye, Osmanlı
ülkesindeki bütün resmi ulemanın reisi olan ‘Başmüderris’ten sonraki ilmi rütbe
anlamına geliyordu. Ancak Bediüzzaman, doktorların tavsiyesiyle dinlenmek üzere
Çamlıca’da kendisine tahsis edilen Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’ne yerleşti.39
Burada hem istirahat ediyor hem de telifata ve neşriyata devam ediyordu. Kafkas
cephesinde gönüllü birliklerinin başında iken Arapça olarak telif ettiği
“İşarat’ül İcaz” adlı Kur’an tefsirinin kağıdını bizzat Enver Paşa temin etmiş
ve neşredilmişti. Bundan sonra, İman rükünlerinin ispatına dair “Nokta”, çeşitli
ayet ve hadisleri tefsir eden “Sünuhat”, Hz Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini
ispat eden “Şuaat”, Kur’an’ın mucizeliğini anlatan “Rumuz”, sosyal konularda
“Tuluat”, tevhidin ispatı hakkında “Katre”, özlü sözleri içine alan “Hakikat
Çekirdekleri”, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden “Habbe”, “Zerre” ve
“Şemme” adlı risalelerini yazdı ve yayınladı. Dar-ül Hikmet’ten kendisine ödenen
maaştan ancak zaruri ihtiyaçları için bir miktar ayırıyor, geri kalan para ile
de eserlerini bastırarak ücretsiz dağıtıyordu.40 Bu arada
Bediüzzaman’ın fikirlerini çok beğenen ve yaptığı hizmetleri yakından takip eden
Sadrazam Said Halim Paşa, Yeniköy’deki yalısını çok büyük arazisi ile beraber
ona vermek istemişti. Bediüzzaman bu köşkte hem ilmi çalışmalarına devam
edebilir, hem de çok sıkıntılı ve yorucu geçen hayatının bundan sonraki kısmını
rahatça geçirebilirdi. Fakat Bediüzzaman, hizmetindeki ihlasa zarar gelmemesi
için II.Abdülhamid’in teklifini reddettiği gibi Said Halim Paşa’nın teklifini de
reddetti. Çamlıca’daki dinlenme günlerinde Kosturma’da filizlenen ve dünyanın
fani yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul’daki siyaset de onu
bunaltmıştı. Yeni bir ruhi uyanışın sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık
Beykoz’daki Yuşa Tepesi’ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünyayla olan bağlarını
tamamen koparmaya çalışıyordu.

Bediüzzaman’ın Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sancıları çektiği
dönemde, Devlet-i Aliye de yıkılış sancıları ile kıvranıyordu. Said Nursi’nin
Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros
Mütarekesini imzalamıştı. Mütarekenin sonucu olarak da 13 Kasım 1918’de
İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İstanbul’a
asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu’nu basmışlar, sonra hızla
başkenti ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere sadece İstanbul’u
işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye’de kendi politikalarını
destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. İttihatçılara muhalif
yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz
yanlısı vardı. Hatta bu grup ‘İngiliz Muhipler Cemiyeti’ adı altında bir de
resmi cemiyet kurmuş, fahri başkan olarak da Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yi
seçmişlerdi. İngiliz yanlısı kamuoyu ciddi kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine
Bediüzzaman, ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin
etkisini kırmak ve halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı.41
Bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’ın emriyle ölü
veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu.42 Yakalanma
tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte’yi gizli
olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırıyordu.
Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki
propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu’da başlayan İstiklal Savaşı’nın ve
Kuva-yı Milliye’nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de
baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı.43
Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını ‘cihad’, Kuva-yı
Milliyecileri de ‘mücahid’ ilan ederek Anadolu’daki İstiklal mücadelesini
destekledi.

İstanbul’da bütün bunlar olurken, Ankara’da kurulan Büyük Millet
Meclisi Hükümeti, Bediüzzaman’ın çalışmalarını ve mücadelesini çok yakından
takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit
defalar çektikleri telgraflarla Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya davet
ediyorlardı. Eski Van valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri
sonucu, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitti.44

BMM ve Şeflik Devri

Bediüzzaman, 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük
Millet Meclisi’nde düzenlenen resmi hoş geldin merasimiyle karşılandı.45
Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da
Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz
kılmadıklarını gören Said Nursi, bir beyanname46 yayınlayarak namazın
önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye davet etti.
Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması
ile sonuçlanınca, bazı çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis
Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursi’ye yirmi-otuz Mebusun da bulunduğu
bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek
fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler
yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek: “Paşa! Paşa!
Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan
haindir, hainin hükmü merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa
Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.47

Bu olay, Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş
farklılıklarının ilk işaretleri idi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden
Bediüzzaman, bir yandan da tabiatçılığı ve inkarcılığı ortadan kaldırmayı hedef
alan “Habab” ve “Zeylü’z-zeyl” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın erkanına
ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirleri izale etmeye çalışıyordu.
Türkiye’deki kamuoyu ise, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer
sarhoşluğu içinde, tehlikenin farkına varacak durumda değildi ve bu yüzden onu
anlayamadı. Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri
durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden
inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir kanun
teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden
163’ünün imzasıyla kanunlaştı.48

Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde
gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasi faaliyetlerle onları
yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van’a dönmeye
karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları
ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da kalmaya karar verdiği takdirde
kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet
Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dini makamı olan Şark Vilayetleri Umumi
Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk verilecekti. Ancak Said Nursi, bütün bunları
reddetti.49 Ankara’daki siyasi havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun
dünyasında ki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, hülasa;
dünyaya zerre kadar ehemmiyet vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı
siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında Van’a gitti. Bütün
değer yargıları dünyevi olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevi temeller üzerine
kurmaya çalışanlar, Said Nursi’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanında
manevi evladı gibi olan kardeşinin oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen
Meclis zabıt katipliğini kabul etmiş ve Ankara’da kalmayı tercih etmişti.50

Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin
Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede
talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında iman ve
Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni
bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen
çevrelerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti. Böyle gergin bir ortamda
Hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak
kendisine destek vermesini istedi.51 Ancak Said Nursi ona, bunun
“menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak isyandan
vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek
isteyen Doğunun namlı ve güçlü Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa,
Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman
da ona, “Kan dökme! Kan dökme!” diye cevap vermiş, Paşa da ayaklanmaya
katılmamıştı.

Bediüzzaman’ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol
oynamasına rağmen Doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu
da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi.
Van’dan diğer sürgünlerle beraber karayoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz
yoluyla İstanbul’a götürüldü. Yaklaşık yirmi gün kadar süren İstanbul’daki
sorgulamalar boyunca Bediüzzaman Sirkeci’deki Arpacılar Mescidi ve Hidayet
Camii’nde kaldı. Sonunda, Ankara’dan gelen resmi bir yazı onun Burdur’da zorunlu
ikamete tabi tutulmasını emrediyordu. İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve
nihayet 1925 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a getirildi.

Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu
Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler yapmaya
başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders”
gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap haline getirdi. Bu kitabı daha sonra
“Nurun İlk Kapısı” diye adlandırarak yayınladı. Bir yandan da telifata devam
ederek daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek
parçalarını kaleme aldı.

Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından
rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1926’da
Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti. Ve
etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı Hükümet, bu defa da
Bediüzzaman’ı, Isparta’nın daha ücra bir köyüne naklederek insanlarla irtibatını
kesmek istedi. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya
ulaşım göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski
köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu.
Çünkü gençler ekonomik nedenlerle büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma-yazma
seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer
olarak seçilmişti. Artık Said Nursi için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak,
o, bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.

Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü’nü kayıkla geçerek Barla’ya
geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay
demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’an-ı Kerim vardı. Dünyadaki
malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.52

İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursi,
daha sonra tamir edilerek köylüler tarafından kendisine tahsis edilen ve önünde
büyük bir çınar ağacı olan köy odasına taşındı. Anadolu’nun bu en kuş uçmaz
kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılabına beşiklik
ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsimiyle yeniden
canlanan kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini53 defalarca
okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan “Haşir Risalesi”ni burada
yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırda da Batı karşısında
ezik bir duruş sergileyen İslami tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu
eseri yine Kur’an-ı Kerim’i esas alan ve insanların imanını kurtarmalarına
vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen ve
Lem’alar mecmuası 26. Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı
olan ev, Nur’un ilk medresesi olmuştu.

Barla’da bir iman inkılabının temelleri atılırken, Ankara’da
başka bir inkılap gerçekleşiyor, yeni rejim dinden uzak, dünyevi bir temel
üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla
birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen dinden
arındırılmış ve dini eğitimin yapıldığı medreseler kapatılmıştı. Bir biri ardına
çıkarılan kanunlarla gerçekleşen inkılaplar çağdaş, “Batılı insan tipi”ni elde
etmek uğruna Anadolu’da kök salmış olan İslami dokuyu tamamen değiştirmeyi
hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler
kapatıldı. Hemen ardından çıkarılan başka bir kanunla halk Batılılar gibi
giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet inkılabı yapılıyordu. Halk, bu
inkılaplara kendi imkanları ölçüsünde tepki gösteriyor, yer yer de ayaklanma
teşebbüslerinde bulunuyordu.

1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabı ile, İslam
harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Barla’da telif edilen risalelerin,
bu yüzden matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’an
hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasabaların sakinleri de Risaleleri
elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle tam altı yüz bin
nüsha olarak elle yazılan Risale-i Nurlar bütün Anadolu’ya yayılıyordu. Halktan
insanlar Said Nursi’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına
ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.

Said Nursi’nin Nur Risalelerini, önlerindeki en büyük engel
olarak gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca bu defa “imha”
yollarını denemeye karar vermişlerdi. Hükümet daha yakından kontrol edebilmek
amacıyla Bediüzzaman’ın 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine
getirilmesini istedi. Bediüzzaman, burada da iman hizmetinden geri durmadı.
Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkum etmek için bahane
aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursi’ye hayranlık duyan yarı
meczup bir zatın jandarma çavuşuyla yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara
Hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara’dan Emniyet Genel
Müdürünü, Jandarma Genel Komutanını ve 120 askerle 20 polisi beraberine alarak
trenle Isparta’ya geldi.54 Ankara’nın meydana getirdiği büyük telaşın
sonucu Isparta polisi, 20 Nisan 1935’de Said Nursi’nin oturduğu evde arama yaptı
ve onun bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürerek
sorgulayan polis suç unsuru herhangi bir şeye rastlamayınca serbest bırakmak
zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi
ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine
inanan insanların infiale kapılmamaları için İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın
“sıradan bir zabıta vakasıdır”55 diye beyanat vermesine rağmen
Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlara bindirilerek Eskişehir
hapishanesine gönderildiler.

Eskişehir hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursi’yi bir iki
istisna hariç kimseyle görüştürmediler. Sıkıntılı ve zor şartlara rağmen
Risale-i Nurların telifi yine devam etmişti. Bediüzzaman, Yirmiyedinci,
Yirmisekizinci, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Lem’alar’ı burada yazdı.
Talebeleriyle olan mektuplaşmaları da sürmekteydi. Bu arada sorgu hakimleri
araştırmalarına başladılar ve iki ay süren tahkikat sonunda gözaltına
alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bediüzzaman, vatana ihanet
iddiasıyla yargılandığı dava müddetince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza
Mahkemesi’nin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, Said Nursi’ye 11 ay
hapisle birlikte Kastamonu’da mecburi ikamet, on beş talebesine de altışar ay
hapis cezası verildi. Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak
kaldıkları cezaevinde zaten bu süreyi doldurdukları için diğer talebeleri ise
beraat ettirildiği için tahliye edilmişlerdi.56

Eskişehir Cezaevi’nden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursi
serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu’ya
gönderildi. Sürgünün ilk bir ayında polis karakolunun üst katında oturmak
zorunda kaldı. Daha sonra yine karakolun tam karşısında ve birkaç metre
uzaklıkta bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini
perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı
böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursi, burada da Risale-i Nurun
telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak
tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu.
Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’aniye Risalesi, İkinci Şua, Üçüncü Şua olan
Münacaat Risalesi, Dördüncü Şua olan Hasbiye Risalesi ve Altıncı Şua ile Ayet-ül
Kübra Risalesi (7. Şua) burada yazıldı.

Kastamonu’da da Bediüzzaman’ın etrafını yeni talebeleri almaya
başlamıştı. Ancak, kendisini ziyarete gelenler karakola çekilip sorgulanıyor,
görüşmeleri engelleniyordu. Bütün bunlara rağmen Risale-i Nurları okuyarak
imanlarını kurtaran insanlar Risaleleri okumaya devam ediyor, yazıyor ve iman
hakikatlerini muhtaç olanlara anlatıyorlardı. Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin
bütün hedefi ve programı insanların imanlarını kurtarmaktı. Bütün kuvvetleriyle
dünyaya çalışan muhalifleri ise buna bir anlam veremiyor; “mutlaka gizli bir
teşkilat kurmak için uğraşıyor” diye evhamlanıyorlardı. Onu rejim için tehlikeli
bulanlar yeni bir plan hazırlığı içindeydiler. Denizli-Çivril’de, Atıf Egemen ve
birkaç arkadaşında bulunan Beşinci Şua Risalesi bahane edilerek yine tevkifler
yapıldı. Ankara’nın emriyle Denizli Valisi bütün vilayetlere bilgi verdi,
özellikle Kastamonu ve Isparta Valiliklerine şifreli telgraflar gönderdi.
Isparta’da çok ciddi bir şekilde aramalar ve soruşturmalar yapıldı. Dönemin
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Rüştü Saraçoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Hasan
Ali Yücel Denizli, Isparta ve Kastamonu’daki gelişmeleri yakından takip
ediyorlar, gerektikçe müdahalelerde bulunuyorlardı.57

Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta savcısından gelen talimat
üzerine yeniden tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen 3 Ekim 1943 tarihinde
Isparta’ya gönderildi. Askeri konvoy eşliğinde karayoluyla Çankırı üzerinden
Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına
girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara
Valisi Nevzat Tandoğan, Said Nursi’yi Valiliğe çağırtarak sarığını çıkarıp
şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste
bulundu. Ancak Bediüzzaman, boynunu işaret edip; “Bu sarık bu başla beraber
çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın yaşandığı akşam
Bediüzzaman, trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında
Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı
alındı. Bediüzzaman ile birlikte Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur
talebelerinin de 25 Ekim 1943’te Denizliye sevk edilmeleri istendi.

Denizli hapsi yine tecrit altında başladı. Çok zor şartlar
altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman,
Risale-i Nur’un telifine devam etti. Asa-yı Musa mecmuasının bir parçası ve
Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi, Onikinci ve Onüçüncü Şualar Denizli
hapishanesinin meyvesi oldu. Bu arada cezaevindeki Nur Talebeleri sayesinde
Risale-i Nurla tanışan mahkumlar bambaşka birer insan olmakta, böylece
hapishaneler birer ilim-irfan mektebine dönmekte ve ıslah vazifesini yerine
getirmeye başlamaktaydı.

Aylar sonra, 15 Haziran 1944 günü Mahkeme kararını verdi: Berat
ve tahliye.58 Tahliye edilen Nur Talebelerine Denizli halkı sahip
çıktı ve evlerinde misafir ettiler. Bediüzzaman ise Şehir Palas Oteline yerleşti
ve yaklaşık bir buçuk ay kadar Denizli’de kaldı. Ankara’daki CHP hükümeti
Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararına rağmen, Said Nursi’nin Afyon’un
Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretti ve daha önce
Kastamonu’ya aldığı nüfus kaydını bu defa Emirdağ’a nakletti.

Emirdağ’a gelen Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir
odaya yerleştirildi. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve
tarassuda tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Bediüzzaman’a Denizli hapishanesini
bile aratıyordu. Ziyaretçilerle görüşmesi yasaklanan Bediüzzaman, Emirdağ’da üç
kere de zehirlenme tehlikesi atlatmıştı. Hukuki ve kanuni yollardan
Bediüzzaman’ı alt edemeyen muhalifleri onu zehirleyerek imha etmek istemiş,
hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ’da
gerçekleşmişti. Defalarca zehirlendiği halde Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden
her defasında kurtulan Bediüzzaman, bu ömürlerin verdiği ızdırabı ömrü boyunca
yaşayacaktı.

Bu zulümler ve olumsuzluklar yaşanırken Risale-i Nurların telifi
devam ediyor ve sıkıntıları hafifletecek sevindirici gelişmeler oluyordu.
Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla, savcı
tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararını
onayladı. Diğer bir gelişme ise artık Risale-i Nurların teksir makinesi ile
çoğaltılması imkanının doğması idi. 1946 yılında Karaköy’de bir ithalatçı firma
tarafından Türkiye’ye getirilen ilk teksir makinelerinden üç tanesini Nur
Talebeleri almış, Isparta ve İnebolu’da Risaleler teksir edilmeye başlamıştı.
Ayrıca, 1947 yılında Haccın sınırlı da olsa serbest bırakılması sonucu, Hacca
gidenler yanlarında götürdükleri Risalelerle, Nurların İslam alemine yayılmasına
vesile olmuşlardı. Öte yandan İnebolu’da yeni yazı ile teksir edilen “Asa-yı
Musa” ve baskısı yapılan “Gençlik Rehberi” gibi Risaleler, Hıristiyan
misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nurlar Amerika’ya kadar gönderilmişti. Böylece
ilk defa Risale-i Nur’lar dünyaya açılıyordu.

Her geçen gün Risale-i Nurların yaygınlaşarak muhtaçlara
ulaşması Hükümeti yine rahatsız etmeye başlamıştı. 17 Ocak 1948 günü Said Nursi
ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon il merkezine
götürüldüler. Bir hafta kadar Emniyet Oteli’nde bekletilerek sorgulamaları
yapıldı ve tevkif edilerek cezaevine konuldular. Bu defa değişik illerden 48 Nur
Talebesi Afyon’a toplatılmıştı. Soruşturmayı tamamlayan savcılar ve sorgu
hakimliği dosyayı Ağır Ceza Mahkemesi’ne havale etti.

Nur Talebeleri, daha önce Denizli mahkemesinde; gizli cemiyet
kurma, rejim aleyhinde olma, inkılapları kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir
vb. iddialarla yargılanıp beraat kararı almalarına rağmen Afyon Ağır Ceza
Mahkemesi’nde de bu iddialarla yargılandılar. Bir yandan mahkeme devam ederken
bir yandan da Afyon cezaevinde mevkuf bulunan Bediüzzaman ve talebelerine
yapılan baskılar artıyordu. Artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60
kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın
kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiş ve bütün
bunlar yetmiyormuş gibi birkaç defa da burada zehirlenmişti. Cezaevi tabibi,
güya salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle damarına en kuvvetli
zehirlerden şırınga ediyordu. Zehirin etkisiyle ateşler içinde sancıyla kıvranan
Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmüyor, hapishanedeki
talebelerinin onu ziyaret etmesine bile müsaade edilmiyordu. Ancak, Nur
Talebeleri burada da hapishaneyi Medreseye dönüştürmeyi başarmışlardı.
Mahkumlara Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan bir çoğunun
ıslahını sağlamışlardı. Bütün ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman yazmaya
devam ediyor, Ondördüncü ve Onbeşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların
telifini tamamlıyordu.

Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursi hakkında
20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay, kararı
Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Yargıtay’ın bozma kararına rağmen Afyon Ağır Ceza
Mahkemesi yargılamayı uzatarak, 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı.
Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, 20 Eylül
1949’da serbest bırakıldı. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da polis
gözetiminde, mecburi iskana tabi tutulması gerekiyordu. Bu gözetim tam 72 gün
sürdü. Nihayet 28 Aralık 1949 tarihinde Emirdağ’a dönebildi.

Mecburi ikamet yeri olan Emirdağ’a gelen Said Nursi’ye, Emirdağ
Kaymakamı hiç beklemediği bir tebliğde bulundu. Hükümet, Bakanlar Kurulu kararı
ile Bediüzzaman’a günlük olarak iki buçuk lira tayinat bedeli ödenmesi, kendi
istediği tarzda müstakil bir ev yapılması ve ayrıca diğer harcamaları için de
hatırı sayılır miktarda bir paranın tahsis edilmesi için Emirdağ Kaymakamlığı’na
talimat vermişti. Daha önceleri olduğu gibi bu defa ki tahsisatı da reddeden
Bediüzzaman, yine rahat bırakılmayacaktı. Bu hususu talebeleriyle istişare eden
Bediüzzaman, bir mektubunda kendisine yapılan baskıların en önemli üç nedeninden
biri olarak, bu tahsisatları reddetmesini zikretmekteydi.59

Demokrat Parti Devri

Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950’de başlayan Demokrat Parti devrini,
23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’da karşılamıştı. Halkın yüzde yetmişinin
oyunu alarak Mecliste ezici bir çoğunlukla hükümet olan Demokrat Parti devrinde
yine tam anlamıyla rahat bir hayat geçirmedi. Daha önce kendisine her nevi zulmü
reva görmüş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin saldırı ve iftiraları, çok partili
demokratik hayata geçildikten sonra Demokrat Partiyi desteklediği için yine
devam etti. CHP yanlısı yarı resmi gazeteler, sık sık aslı olmayan haberler ve
iftiraya dayalı abartılı propagandalarla karalama kampanyasına devam ettiler.
Bununla, hem insanları Risale-i Nurlardan uzaklaştırmayı hem de iktidardaki
Demokrat Parti’yi yıpratmayı hedefliyorlardı. Bir yandan Demokratların Risale-i
Nurlara karşı cephe almasını sağlamaya çalışıyorlar, bir yandan da baskı yapmaya
sevk ettikleri Demokratlarla Nur talebelerinin arasını açmaya çalışıyorlardı.
Diğer taraftan da mahkemeler dava açmaya devam ediyordu. 1951 yılında Emirdağ’da
şapka meselesinden Bediüzzaman’a bir dava açılmış ve ifadesi alınmıştı. Bundan
hemen bir yıl sonra da İstanbul’da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında bir
dava daha açılmıştı. Bediüzzaman bu davanın duruşmasına katılmak için İstanbul’a
gitti. Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti.

O yıllarda adliye binası olarak hizmet veren ve bugün Büyük
Postane olarak anılan binada, 22 Ocak 1952 tarihinde yapılan duruşmaya katıldı.
Bu duruşma ertesi gün bir gazetede “Seksenlik Pirin Duruşması”60
başlığıyla yer almıştı. Yargılamaya 19 Şubat 1952 tarihinde yapılan ikinci bir
duruşmayla devam edildi. Duruşmayı kalabalık bir topluluk da izlemişti. Celse
sonunda izleyenlerin alkışları arasında salondan ayrılan Said Nursi, ikindi
namazını kılmak için Sultanahmet Camii’ne gitti. 5 Mart 1952’de yapılan son
duruşmada, dava konusu kitabın 1943 yılında Denizli mahkemesinden beraat kararı
aldığı ve bu kararın da Yargıtay’ca onaylanmış olduğu anlaşıldığından mahkeme
heyeti, men-i muhakeme kararı vererek davayı sonuca bağladı. Mahkeme salonundaki
kalabalık dinleyici grubu, kararı yine alkışlarla karşıladı.

Gençlik Rehberi Davası’nın beraatle sonuçlanmasının ardından
İstanbul’dan ayrılan Said Nursi, Emirdağ’a döndü. 1953 yılının bahar mevsimin
başında, Eskişehir yoluyla tekrar İstanbul’a gitti ve Beyazıt’taki Marmara Palas
oteline yerleşti. İstanbul’da bulunduğu zaman içerisinde Marmara Palas
Oteli’nden ayrılarak Fatih, Çarşamba’da ahşap bir eve taşınmıştı. Burada hem
risalelerin neşriyatıyla meşgul oluyor, hem de İstanbul’da kısa gezintilere
çıkarak bazı ziyaretlerde bulunuyordu. O yıl İstanbul’un fethinin 500. yıl
dönümüydü. Bediüzzaman, fetih yıldönümü için düzenlenen törende de hazır
bulunmuştu. Bu arada Fener Rum Patrikhanesini ziyaret ederek Patrik Athenagoras
ile görüştü.61 Bediüzzaman, Ortodoks Rum Patriğine Hazret-i İsa’nın
gerçek dinini kabul edip, Hz. Muhammed’in (asm) Peygamber, Kur’an-ı Kerim’in de
Allah’ın kitabı olduğunu tasdik etmeleri halinde, ehl-i necat olacaklarını
bildirdi.

İstanbul’da yaklaşık üç ay kadar kalan Bediüzzaman, 1953 yılının
ortalarında Emirdağ’a döndü. 23 Ağustos 1953’te de Isparta’ya yerleşmek üzere
geldi. Isparta’da açılan bir davanın daha sorgu hakimliğinde iken reddedilmesi
ile artık onun hayatında mahkemeler devri kapanmıştı. Ancak, CHP yanlısı
komitenin ve gazetelerin Bediüzzaman ve Demokrat Parti aleyhindeki tavırları
devam ediyor, aleyhteki propaganda ve baskılar her geçen gün yoğunlaşıyordu.
Günlük gazetelerden bütün gelişmeleri takip eden Bediüzzaman ise çektiği
telgraflarla Demokratların müsbet icraatlarını tebrik ediyor, talebelerine sık
sık yazdığı mektuplarla onlara yardımcı olmalarını tembihliyor ve seçimlerde oy
kullanmanın önemi üzerinde durarak, Demokratlara verdiği desteği açıktan açığa
ortaya koyuyordu. Bu arada tek parti istibdadından yana olanların çevirdiği
entrikaların tuzağına düşmemeleri için de iktidar partisini devamlı ikaz
ediyordu.

Bediüzzaman, ezanı asli şekline çevirip, Milli Eğitim
müfredatına din derslerini koyup, Kur’an kurslarının açılmasını serbest bırakıp,
kapalı olan türbe ve camileri onarıp açarak daha önce yapılan dini tahribatı
tamire yönelen Demokrat Parti iktidarıyla bir nebze olsun rahat nefes almıştı.
Risale-i Nurlar artık serbestçe her yerde bulunuyor, muhtaçların ellerinde
dolaşıyordu. Böylece Bediüzzaman, din düşmanlarına karşı kendisine yapılan bütün
haksızlıklara rağmen hukuki bir zeminde kalarak verdiği hukuk savaşından,
kelimenin tam anlamıyla zaferle çıkmıştı. Uzun süre devam eden ve sürekli
kamuoyunun gündeminde yer alan Bediüzzaman’ın mahkemeleri, Risale-i Nur’un ilanı
hükmüne geçmiş, Anadolu insanı aradığını nerede bulacağını bu sayede öğrenmişti.
Artık, gençlerin ve mekteplilerin iman hakikatlerinden hakkıyla istifade
edebilmesi için yeni yazıyla yazılan Risaleler matbaalarda sürekli basılıyor,
yurdun her yanına dağıtılıyor ve her geçen gün imanını onunla kurtaranlara
yenileri ekleniyordu. Bu arada Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı talebeleri
tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi tarafından kontrol edildikten sonra
gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatı’na dahil edilmişti.

Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus
olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirecekti. Merkez Isparta olmak
üzere sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya
gidiyordu. Eski mekanlarını ziyaret ediyor, dostlarıyla görüşüyor, talebelerine
dersler yapıyordu.

2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman’ın
veda seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.

Ankara’da bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten
sonra 3 Aralık 1959 günü Ankara’dan Emirdağ’a, oradan da Isparta’ya gitti.
Ancak, on beş gün sonra tekrar Emirdağ’a döndü. Konya’daki talebelerinin daveti
üzerine 19 Aralık 1959 günü Emirdağ’dan ayrılarak Konya’ya gitti. Burada
talebeleriyle görüştü ve Mevlana’nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta’ya
gitmek üzere Konya’dan ayrıldı.

Ankara’daki talebeleri yine ısrarla kendisini davet
etmekteydiler. Bu ısrarlar üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya geldi. Ancak,
bu defa ki gelişi basında tartışmalara yol açtı. Demokrat Partili
milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlandı.
Said Nursi, bir gece Beyrut Palas Oteli’nde kaldı, ertesi gün İstanbul’a hareket
etti. İstanbul’da Divan Yolu’ndaki Piyerloti Otelinde bir gece kalarak
talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında, Ankara’ya
gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Daha önceki Ankara seyahatlerinde olduğu gibi
bu defa da Beyrut Palas Oteli’nde kaldı. Ertesi gün talebeleriyle görüştü ve son
dersini yaptı. “Vasiyetnamem Hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman; kendi
hayatından, sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek,
talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman
hizmetine ihlasla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye ediyordu.

6 Ocak 1960 günü saat 10:30 sularında Konya’ya gitmek üzere
hareket etti. Konya’ya vardığında beklenmedik bir manzarayla karşılaştı.
Konya’nın bütün giriş çıkışları tutulmuş, her yerde güvenlik tedbirleri
alınmıştı. Bediüzzaman’ın arabasını gören polisler derhal etrafını kuşattılar ve
takip etmeye başladılar. Kardeşi Abdülmecit’i ziyaret eden Bediüzzaman,
Mevlana’nın türbesini de ziyaret ederek Emirdağ’a gitmek üzere ayrıldı.
Emirdağ’da dört gün kaldıktan sonra 11 Ocak’ta tekrar Ankara’ya gitmek için yola
çıktı. Ancak bu kez Said Nursi’nin şehir merkezine girişi polis tarafından
engellenmişti.62 Yaklaşık otuz yıl boyunca sürgünler ve mahkemeler
yoluyla baskı altında tuttuğu, her hareketini çok yakından izlediği ve fakat
mahkemelerin suçsuz bularak serbest bıraktığı Bediüzzaman’ın seyahatleri,
hükümeti korkutuyordu.

Ankara’ya girmesi engellenen Said Nursi, Emirdağ’a geri döndü.
Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta’ya gitti ve bir
buçuk ay da burada kaldı.

Ramazan ayı geldiğinde, Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19
Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursi, yanındaki talebelerine Urfa’ya
gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve 82 yaşındaki Bediüzzaman ağır
hasta haliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart’ta yağmurlu bir
havada başlayan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu.

21 Mart günü Urfa’ya ulaşıldığında talebeleri kendisine
Halilürrahman Dergahı’nı göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar ağır
rahatsızdı. Onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli’ne yerleştirdiler. Bu
arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanı’nın emriyle derhal Isparta’ya geri
dönmeleri gerektiğini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı.
Polis, Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin ısrarla Urfa’dan ayrılmalarını
istiyor ve Ankara’nın emrini hatırlatıyordu.63 Bu baskı sürerken
Bediüzzaman, 23 Mart 1960 günü, 27 numaralı odada sabaha karşı vefat etti.
Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen hayat
tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak 6000 sayfalık
Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bırakmıştı.

Büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra
Bediüzzaman’ın naaşı Halilürrahman Dergahı’nda kendisine ayrılan türbeye
defnedildi. Bediüzzaman’ın ahirete olan yolculuğunu duyan dostları ve talebeleri
yurdun dört bir yanından gelerek ziyaret ediyor, dualar okuyor, hatimler
indirerek gıyabi cenaze namazı kılıyorlardı. Artık Urfa’dan kalabalıklar hiç
eksik olmuyordu.

Bediüzzaman’ın vefatından iki ay sonra 27 Mayıs 1960’da bir
hükümet darbesi oluyor, Türkiye’de Demokrat Parti iktidarı boyunca yaşanan
demokratik ve İslami gelişmelerden rahatsız olan askeri çevre, iktidara el
koyuyordu. Alparslan Türkeş’in liderliğinde kurulan Milli Birlik Komitesi
hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tevkifler başlatarak Demokrat Partinin ileri
gelenlerini Yassıada hapishanesine topladıktan sonra, Bediüzzaman’ın kabrinin
nakledilmesine karar verdi. Kanuni prosedürü de ihmal etmeyen ihtilal komitesi,
Bediüzzaman’ın Konya’da yaşayan kardeşi Abdülmecit Nursi’den bir nakil dilekçesi
alarak, 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa’daki mezarını kırdırdı. Bediüzzaman’ın naaşı
askeri bir uçağa konularak Afyon askeri havaalanında indirildi ve yerini
Abdülmecit Nursi’nin de bilmediği bir mezara defnedildi.64 Hayatında
iken O’nun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da rahat bırakmamışlardı.

Dipnotlar

1. Doğum tarihi için bkz.: Bediüzzaman Hangi Tarihte Doğdu?

2. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Germany
1994, s. 68.

3. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990,
C.1, s. 10.

4. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, İstanbul
1972, s. 198.

5. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990,
C.1, s. 23; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i
Hayatı, İstanbul 1990, C. 1, s. 76.

6. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993,
s. 28.

7. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993,
s. 33.

8. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990.
C.1, s. 24.

9. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994,
s.438.

10. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Germany
1994, s. 83.

11. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993,
s. 45

12. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 142.

13. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediyyât, s.331.

14. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul
1995, s. 87.

15. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 303.

16. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediiyyât, s. 331

17. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul
1995, s. 73.

18. A.g.e., s. 26.

19. A.g.e., s. 23.

20. A.g.e., s. 22.

21. A.g.e., s. 21.

22. A.g.e., s. 34; Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye,
İstanbul 1995, s. 112.

23. A.g.e., s. 69; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası,
Germany 1994, s. 402.

24. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994,
s. 439.

25. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 297.

26. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 77.

27. Bediüzzaman Said Nursi, İşârât’ül İcâz, İstanbul 1994,
s. 13.

28. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İstanbul
1997, s. 137.

29. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 323.

30. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul
1990, C.1, s. 28.

31. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 77;
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 451.

32. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 431,
448.

33. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 1996, s. 234.

34. A.g.e., s. 234.

35. A.g.e., s. 234; Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai
Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 29.

36. 25 Haziran 1918(1334)

37. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul
1990. C.1, s. 29.

38. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, İstanbul
1972, s. 201.

39. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 1996, s. 238.

40. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994,
s. 23; Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 31.

41. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 76.

42. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 387.

43. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul
1990. C.1, s. 193.

44. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 462.

45. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman
Said Nursi, İstanbul 1994, s. 254.

46. Beyannamenin metni için bkz. Bediüzzaman Said Nursi,
Bediüzzaman Said Nursi: Tarihçe-i Hayatı, Germany 1994.

47. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 387;
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 214.

48. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994,
s. 439.

49. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 314.

50. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 1, s. 457.

51. A.g.e., s. 529-531.

52. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman
Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279.

53. “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümün
ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir;
O her şeye hakkıyla kâdirdir.” (Rum Sûresi/50.)

54. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 2, s. 776.

55. Cumhuriyet, 10 Mayıs 1935.

56. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 832.

57. A.g.e., s. 967.

58. A.g.e., s. 1079.

59. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994,
s. 23.

60. Hürriyet, 23 Ocak 1952.

61. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.

62. A.g.e., s. 1629, 1635; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ
Lahikası, Germany 1994, s. 453.

63. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.3, s. 1735, 1739.

64. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman
Said Nursi, İstanbul 1994, s. 454.