Dinî inançlar, tarih boyunca birey üzerindeki etkisini hiç bir
zaman kaybetmemiş, insan ve cemiyet hayatının devamlı surette müdahili olmuştur.
Medeniyetlerin oluşumu ve gelişmesinde bu inançların önemli etkileri
görülmüştür. Tarih içinde vücut bulup günümüze değin ulaşabilen büyük eserlerin
önemli bir kısmı da yine dinî motiflere sahip olan cami ve kilise gibi
binalardır. Tarihin şahit olduğu büyük savaşlar ve fetihlerin bir çoğunda dinî
etkilerin görülmesi bir rastlantı değildir. İnsanların yaşantılarına yön vermek
için ortaya koydukları yazılı ya da yazısız kanunların bir çoğunda da dinî
kaidelerin büyük rol oynadığı bilinmektedir. Bu kriterden hareketle dinin, insan
için bir ihtiyaç olma özelliğini hiç bir zaman yitirmediği söylenebilir.

Herhangi bir dine mensup olan insanlar arasında o dini iyi bilip
gereği gibi yorum yapabilme özelliğinden dolayı toplum tarafından kabul gören
saygın şahsiyetler her zaman var olmuştur. Onlar, bu özellikleri sayesinde halkı
etkilemişler, iyi ve doğru bildiklerini öğretip kötü ve yanlış davranışlardan
vazgeçirmeye gayret etmişlerdir. Bu özelliklerinden dolayı da tarih boyunca din
adamları tüm toplumlarda halkın doğal liderleri olarak kabul görmüşlerdir.

Osmanlı Devleti’nde ulema mensuplarının belirli bir mevkii
vardı. Ulema sultana bağlı olmakla birlikte, dinin tatbikçisi ve hâmisi olarak
padişahın yanında hatta üzerinde bir statüye sahipti. Çünkü ulema hem padişahın
emir ve fermanlarını hem de devlet tarafından yürütülen bütün işlerin dine uygun
olup olmadığını gözetmekle yükümlü idi.

Ulemâ bu fonksiyonunu Devlet-i Aliyye’nin nihayetine kadar
kaybetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan I. Dünya Savaşı’na
gelindiğinde yine ulemayı en önde ve en ileride görmekteyiz. Bilhassa çok kanlı
geçen Çanakkale savaşlarında ulema yine ön saflarda halkı düşmanla savaşmaya
teşvik etmiştir.

Memleketin işgali üzerine halkın düşmana karşı
bilinçlendirilmesi ve teşkilatlı bir biçimde yönlendirilmesi hareketi de yine
ilk önce ulema tarafından başlatılmıştır.

Millî Mücadele davası için büyük hizmetleri görülen gönüllü
irşatçılardan biri de kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi’dir.1 Bir asra
yakın ömrünün önemli bir kısmını inandığı davanın mücadelesine adayan
Bediüzzaman’ın kimliği ve taşıdığı misyon dikkate alındığında, Millî
Mücadele’deki belirleyici rolü ve bu hareketin seyrine olan etkisi açık bir
şekilde ortaya çıkacaktır.

Bediüzzaman da diğer ulema gibi, devrinin olaylarıyla yakından
ilgilenmiştir. İttihad ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleriyle görüşmüştür.
Hürriyet taraftarlığı konusunda onlarla mutabık kalmıştır. II. Meşrutiyet ilân
edildiği zaman Selanik Hürriyet Meydanı’nda “Hürriyete Hitap” adıyla bilinen
konuşmasını yapmıştır. İstibdadı kötülemiş, buna mukabil Meşrutiyet’i
savunmuştur. 1909’da kurulan İttihad-ı Muhammedî Fırkası’nın kurucuları arasında
yer almıştır. Volkan gazetesinde ateşli yazılar yazmıştır. Bu yazılarından
dolayı 31 Mart Hadisesi’nin tahrikçilerinden olduğu gerekçesiyle Divan-ı Harb-i
Örfî’de mahkeme edilmiştir. Olayla ilgisi görülmeyerek beraat etmiştir. 1911
yılında Şam’a giderek Emeviye Camii’nde İslâm dünyasının meselelerine değinen
ünlü hutbesini okumuştur.

Bediüzzaman Said Nursî’nin vatan müdafaasında cepheye fiilen
silahlı katılması I. Dünya Harbi’ne rastlamaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında
Van ve Muş’ta talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek
cephede savaşmıştır. Muş’un Ruslarca istilası üzerine orada kalan 8 topu
kurtarıp Bitlis Muharebesi’ne iştirak etmiştir. Burada yaralanarak Ruslar’a esir
düşmüştür. Tiflis’te esir bulunduğu bir sırada kendisine Dahiliye Nâzırı Talat
Paşa tarafından 60 lira (mukabili 1254 mark) gönderilmiştir.2 İki
yıldan fazla bir zaman Kosturma’da, sürgünde kalmıştır. Sonra firar edip
kurtularak İstanbul’a dönmüştür.3

İstanbul’da bulunduğu bir sırada, Bitlis vilayetinin bazı
bölgelerinin etnoğrafik haritalarının düzenlenmesi hususunda Dahiliye
Nezâreti’nin talebi üzerine kendisinden bilgi alınıp yardımlarından istifade
edilmek istenmiştir.4

Said Nursi, bu yıllarda Said-i Kürdî olarak bilinip tanınmakta
idi. O, henüz birkaç yıl öncesine kadar bir milletler topluluğu görünümündeki
Osmanlı Devleti’nin, devletine sâdık kalan iki halkından biri olan Kürt ırkına
mensup bir şahsiyetti. Ne var ki aynı yıllarda Türklerle “et-tırnak” şeklinde
birbirine kaynaşmış olan Kürt toplumu üzerinde bir takım oyunlar oynanıyor ve bu
birlikteliğin parçalanması için bütün imkânlar kullanılıyordu. Bu ayrılığı
körükleyen milletlerin başında ise İngilizler geliyordu. İstanbul’daki İngiliz
elçisinin İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir telgrafta bu gerçek şu
şekilde dile getiriliyordu:

“Hükümetimizin niyeti, Türkleri ne olursa olsun zayıf düşürmek
ise de, Kürtleri onlardan ayırmak hiç de fena değildir ve bu mümkündür. Ancak bu
çok dikkatli bir şekilde icra edilmelidir.”5

İngilizler bu düşüncelerini hayata geçirmek için boş durmuyor,
bölgeye gönderdikleri özel ajan ve heyetlerle amaçlarına ulaşma gayreti içinde
bulunuyorlardı. Rahib Frew ve Binbaşı Noel bu alanda en fazla ün yapmış
şahsiyetlerdi. Diğer taraftan merkezi İstanbul’da olmak üzere kurulmuş bulunan
Kürt Teali Cemiyeti de bu işin gönüllü üstlenicisi idi.6

Kürt Teali Cemiyeti amacı doğrultusunda her türlü etkinlikte
bulunuyor ve etki alanını daha da güçlendirmek için bir takım Kürt aydınları ile
diyaloga geçiyordu. Cemiyetin bu amaçla temas kurduğu aydınlardan biri de Said
Nursi idi. Kürt Teali Cemiyeti üyelerinden Gazeteci Mevlânzâde Rıfat,
Bediüzzaman’a bağımsız bir Kürt Devleti kurulması fikrini bir mektupla
bildirmiş, ancak gayet sert bir tepki ile karşılaşmıştır. Said Nursi cevabî
mektubunda, Devlet-i Aliyye’yi yeniden diriltmek için yapılacak her türlü
hareketin içinde yer almaya hazır olduğunu, ancak Kürt Devleti tahayyülünün
sadece İslâm düşmanlarının işine yarayacağını ifade etmişti.7

Bu dönemde Said Nursi’nin en fazla sıkıntısını çektiği konu,
Şerif Paşa’nın Ermeni Nubar Paşa ile Paris’te imzaladığı itilafname olmuştur.
Ona göre bu itilafname gerçekten tehlikeli ve etkisiz hale getirilmesi gerekli
bir yayındı. Bediüzzaman bu konuda da anında tepki göstermiş ve Şerif Paşa gibi
beş-on şahsın Kürt milletini temsil etme yetkisinin olmadığını bildirerek Kürt
milletinin hakiki temsilcilerinin Meclis-i Mebusân’daki mebuslar olduğunu
söylemiştir.8

Said Nursi gazete ve mecmualarda yayınlanan bu tür yazılarının
yanı sıra bazı Kürt aydınlarını da harekete geçirerek bir protesto hazırlanıp
gazetelerde yayınlanmasına öncülük etmiştir. Söz konusu protesto metninde şöyle
deniyordu:

“…Vahdet-i İslâmiyye’nin fedakâr ve cesur, hâdim ve
taraftarları olarak yaşamış olan Kürtler, henüz beş yüz bine yakın şühedâsının
kanı kurumadan şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların
hatıralarını teessürle anarken, İslâmiyet’in zararına olarak tarihî ve hayatî
düşmanlarıyla itilaf akdetmek suretiyle salâbet-i diniyyeleri hilafına
iftirak-cûyâne âmâli takib edemezler. Binâenaleyh Kürt vicdan-ı milliyesinin bu
tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevâtı da tanımazlar.”9

Şerif Paşa, gördüğü bu tepki üzerine bir süre sonra emelinden
vazgeçmek ve hilafet yanlısı politika izlemek zorunda kalmıştır. Ayrıca Paris
Konferansı’ndaki Kürt temsilciliğinden de istifa etmiştir.10 Şerif
Paşa’nın bu düşüncesinden vazgeçmesinde Said Nursi’nin şiddetli tepkisinin büyük
etkisi olmalıdır. Sadece İstanbul değil, Doğudaki ulema ve eşraf üzerinde de
büyük bir etkinliği bulunan Bediüzzaman, bu gücünü sonuna kadar bu cereyanın
aleyhinde kullanmıştır. Nitekim gazetelere gönderilen protesto yazılarından onun
bir çok Kürt muteberânı tarafından desteklendiği anlaşılmaktadır.11

Bediüzzaman’ın bu dönemde Kürtçülük cereyanının akim kalması
gayretlerinin yanı sıra, diğer bir hizmeti de işgallere karşı bayrak açan
Anadolu hareketine destek vermesi olmuştur. Bu doğrultuda yazdığı “küçük” bir
risale olan Hutuvât-ı Sitte ile “büyük” ses getirmiştir. Risale, halka moral ve
heyecan vermiştir.12 İngilizlerin bir takım entrikalarla Şeyhülislâm
ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmek maksadı ile Anglikan Kilisesi’ne
hazırlattıkları bir bölüm soruya karşılık olmak üzere kaleme alınan bu eser,
İngilizler’i çaresiz bırakmıştır. Eser sebebiyle Said Nursi, idam kararına
çarptırılmış, ancak onun idamının bütün Kürtler’in sonsuza kadar İngilizler’e
düşmanlık göstermesine sebep olacağı ve aşiretlerin de bu sebeple isyan edeceği
göz önünde bulundurularak bu karardan vazgeçilmiştir.13

Hutuvât-ı Sitte’de çürütülen İngiliz propagandası şu maddelerden
meydana geliyordu:

-Kadere boyun eğerek işgalcilerin her türlü muamelesine rıza
gösterilmesi,

-Daha önce Almanlarla dost olunduğu gibi İtilaf Devletleri’yle
de iyi geçinmekte dinen bir sakınca olmadığı,

-Geçmiş idarecilerden herkesin şikayetçi olması sebebiyle duruma
rıza gösterilmesi gerektiği,

-Anadolu’daki sergerdelerin niyetlerinin din ve İslâmiyet
olmadığı,

-Hilafet’in söz konusu sergerdelerin aleyhinde olduğu.

Bediüzzaman yukarıda ifade edilen bu hususlara bir mantık
silsilesi içinde cesaret ve şecaatle cevap vermiştir. Bu cevaplarda düşman
işgali altındaki halka moral verici ifadeler kullanılmış ve her fırsatta halka
mesaj ulaştırılmaya çalışarak İngilizlerin psikolojik savaş taktiklerine yine
psikolojik mukâvemetle karşılıkta bulunulmuştur.14

Said Nursi’nin millî harekete bir diğer hizmeti de, İstanbul
Hükümeti’nin fetvasının tutarsızlığını ve Millî Mücadele hareketinin
meşruiyetini ilan etmek olmuştur. Fetva için, iki tarafı dinlemenin zaruretine
işaret edilerek Anadolu tarafının da dinlenmesi gerekliliğini öne sürmüş ve
sonuçta yapılanın zulme adalet, cihada isyan, esarete hürriyet demek olduğunu
göstererek İstanbul’da Hükümet’in (hatta İngilizler’in) etkisinde verilen
fetvayı çürütmüştür.15

Millî hareketi desteklemekteki gayretleri ve eserleri Ankara
Hükümeti’nce takdirle karşılanan Bediüzzaman, şifre ile Ankara’ya davet
edilmiştir. Mustafa Kemal, Bediüzzaman’ı: “Bu kahraman Hoca bize lazımdır.”
sözleriyle taltif etmiştir. O ise bu davete verdiği cevapta şöyle demiştir:

“Ben tehlikeli yerde mücadele etmek isterim. Siper arkasında
mücahede hoşuma gitmiyor. Burasını daha tehlikeli görüyorum. Buradaki vazifem
henüz tamam olmamıştır. Tehlikeyi bertaraf edince inşaallah oraya geleceğim.”

Bir süre sonra İstanbul’daki vazifesini bitirdiğine inanan
Bediüzzaman, Ankara’ya gitme hazırlıklarına başlamıştır. Bu esnada Mustafa
Kemal’in direktifiyle ve Bediüzzaman’ın yakın dostlarından Van Eski Valisi Mebus
Tahsin Bey tarafından tekrar davet edilen Bediüzzaman, 19 Kasım 1922’de yeğeni
Abdurrahman ile birlikte trenle Ankara’ya gelmiştir. Kendisi burada resmî bir
törenle karşılanmıştır.16

Ancak Bediüzzaman Ankara’ya gelir gelmez mebuslardan bir çoğunun
namaza karşı kayıtsız olduğunu ve inançları gereği yaşamadıklarını görünce
mebuslarla ilgilenmeyi daha isabetli bulmuştur. Mebuslara neşrettiği 10 maddelik
bir bildiri ile maneviyatın önemi üzerinde durmuştur. Bu ilgi mebusların bir
çoğu üzerinde etkili olmakla birlikte bir takım rahatsızlıkları da beraberinde
getirmiştir. Hatta bir defasında Mustafa Kemal ile sert bir tartışmaya girmeleri
sonucunda Paşa’nın, makul bulduğu cevaplara karşı sözlerini geri aldığı vuku
bulmuştur.17

Bediüzzaman, te’lif ve yayın çalışmalarını Ankara’da da
sürdürmüştür. Ankara’da kalmanın bir yarar sağlamayacağını gören ve mebusların
arasına tefrika soktuğu ithamı karşısında bulunan Said Nursi, Van’a dönmüştür.
Mustafa Kemal kendisini ikna edip istifade etmek niyetiyle teklif edilen Şark
Vilayetleri Umum Vaizliği’ni reddetmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin, gelecek hakkında bir çok endişesi
olmasına rağmen, Millî Mücadele hareketini desteklemesi onun ihtilaftan yana
değil ittifaktan, tavizden yana değil mücadeleden yana olduğunu göstermektedir.
O, hayatı boyunca olduğu gibi, Millî Mücadele sırasında da hep millî birlik ve
beraberlikten yana olmuş ve bu alanda atılan her adımı desteklemiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Milli Mücadele’deki faaliyet ve
çalışmaları şüphesiz ki bunlardan ibaret değildir. Burada söylenenler söz konusu
mücadelenin belki çok az bir kısmını meydana getirmektedir. Buna sebep ise
ülkemizde hâlâ süregelmekte olan “yasakçı anlayış”tır.

Bu yaklaşım biçimi, Millî Mücadele döneminde etkin olan
şahısların resmî veya kişisel faaliyetlerini hâlâ karanlıkta tutmaktadır.
Bilimsel çevrelerce de benimsenmesi mümkün olmayan bu durumun değişebilmesi için
dönemin askerî, istihbarî, mülkî vb. belgelerinin bir an önce herhangi bir
“ayırım” yapmadan araştırmaya açılması gerekmektedir. Diğer bir sıkıntı da bu
gibi şahısların hatıralarının tam anlamıyla yayınlanmamış olmasından
kaynaklanmaktadır.

Yakın tarihimizin diğer konuları gibi bu konu da derinlemesine
araştırmalar yapılması ve tarafsız araştırıcıların bu hususa eğilmeleri
beklenmektedir.

 

EK: I18

Harbiye Nezâreti, Tahrirat Dairesi, Şifre
Kalemi

Musul Valisi Memduh Beyefendi Hazretlerine Şifre

—Mahrem ve Müsta’celdir—

Bitlisli Bediüzzaman Said-i Kürdî Bey taraf-ı âlîlerince Bitlis
gönüllü kumandanlığı vazîfesiyle tavzîf olunduğu ve Muş’un sükûtunda orada kalan
on iki topu kurtararak Bitlis Muhârebesi’ne iştirâk ile orada mecrûhen esîr
düşdüğü ve bu defa tahlîs-i nefs ile Dersaâdet’e geldiğini beyân ediyorsa da
buna dair buraca bir gûnâ ma’lûmât mevcûd olmadığından bu bâbdaki ma’lûmât ve
mütâla’anın inbâsı mütemennâdır.

Muamelât: 5593
Harbiye Nâzırı nâmına Kâzım

Aslına Mutâbıktır
21 Temmuz sene [13]34
(mühür)

EK: II19

Sicill-i Nüfûs İdâre-i Umûmiyesi Tahrîrât
Kalemi
Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye Azâsından Molla Said Beyefendi Hazretlerine

Etnoğrafik harita tanzîmi içün Bitlis vilâyetinin bazı aksâmı
hakkında ma’lûmât ve mu’âvenet-i aliyyesinden istifâde olunmak üzre
Cağaloğlu’ndaki dâireye teşrifleri ricâ olunur, ol bâbda.

30 Kânûn-ı Evvel 334 [30 Aralık 1918]

EK: III20

Kürdler ve İslâmiyet

Boğos Nubar ile ma’hûd Şerif (Paşa)’nın birleşerek Kürdler’i
câmi’a-i İslâmiyyeden ayırmak teşebbüs-i hâinânesinde bulundukları haber alınır
alınmaz gerek burada gerek Kürdistan’daki bütün Kürdler kemâl-i nefretle
protestolarda bulundular. Salâbet-i dîniye hususunda pek yüksek bir mertebede
bulunan Kürd ihvân-ı dînimizden beklenen de bu idi. Her millet arasında zuhûr
etdiği gibi Kürdler arasında da türeyen birkaç hamiyetsiz iftirakcının,
politikacının, hiçbir kıymeti olmayacağı şübhesizdir. Bilakis, bu kabîl kesânın
ızhâr-ı nifâk etmeleri vahdet-i İslâmiyyeyi daha ziyâde te’yîd ve teşyîd eder.
Nitekim o haber üzerine umûm Kürdler’in galeyân ve tezâhürât-ı vahdetkârânesi
bunu pek güzel isbât etmiştir. Bu husûsda en ziyâde söz söylemek salâhiyetini
hâiz bulunan ve Kürdler’in salâbet-i dîniye, necâbet-i ırkıye ve celâdet-i
İslâmiyyesini bi-hakkın temsîl eden ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye a’zâsından,
Kürd eşrâf ve mütehayyizânından bulunan fâzıl-ı şehîr Bedîuzzamân Said el-Kürdî
Efendi hazretleri buyuruyorlar ki:

“Boğos Nubar ile Şerif (Paşa) arasında akdedilen mukaveleye en
müskil ve belîğ cevâb vilâyât-ı şarkıyyede Kürd aşâiri rüesâsı tarafından
çekilen telgraflardır. Kürdler câmi’a-i İslâmiyyeden ayrılmağa aslâ tahammül
edemezler. Bunun aksini iddiâ edenler mutlaka makasıd-ı mahsûsa tahtında hareket
eden ve Kürdlük nâmına söz söylemeğe salâhiyetdâr olmayan beş on kişiden
ibâretdir.

Kürdler, İslâmiyet nâm ve şerefini i’lâ içün 500 bin kişi fedâ
etmişler ve makam-ı Hilâfet’e olan sadâkatlerini îsâr etdikleri kan ile bir kat
daha te’yîd eylemişlerdir. Ma’hûd muhtıranın esbâb-ı tanzîmine gelince;
Ermeniler, vilâyât-ı şarkiyyede ekl-i kalîl derecesinde bulundukları içün aslâ
bir ekseriyet te’mînine ve ne kemmiyyeten ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da
iddiâ-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamânlarda anladılar.
Maksatlarına Kürdler nâmına hareket etdiklerini iddiâ eden Şerif (Paşa)’yı âlet
etmeği müsâ’id ve muvafık buldular. Bu sûretle Kürd ve Ermeni da’vâsı ortada
kalmayacak ve Şarkî Anadolu’daki iftirâk a’mâli mevki’-i fi’le çıkmış olacaktı.
İşte bu gaye ile o ma’hûd beyânnâme müştereken imzâlandı ve konferansa takdîm
olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdler’i aldatmakdan başka bir şey olamaz. Çünkü
ileride Kürdler’in kemmiyyeten hâl-i ekseriyyetde bulunduklarını inkâr
edemeseler bile keyfiyeten ya’nî ilmen, irfânen kendilerinden dûn oldukları
bahânesiyle Kürdler’i bir millet-i tâbi’a hâline getirecekleri muhakkakdır. Buna
ise aklı başında olan hiçbir Kürd tarafdâr değildir. Zâten Kürdler bu
beyânnâmeye yalnız sözle değil bi’l-fi’l muhâlif olduklarını isbât ediyorlar.

Kürdler’in da’vâsı pek ma’nâsız bir iddi’âdır. Çünkü her şeyden
evvel müslümândırlar, hem de salâbet-i dîniyeyi ta’assub derecesinde îsâl eden
hakiki Müslümanlardan. Binâenaleyh Ermeniler’le aynı ırkdan bulunup
bulunmadıkları meselesi onları bir dakika bile işgal etmez. “el-İslâmu
cebbe’l-asabiyyeti’l-câhiliyye”. İslâm, uhuvvet-i İslâmiyyeye münâfî olan
kavmiyyet da’vâsını men’ eder.

Esâsen bu târîhe âid bir şeydir. Kürdler’in asl u nesebleri ne
olursa olsun İslâm’dan iftirâka vicdân-ı millîleri aslâ müsâ’id değildir.
Bununla berâber Kürdler’in Arab kavm-i necîbi ile ırken alâkadâr bulunduğu
hakayık-ı târîhiyedendir. İslâmiyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-ı İslâm
aleyhine olarak menfî sûretde intibâh hâsıl etmesini kabûl edemez. Binâenaleyh
Kürdler’i Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esâsât-ı İslâmiyyeye muhâlif
hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on
kişiden ibâret. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekîl-i müdâfi’ olarak kabûl
etmiyorlar.

Onların vekîli ve Kürdlük nâmına söz söyleyecek ancak Meclis-i
Meb’ûsân-ı Osmâniyye’deki meb’ûslar olabilir.

Kürdistan’a verilecek muhtâriyetden bahsediliyor. Kürdler,
ecnebî himâyesinde bir muhtâriyeti kabûl etmektense ölümü tercîh ederler. Eğer
Kürdler’in serbestî-i inkişâfını düşünmek lâzım gelirse bunu Boğos Nubar’la
Şerif (Paşa) değil, Devlet-i Aliyye düşünür. Hülâsa Kürdler, bu husûsda kimsenin
tavassut ve müdâhalesine muhtac değillerdir.

Seyyid Abdülkadir Efendi’nin beyânât-ı ma’lûmesine gelince bu
husûsda şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla berâber bu beyânâtın tahrîf edilüp
edilmediğini bilemiyorum.”

EK: IV21

Kürdler ve Osmanlılık

Şerif Paşa’nın Ermeniler ile İtilâfı; Kürdler’in Hiddet ve
Galeyanı

Paris’de bulunan Şerif Paşa’nın Boğos Nubar Paşa ile Kürd
milleti nâm ve hesâbına olarak akdetdiği itilâf hakkında yazmış olduğumuz
başmakalede bu itilâfın ciddî ve hakiki olamayacağı fikir ve kanaatini dermeyân
etmiş idik. Zira her zamân, merd ve necîb Kürd milletinin câmi’a-i Osmâniye’den
iftirâk etmeyi aslâ hatırından geçirmediğini ve Hilâfet’e dâimâ merbût kalmak
fikir ve emeli perverde eylediğini… o kavmin şimdiye kadar gösterdiği harekât
ve sekenâtdan tamâmen anlamış idik.

Fi’l-hakika makalemizin intişârı üzerine bir çok Kürd
mu’teberânı idârehânemize gelerek Şerif Paşa’nın itilâfı umûm Kürd milletine
izâfe edilemeyeceğini ve Şerif Paşa’nın böyle bir itilâf akdine aslâ
salâhiyetdâr olmadığını beyân eylemişlerdir.

Şehrimizde sâkin Kürd ricâlinden bu itilâfı protesto yolunda bir
çok muharrerât vârid olmuşdur. Bunlardan birini ber-vech-i zîr aynen derc
ediyoruz:

İkdâm Cerîde-i Mu’teberesine

Evvelki günkü gazeteler Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i
Murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir
itilâf akdedildiğini yazarak Kürd efkâr-ı umûmiyesinden istîzâhâtda
bulunuyorlardı.

Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyye’nin fedâkâr ve cesur
hâdim ve tarafdârları olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadâkati gaye-i hayat
bilmiş olan Kürdler, henüz beş yüz bine karîb şühedâsının kanı kurumadan,
şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını
teessürle anarken, İslâmiyet’in zararına olarak tarihî ve hayatî düşmanlarıyla
itilâf akdetmek sûretiyle salâbet-i dîniyyeleri hilâfında iftirâk-cûyâne âmâli
ta’kib edemezler. Binâenaleyh Kürd vicdân-ı milliyesinin bu tarz tahassüsüne
mugayir hareket eden zevâtı da tanımazlar ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve
millîlerini muhâfaza olduğundan keyfiyetin izahâtına delâlet buyurulmasını
muhterem gazetenizden istirhâm ederiz.

Sâdât-ı Berzenciye’den Dava Vekîli
Ahmed Arif

Hizan Sâdât-ı kirâmından İhtiyât Binbaşısı
Muhammed Sıddık

Ulemâ-yı Ekrâd’dan
Said-i Kürdî

 

Revandiz hânedânından binbaşılıkdan müteka’id Ahmed Reşid Bey
dahi şu sûretle beyân-ı efkâr eylemişdir.

Şerif Paşa Kürd milletini temsîl edemez. Millet ona murahhaslık
salâhiyeti vermemişdir. Kürd milleti Devlet-i Osmaniye’den infikâk etmeğe
şiddetle muârızdır. Hilâfet’den ayrılmak onlar içün en büyük bir günâhdır. Hattâ
Şâfi’l-mezheb olanlar Hilâfet’den iftirâkın talâkı mûcib olacağına imân ederler.
Kürdler’in mukadderâtı ta’yîn edilirken asıl Kürd milletine mürâca’at olunmak
lâzımdır. Onun bu husûsda vereceği karâr ise, ebediyyen Hilâfet’e merbût kalmak
merkezinde olacakdır.

Bu bâbda diğer Kürd ricâli ve erbâb-ı siyâseti nezdinde icrâ
etmekde olduğumuz tahkikatı dahi peyderpey işbu sütûnlarda efkâr-ı umûmiyemizin
pîş-i dikkatine arz etmekde devâm eyleyeceğiz.

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi (Hizan 1878): Medrese eğitimi
gördü. Keskin zekâsı ve üstün yetenekleri ile dikkati çekti. Devrin ulemasıyla
çeşitli yerlerde yaptığı münâzaralarda ilimdeki üstünlüğünü ispatladı.
Bediüzzaman lakabını aldı (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (B.O.A.), Dahiliye
Nezâreti Şifre Kalemi (DH-ŞFR), Dosya nr. 89, Gömlek nr. 138, 21 Temmuz 1918;
Bediüzzaman Said Nursi, Sünûhat, “Takdim”, İstanbul 1995, s. 7-10).

2. Bu konuda daha geniş bilgi almak için Osmanlı Arşivi
belgelerinin yayınlandığı şu esere bkz. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler-1,
Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor, İstanbul 1993, s. 65-68.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Hayatı, Mesleki, Tercüme-i Hali,
İstanbul 1976, s. 102-108; İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri, c. II,
İstanbul 1995, s. 314; Kadir Mısıroğlu, Sarıklı Mücahidler, İstanbul 1992, s.
285. Ayrıca Bkz. Ek: I.

4. Bkz. Ek: II.

5. Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c. I,
Ankara 1976, s. 135.

6. Kürt Teali Cemiyeti’nin en önemli şahısları şunlardır:
Seyyid Abdülkadir, Emin Ali (Sâbık Adliye Müfettişi), Hamdi Paşa, Halil Bey
(Eski Polis Müdürü), Bedir Ali (Emekli Jandarma Albay), ulemadan Bahazâde Şükrü,
Ali, Cemil Paşazâde Ekrem, Mevlânzâde Rifat ve Memduh. Bkz. İsmail Göldaş,
Kürdistan Teâli Cemiyeti, İstanbul 1991, s. 16-45; Tansel, Mondros, c. I, s.
132.

7. Mustafa Nezihi Polat, Mülâkat, Erzurum 1964, s. 30-34;
Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul
1979, s. 214-216.

8. Sebilürreşad, “Kürdler ve İslâmiyet”, c. XVIII, sayı 461,
4 Mart 1920, s. 224-226. Ayrıca bkz. Ek: III.

9. İkdam, “Kürdler ve Osmanlılık”, 22 Şubat 1336/1920, 27.
sene, nr. 8273. Ayrıca bkz. Ek: IV.

10. Tansel, Mondros, c. I, s. 131.

11. İkdam, a. g. m.

12. Bediüzzaman Said Nursi, Hutuvât-ı Sitte, “Takdim”,
İstanbul 1991, s. 4-5.

13. Hutuvât, s. 12-17; a. mlf., Şualar, İstanbul 1960, s.
379; a. mlf., Asar-ı Bediiyye, Beyrut 1979, s. 114-116.

14. Bediüzzaman’ın cevapları ile ilgili ayrıntılı bilgi için
bkz. Hutuvât, s. 12-24.

15. Hutuvât, s. 16-17 ; Bediüzzaman Said Nursi, Tulûat,
Ankara 1979, s. 80.

16. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, c. XXIV, Ankara 1960, s. 439;
Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. I,
İstanbul 1990, s. 422-423, 428-436; Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 466.

17. Bu konuda Eşref Edip Bey şunları söylemektedir: “Üstad,
nihayet Ankara’nın davetine icabet etti. Ankara’da büyük tezahüratla karşılandı.
Biraz sonra, vatan ve millet işleriyle meşgul olan mebusların ibadette kusur
etmemeleri, Allah’a karşı rabt-ı kalb etmeleri hakkında bir beyanname neşretti.
Bir gün Riyaset Divanı’nda Mustafa Kemal ile fikir teatisinde bulunduğu sırada
Mustafa Kemal, Üstad’a dedi ki: “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır.
Sizin yüksek fikirlerinizden istifade için sizi çağırdık. Geldiniz. Fakat siz
namazdan işe başladınız. Bu, ferdî bir vazifedir. Kimsenin vicdanına müdahale
edilemez.” Üstad cevap verdi: “Evet, öyledir. Amma Allah’a karşı vazifesini
yapmayan bir fert, millet vazifesini hakkıyla göreceğine de ben inanmam.
Münferid kaldıkça herkes vicdanıyla başbaşadır. Amma müçtemi olunca vazife de
içtimaîleşir. Milletin dinine milletvekili fiilen uymak ve itaat etmekle
mükelleftir. Yoksa millet dinini muhafazada kusur eder, celâdet ve şehamet
gösteremez. Bir ferd, bilhassa milletvekili olan bir ferd sıdk ile, hulus-ı kalb
ile Allah’a ibadet etmezse kula tapmaktan onu koruyacak ne vardır? Allah’a
ibadet kalplere şehamet verir. İnsanları insanlara tapmaktan alıkoyar. İşte
bunun için insanın insana tapmaması için, milletvekillerinin herhangi bir insana
kul, köle olup milletin mukadderatını idarede zaaf ve kusur göstermemesi için
Allah’a ibadet etmelerini, ferâiz-i ilâhiyyeyi ifa etmelerini lüzumlu
görüyorum.” Bunun üzerine Mustafa Kemal, Üstad’ı okşuyor: ‘Hocam, diyor, güzel
söylüyorsun. Ben de temenni ederim ki her milletvekili Allah’a karşı da, millete
karşı da vazifesini yapsın.” (Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzâman Said
Nur, Hayatı, Eserleri, Mesleği, İstanbul 1952, s. 44-45). Ayrıca bkz. Hutuvât,
s. 8; Badıllı, a. g. e., s. 439-443, 451-455; Bediüzzaman, Şualar, s. 368;
Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Haz: Abdülmecid-i Nursi, İstanbul
1980, s. 97-100.

18. B.O.A., DH-ŞFR, Dosya nr. 89, Gömlek nr. 138.

19. BOA, DH-SN. THR, 82/23.

20. Sebilürreşad, “Kürdler ve İslâmiyet”, c. XVIII, sayı
461, 4 Mart 1920, s. 224-225.

21. İkdam, “Kürdler ve Osmanlılık”, 22 Şubat 1336/1920, 27.
sene, sayı 8273.