Yakın geçmişte sık sık reklamlarda izlediğimiz bir İngilizce
dersi sahnesi günlük hayatımıza ait bazı değerleri ve hayata bakışımızı sorgular
özellikler taşımaktadır. İngilizce dersinde yaşlıca bir bayan öğretmen telefonu
göstererek öğrencisine bunun ne olduğunu sorar. Öğrenci banka olduğunu
söyleyince öğretmen şaşkın ve hayretler içerisinde bir bakışla sorusunu
tekrarlar. Yine aynı cevabı alınca öğrencinin dalga geçtiğini düşünerek onu
ciddiyete davet eder. Ancak öğrenci telefonun başına geçip çevirdiği numara ile
telefonun banka fonksiyonu gördüğünü ispatlar ve hocanın dünyadan haberi
olmadığını ifade ile sınıfı terk eder. Başka bir nesneyi göstererek öğretmenin
sorduğu soruya diğer öğrencinin verdiği cevap ilginçtir “Valla hocam ne desem
bilmem ki?”

“Ne desem bilmem ki?” çok muğlak, fazla bir anlam ifade etmeyen
bir cevap belki ama eşyanın özünde var olan belirsizliği, sebep sonuç
silsilesinin işleyişinde net ve belirgin olan geçişlerin, tek düze işleyişin
temelindeki kaosu ve muğlaklığı ifade ediyor. 20. yüzyılın başlarında insanlığın
yaşadığı en önemli gelişmelerden biri, Quantum fiziği ile tanışmak oldu. Atom
içi alemi makro alemden edindiği yaklaşımlar ve buranın bilgi teçhizatı ile
anlamaya çalışan insanoğlu, her soruda ayrı bir şaşkınlık yaşadı. “Bu nedir?”
sorusuna bulunan cevap “hem dalga, hem tanecik; ne dalga ne tanecik” oldu. Bir
şeyin ya dalga ya da tanecik olması gerektiğini, aynı anda hem dalga hem tanecik
olamayacağını düşünen insan için bu, çok şaşırtıcı ve anlaşılması güç bir
durumdu. “Nerede?” sorusuna cevap “momentumu belli değilken yerini bilebiliriz;
aksi taktirde bilinmesi mümkün değil” idi. Yani “Heisenberg Belirsizlik
Prensibi” atom içi varlıkların yeri hakkında da bir muğlaklık getiriyordu. “Ya
oradadır ya değildir! Bakarsın, eğer görmüşsen oradadır, görmemişsen değildir.”
yaklaşımına çok ters bir durumdu. Sonra, bakmak da çok şey ifade etmiyor, çünkü,
bu alemde gerçekler gözlemciye göre şekilleniyordu. Gözlemcinin şekillendirdiği
gerçekle, objektif gözlem ve bilimin objektifliği de gerçekliğini yitiriyordu.
Günümüzden yaklaşık yetmiş seksen yıl önce dünyamıza giren ve ona bakışımızı
önemli ölçüde değiştiren ve değer yargılarımızı alt üst eden Quantum fiziği,
Quantum mekaniği ya da partikül alemi kanunları, Paul Davies’in kitapları ile
özellikle Amerika’da ve dünyanın pek çok yerinde insanların yakın ilgi alnına
girmiş, ancak ülkemiz insanlarının pek dikkatini çekmemiştir. Oysa bu sadece
bilim adamlarını ilgilendiren, teknolojik gelişmelerde çok farklı boyutlar
ortaya koyan ve yalnızca teknolojik ürünlerle hayatımıza giren bir gelişme
olmamalıydı. Bu yeni gelişme en az dünyanın yuvarlak olduğunun öğrenilmesi,
Newton’un çekim kanunu, Einstein’in izafiyet teorisi kadar eşyaya bakışımızı,
varlıkların hayatımızdaki anlamını değiştirecek önemli bir gelişmeydi.
Kendimizi, alemi, varlıkları anlamada; bu anlam doğrultusunda kimliğimizi
şekillendirmede çok önemli bir keşifti bu. Amerika’nın keşfinin dünya tarihini
etkilemesinden daha fazla yaşantımızı ve iç dünyamızı etkileyecek olan bu
gerçekliğin, sosyal hayata yansıması, oradaki tezahürleri, makro alem ve mikro
alemin birbirinden çok farklı ve bazen birbirine çok zıt kuralların birleştiği
nokta, bizi yakından ilgilendirmekteydi. Bu noktada partikül aleminin
kurallarını sosyal gerçekliğimize başarı ile taşıyan Alev Alatlı’nın
“Schrödinger’in Kedisi” adlı romanı, ülkemiz insanının bu konu ile tanışması ve
onu günlük hayatına taşıması açısından çok önemli bir atılım oldu. Erwin
Schrödinger önemli bir Quantum fizikçisi ve bu alanda sık uygulanan “düşünce
deneylerinden” biri, onun kedi deneyi. Bu düşünce ya da hayal ile
gerçekleştirilen deneyde kedi, kapalı bir kutu içerisinde hayal edilmektedir. Bu
kutu içerisinde zehir dolu tüp ve bu tüpü kıracak şekilde monte edilmiş bir
çekiç yer almaktadır. Çekici harekete geçirecek mekanizma bir detektöre bağlı
işlemektedir. Detektör ise ışıkla çalışmakta, ışık detektöre parçacık olarak
çarparsa mekanizma işlemekte, dalga olarak çarparsa işlememektedir. Işık
detektöre %50 ihtimalle dalga, %50 ihtimalle tanecik olarak çarpmaktadır. Bu bir
deney olmaktan öte Quantum dünyasını idrakimize yakınlaştıran bir temsildir
aslında. Kedinin yaşadığı kutu aslında Quantum dünyasının küçük bir misalidir.
Bu dünyadaki kurallar bizim pozitif, net, kararlı olarak algıladığımız makro
alemin kurallarına benzemezler. Burası imkân dairesidir. Yani, her şey
mümkündür. Hem dalga hem tanecik, ne dalga ne tanecik gerçeğini bu kutu bizim
ölçülerimizde anlatır. Kutuya dışarıdan bakıyorken “Kedi canlı mı? ölü mü?”
sorusunun cevabı “ne canlı, ne ölü”dür. Kutu açılmadığı sürece kedinin hayatı
ile ilgili hükümler “canlı” ya da “ölü” oluş hali üst üste binmiştir. Yani hem
ölüdür, hem de canlı. Belirli bir zaman kesitinde kutu açılmadan verilecek hüküm
budur. Kedinin ölü ya da canlı olma halinin netleşmesi ancak kutunun açılması
yani gözleme açılması ile mümkündür. Gerçek ise gözlemciye göre
şekillenmektedir.

Hadsiz ihtimallerden tek ihtimale iniş gözlemle olmaktadır.
Hadsiz ihtimaller, Quantum gerçekliği tek gerçeklik ise makro alemdeki
görüntüsüdür. “Dalga işlevinin çöküşü” şeklinde adlandırılan bu durum,
cumhurbaşkanı seçimi için oylama yapılmada önceki pek çok senaryonun, oylama
sonrası tek gerçeğe indirgenmesi gibidir.

Quantum fiziği hayatımızı çok derinden etkileyecek
değişikliklere yol açıyor. Şuur ve beden, gözlemci ve nesne, fert ve kainat, ben
ve öteki arasındaki ayrımlar daha azalacak belki de ortadan kalkacaktır.
Çekirdeği bir insan büyüklüğünde olan atomun en yakın elektronu, 55 katlı bir
gökdelenin tepesinde küçük bir top misali olan ve 55 katlı bina kadar mesafenin
boşluk ve mutlak varlığına olan bakış da farklı boyutlar kazanacaktır.

Bir tarafta “kütlenin korunumu kanunu”ndan bahsederken diğer
taraftan kütlesiz partiküllerden söz edilir olmuştur. Esrarengiz bir dünya, Nick
Herbert’in kelimeleri ile “bizlerin keşfedeceği her şeyden daha garip. Sanki
bizler kendimizin oluşturmadığı yeni bir dünyaya ışınlanmış gibiyiz. Geçtiğimiz
50 yıl boyunca fizikçiler bunu anlaşılabilir hale getirmeye çalıştılar ama
başaramadılar”1

Rockefeller Üniversitesi fizikçisi ve “Kozmik Kod: Tabiatın
Lisanı Olarak Quantum Fiziği” isimli eserin yazarı Heinz R. Pagels “Quantum
dünyası, bizim gündelik hayatta yüz yüze olduğumuz kurallarla şekillenmemiştir.2
diyor.

Bütün fizikçilerin üzerinde birleştiği bir nokta var ki; her ne
ise de, bu Quantum dünyası gerçekten böyle normal dışı ise hakikat bir anlamda
sizin bakıp bakmadığınıza göre şekilleniyorsa, çok büyük bir düzen içinde
işleyen kainat, ihtimaller üzerine inşa edilmişse, katı olarak gözüken maddeler
kendine ait hiçbir boyutu olmayan şeylerden oluşmuşsa, bu gerçekler bizim de
dünyaya, olaylara bakışımızda farklılıklar getirmelidir.

Quantum mekaniği, atomik yapının teorisi olarak başlamakla
birlikte, boyutları bunun çok ötesine uzanmıştır. Maddenin makro alemde gözüken
özellikleri buradan bakışla da izah edilmelidir. Mesela, bakırın renginin
kırmızılığı ve iletkenliği, elmasın sert ve parlak oluşu, suyun nasıl donduğu ve
kar tanelerinin neden altı yüzlü dolduğu bu teoriyle izahını bulabilir.
Harvard’lı fizikçi Sheldon Glashow’a göre: “Gördüğümüz, kokladığımız,
dokunduğumuz, hissettiğimiz veya işittiğimiz hemen hemen her şey pek çok
elektron ve hücre çekirdeği arasında cereyan eden Quantum mekaniği ilişkilerine
indirgenebilir.”3

Hatta insanlar arası ilişkiler, sosyal ve siyasal olaylar,
ibadet, sevgi, savaşlar… gibi daha sayabileceğimiz pek çok kavram Quantum
mekaniği ilkeleri ile izah edilebilir. Bu izahlar ise Newton’un mekanik
prensipleri ve Aristo’nun düz mantığı ile şekillenmiş Yunan felsefesinin hakim
olduğu zihinlerimizde, ciddi sancılara ve şaşkınlıklara yol açmaktadır. Küçük
yapı taşlarından büyük nesnelerin oluşturduğu, kanunların işlediği ve bu
kanunlar doğrultusunda sebep-sonuç ilişkilerinin belirlendiği bir yaklaşımla
eşyayı anlamaya çalışırken, yapı taşının kendi başına bir yapı olması, sebep
sonuç bağlantısının alt üst olması dünyamızı da alıştığımız ve öyle olmasını
arzu ettiğimiz netlikten ve bir adım ötesini görebilmekten uzaklaştırmış ve
“belirlenemezcilik,” “endeterminizm” gibi yaklaşımlar doğmuştur. “Popper fizikte
de siyasette de belirlenemezcidir (enderminist). Tarihinin gelecekteki akışını
bilimsel olarak önceden kestirmenin mantıkça olanaksızlığını, ilkin The British
Journal for the Philosophy of Science’te (İngiliz Bilim Felsefesi Dergisi’nde
çıkan “Inderminizm in Quantum Physics and Classical Physics” (Quantum Fiziğinde
ve Klasik Fizikte Belirlenmezcilik) başlıklı bir yazıda ileri sürmüştür. Bu
görüşünün bir yöndeki gelişimi, siyasal özgürlüğü savunmasının ve Marksizmi
eleştirmesinin bir bölümünü oluşturmuştur; bir başka yöndeki gelişmiyse, onu
olasılığın eğitimci bir kuramı (pronpensity theory) üstünde çalışmaya
götürmüştür. Bu kuram, Quantum fiziğine uygulanınca madde kuramının bir yanda
Einstein, de Broglie ve Schrödinger ile öte yanında Heisenberg, Niels Bahr ve
Max Borun’un yer aldığı tarihsel ayrılmaya ilişkin kimi sorunlarına bir çözüm
getirmektedir”4

Quantum mekaniğinin sosyal hayata yansımalarını çok başarılı bir
şekilde ortaya koyan ve mükemmel bir kurgu ile romanlaştıran Alev Alatlı’nın,
Schrödinger Kedisi’ndeki ifadeleri çok etkileyicidir. “1950-2035 yılları
arasında yaşayan Çankırı doğumlu psikoterapist İmre Kadızade’nin, yıldızların
İblis’i recmetmekte kullanılan toplar olarak göründükleri bir ortamdan 21.
yüzyıla, yeni fiziğe, kaos teorisine, saçaklı mantığa uzanan zihinsel cenklerin
hikayesidir.”

İmre Kadızade, gelecekten günümüze bir bakışla, bir dönem
Türkiye’si insanlarına “afazi” teşhisini koyuyor. “Çevreden gelen sesli yazılı
uyarıların kişide hiçbir izlenim uyandırmadığı bir boşluktur, silinmişliktir.”5
şeklinde tarif edilen afazi, yaşadığımız dönem içerisindeki Türklerin birbirini
anlayamamasındaki temel problem olarak ortaya konuyor. Bu dönem insanlarını
gelişimini tamamlayamamış, sadece duyduklarını tekrarlayıp, anlamla kavram
bağlantısını kuramamış, “ekolali” düzeyindeki bebeğin konuşmasına benzer bir
lisanla anlaşmanın olmadığı bir ortamda yaşayan varlıklar olarak tarif
etmektedir. Kendi değerleriyle, sahip olduğu kavramlarla değil de Batıdan aldığı
kavramlar ve değerlerle hayatı anlamaya çalışan bu dönem insanlarının yaşadığı
bunalımlar, başarılı bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu alınan kavramlar içinde
Batı ve Yunan Felsefesinin şekillendirdiği her şeye bir isim konup, bunlar
arasındaki bağlantıya kanun namını veren bakışla, Doğunun eşyayı anlamada ve
olaylara bakıştaki zenginliğinin ve genişliğinin yitirilmesi ile belki de
gerçekle bağlantımızı kopardığımızı ifade etmektedir. Nasrettin Hocanın davacıya
da davalıya da “haklısın” diyen ve ardından her ikisinin de haklı olmasının
mümkün olmadığını iddia eden şahsa da “haklısın” diyen yaklaşımın aslında
kaybettiğimiz duruşumuz, kendimizi ifade noktamız olduğunu ifade etmektedir.
“Eski Türkiye” diye ifade edilen ülkemizin “İstiklâl Marşı”nı hatırlatan tonlama
ise başladığı ifade edilen şu metin, gerçekten ilginçtir: “Korkma! Dağlar koni,
bulutlar küre, yıldırımlar şakuli değil! Doğrusal denklemler, sahici dünyanın
mecazıdır, gerçek, doğrusal denklemlerden ibaret değil!

Yerel küreselden farklı olabilir. Bileşik sistemlerde intizam,
çalkantıyla el ele yürür. KAOS, oluşanın bilimidir, geçmişin değil. Mekândan
münezzehtir, tutarlıdır, hesaba gelir. KAOS’ tan korkma!

Bu şehirde akide şekerinin yapıldığı günleri hatırlar mısın? Ya
da annenin talaş böreğini? İki ucundan çekilip sündürülen, ortadan katlanan ve
tekrar sündürülen şekeri? Yaprak yaprak ayrılan hamuru? Pişmaniyeyi? Maddenin
her çekilişi; her katlanışı, onu oluşturan yan yana tanecikleri savurur ama
bütün, yeni bir düzene oturacaktır. Yerel savrulurken bütün dingindir. Savruluş
aslında bir serüvendir, serüvenden korkma!

Büyük meseleleri, büyük programların halledebileceğinin
düşünüldüğü günler geride kaldı. Küçücük müdahalelerin, kendileri gibi küçücük
sonuçlar doğuracağı düşünüldüğü için, küçümsendikleri günler de öyle. Zaman ve
mekânın mutlaklığı Newtonsal illüzyondan ibaretti, görecelik yıktı. Quantum
teorisi, ölçümleme sonuçlarının kesinliğine ilişkin rüyalardan uyandırdı.
Laplace’cıların geleceğin öngörülebileceğine dair fantezilerini de KAOS bilimi
yok edecek.

Dinamik sistemler hayal bile edemeyeceğimiz karmaşık kurallara
göre çalışır. Bugün, İstanbul’da kanat çırpan bir kelebek, bir ay sonra Pir’in
Dergâhında kasırgalara neden olacaktır. İnan ve korkma!”6

Daha sonra yeğeni Devrim’in kendisine bir dünya kurmasını
yardımcı olamadığı ve bu dünyada oluşan sağlam kimlik ve karakterin
şekillenmemesi nedeniyle eroin bağımlısı olması ve intihar etmesi ile ilgili
yargısı esnasında İmre Kadızade’nin şu cümleleri de çok çarpıcıdır: “Sayın
Yargıç, bizler kaosu görmemeye öğretilmiştik! Evet öyle! Öğretilmiştik!
Modernizm eski Türkiye’de yaşayan izleri sıfır noktasında bir sistemin, meselâ,
sivri ucunda dik duran bir kalemin, bir çocuğun durumunda meydana gelen çok
küçük bir değişikliğin kendisinden sonra gelen ve zamanla üstel biçimde büyüyen
bir değişikliğe yol açtığını görmeme yolunda şartladı! Deselerdi ki, ‘İnönü
Stadı”nda penaltısını atmaya hazırlanırken Hakan, o dakikalarda ABD’nin Arizona
Eyaleti’nde yere düşen yaprağın atmosferik etkisini göz önünde bulundurmak
durumundadır,’ hiç kuşkusuz küfrederdik!

Bizler, gaz kaçaklarını kibrit aleviyle kontrol eden
insanlardık. Ayrıntıların esası etkilemeyeceğini varsayımı tartışmasız kabul
görürdür. ‘Bir şeycikler olmaz, abi!’ Oysa, hayatın kendisi başlangıç durumuna
pamuk ipliğiyle bağlıydı. Üniter Devletimizin Cumhuriyet ilkelerine pamuk ipliği
ile bağlı olduğu gibi. Entelijensiyamızın demokrasiye pamuk ipliği ile bağlı
olduğu gibi. Halkımızın batılı değerlere pamuk ipliği ile bağlı olduğu gibi.”7

Yine aynı mahkeme heyetine Kadızade’nin şu hitabı, başımızı
ellerimizin arasına alıp, her şeyi tekrar tekrar gözden geçirmemiz ve derin
düşünmemiz gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır:

“Yüce Koalisyon’un Sayın Batılı Mahkeme Heyeti, sizler daha on
dokuzuncu yüzyılda her şeyi fen’e vuruyor, fen ile açıklıyordunuz. Kainatı ve
onun tamamlayıcı parçalarını ölçüp biçiyordunuz. Kainatı ve onun tamamlayıcı
parçalarını ölçümleriniz doğrultusunda anlamlandırıyor, kainata ve onun
tamamlayıcı parçalarına dair fikirlerinizi ölçümleriniz doğrultusunda
şekillendiriyordunuz. Ne ki, Einstein haklıydı. Ölçümlerinizin hassaslaştığı
ölçüde hayatın bütünü belirsizleşti. Bulgularınızı bize de dayattınız. Dünyanın
bu tarafında, bizde, bir şeyi iyi ya da kötü olarak nitelemek her geçen gün
biraz daha zorlaşır oldu.

Heyhat! Sizler grudger kuşlarının varlığını keşfetmeseydiniz,
bizler Doğu da “kin” denilen duygunun mutlaka kurutulması gereken kötü bir
alışkanlık olduğunu inanmaya devam edecektik! Engel oldunuz.

Ölçümler hassalaşır, kesin çizgiler kaybolurken, iyi ve kötü üst
üste bindi. Fen, din ve felsefenin içini daha önce boşaltmıştınız, sıra töre ve
ahlaka gelmişti. Töre ve ahlak, can çekişiyordu, çünkü her şey gibi doğru/yanlış
da bilimin kurgusal ya da verili doğrularına indirgenmişti. Bu doğruların, kesin
bile olmadıkları şöyle dursun, olması gerekenin olandan türetilmediği gibi sorun
her zaman vardı. İnsanlar ahlaki değerleri Allah’a değilse felsefeye
dayandırmaya çalışmışlar, bunların işe yaramadığı zamanlarda da toplum ya da
devlet mantığından yani kaba kuvvetten medet ummuşlardı.”8

Bilim adı altında kendi kurgumuz olan kurallar bütünün
hayatımıza yaptırım gücü olan bir kavram olarak girmesi Kadızade’nin dilinde şu
şekilde ifade ediliyor; “İster fen bilimlerinde, ister sosyal bilimlerde, ister
toplumsal yaşamda, her şeyi doğru ya da yanlış olarak nitelemenin gerçek ile
ilgisi olmadığını, bu nitelemelerin önceden koyulan kurallarla ilgili olduğunu
idrak etmesini sağlamaya çalıştım. Yanlış, kurallara ters düşendi, doğru ise
ters düşmeyen.

Bir oyun kurmuştuk, briç gibi satranç gibi. Tabiatta olmayan bir
şekil kurgulamıştık, üçgen gibi, piramit gibi. İşin matrak yanı, üçgenin
açılarının toplamının yüz seksen derece olduğunun saptanmasının ‘bilimsel bir
zafer!’ olarak algılanmasıydı, sanki başka türlü olabilirmiş gibi. Sanki, adına
satranç denilen olayda kalenin çapraz gitmemesi şaşırtıcıymış gibi.

Bilim denilen şey, bilim adına yapılan her şey, koyduğumuz
kuralların diğer telmihlerini saptamaktan ibaretti. Kalesi çapraz gitmeyen, atı
L şeklinde hareket eden, fili ancak şunu yapabilen, şu kadar taşlı bir oyunun
telmihleri nelerdir? Sayısızdılar, tabii. Sayısız kombinasyonlar mümkündü ve
insanlar bu kombinasyonları ortaya döktüklerinde etkileniyor, sevinmiş
oluyorlardı. Çünkü kuralları koyanların kendileri olduklarını unutmuşlardı,
sonuçlarıyla oyalanıyorlardı. Matematikçiler bitmez tükenmez çıkarsamalar
yapıyorlar, kurallara ters düşmedikleri için de başarılı oluyorlardı! Başarı,
çoğu zaman ömür boyu süren bir turu başlanılan yerde bitirme becerisinden
ibaretti. Çarpım işleminin sağlamasını yapmak, yani ilk kurallara ters düşmemek,
başarı buydu. Nereden bakarsanız bakınız, ‘başarı’ bir büyük totolojiden
ibaretti.

O günlerde en çok da borsadaki ‘teknik analiz denilen tekniğe
gülüyordum. O yıllarda ‘teknik analiz’ denilen bu yöntem, hisse senedi
hareketlerini kestirmek için kullanılıyordu. İnsanlar kendi koydukları kurallara
kendilerinin nasıl tepki vereceklerini tahmin etmeye çalışıyorlardı. Ne tuhaf!
Önce altından bir buzağı yapıp, o buzağı tanrı ilân edip, sonra da insanların bu
tanrıya tepkilerini incelemek ve bu tepkilerden ‘bilim’ üretmek… ve sonra
dönüp bu ‘bilim’e de ayrıca tapmak!”9

“Bakın. Cumhuriyet Maarifi, bizi ‘Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir’ doğrultusunda eğitirken, pozitivizmin gereği olarak doğrusal
neden-sonuç ilişkilerinde yoğunlaşmıştı. Sistem, ‘şunu şöyle etkilersen bu
sonucu alırsın’ şeklindeki Kartezyen dünya görüşünü öylesine başarıyla dayatmış
ki, ‘Osmanlı İmparatorluğu neden battı?’ gibi canhıraş bir soruyu, ‘Padişahlar
zevkü sefa alemine daldılar da ondan’ diye fevkalade indirgemeci bir neden ileri
sürerek mükemmelen cevaplayabiliyorduk. Ya da ekonomik geri kalmışlığımızı
‘Müslüman olmamızla’ ya da, sosyal güvenlik sisteminin batıyor olmasını
‘emeklilik yaşıyla’ açıklayıp bitirebiliyorduk”10

Bu arada Kadızade’nin sorumlu tuttuğu kesimlerden biri de İslam
aleminin tarihinin şekillenmesinde önemli kilometre taşları olan alimlerdir.
Bunların da Batı medeniyetinin tesiri altında ve Yunan felsefesinin etkisi ile
Aristo mantığına hapsolduğunu ve buradan bakışla da İslâm’ın “bilimsel” olarak
ele alınması mümkün olmayan pek çok kavramının idrakinde problem yaşandığını
ifade etmektedir. Kendi sahip olduğumuz ölçüler içine “Allah” kavramını sokmaya
çalıştığımızda, O’nu insanileştirmek büyük problem olarak önümüze çıkmaktadır.
Hıristiyanlığın uzun saçlı, ak sakallı tanrı tasvirlerine benzer şekilde,
özellikleri sadece insanlara benzer tarzda algılanmış, insanların sınırlılığı
ötesine geçmemiş bir ilah anlayışı, dünyanın ve pozitif kanunların sınırlılığına
hapsolmuşluktan kaynaklanmaktadır. Böyle bir tanrı anlayışı “Antropomorfik
Tanrı” olarak adlandırılmaktadır.

“Antropomorfik Tanrı âlim-i mutlak olamaz, çünkü bu dünyaya ait
olup da, yüzde yüz doğru yada yüzde yüz yanlış olduğunu kanıtlamış tek bir veri
yoktur. Bu dünyaya dair bütün hükümler bütün düzenlemeler, bütün ideolojiler
kırçıldır. Derece meselesidir. Oysa, Allah zar atmaz! Zar atan ya insanadır ya
da insanlaştırılmış Tanrı.

İnsanlık tarihi, sahici dünyanın fenomenleriyle halleşemedikleri
için ideolojik teorisyenliğe soyunanlarla doludur. Bilim tarihi, uğraş konuları
mutlak kontrolleri altına alamıyor olmaktan hoşlanmadıkları için fiziği bırakıp
matematiğe geçenlerle doludur. Kurgusal olgular üzerindeki kontrolümüzün elle
tutulur nesneler üzerindeki kontrolümüzden daha fazla olduğu doğrudur. Ama bu
kontrol dahi bir derece meselesidir. Teoriye oturtmadıkları için türbülansı,
kaosu görmezden geldiler, yıllarca yok saydılar matematikçiler.

Siyasi İslâm’ın Allah’ı, antropomorfik bir Tanrı olarak, kimi
zaman bir holding koordinatörü, kimi zaman bir istihbarat başkanı gibi davranmak
zorundadır. Siyasi İslâm’ın Tanrısı, ‘Ya özgürlük ya ölüm!’ türünden 0/1,
siyah-beyaz, sloganlara iltifat etmeli, hatta gerektiğinde Tevrat’ın Yahovası
gibi Yakup’la güreş tutabilmelidir. Siyasi İslâm’ın Tanrısı, suretinde
kurguladığı insan gibi, ak-karayı tutturmak için gerçek fenomenleri görmezden
gelmeli, geri basmalı, gerekirse saçmalamalı, uydurmalı, geçiştirmeli, abartmalı
hatta düpedüz yalan söyleyebilmelidir. Siyasi İslâm’ın Tanrısı, tıpkı bir insan
gibi, bir ideolog gibi, bir matematikçi gibi, tertiplediği kurgusuna uymayan
fenomenleri yok saymalı, kırmalı düzenlemeli, tanımları durumu kurtaracak
şekilde saptırabilmelidir. Siyasi İslâm’ın Tanrısı, başka türlüsünü yapamaz
çünkü insan suretindedir.

Siyasi İslâm’ın Allah Kurgusu Şirktir

Nasıl ki, yeterince yakından bakıldığında bir hücre nerede
başlar, nerede biter görülemez, yeterince yakından bakıldığında kimin Müslüman
olup kimin olmadığı da görülemez! Kâfir, mümine; elin bileğe, bileğin, kola,
beden atomlarının dünyanın atmosferine, atmosferin atomlarının uzaya geçtiği
gibi geçer.

İman bir derece meselesidir, küfür bir derece meselesidir. Ama
bu gerçek yok sayıldı, çünkü siyasi İslâm’ı, İslâm düşüncesini Aristo mantığı,
Aristo bilimi yönlendirdi! Yahova aşılamadıysa, Aristo aşılamadığı içindir.

Putperest Yunan’a dönüş, Rönesans, sadece Hıristiyan dünyasında
olmadı. İslam’ın da Rönesanssı var. İslam’ın Helenleşmesi var. Yunan, İslam
medeniyetinin kökeninde de var. 830’da Bağdat’ta kurulan Hikmet Evi, Beyt-ül
Hikmet, bilimler akademisi, yirmi yıl içinde Aristo’nun, Eflatun’un, Öklid’in,
Hipokrat’ın, diğerlerinin neleri var neleri yok çevirdi. Müslüman aydınlar,
Yunan felsefesini Kur’an’la uzlaştırmaya davrandılar. Aristo’nun Organon’u Yunan
mantığının özüdür. Müslümanlar Organon’u sular seller gibi öğrendiler.

Mutezile mezhebi, daha 700’lü yılların ortalarında oradaydı.
Mutezile, bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu, matematik formunda
kanıtlayan Heisenberg’in öncüleri! Mutezile, Harun Reşid’in ve oğlu Memun’un
Müslümanları Helenleştiren mezhebi.

Sonra, Feylesef-ül Arab, el Kindi. Pitagoras matematiğini bütün
bilimlerin temeli olarak benimseyen adam, Matematik bilmeyenin felsefe
yapamayacağı konusunda Eflatun’la aynı fikirde olan adam. Tıp, ecza ve müziği
matematiğe döken adam. Aristo İlâhiyatı’nı Arapça’ya çeviren adam. Aristo’yu,
Eflatun’la uzlaştırmaya çalışan adam. Öklid geometrisiyle yatıp kalkan adam.
Rager Bacon’a, Optik konusundaki düşüncelerini veren adam.

Sonra, dünya felsefe tarihinde isim yapan ilk Türk, Türkistanlı
Farabi. Aristo’nun Fizik’ini kırk kere! de Anima, Ruha Dair’i iki yüz kere!
okuyan adam. Falsofa Aristotalis’in yazarı. Geride bıraktığı otuz dokuz
kitabında Aristo’yu anlatan adam.

Sonra, büyük mantıkçı, İbni Sina. Aristo’nun Metafizik’i ile
büyüdüğünü söyleyen adam. Kanun adlı kitabında, Aristo’dan Hace-i Evvel, diye
bahseden adam. Aristo’ya Aziz Thomas Acquinas da öyle derdi: The Filozof! Dante
de öyle, Bilenlerin Ustası!

El Biruni var. Ortaçağın en büyük matematikçisi olarak bilinen,
dünyaya cebiri armağan eden Muhammed İbni Musa el Harizmi var. Ne tuhaf!
Harizmi, 780, Hive doğumlu. O, Hazar Denizi’nin doğusundan, Lütfi Askerzade
batısından, tesadüf olabilir mi?”11

Sonuç olarak, Kur’an Medeniyeti zaman içerisinde felsefe ile
bulanmış ve Kur’an’ın hayata taşıdığı değerler dejenere olmuştur. Makam-ı
alâ’dan yani varlığı ve bütün âlemleri ihata edebilecek yükseklikten bakan ve
vahye dayalı hükümler ortaya koyan Kur’an’ın, Külli Akıl’ın, hükümleri
insanların dar akılları ve sınırlı duyularının verileri ile çıkarılmış
hükümlerin sınırlılığı içinde anlaşılsın istenmiştir. Bu gelişmenin sonucunda
“Ne güzel yaratılmış!”ın yerini “Ne güzel!” almış; niyet’in ve nazar’ın da eşya
üzerinde etkili olabileceği ve eşyanın bu yolla ayine olabileceği göz ardı
edilip, sabit varlıkların sürekli işleyen kanunların emrinde mekanik bir tarzda
verildiği makinalaşmış bir kainat algısı hakim olmuştur. Bu, İslam alemi içinde
de yerleşen bir bakış olmuş ve Kur’an medeniyetinin yerini Batı medeniyeti ismen
olmasa bile fiilen almıştır. Asıl kötü olan da hastanın hastalığın farkında
olmamasıydı. Yani Kur’anın emirleri doğrultusunda yaşıyor oldukları zannı ile
insanlar Batı Medeniyeti’nin tüm değerlerini hayatlarına aktarmışlar ve onun
ölçüleriyle yaşamaya başlamışlar.

Böyle bir durumda, asla dönüş ve yeni bir medeniyet
oluşturulması ya da Kur’an Medeniyeti’nin tekrar ihyası asrın en önemli vazifesi
olarak gündeme gelmişti. İnsanları kendi kurguları olan dünyadan ve o dünyanın
izafi hükümleri olan olur/olmaz, bu budur/şu şudur, bundan şu çıkar/bu şuna yol
açar gibi hükümlerin sahici dünyanın hükümleri ile tekrar ifadesi, yani
Kur’an’ın ışığında değerlendirilmesi ihtiyacı çok şiddetlenmişken; Bediüzzaman
Asr-ı Saadetten, Hz. Muhammed’den (asm) aldığı feyz ve Kur’an’dan direk alınan
hakikatlerin sünnetle yorumu sonucu, Külli Aklın verilerini oluşturan Risale-i
Nur meyvesini sundu. Bu Kur’an medeniyetinin tekrar ihyasını hedefleyen, eşyaya
ve ondan esmâya uzanan yolda varlıkların ve kavramların anlamlarını
yitirmişliğine çare olmaya çalışan bir atılımdı. Asr-ı Saadette mücessem putlara
ve onların gerisinde idrakte, iç alemlerde mana ile bağlantısı kopmuş kavramlara
karşı verilen mücadele, geçmiş peygamberler ve sonradan gelen varisler yani
alimler tarafından kendi asırlarına taşınmıştır. Felsefe, ben merkezli
hükümlerinde yani kendi idrak dairesine sınırlı hakikat anlayışında izafi, indi
ve şahsi kalmaya mahkumdur. “Gözlemler, özellikle de gözlem önermeleri her zaman
gözlemlenen olguların yorumlarıdır; bunlar kuramların ışığında yorumlamalardır.”12
Kartezyen dünyaların iç kuralları bu kuralları koyanlar tarafından hüküm koyucu,
yaptırımı olan kavramlar haline dönüştürülmüştür. İnsanlık ve İslâmlık tarihi
boyunca Asr-ı Saadete kadar olan her bir peygamberin döneminde ve Asr-ı Saadette
temel mücadele, bu dar bakışların vahyin bakışına yakınlaştırılabilmesi
yönündedir. Asr-ı Saadet sonrasında ise Kur’an adına felsefenin hükümlerinin
ortaya konduğu ve vahyin bakışının verilenerek daraltıldığı iki önemli dönemde,
felsefenin kirlerini temizleme gayreti işine girmiş, bu yolla Kur’an
Medeniyeti’nin ihyasını hedefleyen iki önemli şahsiyet: İmam-ı Gazali ve
Bediüzzaman Said Nursî.

“Yunan felsefesinin tesiriyle yeni doktrinlerin gelişerek zevk
ve sefahete müheyya kitleler nezdinde itibar kazandıkları, ulema ve hükemadan
kendilerine rehber buldukları, yozlaşmış ve kuru bir fıkıh anlayışının mal-mülk
edinme vasıtası haline getirilerek dinin istikametinin gereği olan ahiret
bilincinin dumura uğradığı, batınilerin siyasi destek ve maksatlar yoluyla
dehşet saçtıkları ve nihayet İslami ilimlerin kuru ezber ve tekrarlarla medrese
temrinleri ötesinde bir mana ifade etmediği bir dönemde, İslam’ın
maksadını/maksatlarını yeni bir ruh ve ihlaslı bir solukla dile getirecek,
günümüzdeki Batılılaşma/modernleşme sadmesine benzer Helenistik bir sadmeye
göğüs gerecek ve adeta ölmüş olan İslami ilimleri yeniden ihya edecek bir
mütefekkire, bir müceddide ihtiyaç duyulduğu bir zamanda İslam ümmeti
içerisinden İmam Gazali adında bir zat zuhur etmiştir.”13 Bu durum
Hicri 400-500. yıllar arasında cereyan etmiş ve yaklaşık bin yıl sonra, aynı
hastalıkların ortaya çıktığı günümüzde, Bediüzzaman Said Nursî asra ışık tutmuş,
zamanın getirdiği ilmi, siyasi karışıklıklar ve felsefenin, pozitivizmin, Batı
medeniyetinin karışıklıkları içinde Kur’an’ın berraklığına dayanmanın
rahatlığını yaşamış ve yaşatmıştır. Bu nedenle Kur’an medeniyetinin ihyası onun
temel gayesi olmuştur. Bu anlamda mektep, medrese ve tasavvufun; diğer bir ifade
ile fen ilimleri, din ilimleri ve tasavvuf olarak adlandırılan kavramların ahenk
içinde mezcini temel gaye edinmiştir. Hakikatin net olarak ortaya konamamasında
kurgu olan dünyaların rolünü şu çarpıcı satırlarla ortaya koyar: “İşte, Kur’an-ı
Hakimin ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir bürhan ve
i’cazına en kavi bir alâmet şudur ki: Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün
meratibini bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini muhafaza
etmiş, hem bütün Esma-i Hüsna’nın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o
ahkamın tenasübünü muhafaza etmiş, hem Rububiyet ve Uluhiyetin şuunatını
muvazene ve cem, bir hasiyettir; kat’iyyen beşerin eserinde mevcut değil ve
eazım-ı insaniyenin netaic-i efkarında bulunmuyor. Ne melekuta geçen evliyaların
eserinde ne umurun batınlarına geçen işrakkiyyunun kitaplarında bulunuyor. Güya
bir taksimü’l-amal hükmünde, her bir kısmı hakikatin şecere-i uzmasından yalnız
bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor;
başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.

Evet, hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzâr ile ihata edilmez.
Kur’an gibi bir nazar-ı külli lâzım ki, ihâta etsin. Kur’an dan başka, çendan
Kur’an’dan da ders alıyor, fakat hakikat-i külliyenin, cüz’i zihniyle, yalnız
bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya
tefrit ile hakaikın muvâzenesini ihlâl edip, tenasübünü izale eder. Şu hakikat
Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acib bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi
de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz.

Meselâ, bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir
definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini
aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir
kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine uzun
direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği
vakit hayal eder ki, o cevherler, bulduğu elmasın tabileridir. Fusûs ve
nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut, eline geçer, başkası murabba bir
kehribar bulur. Hakeza, her biri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin zevaid ve
teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur, tenasüb de gider. Çok
hakaikın rengi değişir. Hakikatın hakiki rengini görmek için tevilata ve
tekellüfata muztar kalır; hatta, bazen inkar ve ta’tile kadar giderler. Hükema-i
işrakiyyunun kitaplarına ve Sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına
itimat eden mutasavvıfinin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilaşüphe
tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’aniyenin cinsinden ve Kur’an dersinden
aldıkları halde-çünkü Kur’an değiller-böyle nakıs geliyor.

Bahr-i hakaik olan Kur’an’ın ayetleri dahi o deniz içindeki
definenin bir gavvasıdır. Lâkin, onların gözleri açık; defineyi ihata eder,
definede ne var ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüb ve intizam ve
insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakiki hüsn-ü cemâli gösterir.”14

Hz. Ömer’in, “hatırladıkça beni güldürüyor” dediği, hamurdan
putlar yapıp tapmak, sonra da acıkınca onları yemek komikliğine insanlar asırlar
boyu hep düşmüşler. Fark yalnızca hamurun yerini bilim, tabiat, iktidar, para
gibi kavramların alması olmuş. Yukarıda bahsedilen, Kur’an’dan ders alıp ancak
ölçü ve dengeyi muhafaza edemeyen yaklaşımlar da bu eğilimden nasibini alarak,
kısmen materyalist ve pozitivist bakışa bürünmüşler. Kendi koydukları kurallar
bütünü olan bilim, büyük ekseriyet için hüküm verici, kural koyucu, tabi olunan
“en hakiki mürşid” konumuna gelmiştir. Kimliğini ve benliğini özde yitirmiş,
ancak ismen “Müslüman alim” konumunda olanlar ve yaklaşımlarında “ecnebi
feylosof”tan farksız şekilde, bilimin ışığında ve “mürşid”liğinde Kur’an’ı okuma
hatta Kur’an’ı kendi dar akıllarının ürünü olan bilime uydurma gayreti içine
girmişler ve “bu terazi bu sıkleti” çekmeyince, bütün İslam alemi derinden
yaralar almış ve iç alemlerde İslam, layık olduğu yerden çok uzaklaşmıştır.

Bilimin bu kadar hükümran olduğu dönemde, her şey sebep sonuç
bağlantısı içinde izah edilirken ve en küçük yapı taşı olan atom da konduğunda
eşya ile ilgili hiçbir boşluk kalmayacağı umulurken, en küçük yapı taşı ayrı bir
alem ve orada işleyen fizik kaideleri tamamen farklı olarak ortaya çıkınca,
büyük bir şaşkınlık başlamıştır. Zamanın en küçük her bir diliminde yeniden
yaratılış, belirsizlik, kaos, bizim alemimizin ölçüleri ve kanunları ile hiç
ilgisi olmayan pek çok şey… Böyle bir ortamda vahyin öğretilerini asra taşıyan
Varisin, “insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler
var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar.” diye tarif ettiği: “Esbab bu şeyi
icad ediyor,” “kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor,” “Tabiidir;
tabiat iktiza edip icad ediyor”15 cümleleri asrın en önemli
hastalığını ve özellikle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ön plan çıkarılan
pozitivist yaklaşımları çok güzel özetliyor. “Tabiat, alem-i şehadet denilen
cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rapt altına alan bir
şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, “sünnetullah” ve
“tabiat” ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin
mecmu ve muhassalasından ibarettir. Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın
birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer
meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkamın yeknesak istimrarına istinaden vehim,
hayal tasallut ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu’ ve tecessüm edip
mevcud-u harici ve hayalden hakikat suretine girmiştir.” diyen Bediüzzaman
aslında problemin temellerini de açıklıkla gözler önüne sermektedir. Gözleme
dayanan bilim, aslında Yaratıcı’nın genellikle bozmadığı adetini, yani “hep aynı
tarzda” diyebileceğimiz kadar nadir bozduğu prensiplerini, yani “yeknesak
istimrarı” gözlemekte ve buradan hüküm ortaya çıkmaktadır. Bu gözlemlerin hayal
ve vehim olduğunu Hume da şu şekilde ifade etmektedir: “Tekil gözlemlerin
sayıları ne denli çok olursa olsun, mantıkça, koşulsuz (sınırsız) bir gelen
önermeye varamayacağına işaret etmiştir. Ben bir keresinde A olayıyla birlikte B
olayının da meydana geldiğini gözlemlersem, bundan onun her keresinde böyle
olacağı, mantıkça çıkmaz. Bu sonuca iki gözlemden de, yirmi gözlemden de, iki
bin gözlemden de varılmaz. Hume, bu yeterince sık olursa, demektedir, bundan
sonra ilk A’yla birlikte B’nin de geleceğini ummaya başlayabilirim; fakat bu
mantıksal değil, psikolojik bir olgudur. Bilemediğimiz her geçmiş günden sonra
güneş yeniden doğmuş olabilir, fakat bu yarın da doğacağı anlamına gelmez. Eğer
bir kalkıp da ‘ah evet, ama biz gerçekte, fiziğin kanıtlanmış yasalarının şu
anda var olan koşulları uygulanmasından güneşin yarın tam saat kaçta doğacağını
önceden kestirebiliyoruz’ derse ona iki karşılık verebiliriz. Birincisi, fizik
yasalarının geçmişte geçerli olduklarının anlaşılmış bulunması, mantıkça,
gelecekte de geçerli olmaya devam edecekleri anlamına gelmez. İkincisi, fizik
yasalarının kendileri, dayandırıldıkları ne denli çok sayıda olur olsun
gözlemlenmiş durumların mantıkça gerektirmeyecekleri genel önermelerdir.
Dolayısıyla, bu, tümevarımın geçerliğini baştan kabul etmeyi gerektirmektedir.
Bilimimizin tümü doğanın düzenliliğini-geleceğin, doğa yasalarının işlediği
düşünülen bütün bakımlardan tıpkı geçmiş gibi olacağını-varsaymaktadır, oysa bu
varsayımı doğrulamanın herhangi bir yolu yoktur. Gözlemle kanıtlanamaz, çünkü
gelecek olayları gözlemleyemeyiz. Mantıkla akıl yürüterek de kanıtlamaz, çünkü
bütün geçmiş geleceklerin geçmiş geçmişlere benzediklerinden, bütün gelecek
geleceklerin gelecek geçmişlere benzetilecekleri sonucu çıkartılamaz. Hume’un
kendisinin vardığı sonuç tümevarımsal süreçlerin geçerliğini kanıtlamanın
herhangi bir yolu bulunmamakla birlikte, psikolojik yapımız öyle kurulmuştur ki,
onlarsız düşünemeyiz, demek yolunda olmuştu. Uygulamada işler göründüklerine
göre, onlarla hareket ediyoruz. Ama bu bilimsel yasaların mantıkta olsun,
deneyde olsun, ussal olarak güvenli bir temelleri bulunmaması demektir; her
bilimsel yazı, koşulsuz olarak genel olduğuna göre mantığın da deneyin de
ötesine gitmektedir.”

Bediüzzaman, A olayı ile birlikte B olayının meydana gelmesine
“iktiran,” bu birlikteliğin geçmişte hep gözlenmiş olmasına “yeknesak istimrar”
demekte ve bunun sebebini, Yaratıcı’nın adetinin böyle olması, şeklinde
açıklamaktadır. Poper’ci felsefesinin de aynı noktaya geldiği bu yaklaşım,
bilimin yaptırımcı ve belirleyici konumuna yıkıcı bir darbe vurmuş, Quantum
gerçeğinin her an yeniden yaratılış keşfi ikinci bir öldürücü darbe olmuştur. Bu
yeni tabloda kainat, sinemada birbirinden bağımsız ancak bir önceki karenin bir
sonraki ile uyum içinde olduğu karelerin peşpeşe ve saniyede belirli sayıda16
geçecek hızda perdeye yansıtılması misali, birbirinden bağımsız levhaların ardı
ardına yaratılması ile kaderin senaryosunu inşa şeklinde gözükmektedir.

Her biri hakikatin bir ucunu yakalamış olan gavvas dalgıçlar,
bütünün parçalarını birleştirmekte büyük sıkıntı içindeyken, külli akıl olan
Kur’an’ı asrımıza taşımada ustalığı ve bu konuda Hz. Muhammed’e (a.s.m.) varis
olduğunu gösteren Bediüzzaman, herkesin bilimin, tasavvufun, felsefenin elindeki
yap-boz parçalarını bir araya getirerek net bir kainat tablosunu ustalıkla
koymuştur. Bunu yaparken ortaya koyduğu farklı kavramlar; ibda, inşa, istimrar,
iktiran, Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin ve bunların çok ustaca bağlantısı. Quantum
fizikçilerinin gördüklerinde şaşkına döndükleri tabloları, çok aşina olunan bir
manzara seyretme rahatlığında ortaya koymuştur.

Evet, kainat dediğimiz kader senaryosunun işleyişinde iki boyut
var; biri her bir karenin hazırlanması, diğeri her bir karenin uyum içerisinde
varlık sahnesine yansıtılması. “Zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar”17
eden “İmam-ı Mübin” kuralları ile oluşan bir senaryo. Diğer taraftan “mazi ve
müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra”18 nazar eden “Kitab-ı Mübin”
düsturları ile zamanın varlık ve yokluğun süperpoze olduğu en küçük diliminde
tek levhaların yaratılması, mikro alemden makro aleme geçirilmesi ve iki alemin
buluşma anıdır. Artık işin içine gözlemci girmiş, basar-ı mutlaka sahibi
Basir’in “kendi nazar-ı dekaikaşinası,” eşyanın en derinliklerine nüfuz eden
nazarı ve “gayr”ı temsil eden şuur sahiplerinin nazarı yani gözlemine göre
hakikat şekillenmiştir.

Hem canlı, hem ölü durumdaki Schrödinger’in Kedisi’nin durumu,
kutunun açılması ile canlılık ya da ölülük hallerinden birine indirgenmiş,
“dalga işlevinin çöküşü” gerçekleşmiştir. Bu tüyler ürperten muhteşem anı
Bediüzzaman, şöyle tasvir eder: “Cemî zerrat-ı kainat, birer birer zat ve sıfat
ve saire vücuh ile hadsiz imkânât mabeyninde mütereddit iken; birden bire bir
ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf
ederek, hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Saniin vücub-ı vücuduna şehadetle
avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbaniye içinde ilan-ı Sani eden
misbah-ı imanı ışıklandırıyor.”

Evet, her bir anda yeni levhalar bu muhteşem işleyişi ile ortaya
çıkmakta, levhaların ard arda gelişinde “iktiran” ve “yeknesak istimrar” gündeme
gelmektedir. Bir önceki levhanın sabit unsurları ardından gelen levhada da
gözlemciye göre aynı yeri muhafaza etmekte; hareketli unsurların ise ard arda
gelen levhalarda yine gözlemciye göre tedrici ve belirli kurallara uygun geçiş
sergileyen pozisyonlarda yer almaktadır. Tedrici geçiş ve belirli kurallar,
geçmiş levhalar boyunca hep aynı olduğundan “yeknesak istimrar” adını almıştır.
Bu kurallarda, kararlılık ve işleyişte prensip sonucu sebep ve sonuç hep
birlikte gözükmüştür. Geçmişte bir arada gözükmüş olmak hep yan yana olmaktan
öte sebep ve sonuç arasında bir bağlantı, sebebin sonuç üzerinde bir yaptırımı
yoktur. “İktiran” dediğimiz bu bir arada oluş hali, Yaratıcının adetini
anlayabilmemize ve kanunlar şeklinde ifade edebilmemize imkan tanır.

“Demek, o kudret ve iradenin külli ve umumi bir mecmua-i
kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki, her bir şeyin hususi vücutları ve
mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu,
İmam-ı Mübin gibi, kader ve cüz-i ihtiyari mesailinde ispat edilmiştir. Ehl-i
gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki, Kudret-i Fatıranın o Levh-i
Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basirane kitabının eşyadaki
cilvesini, aksini, misalini hissetmişler—haşa—“tabiat” namiyle tesmiye etmişler,
körletmişler.

İşte, İmam-ı Mübin’in imlası ile yani kaderin hükmüyle ve
düsturuyla, Kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer ayet olan silsile-i
mevcudatı Levh-i Mahv-İspat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad
ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek, harekat-ı zerrat, o kitabetten, o
istinsahtan, mevcudat alem-i gaybdan alem-i şehadete ve ilimden kudrete
geçmelerinden bir ihtizazdır, bir harekattır.

Amma, Levh-i Mahv-İspat ise; sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u
Azam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar
olan eşyada mütebeddil bir defteri, yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i
zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kainatta
cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi Levh-i Mahv-İspattaki kitabet-i
kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir.”19

Hayret vericidir ki, “daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayatta,
vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada” ifadesi, Erwin Schrödinger’in
kedisinin tarifinden başka bir şey değildir. Varlık, yokluk; canlı, cansız;
siyah, beyaz gibi sıfatların üst üste bindiği yer olan “imkan dairesi”nde
zerreler hem dalga hem tanecik iken, “hayretbahşa hikemi” netice verecek şekilde
“dalga işlevinin çöküşü” ile “vücub”a geçiş ve ardından “gözlemci”nin dalga ya
da tanecik olarak algılayışı. “Gayr” olan gözlemcinin “kaos” yerine “tahavvülat”
gibi daha nezih bir kavramla ifade edilen, zerrat’ın “imkan” dairesindeki
halinden “şehadet” alemindeki durumuna geçişindeki muhteşem an için bir “nazar-ı
dekaikaşina”ya ihtiyaç vardır. Çünkü hakikat “gözlemciye”ye göre
belirlenmektedir. Kainat hakikati için “Basir-i Mutlak” gereklidir.

Evet, Bediüzzaman, zamanın eşsizi, sanki bu alemin insanı
değildi. Varisi olduğu Zat’a (a.s.m.) Mescid-i Aksa’yı kilometrelerce uzaktayken
gösteren Basir-i Mutlak, Bediüzzaman’a da şehadet, misal, zerrat alemlerini,
imkan ve vücubu avucunun içindeki nesneler gibi kolay tarif nimetini ihsan
etmiş. Barışa, insanlığa, sosyal adalete, eğitime katkıları bir tarafa bırakılsa
bile, sırf bilime olan katkıları ve insanlığın içinden çıkamadığı, asırlardır
izaha çalıştıkları hakikatleri, bu kadar kolaylık ve maharetle ortaya koyması
onu her türlü ödüle ve Nobel’e son asır boyunca yaşamış herkesten daha layık
hale getirmiştir.

Nobel ödülü onu bulunduğu noktadan daha üste çıkaracak, daha
şereflendirecek değildir. Bilakis, böyle bir zata verilmiş ödül olmakla Nobel
ödülü şereflenecektir. Ancak insanlığın bir şekilde ona şükran borcunu ödemesi,
insan olma vasfının bir gereğidir. Problemlerin en çetrefilli olduğu, içinden
çıkılmaz hale geldiği yerlerde bilime ışık tutucu ve gerçek anlamı ile ortaya
koyuculuğunun pek çok göstergesi olmuştur. Atom modellerinin ortaya konduğunda
çekirdekte aynı elektrik yükünü taşıyan protonların sıkışık halde bir arada
bulunması ve protonlardan farklı yüklü elektronların uzak yörüngelerde yer
almaları bir çelişki idi. Elektrik kuvveti çekim kuvvetinden çok daha etkin
olduğu ve atom içi taneciklerin kütlelerinin değil, yüklerinin belirleyici
olması gerektiği halde, elektrik yasalarına göre de aynı yüklerin birbirini
itip, zıt yüklerin birbirini çekmesi gerekeceği halde bilinen atom modelleri bu
prensiplerle uyumlu değildi. Einstein’ın, Abdüsselam’ın rüyaları olan, “Birleşik
Alan” adlı bütün kuvvetleri aynı zeminde birleştirmenin de temeli olacak bir
izah, bu çelişkiye bir çözüm getirecek gibi gözüküyordu. Atom içinde “kuvvetli
interaksiyon” denen değişik bir çekim şekli ve protonlar arası bu çekimi
sağlayacak her bir protona ait çekim taneciğinin varlığı tezi yaygınlaştırılmış
ve bütün kuvvetlerin birer çekim taneciği aracılığı ile oluşabileceği tezi, 1935
yılında Nobel Ödülü kazandırmıştır. Peki, 1910’larda yazılmış şu muhteşem
ifadeler, insanlık tarafından nasıl ödüllendirilmeli?

“Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba
yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre
kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?

Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun
ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir
cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha
ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar
küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı
zîşuur olmayacak mıdır?

Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebde i
vahdettir, müntehâsı da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellîsî ve eser-i ibdâ ı olan
kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i câzibe halk ve
ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal
cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasıl ki, zerratta reşahat-ı kuvvet
olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin
ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i lâtifesidir.”20

Yukarı da bahsettiğimiz çekim taneciklerinin çok net ifade
edildiği bu cümleler arasında, “O da kuvvetin ziyasıdır” cümlesi, bu
taneciklerin foton benzeri partiküller olduğu düşünülürse daha net
anlaşılacaktır. Yeni binyıl, Bediüzzaman’ın çok daha iyi anlaşıldığı ve insanlık
tarihi içinde layık olduğu yeri aldığı bir dönem olacaktır diye ümit ediyor,
daha doğrusu kuvvetle inanıyoruz.

Dipnotlar

1. The Christian Science Monitor, Making The Quantum Leap, A
Monitor 5- Part Series, June, July 1988.

2. A.g.e.

3. A.g.e.

4. Magee, Bryan, Karl Paper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset
Kuramı, Remzi Kitabevi, İst. 1993, s. 15.

5. Alatlı, Alev, Schröndinger’in Kedisi (Kâbus), Boyut
Yayınevi, İst. 2000, s. 73.

6. A.g.e., s. 76.

7. A.g.e., s. 558.

8. A.g.e., s. 560.

9. A.g.e., s. 544.

10. A.g.e., s. 587.

11. A.g.e., s. 386-388.

12. The Logic of Scientigic Discovery, s. 107.

13. İmam-ı Gazali, İhya-u Ulûmi’d-din, trc: Ali Arslan,
Önsöz’den.

14. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, 25. Söz, Yeni Asya
Neşr., Germany 1994, s. 404.

15. Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, 23. Lem’a, Yeni Asya
Neşr., Germany 1994, s. 171.

16. Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, s. 19.

17. Sözler, 30.Söz, s. 505.

18. A.g.e., s. 505

19. A.g.e., s. 505

20. Nursi, Bediüzzaman Said, Sünühat, Yeni Asya Neşr., İst.
1993, s. 24-25.