Metin tahlilleri için bir yöntem önerisi

Risale-i Nur, üzerindeki yoğun ve sürekli çalışmalar kadar,
etrafındaki derin önyargılar, sorgulanmamış tavırlar ve adı konmamış
çekincelerle de biliniyor. Risale-i Nur’a muhatap olanların bu eser etrafında
bir meslek tarzı, bir diğer ifadeyle, kendi kuralları olan bir “sülûk” metodu
geliştirmiş olmaları, Risale-i Nur’un bu zamandaki en ayırıcı özelliği
sayılabilir. Bu yüzden “Risale-i Nur” deyince sırf yazılı eserler anlaşılmıyor;
kimilerinin öteden beri mesafeli ya da yakın durduğu, sevimsiz ya da sevimli
bulduğu bir hayat tarzı kodu algılanıyor. Bu durum Risale-i Nur üzerindeki
çalışmaların kapsamını ve içeriğini belirsizleştirdiği kadar, Risale-i Nur
etrafındaki önyargı, tavır ve çekincelerin çözümünü de müşkülleştiriyor.
Sözgelimi, Şerif Mardin’in Bediüzzaman Said Nursi Olayı’nda görüldüğü gibi
Risale-i Nur adına dillendirilen ya da Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanan
kimi bakış ve söylem sorunları Risale-i Nur eserlerine atfedilebiliyor. Söz
konusu eserin Risale-i Nur’un diline dair saptamaları ne kadar eser kaynaklı
ise, Risale-i Nur’u ‘pozitivist’ ilan eden yorumları o kadar eserden
bağımsızdır, bir de facto nitelemedir. Bununla beraber, eser, adındaki Olayı
ekinden anlaşılabileceği gibi, bir sosyolog gözüyle Bediüzzaman Said Nursi
etrafında gelişen olayı irdelemektedir ve eser kaynaklı/eser etrafında gelişen
ayırımını yapmaması yerinde sayılabilir.

Halen “Risale-i Nur Işığında”, “Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre”
gibi üst başlıklı çalışmaların Risale-i Nur’un terminolojik ayırımlarının,
kavramsal yapılanmalarının ve üstü kapalı ya da açık olarak bildirilen özel
söylemlerin inceliklerine riayet etmekten henüz uzak düşmelerinin yanı sıra,
yazarlarının özel meşrebini ve tercihlerini tamamen Risale-i Nur’a hamletme ya
da maletme eğilimi taşıması ve/ya da bu tür bir algılamaya meydan vermesi salt
eserin yorumlanmasında karşılaşılan karışıklığı daha da derinleştirmektedir.

Aslında, zihinlerde henüz kâğıda dökülmemiş, eser kaynaklı/eser
etrafında gelişen ayırımı yapma ihtiyacı duymayan bir Bediüzzaman Said Nursi
Olayı yaklaşımı hükmetmektedir. Bu bağlamda, Risale-i Nur etrafında oluşan bakış
sorunlarının önemli ve çarpıcı bir kaynağı da, Risale-i Nur cemaatlerinin (hiç
şüphesiz, olması gereken) siyasi tercihlerinin abartılı bir dozda sunumu ve/ya
da algılanmasıdır. Özellikle, Risale-i Nur’u okumanın gerekliliğine inanan ya da
en azından dillendiren kesimlerin önündeki en görünür engel Risale-i Nur’u
okumanın onun “müştemilâtı”nı (yani, aşina oldukları bir cemaatin ya da cemaat
üyesinin siyasî tercihlerini, “sülûk” tarzını, hususi meşrebini ve hatta giyim
biçimini vs.) başından ya da en sonunda benimsemek anlamına geldiğini
düşünmeleridir. Gerçekte, Risale-i Nur okuma eylemi bu kadar önşartlı bir şey
olmadığı gibi, hiç kimseye hayat tarzına dair verili bir seçenek dayatıyor da
değildir; aksine ‘iman’ı geliştirmeyi ‘hayat’ı biçimlendirmeden öne koyarak,
Risale-i Nur, okuyucusuna kendi hayatına dair kendisinin seçenekler sunmasına
kapı açar. Daha açık ifadeyle, kimsenin Risale-i Nur okumak için önceden bir
“Nurcu gibi” olmak mecburiyeti olmadığı gibi, Risale-i Nur okumanın kendisini,
kaçınılmaz biçimde, herhangi bir “Nurcu” tipine doğru biçimlendireceğini
beklemesi gerekmiyor.

Bu girişin amacı, makalenin, Risale-i Nur adlı eserin, etrafında
oluşmuş sempati ve antipati hâlesinden bağımsız olarak, eserin kendisi üzerinde
görüş geliştir(ilebil)eceğini belirtmektir. Böylece, olabildiğince belirlenmiş
ve tanımlanmış bir noktadan, yani yazılı bir metin üzerinden hareket ederek,
niha i tahlilde Risale-i Nur etrafındaki ve/ya da Risale-i Nur adına
yaşana/söylenegelenleri de yorumlayabilecek bir bakışı birlikte ve yeniden inşa
edebiliriz. Makalede, Risale-i Nur’un kendisiyle ve etrafıyla ilgili bakış
sorunlarının şimdilik sistematik olmayan bir sıralaması veriliyor ve her biri
üzerinde tartışma zemini olabilecek argümanlar geliştirilmeye çalışılıyor.

Risale-i Nur’un Yerini Farketmek

Risale-i Nur, geçmişin birikiminden bağımsız ve kopuk bir eser
değildir. İslam düşüncesinin devamlılığı içinde bir yeri vardır, öteden beri
gelen tartışmaların, bakışların buluştuğu, barıştığı, birleştiği bir kitaptır.
Risâle-i Nur’un ne söylediğini kavramak için, onun İslâm düşünce tarihi içindeki
konumu iyi bilinmelidir. Bunun için, Risale’nin klasik eserlerle ve alimlerle
irtibat noktalarının, komşuluklarının farkedilmesi ve açılması gerekiyor. İslam
âlimlerinin tartışageldiği ve dünya düşünce tarihinde yer etmiş varoluş
problemlerinin hepsinin bir çıkış noktası var. Öyleyse Risale-i Nur öteden beri
gelen problemleri nasıl ele alıyor, bunlara nasıl bir çözüm öneriyor? Sözgelimi,
İşarâtü’l İ’caz’da Mutezile ve Cebriye ihtilafının Ehl-i Sünnet mesleğini tarif
için kullanılması, Mektubat’ta, Şia, ‘velayet’ ve ‘hilafet’ şubelerine ayrılarak
ihtiyatlı ve dengeli bir yaklaşımın sunulması, hem bugüne kadar gelen çizgi
içinde bir kırılmayı işaretliyor (ki bu Risale’nin ‘tecdid’ görevini ispatlar)
hem de geçmişe yönelik derli-toplu bir bakış açısı sunuyor (bu da Risale’nin
hakkıyla okunması için sair İslam eserlerine bigâne kalınmaması gereğini
hatırlatır). Niha i tahlilde, klasik eserlerden ve düşünce tarihindeki
sorunlardan habersiz olduğumuzda, Risale-i Nur’un sunduğu cevapları, sorusunu
sormadan, deyim yerindeyse, heyecansız olarak alıyoruz.

Risale’nin hem yenilenmeyi içeren ama hem de klasik eserlerin
birikimini göz ardı etmeyen duruşu, okuyucuya, yerinde bir benzetmeyle, hem
kanat hem de ayak verir. Risale-i Nur, bugüne kadar gelen düşünce sorunlarına
bakan derin ve rahat bir açı sağladığı için okuyucusuna uçacak kanatlar verir.
Diğer taraftan, okuyucu, Risale-i Nur’un dilinin 1400 yıllık İslam düşüncesi
içindeki yerini farkettiği için de, okuduğu metni ayakları yere basarak
yorumlar. Hem geçmişe yönelik, hem de şimdiyi kavramaya yönelik bu farkındalık,
Risale’yi okumaya derinlik verirken, okuyucunun eline klasik eserlere ve ulemaya
muhatap olmada rehberlik edecek özel bir kavram haritası verir. Bu cümleden,
“Risale’den başka eserleri okumamak” ifadesinin de taassubi bir yorumdan azade
kılınması gerekir. Eğer Risale’nin sair eserler için de bir kılavuz olma
misyonunu farkedersek, “Risale okuyan biri her kitabı okumuş olur” diyebiliriz.
Çünkü, meselâ Mevlânâ’nın Mesnevi’sini anlamak için, Şeyh Abdülkadir-i
Geylanî’nin ve Muhyiddin-i Arabî’nin eserlerini yorumlamak için en iyi, en
anlaşılır ve en uygun anahtarlar Risale’de bulunmaktadır. Buna göre, bir
Risale-i Nur okuyucusu Risaleye aşinalık kazandıkça, sair İslâm eserlerine
nüfuzunun arttığını görebilir. O halde, en iyi Mesnevî okuyucusu hatta şarihi
bir Risale okuyucusu olabilir. Muhyiddin-i Arabî’nin düşüncelerini muvazenesiyle
anlamak ve sunmak herkesten önce bir Risale-i Nur okuyucusuna düşüyor olmalıdır.

Risale-i Nur’un Dilini Çözmek

Risale-i Nur etrafında oluşan önyargıların en görüneni ve en
başta geleni dilinin “ağır” olduğudur. Risale-i Nur’u elinde lügatle okumaya
başlayan ve zaman zaman hâlâ lügat kullanma ihtiyacı duyan bu makalenin yazarı
da bu “ağır”lığın farkındadır. Risale-i Nur, elbetteki sıradan bir okuyucunun
hemen nüfuz edebileceği kelimeler üzerine kurulu değildir. Çünkü, Risale-i Nur
sıradan bir okuyucuya, kendisini sıra dışı okuyucu yapabilecek bir metin sunar.
Bu metnin ağırlığı kasıtlı bir ağırlıktır. Sorun bu ağırlığın yüklenmeye değer
olup olmadığıdır.

Risale metnindeki ağır dil, eserin yazıldığı yılların bir
artefaktı, bir kalıntısıysa, bu ağırlık çekilmeye değmez olmalıdır. Yazarının
hiç farkında olmaksızın, özel bir tercih yapmaksızın, tarihsel olarak, yaşadığı
zaman diliminin dilinde kaleme aldığı bir metni, okuyucunun da kendi zaman
dilimindeki kelimelerle ifadelendirme hakkı olabilir. Yazarın yazdığı zaman
diliminde alışkanlıkla kullandığı kelimelerin yerine, okuyucu kendi zamanında
kendisinin alışkın olduğu kelimeleri koyabilir. Burada tarihsel bir sorun
vardır; sorun zamanın geçmesiyle ortaya çıkmıştır ve yeni zamanın şartlarında
çözümlenebilir.

Risale-i Nur’un dilindeki “ağırlık” ise zamanla ilgili değildir.
Çünkü, Risale-i Nur’un dili, tarihsel olarak belirlenmiş değil, tarihten ve
tarihsel şartlardan bağımsız olarak, kasden tercih edilmiş ve özenle
geliştirilmiş, özel bir dildir. Kaldı ki, Risale-i Nur ile aynı dönemlerde
yazılmış sair eserlere—dinî ya da ladinî—şöyle bir göz gezdirilirse, Risale-i
Nur’un diğerlerinin yanında oldukça sade kaldığı hemen anlaşılabilir. Peki
öyleyse, nereden gelir Risale-i Nur dilinin ağırlığı? Bu “ağırlık”, zamana
bağımlı olmayan, tarihin bir yerine ait olmayan, özel kavramların sunumundan
kaynaklanır. Bunlar Kur’ânî kavramlardır-bizim aşinalığımızı yitirdiğimiz, ama
yeniden aşina olmamız/kalmamız gereken kavramlar. Bunların başında Esmâ-i Hüsna
gelir. Risale-i Nur’un cümle dizilimi ve kelime seçimleri, en azından yazıldığı
zamanda kullanılan dile kıyasla ne kadar sade ise, Esmâ-i Hüsnanın asıl
manasıyla verilmesi konusunda o kadar tavizsiz bir “ağırlık” sergiler. Kaldı ki,
bir çok yerden de örneklenebileceği gibi, Esmâ gibi aslından vazgeçilmez olmayan
kelimeler dışındaki ifadelerde, metnin akışı bozulmadan bir tür otomatik
sadeleştirme, bir “iç lügatçe” de sunulur. (Bakınız EK 1 “İç Lügatçe”)

Bir kaç örnek:

“… beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.”

“… her şey ona ilişir, onu müteessir eder…”

“… yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta
bir visal kapısı olduğundan…”

“… zahiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın
sönmesidir…”

Çok rahatlıkla çeşitlenebilecek bu cümle örneklerinde, okuyucuya
“ağır” gelebilecek kelimelerin ardı sıra ya da önü sıra daha sadesi ustalıkla
yerleştirilmiştir. Bu tercih, okumaya akıcılık kattığı kadar, anlamaya da
akıcılık ve kolaylık katar. Buradan anlaşılacağı üzere, Risale-i Nur’un yazarı,
kendi zamanında da kullanılan kelimelerini, başka çaresi olmadığı için değil,
daha yenisine aşina olmadığından değil, bilerek ve isteyerek kullanır. Dilerse,
metin içine zaten yerleştirdiği sade kelimeleri kullanmakla kalırdı. Ancak,
Risale-i Nur’un okuyucusunu özel bir terminolojiye aşina etme misyonu metnin bu
haliyle gerçekleşmektedir. Bir kültürü taşıyan terminolojinin araçları, özel
sadeleştirmelerin eşliğinde okuyucunun zihnine yerleştirilirken, o kültürün
vazgeçilmez kavramları (Kur’ânî düşünüşün ekseninde yer alan terimler ve
özellikle de Esmâ-i Hüsna) anlaşılır bir cümle içinde kullanılarak
güncellenmektedir.

Bunu, Birinci Söz’ün ilk cümlesi üzerinde biraz daha açabiliriz:
“Bismillah her hayrın başıdır.” Bu cümledeki Bismillah ve hayır kelimeleri, hiç
değişmeden, sadeleştirmeye kalkmadan yeni zihinlere ulaşmalıdır. Bu kavramları
ulaştıran araç kelimeler ve cümleler ise olabildiğince sade olmalıdır. Nitekim,
cümlenin kuruluşu olabildiğince basit ve cümlenin hükmünü bağlayan kelimeler de
olabildiğince sadedir. Zaten ilgili bahsin akışı içinde sadeleştirmeden
veril(mesi gerek)en kavramlar da, gerek cümlelerin doğrudan ifadeleriyle,
gerekse bu kelimelerin anlamını açabilecek yakın kelimelerle açılır. Birinci
Söz’ün tamamı “Bismillah”ın anlamının açılımını sağladığı gibi, aynı metnin
içinde “bir kabile reisinin ismini almak, himayesine girmek”, “kanun namına
hareket etmek” gibi özel bir benzetmelerle de kavramın açılmasında okuyucuya
doğrudan yardım edilir.

Diğer taraftan, yine aynı bahis içinde Esmâ-i Hüsna kelimeleri
de asıl halleriyle takdim edilir. “Mâlik-i Ebedî”, “Hâkim-i Ezelî”, “Rezzak”,
“Kadîr-i Rahîm” gibi… Bu kelimeler Risale-i Nur okuyucusunca omuzlanması
gereken ve taşınmaya değer ağırlıklardır. Yine de metin içinde, bu ağırlıkların
taşınmasında, bu kavramları oluşturan daha aşina ve daha sade kelimeler
kullanılarak, okuyucuya bu ağırlığı kaldırmada doğrudan yardım edilir. Örneğin,
“… Rezzak namına … gıdayı takdim eder.” cümlesinde, Rezzak kavramının kökünü
oluşturan ‘rızk’ı akla yakınlaştırmak üzere ‘gıda’ kelimesi de kullanılır.
‘Mâlik’ ve ‘Hâkim’ isimlerinin metne girdiği yerde, önce ‘acz’ ve ‘fakr’
kavramından söz edilir, ayrıca ‘düşmanın hadsiz’, ‘hâcâtın nihayetsiz’
ifadelerinin refakatine başvurulur. (Bakınız EK 2A ve EK 2B “Kavramlaştırmalar”)

Sonuç olarak, Risale-i Nur’un dilinin “ağır” kısmı, zihnimizi ve
dilimizi, Kur’ân kelimelerine aşina kılmak için vardır ve özellikle tercih
edilmiştir. Bu tercihin nedeni, Risale-i Nur yazarının yaşadığı zaman değildir.
İnsan zihninin bütün zamanlarda aşina olması, anlamını açması gereken kavramlar
nedeniyle tercih edilmiştir. Ve varsa, bu “ağır”lık her halükârda yüklenmeye
değer bir ağırlıktır.

Risale-i Nur’un Kur’ânî İrtibatlarını Yoklamak

Risale-i Nur, yukarıda rasgele oluşmadığını ispatlamaya
çalıştığımız özel dili sayesinde, okuyucusunu sürekli—ve hatta fark
ettirmeden—Kur’ân kelimeleri ile aşina kılıyor. Bu bağlamda, modern zamanlarda,
ayet ile insan arasında varolan ve meallerle kapatılmak istenen mesafeyi,
meallerin aksine, Kelâm-ı Ezelînin nihayetsiz manasını ve sınırsız kapsamını
daraltma riskine girmeden kapatıyor. Meallerde, en azından görünürde, Türkçe
karşılığın ilgili ayet ile denk tutulma yanlışına kapı aralanır. Ancak, Risale-i
Nur’da ilgili ayetler her bahsin başında ya da içinde numarasız ve mealsiz
olarak sunulurken, bahsin içinde gelişen anlatım, okuyucunun zihnini ayetin
manasına yakınlaştırır. Meselâ, Birinci Söz’de

ayeti, ipek gibi yumuşak damarların birer Asâ-yı Musa gibi taşları parçalaması
örneğinin verildiği cümle içinde zikredilerek, salâbetin, yani katılığın da emir
altında hareket ettiği hatırlatılır. Böylece, Bakara Suresi’nin 60. sırasındaki
bu ayetin meali ve adresi verilmeden, hem Musa Aleyhisselamın asâsıyla mazhar
olduğu mucize—taşın parçalanarak göze göze olup su akıtması—ile ayetin manasına
yaklaşılmakta, hem de ipek gibi yumuşak damarların taşın sertliğini delip
geçmesi gibi bir gözlem ile bu mucizenin canlı ve güncel bir yorumu
sunulmaktadır. Aynı bahiste,

ayetine de benzer bir üslupla açılım kazandırılır. Aynı şekilde, Altıncı Söz’ün
başında yer alan ayet [“Allah müminlerin nefislerine ve mallarına, karşılığında
cenneti onlara vermek üzere müşteri olmuştur” mealinde/ Tevbe Sûresi 9:111],
hemen ardı sıra gelen “Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve
asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu
anlamak istersen…” ifadesiyle gizlice meallendirilmiş ancak bu ayetin mana
genişliği tahdit edilmeden gerçekleşmiştir.

Risale-i Nur’un okuyucusunun zihnini ayetlere hazır etme
misyonunun en görünür örneklerinden biri, Yirmidördüncü Söz’ün Beşinci Dalı’nın
Birinci Meyvesi’nin sonunda

ayetinin takdimidir. “Öyleyse, o Mahbub-u Ezelînin kendi Habibine söylettirdiği
şu Ferman-ı Ezeliyi dinle, ittibâ et.” cümlesinde, takdim ettiği ayetin bütün
kelimeleri tekrarlanmıştır. Ayetin muhtemel meali ile bu cümlede seçilen
kelimeler birebir örtüşür. Bu “meal”, dolaylı olarak verilerek, ayetin manasını
birebir karşılama görüntüsünden uzak durulur.

Risale-i Nur’un tümüne hakim olan bu incitmesiz meallendirme
yöntemi, modern mealler gibi, ayeti okuyucunun seviyesine indirmek yerine,
okuyucusunu ayetin engin manasına doğru yükseltir. Bu bağlamda, Risale-i Nur’da
ayet meali ve numarası verilmemesinin de bu bilinçaltı dersine hazırlık anlamına
geldiği söylenebilir. (Bakınız EK3 “Meallendirme”)

Risale-i Nur’un Kavram Haritalamasını Okumak

Batıda bir dilin ince ayrıntılarını, nüanslarını çalışan özel
sözlükler vardır. ‘Thesaurus’ adı verilen bu kitaplarda, o dile dışarıdan
muttali olan birine, aynı anlama gelen ama nüans nedeniyle birinin diğerine
tercih edilmesi gereken kelimelerin anlam haritası çizilir. Örneğin, üçü de
eskimişliği ifade ettiği halde, tamamen farklı yerlerde, farklı amaçlarda
kullanılması gereken ‘eski’, ‘bayat’ ve ‘köhne’ kelimelerini ana dili Türkçe
olmayan biri birbirinden ayıramayabilir. Thesaurus’lar işte bu noktada
“dışarıdan” bir okuyucuya yardımcı olurlar; meselâ ‘bayat’ kelimesinin ‘taze’nin
zıt anlamlısı olduğunu belirterek, ‘köhne’nin gerekirse ‘modern’in karşıtı
olarak kullanıldığını göstererek, o dili sonradan öğrenen birine dilin altında
yatan ana kültür örgüsüne ulaştıracak ipuçları verir. Risale-i Nur’un da tıpkı
bir Theasarus gibi bize Kur’ânî bir dilin ipuçlarını verdiğini fark etmek
gerekiyor. Örneğin, her Risale-i Nur okuyucusu zaman içinde ‘tesadüf’ kelimesi
yerine ‘tevafuk’ kelimesini kullanmaya başlar. Niye? Bir depremi anarken
‘felâket’ değil de ‘musibet’ ifadesini tercih eder. Niye? ‘Tesadüf’ ile
‘tevafuk’ kelimesi arasında ‘Kadere İman’ farkı vardır da ondan. “Tevafuk”
kelimesi, bir olayın bizim bilmediğimiz ancak ezelî ilimde öteden beri varolan
ve kaderce takdir edilmişliği anlatırken, “tesadüf” kelimesi, bir olayın bizim
yine bilmediğimiz ve kendi bilgisizliğimiz yüzünden bize rasgele, başıboş, kendi
kendine, amaçsızca oluyormuş gibi görünen biçimini anlatır. ‘Musibet’ terbiye
etme iradesini ve dolayısıyla Rabb-i Rahimi hatırlatırken, ‘felâket’ derin bir
kaosu hatırlatır, başıboşluğu îma eder.

Bu bağlamda, Risale-i Nur içinde mesel olarak kullanılan kimi
tabirler de, düşünceye kılavuzluk edecek bir kararlılıkla ve kasıtla
seçilmiştir. Mesel olarak verilen kelimeler, temsil ettiği soyut kavramın
nüanslarını birebir karşılar, okuyucuya soyut kavramların coğrafyasını
keşfedebileceği güvenli bir pusula verir. Sözler’de kullanılan “iki adam”lı
temsilî hikayelerde, birinci ve ikinci adamların sıfatları, ilgili konunun
anlaşılması için anahtar rolündedir. Meselâ, Birinci Söz, “mağrur” ve “mütevazı”
adamlar etrafında başlar, metnin her noktasına ‘gurur’ ve ‘tevazu’ ekseninde
ayırımlar yapılır. Okuyucu buradaki ikili anlatımı baştan bilirse, metne daha
kolay nüfuz edebilir, verilen mesajı daha yakından izleyebilir. İkinci Söz’de de
“hodbin” ve “hüdabin” olarak nitelenen “iki adam”ın serüveni değişik ama
birbirine zıt duran sıfatlarla Onikinci Söz’e kadar sürer, Yirmiikinci Söz’de
“bir havuzda yıkandı”ktan sonra tekrar başlar.

Bu çerçevede, EK4’de Tabiat Risalesi’ndeki “kalem” ve “matbaa”
benzetmelerinin karşıladığı soyut kavramları açmaya yönelik bir deneme
sunulmuştur. Yine bu çerçevede, Yirmiikinci Söz’de ısrarla ve kasıtla
tekrarlanan “sikke”, “hatem”, “turra” kelimelerinin nüanslarının açılmasıyla,
bunlara sırasıyla denk gelen “hayat”, “zîhayat”, “ihya” kavramlarının
ayırımlarını çalışmak mümkün görünüyor. Bunun için, üstün körü bir bakışla aynı
anlama geldiği düşünülebilecek bu tarihî kavramların arasında, Risale-i Nur
yazarının bildi(rdi)ği nüanslar olduğuna dikkat etmek gerekiyor.

Risale-i Nur’un Esmâ Dersini Görmek

Modern kültürün içinde pek zikredilmez hale gelen Esmâ-i Hüsna,
Risale-i Nur’da, cümle içinde kullanılarak, hayattan ve kâinattan örneklerle
canlandırılarak okuyucunun dilinde ve zihninde sürekli gündemde tutulur. Bu
anlamda, Yaratıcı’ya atıfta bulunulan yerlerde, modern insanın—buna ehl-i din de
dahildir—dil alışkanlığı ile sürekli kullandığı “Allahü Teâlâ”, “Cenab-ı Hakk”,
“Allah (cc)” gibi isimlerle değil, bahisle ilgisi olan Esmâlar tercih edilir.
Örneğin, insanın aczini ve fakrını, nihayetsiz engeller ve sınırsız ihtiyaçlar
içinde oluşunun anlatıldığı yerde (Birinci Söz’de olduğu gibi) Mâlik ve Hâkim
isimleri zikredilir. Mâlik ismiyle anılan bir Yaratıcı, sınırsız ihtiyaçları
olan insanın o vesileyle aradığı Bir’idir. Aynı şekilde, önünde nihayetsiz
engeller, düşmanlar olan insan da Yaratıcısına “her şeye, her zaman hükmeden”
anlamında “Hâkim-i Ezelî” ünvanıyla başvurmak ister.

Bu yöntem, hem ilgili esmâyı açtığı gibi, metin içinde okuyucuya
bir esmânın kavramsal olarak inşasına tanıklık etme izni de verir. Okuyucunun
zihnine verdiği kavramı, egzersiz yaptırarak yerleştirir. (EK 2A ve 2B, “Mâlik”,
“Hâkim” ve “Şahid” isimlerinin metin içinde inşasına örnek olarak da
okunabilir.)

Risale-i Nur’un esmâyı yerinde zikretme duyarlılığı, Kur’ân ve
Resulullah’ı [asm] da yerinde ünvanlarla zikretmeyi kapsar. Kur’an’la ilgili
“Mu’cizü’l Beyan” “Kur’ân-ı Hakîm” ünvanları, sırasıyla beyanın i’cazının ve
hikmetin söz konusu olduğu yerlerde kullanılır. Resulullah’ın [asm] beşeriyet
yanının söz konusu edildiği yerlerde, “Muhammed-i Arabî (asm)” ünvanıyla,
risalet yönünün ağır bastığı mu’cizelerinin konu edildiği yerde “Ahmed”
ünvanıyla (Ondokuzuncu Söz’ün adı “Mu’cizat-ı Ahmediye”dir-”Mu’cizat-ı
Muhammediye” değil!), ve risalet ve beşeriyet yönlerinin birlikte olduğu, yani
Hakk’tan halka, halktan Hakk’a elçiliğinin vurgulandığı yerde “Yaver-i Ekrem” ya
da “Resul-ü Ekrem” ünvanıyla zikredilmesi, Otuzuncu Lem’a’nın sonuç kısmında
semâya ve arza dönük yanlarını birlikte veren bir ünvanla, “Ahmed-i Muhammed”
olarak zikredilmesi, çalışmaya değer konulardır.

Risale-i Nur’un “Düğüm”lerini Açmak

Kasıtlı bir gözden geçirme yapıldığında, Risale-i Nur’da
bahislerin sıralanışının, numaralanışının, isimlendirilmesinin, bölümlenmesinin
sanki sonradan çözümlenmek ve açılmak üzere kasıtlı kurulmuş düğümlemeler
içerdiği görülebilir. Ondokuzuncu Söz ve Ondokuzuncu Mektub’un hususen risalete
ayrılmış olmaları, Otuzuncu Söz’de ‘zerre’ bahsinin ‘ene’ bahsiyle birlikte ele
alınması, Yirmidördüncü Söz’ün ‘dal’lı, ‘meyve’li olarak bölümlenmesi,
Yirmidördüncü Söz’de çalışılan ‘reşha’ kavramının Ondokuzuncu Söz’ün ara
başlıkları olması, “şakk-ı kamer” mucizesinin “mirac bahsinin zeyli yapılması ve
“kab-ı kavseyn” kavramı etrafında iki mucizenin buluşturulması çalışmaya değer,
heyecan verici konulardır.

Kapsamı, hayli genişletilmeye ve konusu, hayli detaylandırılmaya
muhtaç bu makalede, sonuç olarak, Risâle etrafındaki oluşumlardan ve tavırlardan
bağımsız olarak, metninin özel yapısını ve kurgusunu çözme yolunda adımlar
atılması gereğine dikkat çekilmiştir. Binlerce yıllık bir kültürün temel
ögelerini, yazarının sıklıkla ifade ettiği gibi, kolay ve kısa süren bir
eğitimle, yeni zihinlere taşıma misyonunu sessiz sedasız sürdüren Risale-i Nur
yeni keşiflere, yeni çözümlemelere açıktır.

EK 1

“İç Lügatçe”

Risale-i Nur’da metnin akışı içinde gizli bir lûgatçe ile Kur’an
kelimelerinin sade karşılıklarını da verir. Aşağıda, Sözler’den seçilmiş ‘iç
lûgatçe’ örnekleri sunulmaktadır.

“…. o Sultana muhâtab ve halîl ve dost ol!”

halîl = dost

“O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder,
kendine çeker.”

celbetmek = kendine çekmek.

“Nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet
derecede imtiyaz ve farkla birbirinden ayrılıyor.”

ihtilât = karışıklık

imtiyaz = fark = ayrı durmak

“Hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık…”

istib’ad = muhaliyet = akıldan uzaklık

“Merdâne kabre bak, dinle ne taleb eder.

Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.”

merdâne = erkekçesine

ne taleb eder = ne ister

“Onu bütün hakaikına temel taşı ve üssü’l esas yapıyor.”

üssü’l esas = temel taşı

“… levh-i mahv ve isbat namında yazar-bozar tahtası
hükmündedir.”

levh-i mahv ve isbat = yazar-bozar tahta

“Mahşer ise bir beyderdir, harmandır.”

beyder = harman

EK 2A

“Kavramlaştırmalar”

“Aczin ve fakrın hadsizdir.”

Metin içinde dünyanın erişilmezliğin ve ulaşılmazlığın sembolü
olan “çöl”e benzetildiği, cümlenin ardı sıra gelen bu cümle ile çöl
şartlarındaki hal verilir. Çöl vurgusunun eşliğinde “acz” ve “fakr” anlamları
derinleşir, “hadsiz”leşir.

Çölde, en temel ihtiyaçlarına bile erişemeyen insan fakrını,
yani yoksulluğunu net olarak kavrar. Çölde, en basit korunaklarından bile yoksun
kalan insan, aczini, yani çaresizliğini yalın olarak kavrar. Bu derin acizlik ve
fakr karşısında, insan kendini acze düşüren düşmanının ve fakra düşüren
hacâtının ‘nihayetsiz’ olduğunu hisseder.

“Düşmanın, hacâtın nihayetsizdir.”

Bu hissediş, ‘enfüsî’ bir açılım getirir. İnsanın iç dünyasında
yeni bir pencere açılır, yeni bir kapıya varılır, yeni bir arayış başlar.

“Madem öyledir; …”

Metnin bu noktasında, olması gerektiği gibi, “enfüsî tefekkür”
önceleniyor. Mâlik-i Ezelî ve Hâkim-i Ezelî isimlerine varmak için, insanın
fıtratında var olan acz ve fakr halleri referans noktası alınıyor. İnsanın
aczini ve fakrını hissetmesi ve fark etmesi sağlanarak, acz ve fakr üzerine iki
“esma” inşa ediliyor.

‘Fakr’ haline karşılık olarak, ‘Mâlik’ ismi ve ‘acz’ haline
karşılık olarak ‘Hâkim’ ismi yazılıyor. Demek ki, ‘Mâlik-i Ebedî’ ve ‘Hâkim-i
Ezelî’ ünvanlarıyla anılan Bir’ine olan ihtiyacı insanın fakr ve aczden
yoğrulmuş fıtratında baştan beri vardır. Bu esmâ insan fıtratına kazınmıştır.
Okumak için insanın enfüsi tefekküre dalarak, fakrını ve aczini fark etmesi
gerekir.

“… şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si[nin ismini al]”

İnsanın fakirliği sonsuz derinliktedir. Buna karşılık
ihtiyaçları da sınırsızdır. Sonsuz yoksulluğunun yanı sıra sınırsız ihtiyacı da
vardır. İhtiyaçları sonsuz olduğuna göre yoksulluğu sınırsızdır. Öyleyse,
sınırsız ihtiyaçlarını elinde tutan, muhtaç olduğu her şeye sahip birini
bulmalıdır.

Aradığı kişi, insanın kendisi değildir. Çünkü hiçbir şeye mâlik
olmadığı gibi, sahip olduklarını da sürekli elinde tutamıyor.

Aradığı kişi, hem herşeye mâlik olmalı, hem mâlikiyeti sürekli
olmalıdır. Yani, ‘Ebedî bir Mâlik’ [Mâlik-i Ebedî] olmalı.

“[Madem öyledir; şu sahranın] Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al.”

İnsanın aczi de sonsuz derinliktedir.

Buna karşılık kendi varlığını tehdit eden sınırsız düşmanları
vardır. Kendi kudreti ve kuvveti başına gelecekleri engelleyememektedir.

Bir süre için düşmanlarına karşı koyabilse de, düşmanlarını
sürekli engelleyecek, varlığını sürekli kılacak kudreti yoktur. Aksine, acizdir;
hem de sonsuz derinlikte bir acziyet içindedir. O halde, kendine karşı duran
herşeye sözünü dinleten, herşeye hükmeden birini aramalıdır.

Aradığı kişi, insanın kendisi değildir. Aradığı, hem herşeye
hükmediyor olmalı, hem hükmü devamlı olmalıdır. Yani, ‘Ezelî bir Hâkim’ [Hâkim-i
Ezelî] olmalı.

EK 2B

“Kavramlaştırma”

Risale-i Nur’da satır aralarında saklı kavramlaştırmalara bir
örnek de Yirminci Mektub’un İkinci Makamı’nın girişinde, “Lâ ilâhe illallahû”
ifadesinin açıldığı bölümüdür. Burada bir önceki cümlenin hükmü bir sonraki
cümlede özel bir kavram olarak sunulur. Buradaki kavramlaştırmanın “Lâ ilâhe
illallahû” ifadesinin başında söylenen “eşhedü”nün kökü olan ‘şehade’ kelimesi
ekseninde oluşturulması, okuyucunun diline öteden beri yerleşik olan bir
kelimeyi hem kavramsal olarak genişletmeyi hem de ‘tanıklık etme’ anlamında
“göstermek” kelimesini metnin içine yedirerek, kavramı güncelleştirmeyi, yeni
bir heyecanla söyletmeyi amaçlıyor olmalıdır. Bu örnek, Risale-i Nur’dan
hareketle, bir Risale-i Nur lügatçesi oluşturabileceğini/oluşturulması
gerektiğini de açıkça gösterir.

“Şu hakikat-ı uzmaya ve şu tevhidin mertebe-i ulyasına, şu
kâinatın sahibi, bütün gönderdiği mukaddes kitaplar ve suhuflarıyla o tevhidi
gösterdiği gibi;

‘Kâinatın sahibi’ öznesiyle başlayan cümle, ‘göstermek’ fiiliyle
bitiyor.

‘Kâinatın Sahibi’ tevhidi gösterdiği için bir sonraki cümlede
“Şahid-i Ezelî” ünvanıyla zikredilir.

“bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev’-i beşer tahkikatlarıyla
ve keşfiyatlarıyla, aynı mertebe-i tevhidi gösteriyorlar.

“Bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev’-i beşer,” [yani,
insanlar] ile başlayan cümle ‘göstermek’ fiiliyle bitiyor.

‘Nev’-i beşer’ tevhidi gösteriyor olduğu için bir sonraki
cümlede ‘ehl-i şuhud’ olarak zikredilir.

“Ve kâinat dahi, acz ve fakrıyla beraber, mazhar olduğu daimî
mu’cizat-ı san’atın ve havarik-ı iktidar, hazain-i servetin şehadetiyle, aynı
mertebe-i tevhide işaret eder.

‘Kâinat’ öznesiyle başlayan cümle, ‘işaret etmek’ fiiliyle
bitiyor.

‘Kâinat, tevhide işaret ettiği için, bir sonraki cümlede ‘âlem-i
şehadet’ olarak zikredilir.

“Demek, Şâhid-i Ezelî bütün kütüb ve suhufuyla ve ehl-i şuhud
bütün tahkikat ve küşûfuyla ve âlem-i şehadet bütün muntazam ahval ve hakîmane
şuunatıyla o mertebe-i tevhidde bil’icma’ ittifak ediyorlar.”

‘Şahid’, ‘şuhud’ ve ‘şehadet’ ünvanlarının, Allah’dan insana,
insandan kâinata doğru, failden mef’ula doğru çekilerek sıralanışı, ayrı bir
kavramlaştırmanın ipuçlarını verir. Bu cümle kurgularıyla şu îma ediliyor
olabilir:

Âlemin gayba olan şehadeti, insanın şuhuduyla gerçekleşir.
İnsanın şuhudu ise Allah’ın Ezelî Şahid olmasıyla gerçekleşir.

EK 3

“Meallendirme”

Risale-i Nur, okuyucusuna Kur’ân dilini benimsetir. Risale
okuyucusunun diline yıllar içinde yerleşmiş kimi tabirler, bir âyetin ya da bir
hadisin meâli olabilir. Bu meallendirme örnekleri, Risale’de ayrıca âyet meali
ve numarası verilmeyişinin açıklaması olduğu kadar, bir meallendirme usulü de
önerir. Bu meallendirmeler, aynı zamanda, temel kültürü günlük hayata taşıma
uygulamaları olarak görülebilir.

“Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker
olmak…”

Altıncı Söz’ün başında yer alan âyet, Tevbe Suresi’nin 111.
âyetidir. Bahiste, âyetin yeri belirtilmediği gibi, ayrıca meallendirilmiş de
değildir. Çünkü, “nefis ve malını Cenab-ı Hakka satmak” ifadesi, “Allah
mü’minlerin nefislerine ve mallarına cennet karşılığı müşteridir” şeklinde
verilecek mealdeki anlamı zaten karşılıyor.

Ayrıca, “ona abd ve asker olmak” ifadesi, ‘nefsimizi’ Cenab-ı
Hakka satmakla, ‘abd’ olmayı, ‘malımızı’ satmakla ona ‘asker’ olmayı
eşleştirerek, meali, âyetin mânâsının derinliğine doğru yönlendiriyor.

“Öyle ise o Mahbub-u Ezelî’nin kendi Habibine söylettirdiği şu
Ferman-ı Ezelîyi dinle, ittiba et:”

Yirmidördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ının ‘Birinci Meyvesi’ olan bu
âyet için de yer belirtilmediği gibi, meal de verilmemiştir. Al-i İmran
Sûresinin 31. âyeti olan bu âyeti takdim eden Risale cümlesi, zaten âyetin
kelimeleri ile kurulmuştur. “Şayet Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittiba edin
ki, Allah da size muhabbet etsin” diye meallendirilebileceğimiz âyet ile Risale
cümlesini karşılaştırabiliriz.

De ki/söylettirdiği (şu Ferman-ı Ezeli) şayet Allah’a
muhabbetiniz varsa/Öyleyse, o Mahbub-u Ezelînin bana/kendi Habibine ittibâ
edin/dinle, ittibâ et ta ki Allah/Mahbub-u Ezelî size muhabbet etsin.

Âyetin başında “De ki” anlamındaki “Kul” kelimesi, Risale metni
içine bahis gereği alınmamakla birlikte, takdim cümlesindeki”söylettirdiği”
kelimesiyle, “De ki”nin karşılığı da verilmektedir.

EK 4

Tabiat Risalesi’nde “matbaa” ve “kalem” benzetmeleri üzerine

İşini matbaaya havale eden yazan dolaylı yollardan yazar,
aracılı yazar. Kalemle yazan ise doğrudan, aracısız yazar; bizzat yazar. (O
halde ‘Yazan’ yani ‘Kâinat Kitabı’nın Kâtibi Vahid’dir. Her şeyi o yazdığı gibi,
herbir şeyi de, araya birini koymadan, tek tek ve bizzat o yazmaktadır. Yani,
‘Zat-ı Ehad ve Samed’dir.)

Matbaada her harf doğrudan doğruya yazarın elinden çıkmaz.
Kalemle yazan her harfi özel olarak, ayrıca yazar. (Yani, ‘Ehad’dir. Tek bir
şeye gösterdiği özen, ilgi, ihtimam, ustalık, başka her şeye gösterdiği
kadardır.)

Matbaada yazanın bir sonraki yazdıklarını daha önceki yazdıkları
belirler; iradesi sınırlı kalır. Kalemle yazanın iradesi her harfte vardır. Bir
önce yazdığı harf, bir sonra hangi harfi yazacağını belirlemez; her harfi yalnız
onun iradesi belirler (Yani, bizzat o takdir eder, onun takdiriyle olur. Her bir
zerre Onun ‘kader kalemi’nin ucundadır. Yaratışında [yazışında] tekrarlama ve
kopyalama olmaz. Her an ‘yeni bir yaratış üzeredir.’)

Matbaaya yazdıran yazan bir dönem yazar, daha sonra durur,
makineler yazmaya başlar; yazanın tasarrufu yazının her noktasında ve her anında
yoktur. Kalemle yazan yazının her yerinde ve her anında kendi kaleminin ucunu
işletir. (Yazışına ara vermez, yazı sırf yazdığı için vardır, yazı sırf o ara
vermeden yazdığı için süreklidir. Yani, kâinat kitabının Kâtibi ezelidir; bir
önceki andan bir sonraki ana yalnız onun kalemiyle taşınır yazı. ‘An’ları
birbirine ekleyen Onun yazışıdır, yazıları, kopmasız ve sürekli kılan O’dur. O
Kâtib-i Ezelîdir, Kayyumdur.)

Kalemle yazan tek bir harfi yazamıyorsa, mektubun hepsini
yazamaz. (O halde, tek bir zerreyi yazamayan, bütün Kâinatı da yazamaz. Bir
zerreyi yazan da, bütün Kâinatı, bütün zamanlarda yazan da Birdir, yani O
Vahiddir.)

Kalemle bütün mektubu yazmak bir harfi yazmak gibi kolaydır.
(Onun yazışında [yaratışında] derecelenme yoktur, bir harfi yazdığı gibi bütün
harfleri de yazabilir. Kudreti mutlakdır, yani O Kadir-i Mutlaktır.)