Babil Kulesi’nin efsanevî hikâyesini bilirsiniz.

Adını kurucuları Habil ile Kabil’den alan Babil şehrinde, Nuh
tufanından sonra toplanan insanlar, başı göğe değen bir kule yaparak Nirvana’ya
ulaşma hevesine kapılmışlar ve başlamışlar çalışmaya. Kule yükseldikçe
kendilerinde ilahi bir gücün varlığını vehmeder olmuşlar. İnşaat yetmiş ikinci
kata çıktığında bu tağutî vehim cezaya müstehak hale gelmiş olmalı ki, bir sabah
yetmiş iki ayrı dille konuşarak başlamışlar güne.

Başlangıçta, göğün bu katına has bir hal zannettikleri bu
farklılığı, bir çeşitlilik ve kültür zenginliği sayarak hem konuşmuşlar, hem
birbirlerinin dillerine ve hallerine katıla katıla gülmüşler. Fakat daha yüksek
katlarda başka farklı halleri yaşama heyecanıyla çalışmalarına hız vermek
istediklerinde anlamışlar içine düştükleri kargaşayı. Çünkü meramını anlatmak
için herkes her çareye başvurduğu halde, kimse kimsenin dilinden ve halinden bir
şey anlamaz olmuş.

Neticede bu karışıklık, kargaşa ve kaos hali fazla uzun
sürmemiş. İnşaat durmuş, insanlar dört bir yana dağılmışlar, ardından kule
yıkılmış. Ondan sonra da kimse böyle bir garabet kulesi kurmaya kalkmamış.

Ta ki, Osmanlı Devleti yıkılıp, Türkiye Cumhuriyeti kurulana
kadar.

Millet hakimiyeti mânâsına geldiğinden, istikbal vadeden ve
ümidle beklenen bir hareketti Cumhuriyet. Önceleri, kuruluş macerasının,
mânâsında tecelli edeceği ve devletin milleti koruyup geliştirirken, milletin
devleti bağrına basacağı düşünülmüş, bu sayede asırlardır beklenen devlet-millet
kaynaşmasının gerçekleşmesi beklenmişti.

Lâkin olmadı. Bir yolunu bulup devleti ele geçiren zihniyetler,
millete tahakküm edebilmek için millete rağmen, millet adına garip haller
yaşayıp, acayip hareketler yapmaya kalkınca, can ve kan pahasına yetiştirilmeye
çalışılan ümid çiçekleri açmadan solmaya başladı.

Bunların içinde milleti en çok şaşırtanı da dil sahasında
yaşandı. Önce alfabeyi değiştirerek Anadolu’yu bütün Türk Dünyasından ve İslâm
Aleminden tecrit ettiler. Ardından dili sadeleştirme iddiasıyla, boynuna
‘yabancı’ yaftası asılan mânâlı kelimeleri birer ikişer atarak, Türkçe’de her
bahar meyveye durup yeni kelimeler verecek ne kadar hayattar dal varsa
budadılar, kök varsa kestiler. Yerine de köksüz Noel ağacını andıran ithal
kelimeler ve kukuleta tipi uydurma sözcükler takarak cansız, manasız, âhenksiz
ve zevksiz bir tilcik türetme yarışına girdiler.

Öyle ki, derme çatma da olsa bir yabancı dil bilen her Batı
heveskârı, daha doğru dürüst telafuz bile edemediği bazı yabancı kelimeleri dile
sokmaya çalışıyor, her aklına esen kalem ve kelâm erbabı, havadan para kazanmak
için kafadan kelime uyduruyor ve bunları dilin bağrından zorla söküp atmak
istediği kelimelerin yerine koymaya çalışıyordu.

Böylece Babil’in yetmiş iki katlı kargaşa kulesinin hak ile
yeksan olmasından asırlar sonra Ankara’da, mânâsını kimsenin bilmediği binlerce
kelimelik Güneş Dil Teorisi muamması yükselmeye başladı. Kelime çoğaldıkça
kargaşa arttı ve çok geçmeden içinden çıkılmaz bir hal aldı. Herkes kendi
bulduğu veya uydurduğu kelimeyi kalıcı hale getirebilmek için mütemadiyen
onlarla yazıp onları söylemeye kalkınca, lâkırdı çoğalırken mânâ azaldı, dilin
tadı bozuldu.

Dildeki bu boşluktan istifade eden bazı boşboğazlar, her dilde
olduğu gibi Türkçe’de de kullanılma zemini bulan argo kelimeleri çoğaltıp
kullanmaya hız verince, lisan âhenginin ve şeklinin yanı sıra, inceliğini de
kaybetti ve kabalaştı. Ardından yabancı kelimeler mânâyı katletti, uydurma
sözcükler hayal hassasını öldürdü. Bunlarla birlikte kelimeyi malzeme olarak
kullanan sanat da ağır yara aldı.

Arı dil iddiasıyla ortaya atılan bu mânâsız lakırdılar yığını
başlangıçta, Çankaya odalarının ve Ankara bürokratlarının dışında kullanılma
sahası bulamadığından, mevziî kalıyor, milletin günlük konuşma diline pek
sirayet etmiyordu. Fakat bu ölü doğan yapma dil, aydın çevreler ve sanat camiası
vasıtasıyla millete mal edilmek istenince efkâr-ı amme hareketlendi.

Bir yanda; bin yıldır teraküm ve terakki ederek sıradan bir
anlaşma vasıtası olmaktan çıkıp her hali ile gönül dili haline gelen hayattar
Türkçe, diğer yanda dünü de, yarını da olmayan kadit, taklit, mânâsız, zevksiz,
âhenksiz sözcükler sürüsü, tümceler, tilcikler, adıllar, ortaçlar, betikler ve
daha nice basitlikler…

Bu Babil Kulesi karışıklığına ve Güneş Dil Teorisi
mantıksızlığına ilk mukavemet, dilin tadını almış ve onu kendine has
hususiyetlerle kullanarak güzel bir üslûp teşekkül ettirmiş şair, yazar ve
mütefekkirlerden geldi. Kimi, eserlerinde yaşayan Türkçe’yi kullanırken, kimi,
kelime katillerinin hamlelerine ayniyle mukabele etti.

Cemil Meriç “Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil,
târihten kaçanların… Argo, korkunun ördüğü duvar; uydurma dil şuursuzluğun.
Biri günahları gizleyen peçe, öteki irfanı boğan kement. Argo yaralı bir
vicdanın sesi; uydurma dil, hâfızasını kaybeden bir neslin. Argo, her ülkenin,
uydurma dil, ülkesizlerin”1 diyerek bu gabavet ve garabet hareketinin gerisinde
yatan menhus zihniyete dikkat çekti.

Gerçekten de dünyada yalnız bizde yaşanan dehşetli bir ihanet
hareketiydi uydurma dil. Türkçe’yi bu garabet girdabına, doğumu annesinin
ölmesine sebep olduğu için ithal edilen sulandırılmış süt tozu ile beslenen bir
avuç sütü bozuk sergerdenin sürüklediğini bilen Yahya Kemâl, bu tezvirata ana
dilini, ana sütü ile mezceden mükemmel bir mısra ile cevap verdi.

“Bu dil ağzımda annemin sütüdür.”

Ana dilini, ana sütü kadar lezzetli ve besleyici bulan Tanpınar,
Banarlı, Çamlıbel, Tarancı gibi Yahya Kemâl muhibbi şair ve yazarlar, onun
etrafında toplanarak dilin muhkem kalesi olacak eserler verip, Türkçe’nin
şeklini, âhengini, musıkisini yaşatmaya gayret ederken; Mehmed Akif, dilsizliğin
nasıl bir felâket olduğunu göstermek için, dilin gönüle hitap eden cihetine
dikkat çekti ve kalbinin dilinin olmamasından duyduğu burukluğu dile getirdi.

“Ağlarım, ağlatamam, hissederim söyleyemem.

Dili yok kalbimin, ah ondan ne kadar bîzârım.”

Akif ve onun gibi dile dinî bir telakki ile bakan diğer ehl-i
hal insanlar, kalbin dilinin olmamasından bîzarken, milletin ana dilini de
kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalması üzerine koparılan bu vâveyla, üdebâ
meclislerinde müessir oldu ise de muhatabı mahdûd kaldığından milletin bütününe
hitap edemedi.

Aslında çeşitli nazım ve nesir türlerinde neşredilen bu eserler
dil, üslûp, işleyiş ve muhteva yönünden asırlardır verilen benzerlerinden pek
geri değildi. O zamanın şartlarında yazılsalar, hitap hudutları çok daha geniş
olabilirdi.

Ne var ki; zaman farklı, dil yaralı, zihinler mâlâyanî
meselelerle meşgul, akıllar müşevveş, fikirler felsefî şüphelere mübtela,
dikkatler dağınıktı. Onun için dildeki bu meş’um gidişatı durdurabilecek
eserlerin, her yönden cemiyetin her seviyeden insanına hitap edebilen, akılları
aydınlatıp kalpleri tatmin edecek maddî mânevî müessiriyete sahip, külliyat
hacminde mükemmel bir eserler topluluğu olması gerekiyordu.

Nitekim öyle de oldu. Medreselerde, cephelerde, esir
kamplarında, fikir ve mücadele meydanlarında, fevkalbeşer bir çalışma azmiyle
geçen yarım asrı aşkın bir zaman sonra, felâket ve helâket asrında insanları
saadet-i dâreyne hazırlamakla vazifeli olduğunu anlayan Said Nursi; maddî ve
mânevî felâketlerin bütün dehşeti ile yaşandığı Anadolu’da, Kur’ân’ı, asrın
şartlarına uygun bir anlayışla tefsir etmek için kaleme sarıldığında anladı,
Türkçe’nin de tam bir felâket ve helâket hali yaşadığını.

O zaman Akif gibi o da; “Mâden-i kelâm olan kalp ise, lisandan
uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok defa lisan kalbin dilini tamamen anlamıyor”2
diyerek lisanın kalbin dilini anlamamasından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi
ise de, sadece bîzar olduğunu ifade ile iktifa etmedi. Dilin derin darbeler
yiyip ağır yaralar aldığı zamanlarda, o da Yunus Emre ve diğer dâhî şairlerin
yaptığını yaptı ve Türkçe’yi yeniden ihya etmeye karar verdi.

Yahya Kemâl, Mehmed Akif, Faruk Nafiz, Ziya Gökalp gibi
muasırları Türkçe’yi içine düştüğü handikaptan kurtarmak için eserlerini
İstanbul Ağzı ile yazarken, Said Nursi, Türkçe’nin çok gelişmiş de olsa mahallî
bir ağzını esas almak yerine, pek çok ağız ve şive özelliklerini ihtiva eden
Osmanlı Türkçesini kullanmayı ve bu vesile ile Anadolu insanının İslâm Alemi ve
Türk Dünyası ile irtibatını sağlayan bu dili yaşatmayı tercih etti.

Anadolu ve Balkanların, İslâm Aleminin ve Türk Dünyasının
irtibat hattı olduğu için; “Ben Risale-i Nur’a Urfa taraflarında kuvvetli
ellerin sahip çıkmasını bekliyorum. Çünkü orası hem Türkistan’ın, hem
Arabistan’ın, hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada
yerleşirse, üç memlekette inkişafa vesile olur”3 diyerek Şark vilayetlerine
merkezî bir hüviyet izafe eden Said Nursi, dilin yeniden inşaasında da bu bakış
açısını esas aldı.

Türkçe’nin beslendiği Arapça, Farsça gibi dünya dilleri ile
Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Zazaca gibi mahallî dillerin yanı sıra, başta
İstanbul Ağzı, Azeri ve Tatar şiveleri olmak üzere Türkçe’nin, mahalline göre
çeşitli ses ve şekil farklılıkları gösteren pek çok şive ve ağız hususiyetine de
âşinâ olan Said Nursi, yalnız Anadolu ve Balkan Türkçelerine değil, bu
coğrafyanın yanı sıra, Azerbaycan, Kafkasya ve Orta Asya Türk Dünyasına da hitap
edebilen ve hepsinin ortak hususiyetlerini taşıyan müstesna bir dil terennüm
etti.

Böylece bir yandan halkın günlük hayatta kullandığı dili
olabildiğince geniş ve canlı bir şekilde eserlerinde yaşatmaya gayret ederken,
diğer yandan Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Nevaî’nin, Fuzulî’nin, Yahya
Kemâl’in yaptığını yaptı ve bu günlük konuşma dilini, dinî ıstılâhlar ve sanat
değeri taşıyan âhenkli kelimelerle tezyin etti. Bu gayretin tabi î neticesi
olarak da, bazı dil âlimleri tarafından onlara atfedilen Yunus Emre Türkçesi,
Neva î Türkçesi, Fuzulî Türkçesi, Yahya Kemâl Türkçesi4 gibi, o da Türkçe’ye en
az onlar kadar hizmet ettiği için, kendisine has hususiyetler içinde kullandığı
Türkçe’nin, ismi ile birlikte adlandırılmasını hak etti:

Said Nursi Türkçesi

Bu Türkçe’nin en bâriz vasfı; Türk Dünyasının bilip kullandığı,
İslâm Aleminin de âşinâ olduğu, yaşayan Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerden
müteşekkil, her türlü dinî duygunun, ilmî hakikatin dile getirilip, hayal
zenginliğinin ve sanat güzelliğinin terennüm edilebileceği hayattar bir dil
olmasıydı.

Said Nursi, işte bu Türkçe ile telif etti, çağların tefsiri ve
Türk dilinin şaheseri sayılan Risâle-i Nur Külliyatını. Cemil Meriç’in; “Her
eser kendi dili ile doğar. Risâle-i Nur’un dili Kur’ânî ve İslâmî bir lisandır.
Risâle-i Nur’ları anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük
mükâfattır”5 sözleri ile de ifade ettiği gibi, Said Nursi Türkçesinde zaman
zaman Arapça, Farsça tamlamalar, izahı gerektiren dinî ıstılâhlar da yer aldı.
Çünkü Bediüzzaman, Kur’ân’ın yaşanan zamana bakan ayetlerinin tefsiri olan
Risâle-i Nur’da, tabiî olarak Kur’ânî ve İslâmî bir dil kullandı.

Normal şartlarda, derin ilmî ve dinî meseleleri işleyen ve
asırlardır biriken soruları cevaplandırıp felsefî şüpheleri izale etmesinin yanı
sıra, bütün Avrupa filozoflarına meydan okuyan böyle bir eserin dilinin çok ağır
ve ağdalı olması gerekirdi. Lâkin, talebelik yıllarında, o zamana kadar yazılan
lügatlerin aksine, bir mânâya kaç kelimenin kullanıldığını gösteren bir lügat
yazmayı düşünen Said Nursi, öyle bir lügat hazırlayamasa da, o tarzı üslubunda
kullandığından, her mânâyı, ard arda sıraladığı birkaç farklı kelime ile
anlattığı için, dilini her seviyeden insanın kolayca anlayabileceği bir hale
getirdi.

“Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümâta, nisyana, çürümeye,
dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz
fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz; ademe değil, vücud-u dâimîye sevk
olunuyorsunuz; zulümâta değil, âlem-i nûra gidiyorsunuz; Sahip ve Mâlik-i
Hakîkinin tarafına gidiyorsunuz ve Sultân-ı Ezelînin pâyitahtına dönüyorsunuz;
kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz; firâka değil,
visâle müteveccihsiniz”6 paragrafının, bilhassa birinci cümlesinde ard arda
kullandığı müterâdif kelimeleri çeşitli dillerden seçmesi, hem ifadeyi
zenginleştirdi, hem de mânânın her seviyeden insan tarafından anlaşılmasını
kolaylaştırdı.

Ayrıca, hitap ettiği insanların ekseriyetinin, günlük hayatta
mahallî dil kullanan, ârif mizaçlı âmî kişilerden meydana geldiğini bildiğinden,
onların dikkatini anlatmak istediği mânâlara çekerek eserlerinden istifade
etmelerini sağlamak için, âşinâ oldukları bazı mahallî kelimeleri, tabirleri ve
tekerlemeleri kullanmayı da ihmal etmedi.

Bunun yanı sıra, her dil âlimi ve üslûp sahibi gibi, kelimeyi
canlı bir varlık olarak kabul eden ve kullandıkça büyüyüp yeni mânâlar
kazanacağını, zihinlerde farklı tedaîler husule getireceğini düşünen Said Nursi,
kelimelerini seçerken, Sinan’ın mabedine taş, Itrî’nin tamburuna tel,
Karahisarî’nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti
gösterdi. Neticede, asırlar sonrasına hitap edip zamanın tahribatını sarsılmadan
aşabilen sağlam bir üslûp teşekkül ettirdi.

Bediüzzaman, kelime seçerken kullandığı çeşitliliği, cümle
kuruluşlarında da gösterdi. “Bismillâh her hayrın başıdır” gibi basit cümlelerin
yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’i tarif ederken veya Kadir gecesinde ihtar edilen
mühim bir meseleyi anlatırken, mânânın bütünlüğünü bozmamak için, 206 kelime, 40
bağlaç ve 22 tamlamadan müteşekkil uzun cümleler de kullandı. Fakat bunların
hiçbirinde kayda değer bir anlatım bozukluğuna, kuruluş yanlışlığına veya tekrar
hatasına yer vermedi.

Kelime tercihi ve cümle teşkilinde bunları yaparken, anlatım
şekillerinde de muasırlarından farklı bir yol takip etti. Onların herbiri
nazımda veya nesirde temayüz ederken, o nesri esas aldı, ama nazmı da büsbütün
ihmal etmedi. Pek çok eserinde farklı nazım şekillerini ve değişik nesir
türlerini mezcetti.

Bazan, “Şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle” ifadesinin yer aldığı
kıssa hususiyetli küçük bir hikâye ile başladığı bir bahsi; “İşte, ey nefs-i
pürheves! Şu misâlin dürbünü ile hakîkatin yüzüne bak.” şeklindeki geçişi
müteakip, fikre dayalı anlatımla devam ettirirken, yer yer tiyatro tarzını
hatırlatan konuşmalara ve hitabeti andıran cümlelere yer vererek bir parçada
birçok türü ve şekli kullandı. Böylece, yalnız dinî meselelerde değil, dil ve
üslûp sahasında da içtihat yaptığını gösterdi.

Hatta; derin mânâları basit ve küçük cümlelerle anlatma hevesine
kapılarak parçalamak yerine bir bütün halinde ifade etmek için, şair ve
yazarlarda rastlanmayan, Divan Edebiyatında da ancak Sinan Paşa, Nâimâ gibi
münşîlerin kullandığı sanat nesri özelliklerine sahip secîli ve âhenkli anlatış
şekillerini eserlerinde yer yer istimal ederek, unutulmaya yüz tutan pek çok
türü, yeniden kullanılır hale getirdi.

Bediüzzaman, bütün bunları bir dil âlimi edasıyla, Türkçe dil
kurallarını yaşatma maksadıyla veya Türkçe’nin diğer dillerden üstünlüğünü isbat
etme iddiasıyla yapmadı. Davaların dille anlatılıp sanatla yaşatıldığını
bildiğinden, îman-Kur’ân davasını iyi ve güzel bir şekilde anlatmak için yaptı.
Cümlelerinde mümkün olduğu kadar çok mânâya gelen ve bunlardan en az biri herkes
tarafından bilinen kelimeleri kullanmaya dikkat ederek, hitap hududunu
genişletirken, ifadeyi akıcı hale getirmek için de söz sanatlarına ve âhenk
unsurlarına da lüzumu dahilinde yer verdi.

Buna rağmen, münekkit mizaçlı insanların, eserlerinin diline
takılıp kalmamaları, kusurlu tevehhüm ettikleri ifadelerde kendilerini haklı
görerek tenkit hislerini tatmin edip mânâyı anlamaya çalışmalarını sağlamak
maksadıyla kendisini ‘yarım ümmî’ tabiri ile tavsif etti. Bu tabirde, onun
hayatının her halinde yer alan tevazu hissinin yanı sıra, Türkçe’nin, Arapça’nın
ve Farsça’nın kendi ana dili olmadığına işaret ederek, Risâle-i Nur’un dil ve
üslûp ciheti ile de Kur’ân’ın icazının, mucizevî izharı olduğuna dikkat çekme
hassasiyeti de vardı.

Hal böyle iken, onun dilini ağır, üslûbunu ağdalı bulan
insanların varlığı da bir vakıadır. Aslında bir eserin dilinin ağırlığı,
muhatabın kültür seviyesine ve ilgi derecesine göre değişir. Onun için zaman
zaman ortaya atılan bu gibi iddialar, müddeilerin kültür farklılıklarının veya
alaka azlıklarının neticesi değilse, içine düştükleri fikrî taassubun
tezahürüdür.

Çünkü Said Nursi Türkçesi, dilin tadını alarak eserlerinde
kullanan üslûp sahibi muasırlarının çoğundan daha sadedir ve umuma hitap edecek
hususiyetler taşımaktadır. Meselâ; Risâle-i Nur Külliyatı, Yahya Kemâl’in Eski
Şiirin Rüzgârıyla, Mehmed Akif’in Safahat’ıyla, Ahmed Haşim’in Piyale’siyle,
Mustafa Kemâl’in Nutku ile mukayese edildiğinde, onlardan çok daha sade, akıcı
ve anlaşılır bir dille yazıldığı görülür.

Hatta bu Türkçe onun, Eski Said zamanında telif ettiği eserlerde
kullandığı dilden de sadedir. Onun; “Benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak,
çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri
iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû -i iştihârı tasdik etmiş bir şahsın elinde
bu hârika teshîlât ve suhûlet-i beyân, elbette bilâ şüphe bir eser-i inâyettir
ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerim’in i’câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve
temsîlât- ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır”7 sözleri ile de ifade
ettiği gibi o zaman kullandığı dil, kesbî ilmin külfetli derinliğini ve içinde
bulunduğu hareketli hayatın heybetini taşırken, Risâle-i Nur’un üslûbu, vehbî
ilmin mânevî merâtibini, âsumanî genişliğini, ruhanî yumuşaklığını, muhabbet
sıcaklığını ve ikram-ı İlâhî ulviyetini taşıdığı için, ondan çok daha fazla akla
âşina ve ruha yakındır.

Kaldı ki Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı’nda muhataplarının
yalnız akıllarına seslenmekle kalmayıp ruh, kalp, his, heves, hayal, duygu,
düşünce gibi diğer hasse-i insaniyelerine de hitap ettiğinden, diline, insanı
bütünü ile ihata eden bir müessiriyet de kazandırmıştır.

Bilhassa tefekkürî bahislerde teşhis, telmih, tenasüp, hüsn-ü
talil, kinaye, teşbih, nida, intak gibi pek çok edebî sanatla yapılan ifade
imkanlarını da kullandığından, üslûbuna sanat tezyinatı kazandırmasının yanı
sıra; Kitab-ı Kebir denilen kainatta elli beş lisan ile konuşan mevcudatın
lisan-ı hallerinden doğan tekellüm, tefekkür, tahayyül ve terennüm zenginliğini
de ilave etmesi, onun üslûbunun şiârı haline gelmiştir.

Zaten onun, Türkçe’yi ilkel bir kabile dili haline getirme
hamakatinden başka bir şey olmayan Güneş Dil Teorisi adlı hareketin karşısına,
cismen olmasa bile fiilen dikilmesi ve—efsanevî Babil Kulesini İlâhi ikazın
yıktığı gibi—bu yeni Babil Kulesini de Kur’ânî icazla yıkması, Risâle-i Nur’un
tağutlarla mücadelesinin bir başka neticesidir.

Buna rağmen, girdiği her yerde hemen hemen her akşam ferdî
olarak veya topluca okunan Risâle-i Nur ile gözler arasına televizyon ekranları
girdikten sonra idrakler dağılmış, akıllar karışmış, zihinler bulanmış, hadisat
hissiyata hakim olunca, Risâle-i Nur’un mânevî mükemmelliğinden ve
müessiriyetinden olmasa bile, Said Nursi Türkçesinin anlaşılması meselesinde
vehmî tereddütler ve cehlî tasarruflar başlamıştır.

Said Nursi Türkçesinde asla yer almayan bazı uydurma sözcüklerin
ve yabancı kelimelerin, Risâle-i Nur ekolü içinde yetişen bazı yazarların diline
kadar girip, Nur hareketinin mevkutelerinde yer almaya başlaması, dil sahasında
yaşanan hasarın ne kadar büyük olduğunu anlatmaya yeter.

Bugün, Said Nursi Türkçesinde tecelli eden dilin tadını
dimağında hissedemediği için—lezzet aldığı meyvenin tarlasını, toprağını
beğenmeme abesiyetiyle—ağır bulan ve değiştirmeye kalkan kelâm ukalalarının
zuhuru ve akim kalmaya mahkum sadeleştirme teşebbüsleri, işte bu vehmî
tereddütlerin tezahürüdür. Elbette cihanşümul muhtevayı haiz, külliyat hacminde
bir eserler topluluğunda, “gayet müdakkik âlimlere” hitap eden hususî bahislerin
bulunması da muhakkaktır. Lâkin onun, “Bu risâlelerde bütün derin hakaik,
temsilât vâsıtasıyla, en âmî ve ümmî olanlara kadar ders veriyor… Risâle-i
Nur, en derin mesâili en âmîye, belki bir çocuğa zararsız olarak bildiriyor”8
sözleri ile işaret ettiği hakikatler de gösteriyor ki, Said Nursi Türkçesi ile
yazılan eserleri dikkatle okuyan bir insan, belki her meseleyi bütünüyle
anlayamaz, ama büsbütün hissesiz de kalmaz. Himmeti, çabası, gayreti nisbetinde
istifade eder.

Bu itibarla, Şerif Mardin’in “l9. yüzyılın elektrik ve
termodinamiği ile ilgili konuşma tarzı, yani kavramlaştırma tarzı, Risâle-i
Nur’un diline girmiştir. Said Nursi, dinamizm ifade eden bir dil kullanmıştır”9
şeklinde de tesbit ettiği gibi, Bediüzzaman, sadece Türkçeyi bütün şive ve ağız
hususiyetlerini içine alacak şekilde kullanarak Türklere hitap etmekle kalmamış,
kendine has mefhumlar ihtiva eden dinamik bir üslup geliştirerek diline, millî
hudutları aşan cihanşümul bir hitap genişliği kazandırmıştır.

Nitekim Bediüzzaman’ın; “Risâle-i Nur’ların çok eski, çok sadık
ve çok fedakâr bir şakirdi” diye tavsif ettiği Halil İbrahim’in; “Risâle-i Nur,
Kur’an-ı Mu’cizü’l Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek
isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, ‘Hak dîni
açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik’
meâlindeki kavl-i şerîfinin îmâ ve işârâtından, şu devrede Türk lisânının
sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçe’de, lisân üzerinde de imam
olacağına, yani ‘Yarın halis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip
diğerlerini terk edeceklerine dair işâret-i Kur’âniyedendir”10 diyerek işaret
ettiği merhaleler aşılmış, badireler atlatılmış, inkişaf hamleleri tahakkuk
etmiştir. Onun için başta Kürtler olmak üzere, ana dili farklı pek çok insan,
Risâle-i Nur’ları okumak için Türkçe öğrenmekte ve devlet adamlarının vermekten
aciz kaldığı millî şuuru, o eserlerden almaktadır.

Risâle-i Nur Külliyatı yalnız dünyayı ve kâinatı değil, berzahı
ve ahireti de içine alan bir muhteva zenginliğine sahip olduğu ve bütün
insanlığa hitap ettiği için, dünyanın pek çok yerine dağılan Türkler tarafından
okunduğu gibi, otuza yakın dünya diline çevrilmiş ve dünyada en çok okunan
kitaplar arasındaki müstesna yerini almıştır.

Bu inkişaf ve inşirah halinin neticesinde, Dr. Colin Turner’in,
müessiriyetini ‘Risâle-i Nur’u tanımadan önce Müslümandım, fakat mü’min
değildim”11 diyerek dile getirdiği eserler yoluyla Müslüman olan on binlerce
insan, “Allah adına, Kur’ân lisanıyla ve kâinat kitabının diliyle konuşmayı”12
öğrendiği Risâle-i Nur Külliyatını, aslından okumak için Türkçe öğrenmeye
çalışmaktadır.

Onun içindir ki, bin yıldır milyonlarca insan tarafından
konuşulup, binlerce sanatkara malzeme olarak tarihî tekâmülünü tamamlayan, bugün
de varlığına kasteden tağutî tahribattan kurtulmaya çalışan Türkçe, Osmanlı
Devletinin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa Risâle-i Nur Külliyatı sayesinde
millî hudutları aşarak yeniden dünya dili olma şansını yakalamıştır.

Devlet adamları, bu gerçeği gördükleri, kelimelerden müteşekkil
yeni bir Babil Kulesi inşa etme inadından vazgeçerek milletle barışıp Risâle-i
Nur’u anlamaya ve yaymaya meylettikleri gün, Türkçe’nin önündeki en büyük badire
atlatılmış, handikap aşılmış, merhaleler safhası başlamış olacaktır.

Yalnız Türkiye Türkleri değil, Osmanlı coğrafyası, Türk Dünyası,
İslâm Âlemi ve mazideki mefahirine duyduğu hayranlıktan dolayı Türklere muhabbet
besleyen pek çok farklı din ve milliyetten insan da bugün bu neticeye
muntazırdır.

Türkiye’nin; millî birliğini sağlayıp tarihî misyonuna sahip
çıkarak, İslâm Âlemi ve Türk Dünyası ile ittifak etmiş büyük bir dünya devleti
haline gelmesinin yegâne yolu da budur.