Bediüzzaman Said Nursi hakkında yazılan kitapların bir kısmında,
ısrarla onun Kürt kökenli oluşu vurgulanmakta ve bu noktadan hareket edilerek
bazı kişilerce, bu konuda kendi perspektifleri ve istekleri doğrultusunda
yorumlar yapılmaktadır. Onun için bu makalede büyük alim Bediüzzaman Said
Nursi’nin Şarkta günümüze kadar farklı isim ve özelliklerde tezahür eden isyan
hareketleri karşısındaki duruşunu, millet, devlet vb. kavramlara bakışını ortaya
koyarak, aynı zamanda ırkçılık gibi bir içtima i hastalığın teşhis ve tedavisi
konusunda bir yaklaşımda bulunacağız.
Milliyetçiliğin Doğuşu ve Yayılışı
İslam tarihinde, bilindiği gibi ilk ırkçılık hareketi, Emeviler
döneminde başlamıştır. Emevi ailesi, hilafetin, akrabaları Hz. Osman’dan tevarüs
ettiğini iddia etmişlerdir. Hz. Ali, Hz Osman’ın katillerini cezalandırmayı
reddedince, onun kan davasının sorumluluğunu Muaviye’nin kabule hazır oluşu,
onun işbaşına gelişi için de bir haklılık kazandırdı; çünkü eski Arap
fikriyatına göre varis ideal olarak kanın öcünü alacak kimse idi.1
Emeviler kendi idarelerini haklı göstermek, siyasal
iktidarlarını pekiştirmek için dini alet etmişler, itikadi deliller getirmeye
çalışmışlardır. Hatta yaptıkları zulümlerin Allah tarafından takdir olunduğunu
söylemeye kalkışmaları, başta Hasan el-Basri olmak üzere, karşılarında geniş bir
muhalefet hareketi doğurmuştur. Hem İslam alemini küstürmüşler, hem de bir çok
felaketlere sebep olmuşlardır.
Asıl bizim konumuzu ilgilendiren milliyetçilik hareketlerinin
doğuşu ise 1789 Fransız İhtilali ile başlamıştır. Bu ihtilal Avrupa’da
“milliyetçi” bir dalga doğurdu. Unsuriyet fikri Avrupa’da çok ileri gitti ve
dalga dalga yayıldı. Avrupa devletleri menfi milliyetçilik neticesinde
birbirleriyle uzun süren savaşlar yaptıkları gibi I. Dünya Savaşı gibi umumi bir
felaketi yaşadılar ve Dünyaya yaşattılar. Avrupa, menfi milliyetçilikten öyle
bir ders almış olmalı ki, bu yıl içerisinde Avusturya’da, küçük bir ırkçı
partinin iktidar ortağı olması, büyük bir felaketin başlangıcı olarak sayıldı ve
büyük tepki gördü. Aslında asıl korkulan Almanya gibi büyük devletlerde geçmişte
izleri kalan ırkçılığın yeniden yeşerebileceği endişesi idi.
Hoşgörü ve adaletin hakim olduğu Osmanlı Devleti’nde de
yenileşme hareketleri ile birlikte farklı unsurlar arasında milliyetçilik
hareketleri yayılmaya başlamıştır. Türk unsur-ı asliyesi ile birlikte otuz
civarında milleti altı asır bünyesinde barındırmış ve idare etmiş, Hıristiyan,
Yahudi vb. her türlü din mensuplarına hoşgörü ile davranmış, kiliselerini,
havralarını yapmalarına, eğitim ve hukuki alanda kendi talepleri doğrultusunda
hareket etmelerine imkan sağlamış olan Osmanlı Devleti de bu 19. asrın içtima î
ve siyasi gelişmelerinden etkilenmiştir. Bir yandan devletin her bakımdan
gerilemesi, diğer yandan da Fransız İhtilali ile başlayan ulusalcı hareketlerin
Osmanlı Devleti’ne de sirayet etmesi; dışarıdan bir türlü yıkamadıkları Osmanlı
Devleti’ni, içeriden parçalamak ve yok etmek için Hıristiyan dünyası için iyi
bir zemin oluşturmuştur. Avrupa devletleri önce Hıristiyan tebaayı isyan
ettirmeye başlamış, böylece Osmanlı Devletini istila etmeyi planlamışlardır.
Mozaik bir yapısı olan Osmanlı Devleti’nde başlayan milliyetçilik hareketleri
Avrupa lehine çok önemli fırsatlar sağlamıştır. Büyük devletler Türk olmayan
unsurları ayartmışlar ve verdikleri desteklerle bağımsız birer küçük devlet
olarak Osmanlıdan ayrılmalarını sağlamışlardır. Kürtçü hareketler de bu tarihi
sürecin bir sonucudur. Fakat güçlü İslâm bağları bazı olaylara rağmen bölünmeyi
önlemiştir.
Şarktaki İsyanlar ve Sebepleri
15. yy.’a kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürtler,
Şia tasallutu altında yaşıyordu. Şah İsmail’in kurduğu Safevi Devleti bölgeyi
Şiileştirme hedefi güdüyordu. 1514 Çaldıran zaferinden sonra bu bölge Osmanlı
Devleti’ne iltihak etmiştir. Büyük alim İdris-i Bitlisi’nin önderliğinde yirmi
beşten fazla Kürt beyleri, kendi arzuları ile Yavuz Sulan Selim’e itaat etmişler
ve şöyle demişlerdir: “Bizler canlarımız, mallarımız, iyalimiz ve dinimizin
emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslam’ı tatbik ve adaleti tesis için
sizin hakimiyetinizi zaruri görüyoruz”.2
Osmanlı yönetimi, bugün Amerika’da olduğu gibi, idare ettiği
milletlerin farklı özelliklerine göre, farklı idare tarzları oluşturmuştu.
Çaldıran zaferinden sonra Doğu Anadolu bölgesini Diyarbakır’ı merkez yaparak
buraya bağlamış ve eyalet sistemine göre idare etmiştir. Başlangıçta hizmet ve
sadakat karşılığı verilen bu vilayetlere bağlı sancaklar, daha sonra ailelerin
tasarrufuna bırakılmış ve 1840 yılına kadar bu hal devam etmiştir.3
1514’den itibaren İdris-i Bitlisi’nin idari çatıyı oluşturduğu bu bölgeler, üç
eyalet ve yirmi sancağa bölünmüştür. Eyaletler Diyarbakır, Rakka ve Musul’dur.
Sadece Beylerbeyi Kürt değildi. Diğer idarecilerini kendileri seçerlerdi.
Sultan II.Mahmud ile birlikte bu idari sistem değişmeye
başlamış, bu duruma paralel olarak Kürtçülük hareketleri de doğmaya başlamıştır.
Gerçi Osmanlı Devleti’nin klasik dönemlerinde zaman zaman Kürt-Celali isyanları
tarzında Doğu bölgesinde problemler olmuştur. Fakat bugüne kadar uzanan Kürt
ulusalcı hareketlerin ilk çıkış kaynakları, II. Mahmnud zamanına kadar uzanır.
Kürt ulusal hareketlerinin ortaya çıkmasında kanaatimce üç
önemli faktör rol oynamıştır.
1- II. Mahmud ile başlayan merkezileşme politikası çerçevesinde
Kürt beylerinin statülerinin bozulması, buna bağlı idari, siyasi ve iktisadi
problemler.
2- Kürt beylerinin statülerinin azalmasına karşılık, şeyhlerin
siyasi olarak da önemlerinin artması. Ancak devletin Batılılaşma hareketleri ile
bu durumun çatışması.
3- 19. asırda Avrupa’da gelişen milliyetçik dalgasının, Osmanlı
Devleti’nde de gelişme göstermesi. 1 ve 2’nci maddedeki sebepler çerçevesindeki
örgütlenmelerin her iki çeşidi içerisinde Kürt milliyetçiliği fikri gelişme
göstermiştir.
1- Merkeziyetçi Devlet Politikası ve Kürt Beylerinin
Statülerinin Bozulması
Osmanlı Devleti’nde bir takım yenileşme hareketleri yapılacaktı.
Bunların yapılabilmesi için de devletin modern devlet yapısı gereği
merkezileştirilmesi ve idarenin bürokrasi tarafından yerine getirilmesi
gerekiyordu. Artık Doğu’da yerel yöneticiler yerine merkezden valiler tayin
edilecekti. Yapılan idari reformlar çerçevesinde merkezden valiler tayin
edilmesi, yerel beyleri rahatsız etmişti. Beyleri rahatsız eden bir başka husus
da Doğudaki Ermenilerin konumundaki değişiklikti. “19. asrın başlarında Sultan
II. Mahmud Han Ermeniler hesabına, Şarkta Kürdistan derebeylerine şiddetli
darbeler vurmuş ve Ermenileri memnun etmek istemişti”.4
Sultan II. Mahmud tahta çıktığında Anadolu’daki yerel nüfuzlu
aileler gibi Kürt mirleri de yarı bağımsız bir konumda idiler. II. Mahmud, 1812
Osmanlı-Rus savaşından sonra hızlı bir merkezileştirme politikasına başladı.
Yüzyılın ortalarına doğru Kürdistan’da emirlik kalmamıştı. Ancak pratikte
Osmanlı yönetimi çok etkisizdi. Şehirlere yakın yerlerde valilerin biraz etkisi
vardı, ama, başka hiç bir yerde otoriteleri yoktu. İki Kürt miri merkezi
otoriteye isyan ederek, geniş bir alanı işgal etmişlerdi. Bunlardan biri
Revandizli Mir Mehmet (Kör Mehmet), diğeri Botan Emirliğinin lideri Bedirhan
Bey’dir. 20 yıl sonra ancak Revandiz Türk yönetimine girmişti.5
Kürtlerin çoğunun modern milliyetçiliğin ilk örneği olarak
değerlendirdiği Botan Emirliğinin önderi Bedirhan Bey, 1821’lerde düzensiz
kümeleşmelerin miri oldu. Otoritesini tanımayan aşiretlere de savaş açtı.
1828-1829 Osmanlı Rus savaşında aşiret adamlarından savaşçıları Osmanlı ordusuna
göndermeyi reddetti. 1839 da Osmanlı ordusunun Mısırlı İbrahim Paşa birliklerine
yenilmesi üzerine mir, bağımsız bir Kürdistan kurmayı planlamaya başlamıştı.
1843’de Nasturilere yaptıkları katliam üzerine, Bedirhan üzerine güçlü bir ordu
gönderildi. Bedirhan akrabalarıyla birlikte İstanbul’a gönderildi. Kimsenin onun
yerini almasına da izin verilmedi. Mirden sonra emirlik düşman aşiretlere
bölündü. Sultan Abdülhamid tarafından, Miran aşiret reisi Mustafa Ağa, Hamidiye
Paşası yapıldı. Ve bölgenin en güçlü adamı olmayı başardı. 1877-78 Osmanlı-Rus
savaşından sonra Bedirhanlardan Osman ve Hüseyin, ‘Paşa’ unvanı aldılar ve
Botan’a geri döndüler. Yaşlı olan Osman Paşa mirliğini ilan etti ve aşiretlerin
çoğu gönüllü olarak yönetimine girdi.6
1878 yılı sonlarına doğru Hüseyin ve Osman beyler Cizre
taraflarında bir isyan başlatmışlardır. Hüseyin Bey Siirt yakınlarında gayet
ağaçlık, taşlık ve yüksek olan Nebazat! dağında 2500 kadar kişi toplamış, Osman
Bey’in de Cizre taraflarında isyancı toplamakta olduğu bildirilmişti. Her iki
grup isyancının birleşerek büyük bir tehlike arz ettikleri anlaşıldığında,
üzerlerine gereği kadar asker sevk edilmiştir. Bu savaşta eşkıyanın yüz elliden
fazla telefat verdiği ve büyük bir muvaffakiyet kazanıldığı Diyarbakır’dan
Sadarete gelen 19 Teşrin-i Sani 1294/13 Kasım 1878 tarihli telgrafla
bildirilmiştir.7
Padişah tarafından Hüseyin ve Osman beylerin bu hareketten
vazgeçmeleri hususunda Mardin Mutasarrıflığına bir telgraf gönderilmiş, Mardin
mutasarrıfı da hususi bir memur göndererek kendilerine padişahın nasihatlerini
ve bu hareketten kan dökülmeden vazgeçmelerini bildirmiştir. Bu belgede özetle
şöyle denilmektedir:
Padişahın emri üzerine Mardin Mutasarrıfının Osman Beye yazdığı
mektupta, tutmuş oldukları yolun na-meşru, eser-i igfalat-ı ecnebiye ve azim
cinayet olarak çıkar yol olmadığı belirtilerek, iki taraftan dahi kan
dökülmeyerek hükümete veya askeriyeye dehalet edildiği takdirde affolunup,
mükafat görecekleri vaad edilmiştir. Ayrıca, eski Mardin müftüsü o tarafa
gönderilerek, “Allah’a, Resulüne ve sizden olan ululemre itaat edin” emri ile
ilgili İslamî sorumlulukları hatırlatılmıştır. Mektup “bu ihtarat-ı biraderanemi
inşallah kabul buyurursunuz.” temennisiyle bitmiştir. 7.Z.1295/2 Aralık 1878.8
Bu isyanların, beylerin siyasi ve ekonomik statülerinin
bozulmasıyla bağımsız devlet kurma niyetine kadar vardırılmasının bir sebebi de,
valilerin bölgelerinde otorite kuramamaları idi. Kürt halkının can ve mal
güvenliğini de ortadan kalkmıştı. Oysa mirin otoritesinde eşkıya olayları
olmamaktaydı, can güvenliği sağlanmıştı. Bir belgede bu durum şöyle
belirtilmektedir:
Kaza müftüsü, meclis azaları ve yaklaşık 40 kişinin imzası ile
Padişaha 13 Teşrin-i Sani 1294/7 Aralık 1878 tarihli gönderilen mektupta,
Bedirhan Paşa merhumun Bühtan’dan (Botan) hareket ettiğinden bu güne kadar
kazalarımızda bulunan miri mallarla vs. ilgili vergilerin toplanamadığı gibi her
gün adam öldürme, eşkıyalık gibi hadiselerin gitgide arttığı, bir köyden bir
köye gitmenin mümkün olmadığı ve memurların irtikaplarından dolayı bunların önü
alınamadığından şikayet etmişlerdir. Bu şikayetlerin çözümünü de adaleti
herkesçe malum olan Bedirhan Paşa’nın mahdumu Osman Nurettin Beyin Buhtan’a bir
memuriyete tayin edilmesinde görmektedirler. Zira cümle aşiret ve kabileler onun
eli altındadır.9
Osmanlı Devleti’nin reform döneminde Kürt beyleri yeterince
onore edilmemiş, istişare ve uzlaşı olmamış ve bu yüzden merkezi otorite
tarafından adeta devre dışı bırakılmıştı. Zamanla bunun olumsuz sonuçları
görüldüğünden Bedirhan Paşazadelerin önde gelenlerine devlet birçok
taltifatlarda bulunmuş, önemli devlet hizmetlerine tayinleri yapılmıştır. Hatta
Bedirhanlardan Şam’da ikamet eden ve orada bir ara mahpus olan Ahmet Bedri Bey
daha sonra Şuray-ı Devlet reisliğine kadar gelebilmiştir.
2- Doğuda Şeyhlerin Öneminin Artmasına Karşılık Devletin
Batılılaşma Politikası
II. Mahmud ile başlayan merkezileşme politikası neticesinde
devletle halk arasındaki köprü görevini Kürt beyleri yerine şeyhler yapmaya
başlamıştı. Özellikle Tanzimat’tan itibaren şeyhlerin sayısı ve halk nezdinde
önemleri artmıştı. Zaten Kürtlerin arasında önceki asrın müceddidi kabul edilen
Mevlana Halid-i Bağdadi’nin etkisi ile dindar ve Nakşi tarikatine bağlı idiler.
1776 yılında Süleymaniye’ye bağlı Karadağ’da dünyaya gelen
Mevlana Halid, Mikaili aşiretindendi. Zühdü ve takvasıyla bilinen Mevlana Halid,
aklî ve naklî ilimlerle de meşgul olmuştu. 1822’de Mevlana Halid’in manevi
hizmet ve hakimiyeti siyasilerin dikkatini çekiyordu. Bağdat Valisi Davud Paşa
İstanbul’a şöyle bir rapor gönderdi: “Mevlana Halid’in gayesi Sünnet-i
Seniyye’yi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve hareketlerinden
anlaşıldığına göre, dünyaya katiyyen temayülü yoktur. Mevlana siyasetten itina
ile kaçınmaktadır. Hatta, Mevlana Halid’in hiçbir zaman devlet işlerine
karışmayacağını da taahhüt ederim”.10
Tanzimat, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet sonrası dönemlerde
dinin sosyal hayattan tedricen çıkarılması, Büyük ölçüde dindar ve Nakşi olan
Kürtleri rahatsız etmiştir. “Şey Ubeydullah, Şeyh Said, Molla Mustafa Barzani
gibi önemli ulusal hareket liderleri, Mevlana Halid’den Nakşibendi tarikatını
devralan şeyhlerin torunlarıdır”.11
Tanzimat reformlarıyla ilgili Şerif Mardin şöyle demektedir:
“Âli Paşa ve Fuat Paşa gibi Tanzimat’ın önde gelen devlet adamları tarafından
izlenen politikalarda, ulemanın gözden çıkarılması eğilimi vardır. İslâmiyet’in
tedrici geri çekilerek iyi bir devlet yönetimi, eğitim ve ticaretle bu boşluk
doldurulacaktı. Dinin işlevini dikkate almayan rasyonalizm, benzer biçimde
gelecekteki Türk reformcuları tarafından da paylaşılacaktır.”12 Oysa
Doğuda o zamana kadar yargı işlerini yürütmüş ve çatışmalara çözümler
dayatabilmiş, yarı bağımsız Kürt yöneticilerin ortadan kalkmasıyla şeyhlerin
önemi daha da artmıştı. 1820 ile 1860 arasında şeyhlerin sayısında bir artış
olmuş ve politik önemleri de artmıştı. Çünkü yarı bağımsız yöneticilerin
yokluklarında halkla aracılık yapabilecek güvenilir insanlara ihtiyaç doğmuştu.13
Her ne kadar Tanzimat reformları tedrici olarak uygulanmakta ve Doğu bölgesine
henüz ulaşmamış olsa da Batılılaşma politikalarının dini bağları ve ortak
amaçları zayıflattığı düşünülebilir. Hele II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri
politikalarındaki Batıcı ve milliyetçi anlayışın hakimiyetinin, ortak paydaları
daha da zayıflattığı görülmektedir. Aşağıdaki isyanların oluşmasında ekonomik,
politik ve ulusalcı dalganın etkisi olduğu kadar, devlet ile aradaki dini
bağların zayıfladığını da söylemek mümkündür.
Şeyh Ubeydullah, 1880 yılında Osmanlıdaki ve İran’daki 220
aşiret reisini toplayarak ve İngilizlerden de silah yardımı alarak, merkezi
Şemdinli olmak üzere büyük bir ayaklanma başlatmıştır.14 Osmanlı-Rus
savaşı sonrası Osmanlı Devleti’nin zayıf olmasıyla birlikte, İran devletinin
daha zayıf bir durumda olmasından isyan önce İran üzerinde başlamıştır. İran bu
ayaklanmadan çok zor durumda kalmış, belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlıdan
yardım istemiştir. Türk-İran ilişkileri açısından da önemli olan bu belgede
özetle şunlar rapor edilmiştir.
2 Mart 1881 tarihinde Tahran Sefaretinden Hariciye Nezaretine
gelen bir telgrafnamede Tahran Umur-ı Hariciye Vezirinin Tahran Sefirine
söyledikleri rapor halinde bildirilmektedir. Vezir, Şeyh’in ilkbaharda büyük bir
Kürt ayaklanması başlatacağından korkan Şah’ın, Osmanlı Devleti vaadlerini
yerine getirmeyip, oyalamaya devam ederse, Rusya ile bir muahede
akdedebileceklerini belirtmektedir. Bunun sonucunda da Azarbeycan’ın yarısı veya
tamamı mükafat olarak Rusya’ya verilecektir. Vezir, “… Şah hazretleri
bendenizi davet ederek Saltanat-ı Seniyye ile kat-ı muhaberat edeceğini ifade
eylemesi memul bulunduğunu kemal-i hüzün ile hikaye edip, bu maddenin devleteyn
aleyhine ve İslâm beynine bir nifak ile iki millet arasında ıslahına kabil bir
adavet husule getirerek, kuvve-i İslamiyenin inkırazına ve İran’ı dahi Rusya’ya
teslime kadar sebebiyet vermesi badi-i elem ve teessüf idüğünü ağlayarak
söyledi” demektedir. Sefir devamında, Şeyh ve oğullarının, İran’ın isteği
doğrultusunda huduttan uzaklaştırılarak Rusya ile ittifakın önlenmesi
gerektiğini belirtmiştir.15
Osmanlı birlikleri, Şeyhin batıya doğru ilerlediği sırada
harekete geçer ve İran ile bağlantısını keserek çevresini kuşatır. Yenileceğini
anlayan Şeyh teslim olur ve İstanbul’a gönderilir. Bir müddet sonra Medine’ye
yerleşen şeyh, ölünceye kadar orada kalır. Şeyhin büyük oğlu Seyyit Abdülkadir
ve Seyyit Abdullah da daha sonra bir takım Kürtçülük hareketlerine
karışmışlardır.16
Bir başka Kürt devleti kurma teşebbüsünün öncüsü Şeyh
Mahmud’dur. Arşiv belgelerinden anlaşıldığına göre Şeyhin niyetinin iyi
olmadığını bilen Osmanlı ve İran hükümetleri, kendisini etkisiz kılmaya
çalışmışlardır. Bir belgede, Caflı Mahmud’un İran hükümetince girişine izin
verilmemesinden, hududa geldiğinde yakalanmasına çalışılması Bağdat ve Musul
vilayetlerine bildirildiği, İran’a girmemesi için bazı mevkilere asker ikame
edildiği, İran Veziriazamından Sefarete bildirildiği, Sadrazam tarafından
padişaha arz olunmuştur. 2 Ramazan 1308/1891.17
Başka bir belgede ise Caf reisi olup yakalanması irade-i
seniyyeden olan firari Mahmud Paşa’nın Batum yolu ile İran’dan Reşet şehrine
geldiği ve yanına bir miktar süvari aldığı ve firarını Dersaadet’ten
biraderlerine haber verdiği ve Kürdistan hakimi ile bu aralık sık sık muhaberede
bulunduğu Tahran Sefaretinden bildirilmiştir. Adı geçen kişinin yakalanması ve
Osmanlı memurlarına teslimi Sefarete tavsiye olunmuştur. Ayrıca Mahmud Paşa’ya
aşireti arasından meyl olmaması için Kürt reislerinden bazılarının taltifi için
ferman buyurulmasına dair Sadrazamın Padişaha arzı yer almaktadır. 22. S.
1309/1891.18
Birinci Dünya Savaşında Irak’ı işgal eden İngilizler, 1918
anlaşmasından sonra bir takım yarı bağımsız Kürt devletleri kurmayı planlıyordu.
Şeyh Mahmud bu dolaylı yönetimin kilit adamı seçildi. Şeyh, İngilizlerin
yardımıyla Kürdistan’ın geniş bir bölümünde yöneticiliğe atandı. Sonra yerel
aşiretlerin çoğunun katledildiği bir anti-İngiliz isyanı oldu. Şeyh kendini
bağımsız bir lider olarak ilan etti. İsyan bastırıldı ve Şeyh sürgün edildiyse
de tekrar geri döndü. Hırslı bir lider olan Şeyh Mahmud’u (Berzenci) bağımsız
bir Kürdistan’ın kurulmasını engellemek için İngilizler kullanmak isterken, o
bağımsız bir Kürdistan hayaliyle İngilizleri kullandı ve bu nedenle İngilizler
onu hiç affetmediler.19
Gerçekten Şeyh Mahmud, ünlü ajan Noel’i kendisine danışman
yapmasına ve İngilizler kendisine bağımsızlık sözü vermelerine rağmen,
İngilizlerin amacına aykırı olarak kendi liderliğinde bağımsız bir Kürdistan
kurma çabalarına devam etti. İngilizlerde ona güvenememişlerdir.20
Bir başka büyük isyan da Şeyh Said isyanıdır. Bu isyanı tamamen
bir Kürtçü hareketi olarak görmemek lazımdır. Bu hareketin asıl sebebi, dini
değerlerin tahrip edilmesine karşın, insanların gayret duygularının isyan
noktasına gelmesidir.
Şeyh Said, Dicle’de verdiği bir vaazda şöyle diyordu:
“Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli
Eğitime bağlandı. Gazetelerde bir takım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye,
Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat
dövüşmeye başlar, dinin yükselmesine gayret ederim.”21
Şeyh Said’in yanına sığınan altı asker kaçağının yakalanması
için görevlendirilen jandarma birliğine ateş açılmasıyla, yani basit gibi
görünen bir olayla isyan başlamıştır. Şeyh Said, yanındakilere şöyle
seslenmişti: “Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse versin
harekata devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden
alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan
yararlanacağız. Bugünkü Türk Hükümeti İslâmiyet’ten ayrılıyor. İstanbul’da
Beyoğlu’nda bazı İslam kızları şapka ile geziyorlar. Abdullah Cevdet, İçtihad
Dergisi’nde yazdığı bir yazıda kuşağın düzelmesi için Macaristan’dan damızlık
getirilmesini istiyor”22
İsyan bastırılıyor. İsyancılara Diyarbakır’da uzun bir sorgulama
yapılıyor. Sorgulamada savcı iddianamesini okuduktan sonra şöyle diyor:
“Ayaklanma olayı iddianamede anlatıldığı gibi sanki Peygamber dininin yükselmesi
perdesi altında meydana getirilmiştir. Oysa asıl amaç Türk vatanının belirli bir
kısmını ana yurttan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini bozmaktır.”23
Gerek milliyetçilik noktasından, gerekse dini noktadan hareket
eden isyancılar, devletle ekonomik, sosyal, kültürel ve dini bakımdan tam bir
bağ kuramamışlardır. Bunun sonucu olarak kendi devletine karşı yabancılaştıkları
ve özgürlük, bağımsızlık ve ekonomik olarak yardım vaat eden emperyalist
devletlere yaklaştıkları görülmüştür. Fakat Kürtlerin çoğunluğu bu isyanları
tasvip etmemiştir. Çünkü içerideki bazı olumsuzluklara karşılık, bütün
isyanların, ayrılıkçı hareketlerin arkasında büyük devletlerin emperyalist
emelleri vardı.
Büyük Devletlerin Şarkta Çıkan İsyanlardaki Rolü
Şarktaki isyanlarda iç sebepler kadar, dış sebepler de, daha
doğrusu bazı devletlerin katkıları da önemli rol oynamıştır.
21 Teşrin-i Evvel 1294/2 Kasım 1878 tarihinde, Devlet-i Aliyye
Erkan-ı Harp Livası Komiserinin yazdığı bir raporda şöyle bir olay
anlatılmaktadır: Kars cihetlerinde esir olmuş, o tarihten itibaren kendisini
paşa ismiyle kaydettirmiş ve paşalara mahsus yevmiyeyi de almakta bulunan Kürt
Paşazade Süleyman Bey, on beş gün önce esirler ile Sivastopol’a gelip kendi
arkadaşları Dersaadet’e sevkolunduğu sırada namizaç olduğundan bahisle bir kaç
gün tedavi ettirmek üzere burada kalacağını beyan etmiş ve kalmış idi. Bu sırada
bendenize gelip görüşme sırasında “Rusya Devleti bana senevî altmış bin ruble
vererek teklif ediyorlar ki, Rusya’da kalayım. Alel husus Rusya’nın Kars ciheti
kumandanı Loris Melkof pek çok üzerime düşüyor. Ben de ne için bana altmış bin
ruble vereceksiniz dediğimde, işte malum ya sen Kürdistan hanedanından beş hudut
aşiretini ve alel husus bütün Kürdistan’ı iğfal edersin diyorlar.” Konuşmanın
devamında eğer devlet Kars cihetinde ve hudut üzerinde bulunan Kürt beylerini
taltif etmez ise yakında cümlesi Rusya’ya tabi olur diye Bedirhan Paşazade
Süleyman, Osmanlı Devleti’nin Sivastopol’da bulunan Komiserine beyanda
bulunmuştur.24 Gerçekten yaklaşık bir ay kadar sonra Bedirhan
Paşazadelerden Osman ve Hüseyin Beyler Cizre ve Botan cihetlerinde büyük bir
isyan başlatmıştır. Bitlis vilayetinden 11 Mayıs 1332/24 Mayıs 1916 tarihinde,
Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Nezaretine gelen bir başka belgede de
Birinci Dünya Savaşı sırasında “Bitlis’de Kürtleri Ruslara ısındırmak denaetinde
kullanılan Bedirhanî Kamil’in”25 olumsuz hareketlerinden
bahsedilmektedir. 1829, 1877 yıllarında Osmanlı-Rus savaşı sırasında veya hemen
sonrasında bir kısım Kürtlerin isyan ettikleri dikkate alındığında, Kürt
isyanlarında Rusların önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.
İsyanların arkasında Avrupa devletleri de vardır.
18 Aralık 1918 günü 6. Kolordu Kumandanlığından 4302 sayılı
yazıya, Harbiye Nezaretinin gönderdiği cevapta asayişin bozulmasının, dış
güçlerin emellerine hizmet edeceği belirtiliyor: “… ayrımcılığın kabul
edilemeyeceğini, ancak Kürtlere karşı yürütülecek tedip hareketinin asayişi
bozuk göstererek İngilizlere işgal vesilesi verilebileceği26 ifade
edilmektedir.
26 Şubat 1920’de İngiltere’de Başbakanlık konutunda toplanan
konferansta Kürdistan konusu tartışılıyordu. Fransız delegasyonu, “Kürdistan
bağımsız olmayacak mıydı?” diyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’da
Kürdistan konusunun çözülmediğini söyledi.
Başbakan Lloyd George, Avam Kamarasında yapacağı konuşmayı
hazırlıyordu. Başbakan, Avam Kamarasında Türk İmparatorluğundan, Türk olmayan
soyların yaşadığı bütün bölgelerin ayrılması görüşünü savunacaktı. Bu soylar
kimlerden oluşmaktaydı? Araplardı, Ermenilerdi, Suriyeliler ve Kürtlerdi.27
1925 yılında İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lindsay,
Dışişleri Bakanı Charberlain’e şu raporu göndermiş: “Böylece başlattığımız
noktaya döndük. Bu nokta, Türk-İngiliz ilişkilerinin gelişmesini engelleyen
Musul sorunudur. Son bir kaç ay içinde ortaya çıkan kışkırtmalardan sonra
Majestelerinin hükümeti bütün kozları ele geçirmiş ve dilediği kartı
oynayabilecek duruma gelmiştir. Ancak sorunun yalnızca sınır düzeltilmesi ile
sınırlı tutulmaması gerekiyor.
Majestelerinin hükümeti, Güney Kürdistan’da milliyetçiliği
geliştirmek yolundan geri dönmeyeceği biçimde bağlantılar kurmuş olabilir. Eğer
böyle bağlantılar kurmamışsa, Cemiyet-i Akvamın mandater devlete bu yönde baskı
yapmayacağını düşünmek için elde yeterli neden var”.28
Görüldüğü gibi emperyalist güçler Osmanlı Devletini bölüp,
parçalayıp, yok etmeyi planlamaktadır. Devletin yaptığı birtakım yanlışlıkları,
bazı sıkıntıları bahane edip, özellikle savaş anında yani devletin zayıf
durumlarındaki silahlı mücadeleler ülkenin parçalanmasına ve dış güçlerin
emellerine alet olunmasına hizmet etmiştir. Başta Araplar olmak üzere Osmanlı
Devletinden ayrılan unsurlar istikrar bulamamışlar, Amerika, İngiliz ve Rusların
arka bahçesi olmuşlardır. Öyleyse bu dahili ve harici olumsuzlukların çaresi
nedir?
Katılımcı Demokrasi ve Milli Birlik
Kürt meselesinin çözümü için siyasi, iktisadi ve dini yönden
alınması gereken tedbirler vardır. Osmanlı yönetim biçiminde devlete bağlı ve
hizmet eden bütün aşiret vb. unsurlar siyasi ve iktisadi olarak devlet
imkanlarından yararlandırılmıştır. Kürt beyleri de yarı bağımsız bir idari
sistemle II. Mahmud dönemine kadar idare edile gelmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz
gibi merkezi devlet sistemi gereği bozulan bu sistemin doğuracağı sonuçlarla
ilgili hiçbir ciddi tedbir alınmamıştır. Ancak yukarıda bahsedilen iki büyük
isyan ve 1878 Berlin Antlaşması sonucu Sultan II. Abdülhamid döneminde yeni bir
Doğu Anadolu politikası izlenmeye başlanmıştır.
1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrası Ayastefanos antlaşmasıyla
Kars, Ardahan ve Batum’un Rusya’ya verilmesi kararlaştırılmış, 1878 Berlin
Antlaşması ile de Osmanlı Devletinin paylaşılması pazarlığı yapılmıştır.29
Böyle bir ortamda Sultan II. Abdülhamid, aşiretleri devlete kazanmak ve yabancı
güçlerin nüfuzunu engellemek için “Aşiret Mektepleri” açmış ve “Hamidiye
Alayları” kurmuştur.
Sultan Abdülhamid bu konuda şunları söylüyor: “Kürt ağalarının
çocuklarını İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi
biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır mevkiini işgal etmişlerdir.
Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi
zarar olabilir.”30
1890 yılında Hamidiye Alaylarının kurulmasının amacı da,
sarsılan merkezi otoriteyi sağlamak, sosyo-politik dengeleri kurarak Ermenilerin
yıkıcı faaliyetlerine engel olmaktı. Ayrıca İslam birliği Müslüman halka
hissettirilerek Rusya ve İngiltere’nin antlaşmalarla saklı müdahale haklarını
kullanmalarına meydan verecek gelişmeleri önlemekti.31
Kürt meselesinin çözümü yönünde siyasi açıdan önemli bir gelişme
1950’den sonra çok partili hayata geçişle sağlanmıştır. Doğuda sevilen ve nüfuz
sahibi bir çok Nakşibendi şeyhlerinin çocukları milletvekili yapılmıştır. Daha
sonraki dönemlerde de devam eden bu siyasi ve demokratik tercihle, devlete adeta
yabancılaşmış ve küsmüş olan Kürt vatandaşları bir ölçüde de olsa barışmıştır.
Bazı yazarlar az da olsa olumlu yönde devletle barışmayı ve
bütünleşmeyi rejime payanda olmak olarak görmüştür. Şöyle ki: “Bunların hepsi,
rejimin asıl sahibi CHP’ni diskalifiye edelim derken, başka bir canavarın
kucağına düştüler ve sağcı partiler aracılığıyla rejimin payandası, direği
haline geldiler.
Din Birliğinin Önemi ve Bediüzzaman’ın Yaklaşımı
Kürtçülük hareketleri, devletin yapılanması ve politikaları
karşısında, olayları yakinen bilen ve yaşayan asrın büyük alimi Bediüzzaman’ın
tavrı, bir çok Ehli Sünnet alimlerinin siyasi tavırlarının günümüzdeki en bariz
bir örneğidir. Temel ilke İslam toplumunun birliği, beraberliği ve refahıdır. Bu
kralların dininden olmak veya dinden taviz vermek anlamında değildir. Bilakis
dinin en küçük bir esasından taviz vermemişler, fakat müspet hareket tarzıyla
mücadele etmişlerdir.
İslam tarihindeki ilk isyan hareketleri olarak ortaya çıkan
Haricilik ve Şiilik hareketlerine muhalifler olarak ortaya çıkan Mürciiler bir
orta yol olarak ortaya çıkmıştır. Mürciilerin siyasi tavrı çok açık olmamakla
birlikte, şirk suçu bulunmayan herhangi bir halifeyi tanımalarına ve kan dökmeme
prensibine dayanır. “Müslümanım” diyen herkes hakikaten müslümandır. Şüpheli
meseleler (anlaşma sağlanamayan ihtilaflı konular ve kararlar) tehir edilir.
Umumiyetle onların başlıca derdi İslam ümmetinin birliğini korumaktır.32
Çok büyük bir alim olan Hasan el-Basri’nin halifelere ve
valilere karşı olan tavrı da daha çok nasihat tarzında olmuştur. Hatta ona göre
idareciler kötü oldukları zaman bile onlara itaat edilmelidir. Bazıları ona,
İbnul-Eş’aş ayaklandığı zaman el-Haccac’ın muhtelif kötü fiillerinden söz
etmişler ve valiye karşı silaha sarılmak konusundaki görüşünü sormuşlar. Cevabı
şu olmuş: “Eğer söz konusu meseleler Allah’ın cezasını gerektiriyorsa, insanlar
kılıçlarıyla Allah’ın cezasını döndüremezler ve eğer bir gaile ise Allah’ın
hükmünü sabırla beklemelidirler. Böylece onlar hiçbir durumda savaşmamalıdırlar.
Onun tanıdığı tek müsaade şudur: Eğer iktidardakiler insanlara Allah’ın emrine
zıt bir şey yapmayı emrederlerse onlara itaat mecburiyeti yoktur.” İnsanların
hep “müstakim” davranış içinde olmaları hususunda ısrar etmiştir. İbnu’l
Eş-aş’ın isyanında Irak Valisi el-Haccac’a sadık bir vaziyette kalmış, aynı
zamanda arkadaşlarına bu isyana katılmamaları konusunda ısrar etmiştir. Fakat
gerektiği yerde de tenkidini yapmış hatta aralarındaki münasebetler kesildiği
gibi Haccac’ın ölümüne kadar gizlenmiştir.33
Büyük alimin bu tavır ve fikirlerini Müslümanların birliği ve
kardeşliğine olan derin hissi ile düşünmek gerekir. Merkezi ve mutedil zümrenin
en müspet hususiyetinin ümmete ve devlete bağlı bir tavır olduğu söylenebilir.
Onların müşterek tutumları devlete ve temel İslamî esaslara bağlılık idi.
Bediüzzaman da müsbet bir tavır sergilemiş, yanlış olarak
gördüğü hususlarda idarecileri ikaz etmiştir. Dahilde silahlı mücadele olmaz
demiş ve anarşizme sebebiyet verecek yolları kapatarak, bilakis asayişi
muhafazaya önem vermiştir.
On kadar aşiret reisi Bediüzzaman’a gelip Şeyh Said’in yanında
olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman
onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve
beraberliklerini zedeleyecek ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak
hiçbir dahili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Menfi milliyetçiliğin
varlığımıza kastederek bu milleti parçalayacağını, bu gibi menfi hareketlere
girişenlerin arkalarında ecnebi parmağı olmasından korktuğunu dile getirmiştir.
Aşiret reisleri de Bediüzzaman’ın bu ikazları karşısında memnuniyetlerini dile
getirerek, isyana iştirak etmemişlerdir.34
Bediüzzaman aynı ikazını Şeyh Said’e de yapmıştır. Yazdığı
cevabi mektubunda onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışmıştır. Mektubunda
şöyle diyordu:
“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını
yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin
torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe
çarpıştıramayız. Bu şeran caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir.
Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz., Kuran ve iman
hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale
etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden
binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.35
Asıl mesele bu zamanda manevi tahribata sed çekmek ve bununla
dahili asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir diyen Bediüzzaman, cihad adı
altında anarşiye sebep olanları kınamıştır. Şerif Mardin’in tespitleri ile
Bediüzzaman, yazdığı risalelere “gazidirler” diyerek, inançsızlığa karşı
kitaplarla savaş verileceği şeklindeki müspet hareket metoduna dikkat çekmiştir.36
Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanıyla Kürt aşiretleri arasında
meydana gelen rahatsızlığı gidermek için 1910-1911 yıllarında aşiretleri
dolaşarak “gelecek adına iyi bir zemin oluştu” demiştir ve aşiretlerin devlete
bağlılıklarını temine çalışmıştır. Irkçılık hareketlerine karşı çıkarak, İslam
toplumunun birliği ve beraberliğine, sulh-u umumiye dikkat çekerek, siyasi ve
içtimai tavrını ortaya koymuştur. Asıl mesele olarak bütün insanlığın imanını
kurtarma davasına soyunmuştur. Kaçınılmaz olan yeni halle birlikte, “Batının
maddeciliği olarak gördüğü şeyin İslam kültürüne de sızmasını önlemek,
maddecilikle savaşmak için, önce Osmanlıların sonra da Türklerin İslamî mirasını
yeniden canlandırmaya yönelik misyoner faaliyetlerinde bulunmuştur”.37
Bediüzzaman, bazı devletlerin Müslümanları bölüp, parçalama ve
yok etme niyetlerini çok iyi bildiği için, bunlara alet olunmaması için çalışmış
ve Müslümanların birlik ve beraberliğini savunmuştur. Avrupa’nın “Şark
Meselesini” adım adım uygulamakta olduğunu çok iyi bilmektedir. Paris’de Şerif
Paşa’nın Ermeni-Kürt antlaşması ile bir Kürdistan kurulması girişimlerine büyük
tepki göstererek, 24 Şubat 1920 tarihinde, Vakit gazetesinde de yayınlanan
yazısında şöyle demiştir:
“Dört buçuk asırdan beri İslam’ın fedakar ve cesur taraftarı
olarak yaşamış ve dini geleneklere bağlılığı gaye edinmiş olan Kürtler, henüz
beş yüz bin şehidin kanları kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri
oyulan ihtiyarların hatırlarını teessürle anarken, İslâmiyet’in zararına olarak
tarihi ve hayati düşmanımız ile barış antlaşmaları imzalamak suretiyle dinlerine
aykırı hareket edemezler. Bu nedenle, Kürt ulusal vicdanı bu gibi antlaşmaları
tanımadığını ve emellerinin milliyetlerini birleştirmek olduğunu bildirilmesine
araç olunmasın”.38
Bu gibi tepkiler sayesinde İngiltere’nin Güneydoğu Anadolu’da
uygulamaya çalıştığı “Böl ve Yönet” politikası tutmamış, bu politikanın
aktörlerinden İngiliz ajanı Binbaşı Noel ve Şerif Paşa’nın misyonu
başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Şerif Paşa’nın Güneydoğu Anadolu’yu temsil
edemediği, edemeyeceği de görülecektir. Kaldı ki yukarıda da kaydedildiği gibi
İngiliz Dışişleri Bakanı Gurzon, onca tartışma ve bölgedeki çalkantılardan sonra
“Büyük Kürdistan” projesinden vazgeçmiştir. Zamanla yöredeki şartların kendi
sonuçlarını yaratacağına inanıyor, kısacası “bekle gör” siyaseti uyguluyordu”.39
Gerçekten, Doğu’da Ermenilerin ve Rusların yaptıkları mezalim,
akıttıkları kan daha çok yeni iken İslam toplumundan koparak, İslam’ı yok etmek
isteyenlerle beraber olmak İslamla da bağdaşamazdı. Bediüzzaman bırakın
Ruslarla, Ermenilerle, İngilizlerle anlaşmayı, devletinin yanında olarak en
büyük mücadeleyi onlara karşı vermiştir.
Arşiv belgelerinde de harici düşmanlara karşı Bediüzzaman’ın
mücadelesine dair belgeler vardır. Bediüzzaman’ın Ermeni ve Ruslara karşı
mücadelesini anlatan görgü şahitlerinin beyanı ile ilgili Bitlis Vilayetinden
Emniyet-i Umumiye Müdüriyetine gönderilen bir belgede özetle şunlar
anlatılmaktadır:
Aralarında Rus olup olmadığı belirlenemeyen 600 kadar Ermeni,
Hizan kazasının ve köylerinin teslim edilmesini ve tahliye edilmesini
istemişler, bu tekliflerinden 9 saat sonra da saldırmışlardır. Erkek ve
çocukları toplayıp kılıçtan geçirmişler ve kadınların ırzlarına geçmişlerdir. Bu
olayları firar ederek rapor eden Mehmet oğlu Yusuf, olayı şöyle anlatmaya devam
ediyor: “Beni geri çevirdiler ve dediler ki: ‘Sana çok para vereceğiz. Git,
Molla Said vesair rüesaya söyle! Orada kalan Ermenileri bize teslim etsinler ve
şurasını da anlat ki, artık beyhude yere telef olmaktan faide yoktur. Zaten her
taraf alındı. Ruslar ta Haleb’e kadar gittiler. Ermenistan tasdik olundu. Gelsin
bize teslim olsunlar. Bir de orada kuvvet ve asker olup olmadığını gel bize
haber ver’ dediler. Bu sözler Dilo tarafından söyleniyordu ve kumanda onun
tarafından yapılıyordu. Avdet ettim, Çaçvan’a geldim. Baktım ki bizim jandarma
ve Kürt kuvveti müdürimiz ve Molla Said Efendi ile oraya gelmişler, 4-5 saat
müsademeden sonra kadınlar kafilesini ellerinden almışlardı. Lakin ne şekilde
görmeli.”40 diyerek savaşın ve vahşetin dehşetini anlatıyordu.
Özellikle dinden uzak ve sol görüşlü bazı milliyetçi Kürt
yazarlar, onun Kürt kimliğini öne çıkarmaya çalışmışlardır. Kürtçülük hakkında
araştırma yapan Batılılar ise bazı eksik bilgi, duygu ve düşüncelerine rağmen
Bediüzzaman hakkında daha objektif yaklaşmışlardır. Sözgelimi “Unutulmuşluğun
Bir Öyküsü, Said Kürdi” adlı kitabında Rohat, Kürt asıllı Malmisanij’in
Bediüzzaman’la ilgili değerlendirmeleri için kendisinin kişisel değerlerini
yansıttığını belirtmiş ve Bediüzzaman’a bakışını “Kürt perspektifiyle” ve “ sol
yaklaşım” ile yaptığını açıklamıştır.41
Bediüzzaman ırkçılığı cahiliye çağı anlayışı olarak görmekte ve
Müslümanların birliğine beraberliğine önem vermektedir. “Sana Said-i Kürdi
derler. Belki sende unsuriyet (ırkçılık) fikri var, o işimize gelmiyor. Hey
efendiler! Eski Said’in ve yeni Said’in yazdıkları meydanda. Ben onları şahit
göstererek diyorum ki, eskiden beri ırkçılığı katetmiştir. Kesmiş atmıştır.
Irkçılık riya, zulmet, sefalet, gaflet ve dalaletten mürekkep bir macundur. Onun
için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Unsur lazım ise bize
İslâmiyet kafidir”.42
Bediüzzaman, Kürt gibi “küçük taifelerin menfaati ve saadet-i
dünyevileri, sizin gibi büyük ve muazzam olan Arap ve Türk gibi hakim üstadlara
bağlıdır” diyerek, küçük unsurların muhtariyetine taraftar olmadığını belirtir.43
Hatta, Prens Sabahaddin tarafından ileri sürülen “Adem-i Merkeziyet ve Tevsi-i
Mezuniyet Fikrini” zamansız bulur ve reddeder. Ona göre “efrad mabeyninde
muhabbet-i milli sağlanmadan adem-i merkeziyete gidilmesi, farklı unsurların
merkezden kopmasına sebep olacak, On üç asır evvel ölmüş olan unsuriyet-i
cahiliyeyi (ırkçılığı) ihya ile fitneyi ikaz edecektir (uyandıracaktır).”
Bediüzzaman’a göre böyle bir tatbikat siyasi muhtariyet getirecek, siyasi
muhtariyeti istiklaliyet takip edecek, iş bu noktada da kalmayacak tevaif-i
müluk şeklînde küçük devletler doğacak, ‘fikr-i istila’ yardımıyla bir
mücadele-i keşmekeş intaç edecek.44
Said Nursi, Kürt tabirini Osmanlı camiasının içindeki bir dal
anlamında kullanmıştır. Nitekim askeri mahkemede Şakir Paşanın: “Hangi Kürt
aşiretine mensupsun? sualine verdiği cevapta: “Sen hangi Tatar aşiretine
mensupsun? Ben Osmanlıyım. Benim Kürtlüğüm, doğduğum ve büyüdüğüm yerin halkına
verilen isim dolayısıyladır.”45 demiştir. Ayrıca, “ismim Said Nursi
iken, her tekrarında Said Kürdî ve bu Kürt diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla
hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyetlerine ilişip aleyhime bir his
uyandırmak, hem mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt muhalif bir
cereyan vermektedir.”46 ifadeleriyle de oynanmak istenen oyunu ortaya
sermiştir.
Bediüzzaman Türklere olan dostluğunu ise şu satırlarla ifade
ediyor: “Dini-i İslâmiyet milletiyle ebedi ve hakiki bir uhuvvet ile, Türk
denilen bu vatan ehl-i imanı ile şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin
seneye yakın Kur’an’ın bayrağını cihanın cihad-ı sittesinin etrafında galibane
gezdiren bu vatan evlatlarına, İslamiyet hesabına, müftehirane ve tarafdarane
muhabbettarım.47
“Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslüman’ım. Yüzde doksan
dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş
ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet ordularının
en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’aniyem cihetiyle, her milletten
ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsi hizmetimin muktezası olduğundan;
bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk
milletine hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad
edebilirim.48
Ehl-i Sünnet alimlerinin ilk fitne ve ırkçılık hareketlerinden
itibaren İslam toplumunun birliği adına takındıkları müspet hareket ve tamir
metodunu, günümüzde Bediüzzaman ortaya koymuştur. Böylece harici düşmanların
emellerine alet olunmamasına dikkat çektiği gibi ülke içerisinde birlik,
beraberlik ve istikrara önem vermiş ve anarşizme set olmaya çalışmıştır.
Maalesef devlet yönetimi bu niyeti ve metodu anlayamamış,
Batılılaşma adına dindarlara baskı yapmış, bir takım olayları bahane ederek,
güya meşru bir sebep olarak güvenlik meselesini araç yapmış ve despotik bir
yapıya bürünmüştür. Örneğin Şeyh Said isyanından sonra Takrir-i Sükûn dönemi
başlamış,insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayacak baskıcı yöntemler idari
sistemde yer almıştır. İnsan hakları, demokrasi değil, rejimin güvenliği en
önemli mesele olmuştur. Fakat ileri ülkelerin güvenlikleri ve kalkınmaları bu
metodla olmamış, bireysel özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, adalet gibi
kavramlar ne kadar ilerlemişse kabiliyetler o kadar öne çıkmış ve her yönden
gelişme olmuştur. Devletin güvenlik sorunu da ancak demokrasi, insan hakları,
eğitim, adalet ve ekonomik gelişmişlikle aşılacaktır.
Dipnotlar
1. W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.
100-101.
2. Ahmed Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, s.140.
3. A.g.e., s.141.
4. Nuri Dersimi, Hatıratım, s. 44.
5. Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet, s. 217-218.
6. A.g.e., s. 220-223.
7. Yıl. Hus., 159-79.
8. Yıl. Hus.159/79.
9. Yıl. Hus.,159/79.
10. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, s.15-16.
11. Bruinessen, a.g.e., s. 268.
12. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s.181.
13. Bruinessen, a.g.e., s. 91.
14. Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, s. 68.
15. Yıl. Hus., 166/112.
16. Yıldız, a.g.e., s. 68.
17. Yıl. Hus., 258/5.
18. Yıl. Hus., 251/153.
19. Bruinessen, a.g.e., s. 101, 264.
20. A.g.e., s. 264.
21. Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, s. 68.
22. A.g.e., s. 72.
23. A.g.e., s. 130.
24. Yıl. Hus., 159-79.
25. Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu’da Ermeni
Mezalimi, s. 55.
26. Mumcu, a.g.e., s. 188.
27. A.g.e., s. 26.
28. A.g.e., s.164.
29. Dr. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, s. 289-290.
30. Yıldız, a.g.e., s. 95.
31. Yıldız, a.g.e., s. 97.
32. Watt, a.g.e., s 154-158.
33. A.g.e., s. 94-96.
34. Yıldız, a.g.e., s. 238.
35. a.g.y.
36. Şerif Mardin, a.g.e., s. 14.
37. A.g.e., s. 20.
38. İsmail Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti, s. 33.
39. M. Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in
“Kürdistan” Misyonu (1919), s. 119.
40. Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu’da Ermeni
Mezalimi, s. 191.
41. Malmisanij, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, s. 11.
42. Göldaş, a.g.e., s. 36.
43. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 61.
44. İbrahim Canan, Bediüzzaman’dan Çözümler, s. 160.
45. Yıldız, a.g.e, s.186.
46. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 229.
47. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 393.
48. Tarihçe-i Hayat, s. 215.