“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun
ki Allah da sizi sevsin.”

Âl-i İmrân Sûresi, 3:31.

İnsan, kainatın en heyecan uyandıran yolcusudur, zira çevresine
karşı en duyarlı olan, neredeyse bütün varlıklarla münasebet kuran odur. Bütün
mahlukatın cisim itibariyle nispeten en “küçük”lerinden olduğu halde, adeta her
şey onun hizmetine koş(turul)makta; arzdaki canlı-cansız, büyük-küçük her şey
onun tasarrufuna verilmiş görünmektedir. Faraza bir müsabaka yapılsa insan,
mahlukatın en sevimli, en nazik ve en nazlısı seçilecek gibidir. Her şeyin ona
hizmet etmesinden de anlaşılmaktadır ki, insana varlık aleminde seçkin bir makam
verilmiş, yani arzın halifesi olarak tayin edilmiştir. Bu sıfatı ve ünvanıyla
varlık alemindeki bütün “eşya” ile münasebet kurmakta ve böylece kainatı da
heyecana getirmektedir. İnsanın konumuna bakıldığında, onun “netice-i hilkat-i
alem” (alemin yaratılmasının neticesi) olduğuna hükmedilebilir.

İnsanın bu vaziyeti onu, “hilkat-i kainat hükümetine”1
muhatap kılmaktadır. Güya mezkur hükümet, kainatı vaziyetiyle heyecana getiren o
misafir yolcu (insan) kafilesinin karşısına zabıta memuru hükmündeki “fenn-i
hikmet”i bir sorgucu olarak çıkarıp şöyle sormaktadır: “Ey benî-Âdem! Nereden
geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor
ve bazen karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri
geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”

Öyle görünmektedir ki, insan bu aleme, “ipi boğazına sarılıp,
istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır.”2 Önünde mutlaka
cevap bulmak zorunda olduğu sorular vardır ve var edilmenin yüklediği
sorumluluk, sadece bu alemden geçip gitmekle değil bu sorulara doğru cevap
vermekle yerine getirilebilecektir. Bu sorular karşısında mütehayyir kalan
kafilenin içinden Hz. Muhammed (a.s.m.), -benzeri olan büyük peygamberler gibi-
hikmete karşı kalkıp Kur’ân’ın lisanıyla şöyle cevap vermektedir: “Ey müstantık
(sorgucu) hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelinin
kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik. Varlık nurunu bulduk. Her bir tâifemiz
bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem tâifesi ise, bir emanet-i kübra rütbesi ve
hilâfet-i zemin vazifesiyle sâir mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve
memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya
müheyya (hazır) bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saâdet-i ebediyenin
kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-mâlimiz (sermayemiz) olan
istidatlarımızın çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’ân’la inkişaf
ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatîbi benim. İşte
elimdeki bu fermanı; mânevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o
fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur
ferman, Ezel ve Ebed Sultanının kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna
delil-i kat’î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak,
gör, git, söyle.”

Varlık alemine atılmakla insan, hikmetin “Necisiniz? Nereden
gelip nereye gidiyorsunuz? Burada vazifeniz nedir ve reisiniz kimdir?”
sorularına -ki bunlar en zor, en genel ve bütün mevcudata sorulan sorulardır-
peşinen muhatap olmaktadır. Ve yukarıdaki cevaptan da anlaşılacağı gibi, Adem’in
çocukları, içlerinden bihakkın iftihar edecekleri bir reis bulmuş ve
yardımcılarıyla beraber o reis, hem hikmete hem de bütün kainata karşı
insanlığın yüzünü ağartmışlardır. Artık varlık ve hayat sahrası da, birbiri
içine girmiş varlık kafileleri de, yolculuk da… aydınlanmış, kısacası kainatın
muamması çözülmüştür. Reisini bulan insan, o reisin elinde tuttuğu fermanı
(kitabı) dinlemiş, bütünüyle “var olmanın” sırrına ermiştir: Kainatın bir
Sultanı vardır, insan da o Sultanın aziz bir misafiridir, dolayısıyla başıboş
değildir, bir reisi vardır ve o reis de Sultanın fermanını getiren bir
abd-resuldür.

Hz. Muhammed (a.s.m.), elindeki mu’ciz-nüma kitap3
vasıtasıyla, herkesi hayrette bırakan zor soruları bu kadar veciz, güzel ve
mükemmel cevaplamakla, insanın gerçekten arzın halifesi ve mahlukatın en
şereflisi olmaya layık olduğunu ve kendisinin de insanlığın (alemin de
denilebilir) reisi olduğunu ispat etmektedir.

İki Daire ve İki Levha

Burada özetlenen temsilin benzeri, daha geliştirilmiş biçimde
“On Birinci Söz”de bulunmaktadır.4 Bu Söz, “Hikmet-i âlemin tılsımını
ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu” çözmektedir.
Alemin ve insanın yaratılmasındaki ve insana ibadetin yüklenmesindeki sır öyle
bir temsille ortaya konulmaktadır ki, bu temsili okuyan ve doğru anlayan bir
insan, varlığın ve ibadetin hakikati konusunda anahtar hükmünde bir bakışa sahip
olabilmektedir. Temsilde her şey ve her hakikat tam kendi yerine oturtulmakta ve
aralarındaki nuranî münasebetler, bir nakış gibi işlenmektedir.

Okuyucuya, On Birinci Söz’ün tamamını okumayı tavsiye ederek,
biz sadece konumuz olan nübüvvet ile ilgili bazı noktalara dikkat çekmek
istiyoruz. Bu Söz’ün üzerine bina edildiği temsili okuduğumuzda, kısaca şöyle
bir tablo ile karşılaşırız: Her türlü ilim, marifet ve sanatı bilen, hesapsız
servet ve hazineleri bulunan kemâlât sahibi bir Sultan vardır. Her kemal ve
cemal (güzellik) sahibinin kendi güzelliğini görmek ve göstermek istemesi
sırrınca bu sultan da insanların önüne bir sergi açıp kendi ilim, marifet, sanat
ve servetini iki şekilde görmek ister:

Birincisi, her inceliği fark edebilen kendi nazarı ile
seyretmek;

İkincisi, o güzellikleri seyredenlerin nazarları vasıtasıyla
temaşa etmek.

Bu hikmete binaen büyük ve şahane bir saray yapar ve içinde her
türlü nimetin bulunduğu sofralar açarak, memleketindeki bütün ahaliyi davet
eder. “Sonra bir yaver-i Ekremine (a.s.m.) sarayın hikmetlerini ve
müştemilâtının (içindekilerin) mânâlarını bildirerek Onu üstad ve târif edici
tâyin etti; tâ ki, sarayın Sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye târif etsin
ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının
işâretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne
vecihle saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya
girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o
görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini târif etsin.”

Zamanın toplanmasıyla kurgulanan bu temsildeki sırlardan biri,
hakikat-i Muhammediyeye işaret etmekte, nur-u Muhammedinin önceliğini ve önemini
göstermektedir. Bilinmek ve kendini tanıtmak isteyen Sultan, kendini ilk olarak
ve bizzat Yaverine tanıtmış ve ona (yardımcıları olan enbiya, evliya, asfiya
birlikte) şu vazifeleri yüklemiştir:

Sanii tarif etmek: Sarayın Saniini (sanatlı
yapıcısını-yaratıcısını) sarayın içindekilerle ahaliye tanıtmak,

Eşyanın hakikatini bildirmek: “Eşya”ya sadece “eşya” olarak,
yani mânâ-yı ismî ile bakmayı önleyip eşyanın Saniine bakan ve Onu tanıtan
yüzünü göstermek, yani eşyaya mânâ-yı harfî ile bakmayı öğretmek,

Saniin marziyyatını bildirmek ve göstermek: Sarayda yapılacak ve
yapılmayacak işleri bildirip -müspet olanları fiilen- göstererek Sultanın
rızasını kazanma yolunda ahaliye rehberlik etmek; yani ubudiyet yolunu/dairesini
açmak.

İşte bu vazifeleri üstlenen muarrif üstad (tanıtıcı rehber),
temsilin devamında ahaliye bir konuşma yapar.5 Bu hitabın, Risale-i
Nur’da rubûbiyet-ubudiyet bahislerinde sık kullanılan “iki daire ve iki levha”
yöntemi/tablosu kullanılarak kurgulandığı dikkati çekmektedir. Gerçekten de bu
yöntem,6 rubûbiyet ile ubûdiyetin münasebetini anlamayı
kolaylaştırmaktadır. Hitabı tablolaştırırsak şöyle bir sonuca ulaşırız:

Birinci daire ve levha: Sarayın Sanii, bu muhteşem sarayı ve
işleri yapmakla kendini tanıt(tır)mak istemektedir.

İkinci daire ve levha: Ahali de onu iyice tanımalı ve tanımaya
çalışmalıdır.

Birinci daire ve levha: Sani, tezyinatla kendini sevdirmek
istemektedir.

İkinci daire ve levha: Ahali de Saniin san’atını ve işlerini
takdir ederek kendini o Sanie sevdirmelidir.

Birinci daire ve levha: Sani, ihsanlarla ahaliyi sevdiğini
göstermektedir.

İkinci daire ve levha: Ahali de itaat ederek ona muhabbetini
göstermelidir.

Birinci daire ve levha: Sani, nimet ve ikramlarla ahaliye şefkat
ve merhametini göstermektedir.

İkinci daire ve levha: Buna karşı ahaliye düşen şükürle
hürmetini göstermektir.

Birinci daire ve levha: Saniin eseriyle gösterdiği mükemmelliğin
arkasında Onun kendi eşsiz manevî Cemâlini gösterme kastı bulunmaktadır.

İkinci daire ve levha: Ahali de, “eser”den hareketle uyanan, O
eşsiz manevî Cemâli görme arzusunu izhar etmelidir.

Birinci daire ve levha: Sani, her bir “şey” üzerine hususî
“imza”sını koymakla iki hakikatin bilinmesini istemektedir: 1. “Her şey” ve “her
bir şey” Onun eseridir; 2. Kendisi tek ve misilsizdir.

İkinci daire ve levha: Ahali de şunu anlamalı, bilmeli ve kabul
etmelidir ki; O (Sani) tektir (eşsizdir) ve her şey Onun sanatının eseridir.

Bu tablonun baştan sona kadar okunmasından çıkan sonuç şudur:
İnsandan ve sair şuur sahibi mahluklardan nihaî olarak istenen tevhiddir, yani
tevhid ile her şeyi hakiki sahibine nispet etmeleridir. Başka bir deyişle, şuur
sahipleri Sani-i Alemin, Vahid ve Ehad olduğuna iman etmelidir.

Temsildeki Yaverin makamı, böylece daha belirgin hale
gelmektedir: Yaver, ubûdiyet dairesinin reisi olarak ve Rubûbiyet dairesi namına
konuşmaktadır. İki daire arasındaki “maksat ve vazife” münasebetini bu kadar
güzel ortaya koymasından da anlaşılmaktadır ki, Rububiyet dairesinin reisi ile
aralarında kuvvetli bir “münasebet” vardır ve o münasebet, iki dairenin reisleri
arasında “bir muârefe ve mükâleme ve alışverişin bulunduğunu; ubudiyet
reisi(nin), rububiyetin has mahbup ve makbulü olduğunu” göstermektedir.7

Bu tablodan anlaşılan hakikatlerden biri de şudur: Sarayın Sanii
ve Sultanı, sarayı yukarıda sayılan maksatlar için yapmıştır. Bunların
gerçekleşmesi ise iki şeye bağlanmıştır. Birincisi: En başta görünen ve ahaliye
hitap eden Üstadın (a.s.m.) varlığıdır. Çünki: O olmazsa, bütün maksatlar ve
sanatlı işler -anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan
ibaret kalacağından- beyhûde olacaktır. İkincisi: Ahalinin, o Üstadın (a.s.m.)
sözünü kabûl edip dinlemesidir. “Demek, vücûd-u Üstad vücud-u kasrın dâîsidir
(sebebidir) ve ahalinin istimâı (dinlemesi), kasrın bekasına (devamına)
sebeptir. Öyle ise denilebilir ki: Şu Üstad (a.s.m.) olmasaydı, o Melik-i Zîşan
şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki: O Üstadın (a.s.m.) tâlimatını
ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek(tir).”8

Buraya kadar söylenenler, nübüvvetin “varlığın iki daire ve iki
levhası” arasındaki münasebeti kurmak için bir merkez ve eksen olarak tayin
edildiğini göstermekte, Hz. Peygamberin hem abd hem Resul olması da bu hakikati
ifade etmektedir. İnsanlık için bu kadar ehemmiyet taşıyan bu hakikatin, insanın
fıtratı ile ilgili bir tarafı vardır ki, Risale-i Nur’da nübüvvetin bu deliline
de vurgu yapılmaktadır. Biz burada örnek olması bakımından Muhâkemât’ta yer alan
bir izahı incelemek istiyoruz.

Mezkûr eserin Üçüncü Makale’sinde (Unsuru’l-Akide kısmında)
mutlak nübüvvet hakikati, “insanın hayvandan üç noktada ileri olmasına”
bağlanmaktadır.9 Buradaki izaha göre; kainatta en dikkat çekici hakikatlerden
biri Sâniin hikmeti, fiillerinde abesiyet olmaması ve en küçük işlerde bile
nizamın gözetilmesidir. Nev-i beşer de bir mürşide şiddetli ihtiyaç duyarken,
kainatı kusursuz bir nizamla halk ve idare eden Zâtın, nev-i beşerin bu
ihtiyacını ihmal etmesi düşünülemez. Çünkü, kainatın en seçkin parçası olan
insanın perişan bırakılmakla kainatın da düzeni bozulmuş olur ki, her şeyi
hikmetli yapan Zât elbette buna müsaade etmeyecektir. Öyleyse, nübüvvet âlemde
zarurîdir denilebilir.10

İnsan hayvandan üç noktada ileridir. Birincisi: İnsan, “Fikrin
evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” kaidesince, kainatta akıp giden
sebeplerle sonuçlar arasındaki sıralanmayı “nur-u nazarla”, akılla keşfederek
ilmî kanunlara ulaşmaktadır. Fakat, “sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i
kifayeti (yetersizliği) ve nazarın kusuru ve tarik-i akıldaki evhamın ihtilâtı,
(…) nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder.”11
O mürşid de nebidir. Nebinin yol göstermesiyle insan âlemdeki nizamı bozmadan
kavrayacak ve kendisi de o nizama dahil olacaktır.

İkincisi: İnsanın istidatları hayvanın aksine sınırsızdır;
emelleri, arzuları, tasavvurları, fikirleri, kuvve-i şeheviye ve gazabiyesine
Sani tarafından bir “had” konulmamıştır. İnsandaki bu sonsuzluk ve sınırsızlık,
bir tecavüz meylini de barındırmaktadır. Tecavüz ise, âlemin nizamını
bozacaktır. Öyleyse; tecavüzleri önleyerek maddeten ve mânen iki âlemde beşerin
saadetini temin edecek bir “kanuna” ihtiyaç vardır ki, o “kanunu” getiren de,
peygamberdir.

Üçüncüsü: İnsan, mizacı ve fıtratı itibariyle hayvandan farklı
olarak “ziynete” meyillidir. Yani, insan, insaniyete lâyık bir surette yaşamak
ister. Bunun için de barınak, elbise, gıda gibi temel ihtiyaçlarını insaniyete
layık biçimde karşılaması gerekir. Bu da pek çok sanatların varlığını icap
ettirir. Bu sanatlar her insan tek başına başaramayacağından diğer insanlarla
imtizac, iştirak ve yardımlaşmasını zorunlu kılar; ta ki herkes kendi
çalışmasının semeresini diğerleriyle mübadele etsin ve ihtiyaçlar karşılıklı
olarak giderilebilsin. Yukarıda söylendiği gibi, insanın duygularına sınır
konulmaması sebebiyle, uygulamada tecavüzler vukua gelebileceğinden adalete
ihtiyaç vardır. Adalet, ancak bütün akılların üzerinde yer alacak bir “kanun”
ile sağlanabilir. O kanunun bir de uygulayıcısı olmalıdır ki o da nebidir.
Nebinin doğruluğu, Sani tarafından mucizeler verilerek tasdik edilir. İnsanların
zihnine Saniin azametini tesis ile adaleti sağlamak için de ibadet
emrolunmuştur. Özetlersek; ahlâktaki ifrat ve tefritlerle istidatların
bozulması, abesiyeti netice verir. Abesiyet ise, kâinatın en bedihî hakikati
olan hikmet-i İlâhiyeye zıt olacağından, Sani-i Hakîm insanın istidadının
bozulmasını nebiler vasıtasıyla önlemiştir.

Bu üç noktanın bize öğrettiği hakikat şudur: “Nübüvvet-i
mutlaka, nev-i beşerde kutup, belki merkez ve bir mihverdir ki, ahval-i beşer
onun üzerine deveran ediyor.” Bu sırdan olsa gerek; tevhid, nübüvvet, haşir,
adalet (ubudiyet) olmak üzere dört temel unsur taşıyan12 Kur’an’da
nübüvvet hakikati, diğer hakikatlerin anlaşılmasında merkezî bir konuma sahip
kılınmıştır; çünkü bu hakikatin mümessili insandır ve diğer hakikatleri
insanlara haber veren odur. Başka bir ifadeyle, diğer hakikatler ve elbette
Kur’an’ın kendisi de, nebi tarafından ve onun aracılığıyla insanlara
bildirilmiştir.

Bu özelliğinden dolayı nübüvvet hakikati, insanlık tarihinin
-inanmayanların da bigane kalamadıkları- en önemli meselelerinden birisi
olmuştur. Çünkü, nübüvvet dava edip mucize gösteren yüz binlerce zat13
gelip geçmiştir. Ortada gerçekten bigane kalınamayacak bir durum vardır. Aynı
hakikati temsil eden ve hepsi de ortak bir davayı dile getiren birkaç kişi
değil, yüz binlerce kişi vardır ve bunlar bütün insanlığın ittifakıyla sabittir
ki, en seçkin insanlardır. Dolayısıyla insan aklının, en seçkin insanlar
tarafından temsil edilen bir hakikatin mahiyeti üzerine eğilmesi ve onu anlamaya
çalışması kaçınılmazdır.

İmanın önemli bir meselesi olan nübüvvet hakikatini doğru
anlamak, doğru bir imanın vazgeçilmez unsurudur. Nübüvveti doğru anlamanın en
kısa ve selametli yolu ise, bu hakikatin güneşi ve mührü olan Hz. Peygamberin
makamını tanımaktan geçmektedir.14 Onun (a.s.m.) makamı o kadar
önemlidir ki, kelime-i şehadetin ikinci cümlesi olmuştur.15

Günümüzde rastlanan “Kur’an bize yeter; Hz. Peygamber sadece onu
getiren bir vasıtadır” şeklinde ifade edilebilecek bir “azınlık anlayışının”, ne
yazık ki bu ehemmiyeti gözden kaçırdığı görülmektedir. Bu görüşün, nübüvvet
hakikatinin Risale-i Nur’da izah edilen boyutlarını ihmal ettiği veya böyle bir
ihmalden kaynaklandığı söylenebilir. Risale-i Nur’daki izahlar bu konuyu
aydınlatmakta ve şüpheleri izale etmektedir.

Risale-i Nur’da, Hz. Peygamberin makamı anlatılırken, bu makamın
mutlak nübüvvet hakikatindeki yerine dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber, tarihî
kronolojiyi esas alan siyer usulünden ayrı bir yöntemle anlatılmakta; olaylar,
kişiler, mucizeler… hep Onun kudsî makamına işaret eder bir tarzda
zikredilmektedir. Kur’an yöntemini izlediği bilinen Risale-i Nur’un, neredeyse
dörtte birinde nübüvvet hakikatinden ve o hakikatin mührü ve mihveri olan Hz.
Peygamberden bahsedilmektedir. Bu bahisler, bilinen geleneksel tasnifçi
yaklaşımla değil hakikatlerin hepsinin birbirine işaret ettiği “kudsî bir
harita” yöntemiyle işlenmektedir. Başka bir deyişle; Peygamberimizden (a.s.m.)
bahsedilirken aynı bahis içinde tevhid, haşir, adalet ve ubûdiyete de işaret
edilmektedir. Risale-i Nur’un bu yaklaşımı, zamanın insanına derli-toplu bir
iman dersi sunmaktadır.

Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesine uymak da, işte bu kudsî
mana haritasında hak ettiği yeri almaktadır. Sünnete uymak sadece bir taklid
ameliyesi olmaktan çıkarak insan/müslüman olmanın zaruri bir “lazımına”
dönüşmektedir. “Mirkatü’s-Sünnet ve Tiryâku Marazı’l-Bid’a” başlığını taşıyan16
risalenin başında zikredilen ayet-i kerimelerden biri -mealen- şöyledir: “De ki:
Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân
Sûresi, 3:31) Baştan buraya kadar anlatmaya çalıştığımız gibi, Allah’ı tanımak
ve sevmek insan olmanın gereği ve sonucudur ve bu vazifeyi yapabilmenin yolu,
ayet-i kerimede Resul-i Ekrem’e uymaya (itaate) bağlanmıştır. Sonuçta
kazanılacak şey varlığın en heyecan verici mükafatıdır: Allah’ın muhabbeti..

Hulasa-i kelam; insan olmanın gereği adetini ibadete çevirmektir
ve o da ancak sünnet-i seniyyeye uymakla kazanılabilir. Elbette “Bahtiyar odur
ki, bu ittiba-i Sünnette hissesi ziyade ola.”17

Dipnotlar

1. Burada kullanılan teşbih ve tabirler için karşılaştırmalı
olarak bkz. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1994, s. 17 vd.; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya
Neşriyat, Germany 1994, s. 328 vd.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994, s. 75 (Onuncu Söz, Altıncı Hakikat, Altıncı Esas).

3. Kitabın en başında yer alan “Zalike’l-kitabu lâ raybe
fîh” (Bakara Sûresi, 2/2: Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur) hükmü, bu
hakikate işaret etmektedir.

4. Sözler, ss. 111-119.

5. Sözler, s. 112 : “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan
seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size
tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem
şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve
işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile,
size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu
görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz
dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem şu kemâlâtının âsârıyla, mânevî cemâlini
size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya
iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnûat ve müzeyyenat üstünde
birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla,
herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve
yekta, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi Onu;
tek ve yekta ve misilsiz, nazîrsiz, bîhemta tanıyınız ve kabûl ediniz.”

6. Bu “iki daire ve iki levha” için bkz. Bediüzzaman Said
Nursi, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 28 (Reşhalar, On
İkinci Reşha): “Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız,
insan âleminde iki daire ve iki levha vardır: Birinci daire: rububiyet
dairesidir. İkinci daire: ubudiyet dairesidir. Birinci levha: hüsn-ü san’attır.
İkinci levha ise: tefekkür ve istihsandır. Bu iki daireyle iki levha arasındaki
münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi
hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle
hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.” Benzer bir anlatım, Sözler, s. 211’de
(On Sekizinci Söz, Üçüncü Nokta) yer almaktadır: “(…) iki levha, iki daire
görünüyor:Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rubûbiyet ve gayet musannâ,
murassâ bir levha-i san’at. Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i
ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve
imân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket
eder.”

7. Aynı yer.

8. Sözler, s. 113.

9. Bediüzzaman Said Nursi, Muhâkemât, Üçüncü Makale
(Unsuru’l-Akide): “Görüyorsun ki, maddiye ve mâneviye olan nev-i beşerdeki
nizamatın, hem de hasiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok
envâın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i
mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir.”

10. Bu gerçek, Lemaât’ta (Sözler, s. 642); “Nübüvvet beşerde
zaruriyedir” başlığı altında şöyle dile getirilmektedir: “Karıncayı emirsiz,
arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette / Beşeri de bırakmaz
şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.”

11. Muhâkemât, Üçüncü Makale (Unsuru’l-Akide)

12. “Kur’ân’ın anasır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani;
“tevhid”, “nübüvvet”, “haşir” ve “adalet”tir. İşte bu dört hakikat nasıl ki
mecmu-u Kur’ân’da dört rükündür. Öyle de, o dört makasıd çok sûrelerin her
birisinde bulunuyorlar. Her bir sûre bir küçük Kur’an olur. Belki çok cümlelerin
içinde de o dört maksada telmihen işaretler var.” Emirdağ Lâhikası, s. 328 vd.

13. Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994, s. 92 (On Dokuzuncu Mektup, İkinci Nükteli İşaret).

14. Misal olarak şu ifade okunabilir: “İ’lem eyyühe’l-aziz!
Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî
(a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir
şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer
dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir
insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet
bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.Eğer pek büyük bir
saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve
haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya
nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda
bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mucizeleri târif ediyor. Halkı o
saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.”
Mesnevî-i Nuriye, s. 99 (Habbe).

15. “Muhammedün resulullah da, imânın beş rüknünü tazammun
ettiği gibi, sıfât-ı rububiyete de mazhar ve mir’attır. Bu sırra binaendir ki;
Muhammedün resulullah imânın mizan ve terazisinde Lâ ilâhe illâllah ile karîn ve
muvazi olmuştur.” Mesnevî-i Nuriye, s. 55 (Katre).

16. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994, ss. 54-64 (On Birinci Lem’a).

17. Aynı yer (On Birinci Nükte).