Türkçe’ye “peygamber” olarak tercüme edilen kelimenin Arapça’da
iki karşılığı bulunmaktadır; bunlardan birisi “Nebi” diğeri de, “Resul”dür. Hem
“Nebi”, hem de “Resul” kelimesi Kur’an’da yüzlerce defa zikredilmektedir.1
Peygamberlik ise “risalet ve nübüvvet” şeklinde karşılık bulmaktadır.

Nebi ve resul kelimeleri bazen aynı anlamda kullanılmakla
birlikte, bazen de farklı anlamlara gelebilmektedir. Nebi, lügatte yükseklik ve
yerden yüksek olan, haber ve haberci; ıstılahta ise, Allah’ın insanlara
şeriatını ve hükümlerini tebliğ etmesi için gönderdiği kişi anlamına
gelmektedir. Burada lügat anlamı ile ıstılah anlamı arasındaki ilişki açıktır.
Resul ise bazen nebi ile eş anlamlı olarak kullanılmış olsa da, kendisine kitap
verilen, önceki peygamberlerin şeriatları ile amel etmesi emredilmeyen insan
manasında kullanılmaktadır. Bir başka fark da, Resul’ün kendisine Cebrail’in
gelerek vahyi bildirdiği kişi, nebinin de uykusunda gördüğü ve vahyi aldığı kişi
olarak ifade edilmesinde ortaya çıkmaktadır. Nübüvvet ile Risaletin bir kişi de
toplandığı da görülmüştür. Örneğin son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de
her iki özellik bir arada bulunmaktadır.2

Biz bu makalemizde “nebi ve resul” yerine, “peygamber”,
“nübüvvet ve risalet” yerine de, “peygamberlik” kavramlarını kullanacağız.

İslam dininde peygamberlere iman etmek iman esaslarından
birisidir.3 Dikkat edilirse, burada yalnızca “Hz. Muhammed’e iman”
değil, “peygamberlere iman” ifadesi kullanıldı. Bir ayet-i kerimede “Biz
peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmayız” denilerek Müslümanların bu
konudaki niteliklerine dikkat çekilmektedir. O halde, bir Müslüman Hıristiyan
veya Yahudi gibi değildir. Bir Müslüman bütün peygamberleri kabul ederken, onlar
kendi peygamberlerinden başka peygamberleri kabul etmemektedir. Nitekim yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Onlar ki, Allah ile peygamberlerini inkar ederek, kafir
olurlar. Allah ile peygamberi ayırt etmek isterler. Bazılarına inanır,
bazılarına inanmayız derler. İşte asıl kafirler bunlardır. Biz de kafirler için
rezil edici bir azab hazırladık.”4

İslam bu ve benzeri ayetleri ile dünya milletleri arasında,
dayanışma, kardeşlik ve birlik esaslarını ortaya koymuştur. Zira, milletler
bütün peygamberlere inanırlarsa anlaşmaları kolaylaşır; aralarındaki ihtilaflar
ortadan kalkmış olur. Bu üstünlük İslam’a mahsustur. İslam bütün mensuplarına,
peygamberlerin hepsine iman ve hürmeti gerekli kıldığı için diğer dinlerle
kendisi arasında kaynak birliğinin mümkün olduğunu ortaya koymaktadır.5

Peygamberlere iman etmek, imanın esaslarından birisi olarak
telakki edildiğine göre, peygamberlerin genel olarak gönderilmesinin hikmetleri
üzerinde durmamız yerinde olacaktır.

A- Peygamberlerin Gönderilme Sebepleri

a) Yaratılış Gayesini Tebliğ

Kur’an’ın insanları bütün peygamberlere iman etmeye davet
etmesi, peygamberlere imanın Allah’a iman ve ibadetle çok yakından ilgisi
olmasından dolayıdır. Kur’an’da kendilerine peygamber gönderilmeyen kavimlere
azab edilmeyeceğinin6 bildirilmesinden anlaşılmaktadır ki,
kendilerine peygamber gönderilmeyen ümmetlerin kendi akılları ile Allah’a doğru
bir şekilde inanmaları ve yaratılış gayelerine uygun hareket etmeleri neredeyse
mümkün değildir. Bu insanlar kendilerinin ve evrenin bir yaratıcısı olduğunu
düşünebilseler bile bunun kaç tane olduğu ve yarattığı insanlardan neler
istediği gibi sorulara akılları ile tam olarak cevap bulmaları ve gerekeni
yapmaları mümkün değildir. Zaten bu yüzden de kendilerine peygamber
gönderilmeyen kavimlere azab edilmeyeceği bildirilmiştir.

İfrat ve tefriten uzak, yani ahmaklık demek olan gabavet, hakkı
batılı, batılı hak gösterecek kadar zeka sahibi olmak anlamındaki cerbezeden
uzak, hakkı hak, batılı batıl olarak anlayabilme yeteneği demek olan hikmete
tabi olan insan aklı, başta kendi yaratılışını, sonra kainattaki varlıkların
yaratılışını düşünmek suretiyle bu kainatın bir yaratıcısı ve sahibi olduğunu
anlayabilir. Ancak onun “Ehad”, yani “bir” olduğunu anlaması pek kolay değildir.
Zaten Allah’ın var olduğunu bilmek de yetmez. Onun bir olduğunu da bilmek
gerekir. Peygamberimiz (s.a.v)’in peygamber olarak gönderildiği dönemde
“müşrikler” çoğunlukta idi. Burada şu noktanın altı çizilmelidir. Müşrik,
Allah’a inanmayan kişi değildir. Nitekim, onlara gökleri ve yerleri kim yarattı
diye sorulduğunda, “Allah” diye cevap vermişlerdir.7 Bu durum
gösteriyor ki, müşrikler de Allah’a inanmaktadır. Ancak bu inanç, Allah’ın
varlığı ile ilgilidir. Zaten esas sorun, Allah’ın varlığında değil, birliğinde
ve sıfatlarındadır.

İfrat ve tefritten soyutlanmış istikamet içindeki bir insan
aklı, kainatın bir yaratıcısının, bir sahibinin olduğunu düşündüğünde bu defa de
zihninde şöyle sorular belirecektir. Acaba beni ve benim ihtiyaçlarımı en güzel
şekilde yaratan, hazırlayan, bu kainatı kusursuz bir şekilde yaratan Zat, beni
bu dünyaya niçin göndermiştir? Bu dünyaya gönderilmemdeki esas amaç ve gaye
nedir? Benden ne istemektedir? Beni ve mahlukatı bu kadar nazik ve nazenin
yarattığına bakılacak olursa, bu yüce Yaratıcı beni ve yarattıklarını
sevmektedir. Çünkü bu kadar ikram ve ihsanları bizi sevdiğinin işaretidir. Ben
de beni seven ve sevgisini tezahür ettiren bu yüce yaratıcıyı tanımak ve onun
sevgisini kazanmak isterim. Acaba bunun için ne yapmalıyım?

İşte peygamberlerin gönderilme hikmetlerinden birisi, akıl
sağlığı yerinde olan insanların zihinlerinde ortaya çıkan bu be benzer sorulara
en güzel cevapları vermektir. Yani insanın bilmek ve yapmak istediği yaratılış
gayesini tebliğ etmek, bildirmektir. Peygamberlerin insanlar için bir “hidayet
rehberi” olmasının en mühim yönlerinden birisini de bu konu teşkil etmektedir.

b) İnsanların Allah’a İtiraz Yollarının Kapatılması

Kur’an-ı Kerim’de her kavme ve ümmete, mutlaka onları ilahi
azabdan korkutucu bir peygamber gönderildiği bildirilmektedir.8 Her
ümmete bu şekilde peygamber gönderilmesinin bir hikmeti, Kur’an’da şöyle
bildirilmektedir:

“Cennetle müjdeleyici ve Cehennem azabıyla korkutucu olarak bir
kısım peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra, insanların
kıyamet gününde bizi imana çağıran olmadı diye Allah’a bir hüccet ve özürleri
olmasın. Allah aziz ve hakimdir.”9

Bir başka ayette ise aynı mevzuya şu şekilde dikkat
çekilmektedir:

“(Ey Resulüm! Eğer Kureyş kavmine) yaptıkları inkar ve
isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azab geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz!
Bize bir peygamber göndereydin de ayetlerine inanıp müminlerden olsaydık ya’
diyecek olmasalardı seni peygamber olarak göndermezdik.”10

Bu ve benzeri ayetlerden anlaşıldığına göre insanı en mükemmel
bir şekilde yaratan yüce Allah ona iman yolunun güzelliğini, küfür ve isyan
yolunun çirkinliğini gösteren peygamberleri göndermiştir. Görüldüğü gibi
insanların bu yollardan herhangi birisine inanmaları konusunda bir “icbar” söz
konusu değildir. İnsanlara yol gösterilmiş fakat iradeleri, ihtiyarları
ellerinden alınmamıştır. İşte bu yüzden insana bir “seçme hürriyeti”
tanınmıştır. Ancak Kur’an insanların bu hürriyetlerini, kendilerini dünyada ve
ahirette mutlu edecek bir şekilde kullanmalarını istemekte ve insanı o yola
teşvik etmekte, kendisini dünyada ve ahirette mutsuz edecek bir yola
sürüklenmekten de vazgeçirmeye çalışmaktadır. İman ile imansızlığı seçme
konusunda hür olan insan, peygamber gönderildiği halde, küfür yolunu seçtiği
takdirde, “bana iman yolu gösterilmedi” gibi bir özür beyan edemeyecektir. İnsan
irade-i cüziyesi ile seçtiği yolda giderken, bunun da sonuçlarına katlanacaktır.
Bu durumda küfür yolunu seçtiğinden azaba uğrayacak olması, hiçbir kimsenin
merhametini ve şefkatini celbedecek bir durum değildir. Çünkü zarara kendi
rızası ile girene merhamet edilmez, onun lehinde bakılmaz. Allah’ın şefkatinden
ve merhametinden daha fazla şefkat ve merhamet etmek de, şefkat ve merhamet
değildir.

c) Cemiyette Gerçek Nizam ve Adaletin Tesisi

İnsanın insanlığa layık bir şekilde yaşamaya fıtri bir meyli
vardır. İnsan hayvan gibi yaşayamaz. İnsan sosyal bir varlıktır. Aynı zamanda
aciz ve zayıf bir varlıktır. Aciz ve zayıf olduğu halde ihtiyaçları pek çoktur,
düşmanları da ziyadedir. Toplu yaşamak zorunda olan insanın en önemli
ihtiyaçları yeme, içme, barınma, giyinme, evlenme gibi hususlardır. Bütün bu
temel gereksinmelerini karşılayabilmek için başkalarının yardımına ihtiyaç
duyar. Hiçbir kimse bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Zaten insanın
toplu yaşama zorunluluğu da buradan çıkmaktadır. Bu yüzden insanlar kendi
yeteneklerine göre farklı sanat dalları ile meşgul olurlar, farklı işleri
yaparlar. Herkes yaptığı bu farklı işlerden elde ettikleri ürünleri, mamülleri
“mübadele” etmeye, yani “değiş-tokuş” yapmaya mecburdurlar. Yoksa ihtiyaçlarını
gideremezler. İlk çağlarda insanlar sayıca az oldukları için mamülleri para ile
satın alma yerine, “mübadele” daha geçerli ve gerekli idi. Ama nüfus
kalabalıklaştıkça, mübadele büyük ölçüde ortadan kalktı ve satın alma ve satma
kavramları ortaya çıktı. Ama bu yine insanların farklı yeteneklerine göre
ürettikleri mamüller üzerine bir alış-veriş idi. Böylece insanlar çeşitli
isimler altında birbirleriyle münasebet içinde olmak durumunda kalmaktadırlar.
İnsanların birbirleriyle ticari ve beşeri münasebetlerinin olduğu her toplumda
problemlerin çıkması da ihtimal dahilindedir. Bu problemler niçin çıkmaktadır?

İnsanların beşeri münasebetlerde bulundukları ortamlarda bazı
sorunların çıkmasının en büyük sebebi haksızlık ve zulümlerin yaşanmasıdır. Peki
o halde niçin haksızlık ve zulümler olmaktadır?

“Tagayyür, inkılab ve felaketlere” maruz ve muhtaç olan insan
bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet yaratılmıştır. Bu
kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezbetmek için şehvet kuvvesidir.
İkincisi zararlı şeyleri ortadan kaldırmak için gazab kuvvesidir. Üçüncüsü ise
fayda ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt etmek için akıl kuvvesidir.

Ancak insandaki bu kuvvelere “fıtraten bir sınır tayin
edilmemiş” olduğundan, bu kuvvelerin her birisi “ifrat, vasat ve tefrit” adıyla
üç mertebeye ayrılırlar. Şehvet kuvvesinin ifrat mertebesi, “fücur”dur. Fücura
düşen bir kişi, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Bu tür
insanlar, yeme, içme, konuşma gibi hususlarda da hep harama meylederler. İşte
toplumsal ilişkilerde vasata çekilmemiş bir şehvet duygusu taşıyan bir kişi,
harama yönelme yoluyla haksızlıkların ve tecavüzlerin ortaya çıkmasına, bu da
toplumsal huzurun bozulmasına sebep olur. Bu açıdan bakıldığında peygamberlerin
gönderilme hikmeti, şehvetin ifratı olan fücurdan insanlığı kurtarıp, tefriti
olan ve helal ve haram hiçbir şeye iştihası olmamak anlamına gelen “humud”dan da
vazgeçirip, helali isteyip, haramdan kaçınmayı ifade eden “iffet”e yöneltmeyi
hedef almaktadır. Böylece toplumsal huzurun sağlanmasında en önemli bir görevi
ifa etmiş olmaktadırlar.

Hz. Yusuf’un, Züleyha’nın “fücur” anlamındaki şehevani
isteklerine karşı, Allah’ın yardımıyla karşı koyması, insanlığa “iffetli” olma
yönünde verilen çok önemli ve büyük bir ders olma özelliği taşımaktadır. Diğer
bütün peygamberler de zaten “ismet” sıfatına haiz olarak, hayatları boyunca
“iffet” içinde yaşamış ve insanlığın yolunu aydınlatmışlardır. Onlar Allah’ın
günahlardan koruduğu ideal insanlardır. Onlar Allah’ın kendilerini korumasını
istemişlerdir. Allah’ın diğer kulları da, iffetli olmak istiyorlarsa, her şeyden
önce Allah’ın kendilerini iffetli olmasını istemek durumundadırlar.
Bilinçaltlarına “iffetli olma” düşüncelerini yerleştiren kişilerin, iradelerini
de iffetli olma yönünde kullanacakları izahtan varestedir.

Gazab kuvvesinin ifrat mertebesi, “tehevvür”dür. Bu bir kimsenin
maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmaması demektir. Bütün istibdatlar,
tahakkümler, zulümler bu mertebenin ürünüdür. Bunun tefrit mertebesi
“cebanettir”. Bu da insanın korkulmayacak şeylerden korkmasına sebeb olur.
Tehevvür sahibi insan zulmetmeye, cebanete düşen kişi de zulme uğramaya
meyyaldir. Bu açıdan bakıldığında peygamberlerin gönderilme hikmetleri insanın
gazab kuvvesini vasat mertebesi olan “şecaat”te tutmaktır. Şecaat ise, insanın
dini ve dünyevi hukuku için canını feda edecek bir anlayışta olmasıdır, meşru
olmayan şeylere karışmamasıdır. O halde peygamberlerin gösterdiği şecaat yoluna
giren bir kişi, ne başkalarına zulmederek toplumsal barışı bozar, ne de yapılan
zulümlere boyun eğer. Kendi haklarını ve sınırlarını bilir, başkalarının
kendisine haksızlık yapmasını da önler. Peygamberlerin şecaat yoluna girmeyen
kişilerin yaptıkları zulümlerden yerlerin ve göklerin inlediğine tarih şahitlik
etmektedir.

Akıl kuvvesinin ifrat mertebesi, “cerbezedir.” Bu bir kişinin,
hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya sahib olması
demektir. Tefrit mertebesi ise, “gabavettir.” Böyle bir kişinin de hiçbir şeyden
haberi olmaz. Hakkı hak olarak, batılı batıl olarak bilmez. Böyle kişilere gabi,
yani ahmak denilir. Bazı atasözlerimiz ahmak dostların insana zarar vereceğini
bildirmektedir. Toplum hayatında her iki gurubun bulunması da aldatan ve
aldatılan grupların ortaya çıkması ve var olması demektir. Aklın ifratı olan
cerbeze bir insanın “aldatıcı” olması demektir. Bu açıdan peygamberlerin yaptığı
şey, aklı, ifrat ve tefritten uzaklaştırıp, vasat olan “hikmet” mertebesine
çekmektir. Hikmet sahibi bir kimse ise, hakkı hak bilir uyar, batılı batıl bilir
ondan içtinab eder. Kimseyi aldatmaya çalışmaz, hilekarlık yapmaz.11

İşte peygamberlerin getirdiği dinlerin ortak mesajı, insanları
şehvet, gazab ve akıl kuvvelerinin vasat mertebeleri olan “iffet, şecaat ve
hikmet” sahibi insan yapmaya yöneliktir. Peygamberlerin getirdiği ilahi
mesajlara kulak verildiğinde, ahiretten önce dünyanın, yaşanılan toplumların
Cennete döneceğini söylememiz mümkündür. Bugün gerek bizim toplumumuzun gerekse
Batılı toplumların içine düştükleri maddi ve manevi buhranların tek çözüm
yolunun bu peygamberler yolu olduğunda şüphe yoktur.

İnsanlar akılları ile ifrat tutumlardan meydana gelen tecavüz ve
haksızlıkları önleme yoluna zaman içerisinde gitmişlerse de akıl bu konuda
yeterli olmamıştır. Bunun için külli kanunların vaz’edilmesine ihtiyaç duyulur.
Bu külli kanunlar aklın adaleti bulmasında, istikameti yakalamasında yardımcı
olacak işaretlerdir. Bu külli kanunların tesirli olabilmesi için “Kanun
Koyucuya” ihtiyaç vardır. İşte bu kanunlar Allah tarafından peygamberler
vasıtasıyla insanlığa ulaştırılmaktadır.12

d) Maddi Terakkide Önder Olmaları

İnsanlar ihtiyaçlarını gidermek için birbirleri ile
yardımlaşırken, bunları en kısa zamanda ve en güzel şekilde yapmanın da
yollarını aramışlardır. Bunun için gittikçe ilerlemiş ve terakki etmişlerdir.
Ancak insanlığın bu terakkisi de yalnızca insan aklının ürünü olarak telakki
edilemez. Çünkü insanlığın maddeten terakki etmesi için, cari olan kanunlara
uyması ve Allah’ın tabiatta yarattığı örnekleri taklit etmesi gerekmektedir. Ama
bunu yapma hususunda insanın ilim ve sanat yeteneği yetersiz kalmaktadır.
İnsanlığın böyle bir yöne yöneltilmesinde de bir “kifayetsizlik” görülmektedir.
Bu yüzden bir “mürşid-i Nebi”ye ihtiyaç duyulmaktadır.13

Örneğin kuşlar, sinekler uçmaktadır. Balıklar yüzmektedir. Ama
insan havada kuş gibi uçma ve denizde balık gibi yüzme yeteneğine sahip
değildir. Fakat onlar gibi olsa işleri daha kolay olacak, insanlığa daha çok
hizmet etme imkanı bulacaktır. Bunun için onları taklit etmesi gerekmektedir.
Akıl bu konuda ne yapacağı hususunda yetersiz kalmaktadır. Ona bir yol gösterici
gerekmektedir. İşte peygamberler uğraştıkları sanatlarla ve gösterdikleri
mucizelerle insan aklının yapabileceği şeylerin son sınırlarını çizmiş ve
insanlığı terakkiye sevketmiştir. Bu yüzden her bir peygamberin bu noktalardan
birer “ustabaşı ve üstad” olduğunu söylememiz de mümkündür. Bunun için Said
Nursi bu konuda şu ifadeleri kullanıyor:

“İşte enbiyaların manevì kemalatını bahsetmekle insanları
onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizelerinden bahsetmekle de onların
benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya teşvik ediyor. Hatta denilebilir
ki, manevì kemalat gibi maddi kemalatı ve harikaları dahi en evvel mucize ile
nevi beşere hediye etmiştir. İşte Hz. Nuh’un bir mucizesi olan gemi, Hz.
Yusuf’un bir mucizesi olan saati, en evvel insanlığa hediye eden mucize elidir.
Bu hakikate latif bir işarettir ki, sanatkarların çoğu, herbir sanatta birer
peygamberi pir kabul ediyor. Gemiciler Hz. Nuh’u, saatçiler Hz. Yusuf’u,
terziler Hz. İdris’i.

“Evet madem Kur’an’ın herbir ayeti, çok vücuh-u irşadi ve
müteaddit cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belağat ittifak
etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en parlak ayetleri olan
Mu’cizat-ı Enbiya ayetleri; birer hikaye-i tarihiye olarak değil, belki onlar
çok irşadi manaları ihtiva ediyorlar. Evet, peygamberlerin mucizelerini
zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri
gayelerine parmak basıyor. En son hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına
teşvik elini vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel
tohumlarının mahzeni ve şuunatının ayinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin
tarlası ve ahvalinin ayinesidir.”14

Kur’an-ı Kerim Hz. Süleyman’ın rüzgara binip uzun mesafeleri
kısa sürede katettiğini onun bir mucizesi olarak anlatırken, insanlara da havada
böyle bir mesafeyi katetme yolunun açık olduğunu gösteriyor. Said Nursi, Cenab-ı
Hakk’ın ayetin lisaniyle manen şöyle dediğini belirtiyor:

“Ey insan! Bir abdim, hevay-ı nefsini terkettiği için
havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bazı kavanin-i adetimden
güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”15

Hz. Musa’nın asa ile taşa vurup su çıkarma mucizesi, insanları
asaya benzer aletlerle yerden su çıkarma tekniğini bulup geliştirmeye teşvik
etmektedir.16 Hz. İsa’nın ölüleri diriltme ve müzminleşmiş
hastalıkları iyileştirme mucizeleri, müzminleşmiş dertlere derman bulmaya ve
ölüme geçici bir hayat rengi vermeye teşvik etmektedir.17 Sesten
hızlı uçakların yapıldığı, teknoloji harikası makinalarla her türlü sert
zeminden suların çıkarılabildiği, müzmin hastalıklara çareler bulunmak suretiyle
ölüme geçici bir hayat renginin verildiği günümüzde, peygamberlerin insanlığın
terakkisi önünde nasıl bir kapı açtığını göstermektedir. Hz. Davud’un demiri
eliyle yumuşatıp ona şekil vermesinin, çeşitli aletler yapmasının, medeniyetin
bel kemiği olan demirin nasıl kullanılacağı hususunda insanlığa ışık tuttuğunu
söylemek mümkündür. Diğer taraftan yine Hazret-i Süleyman için bakırı
kaynağından sel gibi erimiş bir şekilde akıttığını söyleyen Yüce Allah,
peygamberler eliyle insanlığa bakır gibi büyük bir nimetin ve benzerlerinin
nasıl kullanılması gerektiğini adeta ders vermektedir.

Sözün burasında bazı tefsir bilimi çevrelerinin Kur’an’ın
bilimsel açıdan tefsirine karşı çıkmasının haklı bir tarafı olmadığını ifade
etmek istiyorum. Kur’an elbette bir pozitif bilim kitabı değildir. Ama ilahi
hitabın, yani ilmi geçmiş ve geleceği kuşatmış olan Allah’ın mukaddes kitabının
bazı bilimlerin ulaşabilecekleri son noktalara mucizane bir şekilde işaret etmiş
olması, her halde Kur’an’a bir nakise getirecek bir durum değildir. Burada
önemli olan Kur’an’ın insanlara öncelikle “dünyada” mutluluk sağlama amacında
olduğunun bilinmesidir. Kur’an’daki iman, ahlak ibadet ve muamelat öğretilerinin
birinci hedefinin insanın dünyadaki mutluluğu olduğu gerçeği hiçbir zaman gözden
ırak tutulmamalıdır. Burada Kur’an’ın acil olarak insana bir dünya cenneti
kurmak istediğini söylememiz de mübalağa olarak telakki edilmemelidir. Çünkü
bize “Rabbimiz bize dünyada ve ahirette iyilik ver”18 şeklinde dua
etmemizi tavsiye eden Yüce Allah’ın dünyada iyilik talep etmemizi birinci sırada
zikretmiş olması bizim en büyük delilimizi teşkil etmektedir. Çünkü insan bu
dünyada yaşamaktadır. Ahiret de bu dünyada kazanılacaktır. Ancak insanın
ahirette mutlu olacağını bildiren bir Kutsal Kitabın, o mutlululuğun
nümunelerini bu dünyada yaşatması gerekmektedir. İşte Kur’an’daki iman, ibadet,
ahlak ve muamelat gibi öğretilerin birinci hedefi de insanın dünyadaki
mutluluğunu sağlamaktır. Bu yüzden Peygamberlerin yolu olan iman ve iman yolunun
manevi bir Cenneti içinde barındırdığını, dünyada bile insanı gerçek bir insan
yapıp mesut ve bahtiyar ettiğini söylememiz mümkündür. İşte konuya bu açıdan
yaklaşıldığında Kur’an’ın insanın bu dünyada mutlu olmasını artıracak olan
teknolojik ve bilimsel gelişmelerin bir kısmına işaretlerde bulunması hiç de
akla ve Kur’an’ın genel öğretilerine aykırı bir durum değildir.

Burada önemli olan, Allah’ın peygamber mucizeleri yoluyla
kapısını açtığı bazı teknolojik ve bilimsel gelişmelerin, yalnızca insan aklına
havale edilmemesi, onların Allah’ın bir “ihsanı ve hediyesi” olduğu realitesinin
unutulmamasıdır. Bugün insanlık teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kendi aklına
malettiği, Allah’ı ve O’nun ahlakını unuttuğu için hepimizin müşahede ettiği
gibi büyük bir bunalımın sancısıyla kıvranmaktadır.

Yirmi Üçüncü Söz’de, beşerin maddi terakkisinde unutulan ve bizi
felakete sürükleyen ince noktalar nazarlara sunuluyor:

“İşte insan dahi Halıkının Rahmetini inkar ve hikmetini
ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi, “İnnemâ utituhu
alâ ilm”, yani, “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımda kazandım” dese, elbette
sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve
terakkiyât-ı beşeriyye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil,
cidal ile değil, belli ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona
muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham
edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. O saltanatın sebebi, kuvvet ve
ikidar-ı ilmi değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i
İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.

“Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata
mağlup olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren, onun iktidarı değil, belki
onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbâni ve ikram-ı Rahmânìdir.

“Ey insan! Madem hakikat böyledir; gurur ve enaniyeti
bırak. Uluhiyetin dergahında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve
hacatını; tazarru ve duâ lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.”19

İşte Peygamberlerin mucizeleri vasıtasıyla Allah’ın insanlara,
acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarına binaen ilham ile ihsan ettiği medeniyetin
harikalarının, yalnızca akıl kuvvetine maletmeleri, “gurur ve enaniyet”
vermektedir. İnsanlar bu yanlış düşünceden aldıkları güçle, adeta Allah’a meydan
okurcasına bir tavır içerisine girebilmektedir. Bilimi ve kendisini “ilah”
mertebesine çıkarabilmektedir. Böyle bir tavır, peygamberlerin insanlığa hediye
ettiği yolda yoktur.

Bu yüzden de peygamberler, insanların “ene”lerine güvenerek,
gururlanmalarını önlemek istemiştir. İnsanların yapamadığı mucizeleri
göstererek, bunları Allah’tan bilen peygamberler, insanlığa, ikram edilen
nimetleri kendi enelerine maletmeme, gururlanmama dersi verdiği görülmektedir.

Peygamberlerin mucizelerine yetişmeye çalışan insanlık da, elde
ettikleri başarıları, Allah’ın “ihsanı, ikramı, hediyesi” olduğu inancına sahip
olmalı, şirke değil, şükre yönelmelidir. İnsanlığın böyle bir yolla şükre
yönelmesi, insan enaniyetine kuvvet veren Hıristiyanlık vasıtasıyla değil,
tevazuyu esas olan İslam vasıtasıyla mümkün olabilir.

Bugün yapılan buluşların akla ve insanın kendi gücüne
maledilmesi, enesini şişirmesine sebep olmaktadır. Bu da insanın Allah’tan ve
Onun ahlakından uzaklaşmasına sebep olmaktadır.

Bu sebeble “eneyi”, dinsiz felsefenin değil, nübüvvetin, yani
peygamberliğin tuttuğu yöne çekmek gerekiyor.20

B- Peygamberliğin ve Felsefenin “Ene”ye Bakışı

Nübüvvetin temsil ettiği “ene” sadece kulluğun menşeidir. “Ene”
kendisini Allah’ın “abdi” bilir. Başkasına hizmet eder. Mahiyeti harfiyedir.
Yani başkalarının anlamını taşıyor. Varlığı tebeidir, asli değildir. Başka
birisinin varlığı ile ayakta durmakta, onun yaratmasıyla sabit olmaktadır.
Malikiyeti ise vehmiyedir. Yani kendi malikinin izniyle; suri, geçici bir
malikiyeti vardır. Hakikati zılliyedir. Yani, hak ve vacip bir hakikatin
cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zıldir. Vazifesi ise kendi Yaratıcısının
sıfat ve şuunatına ölçü olarak, şuurkarâne bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya
silsilesindeki asfiya ve evliya eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler,
hakikati anlamışlar. Bu hakikat de , Allah’ın mülkünde, rububiyetinde ve
uluhiyetinde “ortağı” olmamasıdır.21

O halde peygamberliğin “ene”ye bakışı, ondaki “Hüve”yi, yani,
“Onu” görmek şeklindedir. Buna göre insandaki “ene” Allah’ı gösteriyor. Kendi
kendine malik değildir, tesadüfen meydana gelmemiştir. Eneye verilen icad etme,
bir şeyi yapma gibi özellikler, Allah’ın yaratıcılığını anlamamız için bir küçük
ölçüden başka bir şey değildir. Ama insanlar, termometre gibi ısıyı ölçen bir
aleti, aleti yapan kişi zannetme yanlışlığına düşen kişi gibi, Allah’ın kendi
sıfat ve niteliklerini anlamada bir ölçü olsun diye verdiği “ene”yi, onu yaratan
Allah zannetme gafletine düşmektedirler. Bu yüzden bazı vahdet-i vücud yanlısı
tasavvufçuların Allah’ın yarattığı gibi, insanın da yaratma gücü olduğunu iddia
etme yanlışlığına düştükleri görülmektedir. İşte bu sırrı anlamayan veya anlamak
istemeyen dinsiz felsefe ve onun yolundan gidenler, insanı “potansiyel bir
tanrı” gibi görme cürmünü işlemişlerdir. Zaten dinsiz felsefenin, peygamberliği
dışlayan felsefenin “ene”ye bakışı da bu anlamı destekler mahiyettedir.

Dinsiz felsefe “ene”yi, anlamı kendinden olan, kendi hesabına
çalışan, varlığı hakiki ve zâti olan, tasarruf dairesinde hakiki malik olan bir
varlık olarak telakkì etmişlerdir. Buna göre “ene”nin vazifesi, “kendini
sevmekten doğan, kendini tekemmül ettirmektir.” Halbuki Said Nursi, bunların
“fasid temeller” olduğunu söylemektedir. Bu fasit temellere oturtulan felsefenin
dahileri olarak telakki edilen Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabi gibi
adamlar, insanlığın asıl gayesinin, Allah’a benzemek olduğunu iddia etmişlerdir.
Said Nursi’nin dilinde bu “firavunâne bir hüküm”dür. Bunların bu iddialarıyla
yaptıkları şey, “enaniyeti kamçılamak” ve putperestlik, tabiatperestlik gibi bir
çok şirk çeşitlerine kapı aralamaktır. Bunların insanlığın fıtratında bulunan
acz, zaaf, fakr, ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapatıp, ubudiyetin yolunu
tıkamışlardır. Tabiata saplanarak, şirkten çıkamamışlar ve şükrün geniş kapısını
da bulamamışlardır.22

Peygamberlik ise, insanın gayesini ve vazifesini, zat olarak
Allah’a benzemek değil, ilahi ahlak ile ahlaklanmak olarak belirlemişlerdir.
İlahi ahlakın en mükemel şekilde görüldüğü kutsal kitap Kur’andır. Peygamberimiz
Hz. Muhammed de, insanlık için Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış yüksek bir örnek,
ideal bir insan olarak tarihteki yerini almıştır. Diğer peygamberlerin de bu
ilahi ahlakı en güzel şekilde yansıttıklarını yine bize Kur’an söylemektedir.
Tahrif edilmiş diğer kutsal kitaplarda ise, peygamberlere yakışmayacak
iftiralarda bulunulduğu görülmektedir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın dışındaki
peygamberlere isnad ettikleri iftiralardan elbette onlar beridirler.23

Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin iyi işlerde ve hayırlarda yarışan
şahsiyetler24 ve en hayırlı kişiler25 olduklarını beyan
ederek, peygamberlere atılan bu iftiraları reddetmektedir.

C- Hz. Muhammed’in Diğer Peygamberlerden Farklılığı

Hüseyn-i Cisri’nin ifadeleriyle Allah, peygamberleri doğruluk,
emniyet, iyilik, yardım, adaleti tutma ve bütün insanlara bol bol nasihat etme
gibi üstün sıfatlarla yaratmış, onları kötü ve yasak olan şeyleri yapmaktan uzak
tutmuş, insanlığa yakışmayan çirkin hal ve halkın uzaklaşmasına sebep olacak
iğrenç şeyler gibi peygamberlik makamına yaraşmayan durumlardan tamamen münezzeh
ve mukaddes olarak yaşatmıştır. Gerçi onların görünüşte günah sayılacak bazı
fiilleri göze çarpmış ve derecelerinin yüksekliğine ve şanlarının büyüklüğüne
nisbetle Allah kelamında günah deyimi kullanılmıştır. Fakat bu husus, mutlak
mükemmellikte Allah’ın tek ve eşsiz olduğunu açıklamak gibi bazı büyük
hizmetlere dayanmaktadır.26

Zaten Allah’ın insanlık âlemini nefsin arzularına kul olmaktan
kurtarmak ve kölükleri işlemekten uzaklaştırmak için gönderdiği peygamberlerin
yüksek ve güzel ahlaklı olmaları gerekir. Eğer onlar kavimlerinin yaptıkları
kötülüklere dalsalardı, kötü örnek olurlardı. Bu takdirde Allah’ın emir ve
yasakları abes ve mânâsız olurdu. Bundan dolayı, Kur’ân, peygamberlerin iyi ve
faziletli kimseler olduğuna bilhassa dikkati çeker.27 El-Enbiya
Suresinde Allah, peygamberleri saydıktan sonra: “Biz onları emrimizle hidayete
ulaştıran önderler kıldık. Onlara hayırları işlemeyi, namaz kılmayı ve zekat
vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edenlerdi.”28 buyurmaktadır.

Bir başka yerde Allah onları şöyle tavsif eder: “İşte onlar
kitap, hüküm, peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar ona inanmayacak
olurlarsa, yerlerine onu tanımazlık etmeyecek biri cemaati getiririz. Bunlar,
Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine uy.”29

Kur’an peygamberlerin asla hainlik etmeyeceğini de ortaya koyar.
“Hiçbir peygamber emanete hıyanet etmez.”30 ayeti bu konuya açıklık
getirmektedir. Bütün peygamberlerin en büyük ortak özellikleri ise, “tebliğ” ile
mükellef olmalarıdır. Bu aynı zamanda onların sorumlu tutulup hesaba
çekilecekleri tek husustur.31 Bu yüzden peygamberler kavimleri
kendilerinden yüz çevirseler bile tebliğ görevine devam etmelidirler.32
Çünkü peygamberler başkalarını inandırmakla görevli değillerdir. Başkalarının
imana gelmesi, kendi cüzi iradelerini sarfettikten sonra Allah’ın hidayetiyle
mümkün olacak bir iştir.

Bu ve benzeri ortak özelliklerin dışında Hz. Muhammed’in diğer
peygamberlerden en büyük farklılığı, ahirzamanda gelmesi ve en son peygamber
olmasıyla yakından alakalıdır. Diğer taraftan bütün peygamberler belirli
kavimlere gönderilmişken Peygamberimiz (s.a.v.) bütün insanlığa gönderilmiştir.
En büyük mucizesi olan Kur’an da, diğer peygamberlerin kutsal kitap ve
suhuflarının ortak inanç ve ahlak esaslarını aynen muhafaza etmiş, tahrif
edilmiş kısımlarını tashih etmiş, bir de hiçbir kutsal kitap veya suhufta
bulunmayan yeni hükümler de getirmiştir. Bu açıdan Hz. Muhammed’in mesajları,
diğer peygamberlerin mesajlarından farklı unsurları içermektedir. Said Nursi’nin
bildirdiği şu farklılık da önem arzetmektedir:

“Enbiya-i salifede (geçmiş peygamberlerde) nübüvvete medar
ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleri ile olan muameleleri hakkında
-yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla-
yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’de daha
ekmel ve daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder.”33

Burada Hz. Muhammed (s.a.v)’in diğer peygamberlerden en önemli
farklılığının, “ümmeti ile muamelesinde” olduğunu görmekteyiz. Hazret-i
Peygamberin ümmeti tabirinden birinci derecede kendisiyle çağdaş olan ve ilahi
hitaba muhatap kılınan kimseleri anladığımızda karşımıza çok dikkat çekici bir
davranış modeli çıktığını görürüz. Buna göre peygamberimizin kendisine inanan
veya inanmayan herkes ile muamelesinin diğer peygamberlerin aynı gruptan
insanlarla muameleleri arasında bazı önemli farklılıkların olması zaruri
görünmektedir.

Bütün peygamberlerin gönderildikleri kavimlerine karşı sevgi
dolu olduğu bir vakıadır. Bütün peygamberler re’fet ve şefkat sahibidir.
Özellikle tebliğ görevini yaparken muhatabın kim olduğuna bakmadan bu görevi
aynı duyarlılıkla yapmışlardır. Bu konuda “zelle” tabir edeceğimiz bazı
durumları olan peygamberler de Allah tarafından ikaz edilmişlerdir. İşte Yunus
Peygamber bunlardan birisidir. Yunus peygamber, peygamber olarak gönderildiği
nüfusu yüz binden fazla olan Ninova halkına tebliğde bulunmuş, artık onların hak
yoluna girecekleri ihtimalinin kalmadığını görünce, onların başına Allah’ın
emriyle, belli bir müddet sonra büyük bir azab geleceğini haber vermiş, kendisi
de tenha bir yere çekilmişti. Bu ayrılışta Cenab-ı Hakk’ın izni yoktu.34
Bunun üzerine Yunus Peygamber bir gemiye binerek oradan uzaklaşmak istedi. Ancak
rivayetlere göre gemi hareket etmeyince, içlerinde efendisinden kaçan bir köle
olabileceğini düşünerek kur’a çekmişler, Hz. Yunus çıkmıştı. Bunun üzerine Yunus
Peygamber’i denize attılar. Yunus Peygamberi denizde bir balık yuttu. Balığın
karnında, kavmini izinsiz terketmenin bir “zelle” olduğunu fark eden Yunus
Peygamber, Allah’a, “Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben
nefsine zulmedenlerden oldum.” diye dua etti.35

Hz. Peygamberin (s.a.v.)’de, kavmin ileri gelenlerini İslam’a
davet ederken, kendisine gelip İslam’ı anlatmasını isteyen âmâ bir zâta
yönelmeyip yüzünü ekşitmesi, bu “zelle”nin bir “abese” suresi ile düzeltilmesine
sebep olmuştu.

Bu ayrıntılar, peygamberlerin kavimlerine ve ümmetlerine karşı
“sevgi ve şefkat” dolu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ancak ümmetine karşı sevgi ve şefkatte Peygamberimizin
farklılığı, “muamelelerinde” çok açık ve bariz bir şekilde görülmektedir.

İşte Hazret-i Aişe’ye iftira hadisesi, bunun en büyük örneğini
teşkil eder. O zaman münafıklar Hz. Aişe’nin iffetini lekelemek istiyorlardı.
Peygamberimiz, Hz. Aişe ile ilgili iftirayı, Abdullah b. Übey’in çıkardığını
biliyordu. Sonuçta Hz. Aişe’nin masumiyeti Kur’an ile teyid edildi. İftira
edenler ilahi hükümler dairesinde cezaya uğramışlardı. Fakat buna rağmen
hakkında yeterli delil toplanamadığı için Abdullah.b Übey’e bir şey yapılmadı.
Cezaya uğrayanlardan birisi de Mistah b. Üsase idi. Bu adam Hz. Ebu Bekir’in
yardımıyla geçiniyordu. Ebu Bekir, bu hadiseye katıldığından dolayı ona yardımı
kestiğinde, Allah bu yardımın devam etmesini ve onun bağışlanmasını isteyen bir
ayet inzal buyurmuştu.36

Bu ayetin nazil olması üzerine Hz. Ebu Bekir, Mistah’a yardıma
devam etti.37

Medine’nin münafık Yahudilerinden birisi de Lebid b. A’sam idi.
Sihirbaz olan bu adam Hz. Peygambere karşı sihirbazlık ettiğini söylerdi. Fakat
Resulullah onu cezalandırmazdı. Hz. Aişe, Peygamberimize bu adamın halini tektik
ve tahkik etmesini söyleyince ona şöyle demişti: “Hayır. Lüzumu yok. Cemaat
içinde ihtilaf çıkmasını istemem.”38

Resul-u Ekrem, Taif eşrafının kendisine reva gördükleri
muamelelerden son derece müteessir olmuştu. Buna rağmen onlara beddua etmemişti.
On sene sonra Taif muhasarası esnasında Taifliler Müslümanlarla dövüşüyorken
Resul-ü Ekrem şöyle dua etmişti: “Allah’ım, Taifi irşad, Müslümanlığa ilhak et”
Neticede Resul-ü Ekrem’in arzuladığı şekilde olmuştu. Taifin ileri gelenleri
Müslümanlığı kabul etmişler ve Allah’ın dinine boyun eğmişlerdi.39

Görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.v), tebliğ görevi esnasında
kendisine eziyet eden kimselere karşı hiddetlenip onlara beddua etmek yerine,
ıslah ve hidayetleri için dua ediyor ve sabır gösteriyordu. İşte bu engin
müsamaha ve sabır, Allah’ın bir hikmetine binaen en fazla da Hz. Muhammed
(s.a.v.)’de görülmekteydi.

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bazı peygamber kıssalarında dikkat
çeken en önemli husus, peygamberlerin üzerlerine düşen tebliğ görevlerini
yaptıktan sonra, Allah’ın inanmamakta direnenleri cezalandırmalarını
istemeleridir. Bu cezalandırılma isteği önce müşriklerden geliyordu. Bunlar
yaptıkları ile peygamberin tebliğine engel olunca da, Allah’ın yardımını
istiyorlardı. Nuh (a.s.) bunlardan birisidir. Hz. Nuh kavminin ıslahı için
elinden geleni yapmış, onlar kendisini zorla tebliğden menedince40 ve
onlar ilahi azabın hemen gelmesini istemeye başlayınca, ardın ıslahlarından
tamamen ümidini kesmiş ve putlara tapan bu müşriklerin şaşkınlıklarını
arttırmasını, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakmamasını istedi.41
Ve bedduasına şöyle devam etti: “Şayet onları bırakırsan, o zalimler sana
ihlasla ibadet eden kullarını da yoldan çıkarırlar, insanlar arasında fesat
çıkarmak ve kötü nesil yetiştirmekten başka hiçbir şey yapmazlar.”42

Hz. Nuh kavmi hakkında böyle demek mecburiyetinde kalırken,
diğer taraftan da kendi oğlunun kurtulması için dua ediyordu. Cenab-ı Allah,
onun kötü amel sahibi bir kafir olduğunu ve kendisinin oğlu olmadığını bildirmiş
ve “hikmetini bilmediğin şeyi benden isteme” demiştir.43

Hud (a.s.)’da inatçı kavminin inanmaması ve azabın gelmesini
istemesi üzerine, “İsteyip durduğunuz azabın gelmesini bekleyin. Muhakkak ben de
sizinle bekleyeceğim.” demişti.44

Bu örnekleri çoğaltmak niyetinde değiliz. Bu zikrettiğimiz örnek
bile, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed’in ilahi tebliğine muhatap olduğu
kişilerle muamelesinin, diğer peygamberlerin muamelelerinden daha mükemmel ve
yüksek olduğunu göstermektedir. Diğer bazı peygamberler, tebliğleri engellenip
de azabın gelmesi istendiğinde, Allah’ın bu konudaki yardımını kabul edip etmeme
noktasında bir tercih ile karşı karşıya kaldıklarında bu tercihi kabul etme
yönünde kullanmışlardır. Bunun sonucunda müşriklerin bekledikleri azabın
başlarına gelmesi, elbette ki yaptıklarının bir kısım cezasını dünyada görmeleri
açısından o peygamberlerin bir mucizesi olarak değerlendirilebilir.
Peygamberimiz böyle bir mucizeyi göstermemiş, kendisinden sonra gelecek bütün
insanlığa düşmanını bile bağışlama, onların hidayetlerine dileme örneğini
vermiştir. Peygamberimizin şahsında bu örneğin, insanlığa barış ve huzur
getirecek büyüklükte olduğunu söylememiz mümkündür.

Peygamberimizin, sert değil, yumuşak davranışları, müsamahakar
tutumları, aftan yana tavırları, toplumsal uzlaşmanın nübüvvet yolundan
geçtiğini göstermektedir.

Bugün dünya teknolojik gelişmeler sayesinde küçük bir mahalle,
hatta bir ev haline gelmiştir. Ancak bu mahallede maddi ilerlemenin yanında,
manevi bakımdan, ahlaki bakımdan bir taharri görülmediğinden sorunlar baş
göstermekte, insanlığın başı dertten kurtulmamaktadır. Bu dünya mahallesinin
huzuru, barışı ve esenliği Peygamberimizin şahsında örnek olarak göstermiş
olduğu Kur’an ahlakıyla sağlanabilir. Hz. Peygamber bu noktada, bütün
peygamberlerde bulunan güzel ahlakların en mükemmel şeklini insanlığa
sunmaktadır. Teknolojik gelişmelerde insanlığa rehber olan peygamberlerin ahlaki
öğretilerine ittiba etmedikçe, insanlığın kurtuluşa ermesi mümkün değildir. Hz.
Muhammed’in, “Bir kimse kendisini için istediğini başkası için de istemedikçe
iman etmiş olmaz.” sözü, bütün insanlığa insanlığını yaşatacak, bütün
peygamberlerin ittifak ettiği temel ahlaki bir niteliktir. “İnsanların en
hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadis-i şerifi de, bu anlamı
tamamlamaktadır.

Sonuç

Genelde bütün peygamberler, özelde ise bizim Peygamberimiz
(s.a.v), Allah’ın, insanların maddi ve manevi olarak kemale erip terakki
etmeleri için gönderdiği önderlerdir. Bu önderler, İslam dininin Kur’an ve
hadis-i şerifleri vasıtasıyla ideal insan prototipleridir. Çağımızda insanlık,
bütün peygamberlerin “ahlak-ı hamidesini” üzerinde taşıyan ve Kur’an ahlakıyla
ahlaklanan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i örnek almaya muhtaçtır. Yoksa peygamberlerin
mucizeler yoluyla insanlığın aklına kapılar açıp da, Allah’ın insanlığa hediye
ettiği bilimsel gelişmeler, enaniyetleri kalınlaştıracak, herkesi ilahlaştırmaya
devam edecek ve insanlığın huzuru da hiçbir zaman sağlanamayacaktır.

Dipnotlar

1. Nebi ve Resul kelimelerinin Kur’an’da kullanım yerleri
için bkz: Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres
lielfazi’l-Kur’ani’l-Kerim, İstanbul 1984, s. 214-219, 686-687.

2. Dairetü’l-Maarif, Müessesetü’l-Alemi li’l-Matbuat, Beyrut
1993, “en-Nebiyyü” maddesi, XVIII, 52-53.

3. Bakara, 2/285.

4. Nisa, 4/150-151.

5. Afif, A. Tabbara, İlmin Işığında İslamiyet, çev. Mustafa
Öz, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981, s. 165.

6. İsra, 17/15.

7. Ankebut, 29/61.

8. Fatır, 35/4.

9. Nisa, 4/165.

10. Kasas, 28/47.

11. Bu izahlar Said Nursi’nin “İşaratü’l-İ’caz” isimli
eserinden istifade edilerek yapılmıştır. Bkz: Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s.
24.

12. Bu konularla ilgili bkz: Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz,
çev: Abdülmecid Nursi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1978, s. 24; Said Nursi,
Muhakemat, Sözler Yayınevi, İstanbul 1977, s. 123-125.

13. Said Nursi, Muhakemat, s. 123.

14. Said Nursi, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul 1980, s.
236-237.

15. Said Nursi, age, s. 237.

16. Said Nursi, age, s. 237.

17. Said Nursi, age, s. 238.

18. Bakara, 2/201.

19. Said Nursi, Sözler, s. 304-305.

20. Said Nursi, age, s. 306.

21. Said Nursi, age, s. 506.

22. Said Nursi, age, s. 506-507.

23. Ehl-i kitap olarak adlandırılan Yahudi ve Hıristiyanlar
peygamberleri sıradan insanlarmış gibi kabul etmişlerdir. Onlara her türlü
çirkin hareketi ve günahı layık görmüşlerdir. Bu konuda tafsilata girip safi
zihinlerinizi bozmak istemiyorum. Tafsilat için Bkz: Kitab-ı Mukaddes, Tekvin,
19/29-38, 38/1/30; II. Samuel, 11/2-27, 12/1-16. Ayrıca bkz: Kemal Işık,
Maturidi’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980;
Muhittin Bahçeci, Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul 1977.

24. Enbiya, 21/90.

25. Sa’d, 38/47/48.

26. Hüseyin Cisrì Efendi, Risale-i Hamidiyye, çev:
Manastırlı İsmail Hakkı, Bahar Yayınları, İstanbul 1980, s. 98.

27. Afif A. Tabbara, İlmin Işığında İslamiyet, s. 166.

28. Enbiya, 21/73.

29. En’am, 6/89-90.

30. Al-i İmran, 3/161.

31. Maide, 5/99.; Nahl, 16/38.; Ankebut, 39/18.

32. Al-i İmran, 3/27.; Maide, 5/92.

33. Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 119.

34. Enbiya, 21/87.

35. Enbiya, 21/87.

36. Nur, 24/22.

37. Mevlana Şiblì, Asr-ı Saadet, Çev. Ömer Rıza Doğrul,
İstanbul 1974, II, s. 108.

38. Mevlana Şiblì, age, II, 109.

39. Mevlana Şiblì, age, II, 107.

40. Kamer, 54/9. Bu ayet olayı şöyle ifade ediyor: “Onlardan
önce Nuh’un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek,
‘O, delirdi’ dediler. Ve Nuh davetten vazgeçilmeye zorlandı.”

41. Nuh, 71/23, 24, 26.

42. Nuh, 71/27.

43. Hud, 11/45-46.

44. A’raf, 7/71.