Nebi, “Allah Teala’dan aldığı vahyi halka tebliğ için gönderilen
insandır.” Resul ise, “Hükümlerini tebliğ için Allah Teala tarafından halka
gönderilen insandır.” Genellikle Resullerin yeni bir şeriat ve yeni bir ilahi
kitap getirdikleri, nebilere ise zamanlarında geçerli olan şeriatın çerçevesi
içinde Allah Teala’dan vahiy aldıkları kabul edilir. (bk. Et-Teftazani,
Şerhu’l-Makasıd, İst. 1305. II, 173; S. Şerif Cürcani, et-Tarifat, Kahire, 1938,
s. 98, 214; er-Ragib, el-Müfredat, Kahire, 1961, s. 53, 195, 482)

Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlik kavramı ile ilgili nübüvvet,
bi’set, risalet ve irsal; peygamber de nebi, meb’us, resul, mürsel (çoğulları
enbiya, meb’usûn, rusul, murselun) terimleri kullanılmıştır. Peygamberliğe
sefaret, peygambere sefir (çoğulu: sufera) dendiği de olur. Peygamber kelimesi
peygam, peyam (=haber) ve ber (=getiren) kelimelerinden oluşmuş birleşik bir
isim sıfat veya isim olup Farsça’dır. Türkçe’si yalvaçtır.

Nebi ve peygamber haber getiren; resul, mürsel ve mebus ise elçi
anlamına gelir. Şu halde peygamber Allah tarafından gönderilen elçi ve haberci
demektir. Görevleri Allah Teala’dan aldıkları bilgileri, haberleri, emir ve
yasakları (hükümleri) insanlara tebliğ etmekten ibarettir. “Resulün görevi
tebliğden ibarettir.” (Maide, 5:92,99) Bu tebliğin her türlü tereddüdü ortadan
kaldıran apaçık bir durum da olması (Belağ-ı Mübin, Nahl, 16:35,82) lazımdır.
Ancak peygamber herhangi bir haberci, alelade bir elçi değildir, hele bir
postacı hiç değildir. Peygamberlerin, Allah’tan aldıkları vahyi halka anlatımcı
ve açıklama görevleri de vardır. Nitekim Kur’an’da: “Size açıklamalar yapan
Resulümüz gelmiştir.” (Maide, 5:15,19,89) buyrulmuştur. Aslında Kur’an’ın
kendisi de bir açıklamadır. (Tibyan, Beyyine, Beyan, bak. Nahl, 16:89, En’am,
6:157, Al-i İmran, 3:138) Peygamberin yaptığı açıklama, kutsal metni ve ilahi
açıklamayı çeşitli kişi ve zümrelere anlayabilecekleri bir dille ve daha
ayrıntılı bir şekilde anlatmayı esas alan bir beyandır.

Peygamberin en önemli görevlerinden biri de insanları hakka
davet ve bu uğurda mücadele etmektir. “Allah’ın yoluna hikmet ve güzel öğütle
davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl, 16:125; Hac,
22:167; Kasas, 28: 87; Şura, 42:15) Daha evvelki peygamberler gibi Muhammed
(a.s.m.) da halkı Allah Teala’nın yoluna davet etmiş ve bu uğurda çeşitli
sıkıntılara ve baskılara maruz kalmış, türlü türlü zorluklarla karşılaşmıştır.
Şu halde Kur’an’ı açıklama ve bu yolda çetin bir mücadele yürütme de tebliğin
bir parçasıdır.

Bir anlamda Kur’an (vahiy) ile peygamberin görevi, amacı ve
işleri birebir aynıdır. Vahyi peygambersiz, peygamberi vahiysiz düşünmek mümkün
değildir. Vahyi peygamberden ayırma ve soyutlama gayretleri abestir. Vahiy
nebinin kişiliğiyle bütünleşmiştir.

Yüce Allah Kur’an’a Mübîn, Nur, Hidayet (Huda), Rahmet, Meriza,
Şifa, Mübarek, Hikmet, Hakîm, Sırat-ı Müstakim, Nezir, Beşir, Basiret, Beyan,
Hak, Hâdi, Tezkire, Zikir, Münadi, Aziz, Belağ gibi isimler ve sıfatlar
vermiştir. (Bk. İtkan, Kahire, 1951, I, 50) Yani Kur’an bir açıklama, bir
bildiri, bir duyuru, bir ışık, bir kılavuz, bir rahmet, bir öğüt, bir şifa, bir
mübarek çağrı, bir hikmet, bir dosdoğru yol, bir uyarı, bir müjde, bir ufuk açan
görüş, bir doğru, bir gerçek, bir hatırlatma, bir çağrı, bir aziz davettir.
Burada sıralanan kavramlar, nitelemeler ve isimler aynen Muhammed (a.s.m.)
hakkında da bahis konusudur. Yani Hz. Peygamber de bir Mübin (açıklayıcı), bir
ışık, bir rehber, bir uyarıcı, bir müjdeleyici, bir rahmet…. ilh’dir. Muhammed
(a.s.m.) ve Onun mübarek hal, hareket ve sözlerini Kur’an’dan soyutlamak mümkün
olmadığından ulema Kur’an’a “Vahy-i Metluvv”, hadislere ve sünnete de “Vahy-i
gayr-i Metluvv” adını vermiş, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) hal, hareket ve
sözlerini bir tür vahiy saymış, “O, havadan konuşmaz, söyledikleri kendisine
vahyolunandan ibarettir.” (Necm, 53:4) mealindeki ayetle de bu görüşünü
desteklemiştir. Elbette ki Hz. Peygamber, bir beşerdir, bizim gibi bir insandır.
O, insanüstü bir varlık da değildir. Bundan dolayı dünya işleriyle ilgili hal,
hareket ve sözleri vahiy değildir, yemek yemesi, su içmesi, uyuması, elbise
giymesi, gezmesi ve evlenmesi gibi dünyevi davranışları bizim için önemlidir,
ama bağlayıcı yanı yoktur. Hz. Peygamber (a.s.m.): “Ben de sizin gibi bir
insanım, sizin gibi ben de bazı şeyleri unuturum, unuttuğum bir şey olursa bana
hatırlatınız.” (Buhari, Salat, 31; Müslim, Mesacid, 90) buyurmuştur. Bununla
beraber Onun beşer tarafı da önemli ve saygıdeğerdir.

Hz. Peygamber (a.s.m.) hâdidir, mürşiddir, rehberdir, yolu bilen
ve yol gösterendir. Gerçek anlamda ve en yüksek seviyede hâdi, yani hidayete
erdiren ve yol gösteren Hak Teala’dır, ama peygamberler de birer önemli hidayet
vasıtalarıdırlar. Nitekim: “Her kavmin bir hidayetçisi vardır” (Rad, 13:7)
buyrulmuştur. “İman eden zat dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola
ileteyim (Gafir, 40:29) Peygamberler hem Allah Teala’dan aldığı vahyi tebliğ
ederek, hem de hal, hareket ve davranışlarıyla örnek olarak ve beyanlarda
bulunarak insanlara doğru yolu gösterir, onları Hakkın yoluna iletirler.
Kur’an’da sebilullah ve sırat-ı müstakim gibi isimler verilen bu yol Allah’a,
yaratılandan Yaratan’a ve kuldan Mevlasına giden manevi bir yoldur. Bir kulluk,
ibadet ve ahlak yoludur. Bir kurtuluş yolu olduğu kadar da kemale erme ve
faziletle donanma yoludur. Daha önemlisi bu yol ahiret yoludur, Hakka dönme ve
Ona erme yoludur, ebedi mutluluk yoludur. İşte bu yolu en iyi bilen peygamberler
ve onların gerçek varisleri ve ehliyetli temsilcilerdir. Bunlara da bu yolu Hak
Teala öğretmiştir.

Bahis konusu edilen yol bir yerden diğer bir yere giden maddi
bir yol olmadığı gibi dünyevi işlerle ilgili olarak tutulan bir yol (meslek) de
değildir. Hz. Peygamber’in, hicret esnasında Mekke’den Medine’ye gelirken,
kendisini takip eden Kureyş müşriklerine yakalanmadan sağ salim Medine’ye
ulaşmak için bu yolu iyi bilen bir rehbere ihtiyacı vardı. Onun için Abdullah b.
Erkat isminde yol bilen bir kişiyi delil (kılavuz) edinmişti. (İbn Hişam,
es-Sirl, Kahire, 1963, I, 337) Üstelik bu zat o zaman Müslüman da değildi.
Görülüyor ki İlahi, uhrevi ve manevi alanda bütün cihan halkına yol gösteren
Muhammed (a.s.m.)’a, maddi ve dünyevi bir konuda bir putperest kılavuzluk
yapmakta ve yol göstermektedir. İşte dünyevi-uhrevi ayrımı yapmanın temeli
budur.

Yüce Allah, vahye mazhar kıldığı Resul-i Ekrem’e: “İş konusunda
onlara danış.” (Al-i İmran, 3:159), yani dünyevi işlerde onlarla istişare et,
çevrendekilerin görüş ve deneyimlerinden yararlan, onlarla fikir alış-verişinde
bulun, karar alırken onların bilgilerinden faydalan, diyor. Buna uyan Hz.
Peygamber devlet ve toplumla ilgili işlerde Sahabesiyle müşaverelerde bulunurdu.

Akıl ve Vahiy

Allah Teala, insana akıl ve fikir vererek Onun yaratıkları
arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını temin etmiştir. İnsan
hayrı şerden, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, güzeli çirkinden, hakkı
batıldan ayırt eder. Aklın tanımlarından biri: “İyiyi kötüden ayırt eden bir
meleke”, diğeri: “İnsanı öbür canlılardan ayırt eden ve teorik bilgileri
edinmeye elverişli bir durumda olmasını sağlayan özellik.” şeklindedir. Aklı:
“Doğuştan insan zihninde var olan zorunlu bilgiler” şeklinde tanımlayanlar da
vardır. (bk. Gazali, İhya, Kahire, 1938, I, 90) Burada şu soruyu sormak öteden
beri âdet olmuştur: Madem ki ulu Allah insana hayrı, faydalıyı ve hakkı şerden,
zararlıdan ve batıldan ayırt etmeye yarayan bir akıl vermiştir, peygamber
göndermeye ve kitap indirmeye ne lüzum vardır? İnsanlar akıllarıyla dünyada
hayatlarını düzenleyip mutlu bir şekilde ve huzurlu olarak yaşayamazlar mı?
Ateistler, deistler ve vahye dayalı olmayan Brahmanizm ve Hinduizm gibi beşeri
dinler dünyada mutlu bir hayat yaşamak için insana aklın yeterli olduğunu savuna
gelmişlerdir. İslam alimleri ise çok önemli bir bilgi edinme aracı olmakla
beraber aklın yeterli olmadığını, vahiy ile desteklenmesi ve tamamlanması
gerektiğini ispat etmeye çalışmışlar, bu maksatla bu konuda çeşitli deliller
ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları kısaca şöyledir. Vahiy gelmemiş olsaydı
bile dinde emredilen şeylerin güzel, yasaklanan şeylerin çirkin ve kötü olduğunu
akıl bilebilirdi ama bunların tümünü bilemezdi. Mesela Allah Teala’yı bilirdi,
fakat Onun sıfat, fiil ve isimlerini tam olarak bilemez, bu konuda herkes aklına
göre farklı bir şey söyler, doğru ve gerçek olan bilinmezdi. İnsan Allah
Teala’nın varlığını akılla bulur; ama Ona ibadet edip etmeyeceğini, ibadet
edecekse hangi şekilde ibadet edeceğini kestiremez, herkes kendi aklına göre
değişik bir ibadet şekli ortaya koyar, bu da çekişmelere ve karışıklıklara yol
açardı. (bk. F. Razi, el Muhassal, Kahire, 1323. s. 156.) Razi, Peygamber
göndermenin vahiy ile bildirilmemiş olsaydı insanlar ölümden sonra yeni bir
hayatın bulunduğunu tam ve kesin bir şekilde akılla bilemezlerdi. Nelerin
ahirette ecir ve sevap almaya, nelerin ceza görmeye ve azab çekmeye vesile
olduğunu akıl ve fikirle kavrayamazlardı. Özellikle Allah ve ahiret konularında
akıl yetersizdir. Vahiyle aklın aydınlanması şarttır. Gazali’nin de dediği gibi
akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina gibidir. Akıl göz, vahiy
ışıktır. Ya da akıl lamba, vahiy onun yağıdır. Hak Teala “Nur üstüne nur” (Nur,
35) derken akıl ve vahiy nurlarına işaret ediyor. Akıl insanın içindeki şeriat,
şeriat ise insanın dışındaki akıldır. Kur’an’da (bk. Rum, 30/30) akla din ismi
verilmiştir. Fıtrat sağlam bir dindir. (bk. Gazali, Mearicu’l-Kuds, Kahire, 46)
Akılla aydınlanmayan bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara
saplanır. Vahiy ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, kudurur,
sefahet ve ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır, tanrılık iddia eder. Şu halde
akli ve fikri hayatın vahiyle desteklenmesi bir zorunluluktur. Her toplum için
dinin zorunlu olmasının sebebi budur. Cehenneme atılacak olanlar diyecekler ki:
“Eğer vahye kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık, Cehennemlik
olmayacaktık.” (Mülk, 10) Vahiy de, akıl da rehberdir. Kısacası akıl-vahiy
ilişkisi şöyle ifade edilir:

a) Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında
vahiy insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu
gösterir.

b) Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat, siyaset,
hukuk ve ahlak konularında, vahiy akla yardımcı olur, onu destekler ve tamamlar.

c) Sırf akılla bilinebilen aritmetik, geometri, fizik, kimya,
mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi ilimleri vahiy tavsiye ve teşvik
eder. Daha önemlisi bu ilimlerin insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını
önler.

Bu üç alan nübüvvet bakımından önemlidir. Birinci alanda akıl
vahye tabidir. İkinci alanda geniş ölçüde akıl hür ve serbest, üçüncü alanda ise
tamamıyla hür ve serbesttir. Bu hiyerarşinin korunması halinde ne kadar hür ve
serbest olursa olsun akıldan ve onun ürünü olan ilimlerden fertlere ve topluma
zarar gelmez.

Her topluma bir peygamber gönderilmiş midir?

Vahiy-akıl ilişkisi ister istemez bütün kavimlere ve toplumlara
peygamber gönderilmesi gereğini düşündürür. Çünkü eğer vahiy ve peygamber toplum
için çok faydalı ve hayati öneme sahip bir husus ise Hekim-i Müteal dediğimiz
Hak Teala’nın hiçbir kavmi ve toplumu bundan mahrum bırakmaması, vahiy ve
peygamber göndermeyi sadece İbranilere ve Araplara tahsis etmemesi gerekir. Eğer
bir kavme ve bir topluma peygamber gönderilmiş, diğer birine gönderilmemişse,
sonra bu iki toplumun ahlaki ve dini yaşayışları arasında önemli sayılacak bir
fark yoksa peygamber göndermenin faydalarından bahsetmek anlamlı ve ikna edici
olmaz. Mesela Yahudi kavmi ve ırkı ahlak ve karakter bakımından öbürlerinden
daha iyi durumda değildir. Üstelik Yahudiler dünyanın her tarafında pis,
çıkarcı, yalancı ve sömürücü olarak görülmüşler, aşağılanmışlar, zaman zaman
sürgün edilmişler, hatta jenoside uğramışlardır. Antisemitizm (Yahudi
düşmanlığı) bu kavmin karakterinden kaynaklanmaktadır. Eğer peygamberler bir
kavmi edep, terbiye, ahlak, medeniyet ve insaniyet bakımından daha iyi bir
duruma getireceklerse, İbranilerde bu hal gözlenmemektedir. Bu noktada Müslüman
alimler iki farklı görüş ileri sürerler:

Yüce Allah her topluma ve her kavme bir Resul, bir Nebi
göndermiştir. Nitekim Kur’an’da: “Biz her topluma bir Resul gönderdik.” (Nahl,
16:36) “Her kavmin bir rehberi (hâdi) vardır.” (Ra’d, 13:7) buyrulmuştur. Hak
Teala her kavme ve topluma bir Nebi ve bir Resul göndermiş, belli bir kavmi
öbürlerine karşı kayırmamış, bir ayrıcalık tanımamış ve özel bir muamele
yapmamıştır. Kur’an’da bahis konusu edilen peygamberlerin çoğunun Yahudi
soyundan olmaları başka toplumlara ve kavimlere peygamber gönderilmediği
anlamına gelmez. Nitekim Allah Teala bazı peygamberlerden Kur’an’da bahs
ettiğini, diğer bazılarından ise bahs etmediğini bildirir. (bk. Gafir, 40:789;
Nisa, 4:163) Kur’an’da bahs edilen peygamber sayısı otuzu bulmaz, halbuki ulema
24 bin veya 124 bin peygamberin gönderilmiş olduğundan bahs eder. Bazen bu sayı
224 bin olarak da verilir. Ama bu rakamlar bir kesinlik ifade etmez.

Bildiğimize göre peygamber ve peygamberlik (prophet, prophercy)
sadece semavi dinler dediğimiz Musevilikte, Hıristiyanlıkta ve İslam’da var. Bu
üç din mensupları da peygamberlerin nitelik, kişilik, görev, ahlaki ve dini
durumlarını birbirinden farklı şekilde algılanmıştır. Öbür dünya dinlerinde ise
böyle bir peygamberlik kavramı yoktur. Tarih ve bugünkü sosyolojik araştırmalar
pek çok toplumun ve kavmin peygamberlik kurumundan habersiz olarak yaşadığını ve
yaşamakta olduğunu göstermektedir. Şu halde her kavme ve topluma peygamber
gönderilmediği ifade eden ayetleri tahsis etmek, yani bunu belli kavimlere ve
toplumlara hasr etmek gerekmektedir. Ya da Rehber (Hâdi) sözünü vahiy olmasa
bile ilham alan veli (evliya), alim, kurtarıcı ve yol gösterici şahsiyet olarak
anlamak gerekmektedir. Bu durumda müşkülat kalmaz. Zira her toplumda ve kavimde
yol gösterici ve kurtarıcı olarak kabul edilen bilgili, aydın, dürüst, fedakar
ve inançlı rehber ve örnek zevat vardır. Bunlar her zaman olmuştur. Şu dönemde
de vardır, bundan sonra da var olacaktır. Ama İslam inancına göre bunlar
peygamber değildir. Derece itibariyle peygamberliğin altında ama ona yakın
konumda bulunan salihler, takva sahipleri, sıddıklar, bilginler, bilgeler ve
velilerdir. Her yüzyılın başında gelen ve din yenileyen müceddid de bunlardan
biridir.

Vahiy ve ilham yoluyla Hak Teala’dan insanlara bilgi akışı, ilk
insandan beri kesintisiz olarak sürmektedir. Bu akışın yeni bir din tesis etme
şeklinde olan Hz. Peygamber’in vefatıyla son bulmuşsa da diğer şekilleri devam
etmektedir. Mutlak Hakim olan Allah: “Peygamber göndermeden bir kavmi
cezalandırmam.” (bk. İsra, 17:15; Kasas, 28:59) buyuruyor. Bu ve benzeri
ayetlerden her kavme ve topluma peygamber gönderilmediği, bu sebeple de bu
kavimlerin sadece vahiy ile bilinebilen hususlardan sorumlu olmadıkları, ama
akılla bilinen hususlardan sorumlu oldukları anlamı çıkarılmaktadır. Buna göre
Allah Teala bütün toplumlara eşit muamele etmiş ve adil davranmıştır,
sorumluluğu ve cezayı bilgiyle sınırlandırmıştır.

Peygamberlikten bahsederken bunun evrensel boyutunu daima göz
önünde bulundurmak gerekir. Hak Teala, alemlerin Rabbidir, adildir, hiçbir
kuluna zulmetmez, rahmet ve merhamet sahibidir, herkese ihsanda ve lütufta
bulunur, ayrım yapmaz, peygamberlik meselesini bu çerçevede görmek
gerekmektedir.

Peygamber göndermenin Allah açısından gerekliliği tartışma
konusu olmuştur. Mutezileye göre peygamberin insanlığa faydası çoktur. Onun için
peygamber göndermek Allah üzerine vacib (gerekli)dir. Meseleye sosyal hayat ve
sosyal düzen açısından bakan İslam filozofları da peygamber göndermenin zorunlu
olduğu görüşünü savunmuşlardır. Eşa’ri kelam bilginlerine göre peygamber
göndermek ne vacib (gerekli) ne de zorunlu (zaruri)dir, sadece caizdir, yani
Allah peygamber gönderse de göndermese de olur. Maturidiler ise bunu İlahi bir
lütuf olarak görürler.

Müslüman filozoflar vahyi ve nübüvvet meselesini akıl teorileri
çerçevesinde ve kuvve-i kudsiye ile açıklamışlardır. Aristo biri pasif, diğeri
aktif iki türlü akıldan bahseder. Pasif (münfail veya hayvani) akıl boş bir
levha gibidir, kuvve halinde akıldır. Kendi kendine şekilleri maddeden
soyutlayamaz. Aktif (faal) akıl ona şekilleri maddeden soyutlama imkanını verir.
Pasif akıl maddi değildir, bedene bağlı olarak vardır ve fanidir. Aktif akıl
ise, fiilen makulleri kendisinde bulunduran bedenden önce vardır, bedenden sonra
da varlığı devam eder. Aktif akıl pasif aklı etkileyerek bilgi edinmesini
sağlar.

Farabi’de akıl kuvve halindeki nefistir veya nefsin bir
kuvvetidir. Fiil halindeki akıl ise kuvve halindeki aklın faal hale geçmesidir,
müstefad akıl ise formları maddeden soyutlama niteliğine sahip keşf ve ilhama
açık yüksek seviyede teorik bir akıldır. Göz ışık sayesinde nesneleri gördüğü
gibi insan aklı da faal aklın aydınlatması sayesinde bilgi edinir. İnsanın faal
akılla ilişkiye girmesine ittisal denir. Bazı insanlar faal akılla yüksek
düzeyde ve güçlü bir şekilde irtibat kurarlar. Bunlar nebiler, veliler ve
hakimlerdir. Peygamberin faal akılla ilişki kurmasına vahiy, velilerin ilişki
kurmasına ise ilham adı verilir. Farabi faal aklı da Cebrail olarak açıklar.
Peygamberlerin faal akılla yüksek seviyede ve güçlü bir şekilde ilişki kurma
yeteneğine Farabi kuvve-i kutsiye (kutsal yeti) adını vermektedir.

İslam filozoflarının çoğu vahyi ve peygamberliği bu şekilde
açıklar. Bazı mutasavvıflar ve kelam alimleri de az çok bu görüşlerden
etkilenmişlerdir. Gazalinin çeşitli eserlerinde filozoflara ait bahis konusu
görüşlerin izlerini görmek mümkündür. Gazali peygamberlik konusundan şöyle der:

“Peygamberlik insanlık mertebesinin üstünde bir mertebedir.
Hayvanlar insanların mertebesini anlayamadıkları gibi insanlar da Peygamberlerin
mertebesinin (vahyi) anlayamazlar. Nübüvvetin mahiyetini Nebiden başkası
bilmez.” (İhya, III, 8) İnsan için insanlık rütbesine sahip olmak Hak
vergisidir, kesbi değildir. Peygamber için peygamberlik rütbesi de böyledir.
Fakat peygamberler tefekkür ve çile ile vahiy almaya müsait hale gelirler.
Nitekim insanlar da insanlığın gereklerini yapa yapa kamil ve faziletli kişiler
olurlar.

İnsan, nefs-i natıka (akıl) ile hayvandan temayüz ettiği gibi
peygamber de doğru yolu isabetle bulan ve bunu başkalarına gösteren (mehdi-hâdi)
bir akılla diğer insanlardan seçkinleşir. Bu akıl, diğer insan akıllarının
üstünde bir akıldır. Peygamber fatındır, yani zeki ve basiret sahibidir.

İnsanların davranışları hayvanlara göre mu’cize olduğu gibi sair
insanlara göre de peygamberlerin bazı özel sözleri, fiilleri ve tavırları
mu’cizedir.

Peygamber, müfarek akıllara benzeyen bir akılla sair insanlardan
seçkinleştiği gibi semavi nefislere benzeyen bir nefis (ruh) ile de insanlardan
seçkinleşir. Böyle bir akla ve nefse sahip olduğundan tabiat ve mizaç itibariyle
de diğer insanlardan temayüz eder. Nizam-ı alem için peygamber lüzumludur.
Peygamber Allah’ın sefiri olmaya hazır, vahiy ile desteklenen ve ruhanilerden
yardım gören bir akla sahiptir.

Peygamberlerde güçlü bir muhayyile, ameli nazarî akıl, hads
(sezgi) ve özel bir nefs önemlidir. (bk. Gazali, Mearicu’l- Kads, Kahire, s.
107-108 )

Fahreddin Râzi aynı konuda şunları söyler. Peygamberlerin
özellikleri şunlardır. a) Güçlü bir düşünme ve akıl yürütme kuvvetine sahiptir,
hızla sonuca gider. b) Kuvvetli bir muhayyilesi vardır, uyanıkken melekleri
görür, Allah’ın kelamını işitir, gaybtan haber verir. c) Nefisleri madde ve
cisimler aleminde tasarruf eder, etkili olur.

İnsan bilgi ve davranış bakımından kamil (olgun, ergin) bir
durumda bulunabilir. İnsanın nazarî kuvveti (düşünme gücü) o kadar mükemmel
olabilir ki şeylerin suret ve mahiyetlerini hatasız olarak ve net bir şekilde
görebilirler. Ameli kuvvet (davranışları) o kadar mükemmel olur ki iyi, güzel,
doğru ve faydalı işleri kolaylıkla yapabilir ve bu tür işleri yapma onda bir
meleke haline gelebilir. İşte peygamberler bu özelliklere sahip insanlardır.

Yukarıda bahis konusu edilen durumlar itibariyle insanlar üç
kısımdır.

1- Bazıları doğru bilgi ve isabetli davranış hususunda eksiktir.
Halk böyledir.

2- Bazıları söz konusu hususlarda mükemmel bir durumdadırlar;
ama başkalarını mükemmel hale getirme imkanına sahip değillerdir, başkalarını
tedavi edemezler. Evliya böyledir.

3- Bazıları hem kamildirler, hem de başkalarındaki eksikliği
tedaviye ve gidermeye kadirdirler. Nebiler ve resuller böyledir.

Halk, evliya ve peygamberler de kendi aralarında çeşitli
tabakalar oluştururlar, birbirinden farklı mertebeler meydana getirirler. Halkın
en yüksek derecede olanı evliyanın en aşağı mertebede olanı ile ittisal ve
irtibat halindedir. Velilerin en yüksek derecede olanı ile en alt seviyede olan
nebi arasında da bir ittisal (contact) vardır. Resul ile melek arasında da böyle
bir ilişki ve temas bulunuyor. Alt düzeydeki birinin erişemediği bir bilgiye,
bir hakikate ve bir sırra bir üst düzeydeki erişebilir. Bir üst düzeydekinin
davranışı, bir alttaki düzeyde bulunandan daha doğru ve daha isabetli olabilir.

Peygamberlerin görevi halkı Hakka davet etmek, bu amaca ulaşmayı
engelleyecek şekilde Haktan gayri olanla meşgul olmamaları konusunda onları
uyarmaktır. Amaçları insanları dünyaya değil, ahirete yönlendirmektir. (bk. F.
Razi, el-Metabu’l-Âliyye, VIII, 104, 115, Beyrut, 1987; F. Razi ,
el-Mebahisu’l-Meşrikiyye, II, 555, Beyrut, 1990)

Genellikle büyük kelamcıların ve Müslüman filozofların nübüvvet
meselesine yaklaşımları rasyonel, psikolojik ve teoriktir, meselenin pratik yönü
de vardır ama o da aklî temele dayanır.

Ünlü Hintli alim Şah Veliyyullah ed-Dihlerî (ö. 1176-1762)
meseleyi hem din, hem de toplum ve tarih açısından ele alır. Dihleri önce
mufhemûn (Anlatılanlar, Hakkın kendilerine anlattığı hakikatleri ve bilgileri
anlamış olanlar) adını verdiği bir insan sınıfından bahseder. Ona göre bunlar,
çeşitli tabakalardan oluşan toplumun en yüksek tabakasını oluşturur. Bunlar iyi
hal sahibidirler, doğru düşünür, iyilik isterler. Bu bakımdan meleklere oldukça
yakındırlar. Samimi bir şekilde toplum hayatında iyi, adil, dürüst ve güvenli
bir düzen kurmak isterler. Bunların üzerlerine Mele-i A’la’dan, melekler
âleminden bilgiler ve güzel haller serpiştirilir. Mizaçları mutedil, huy ve
beden, siret ve suret itibariyle düzgündürler. Ruh-beden, küllî-cüz’î dengesini
kurarlar. Akıllı, zeki ve anlayışlı olup kesinlikle bön, aptal ya da kurnaz
değildirler, yerleşik ve doğru geleneklerden ayrılmazlar. İbadet hayatları
güzel, insanlara karşı davranışları dürüstçedir. Kamu yararını ve toplum
düzenini korumak öncelikli hedefleridir. Genel bir fayda ve haklı bir sebep
olmadıkça kimseye işkence edilmesini istemez, kimseyi incitmez ve kırmazlar.
Gayb âlemine karşı özellikle eğilimlidirler, hep oraya yönelirler. Böyle
oldukları bütün hallerinden bellidir. Başkalarına açılmayan o alemin kapıları
(kurb, sekinet, Hakka yakın ve itminan hali içinde olma) onlara açılır. Bunların
çeşitleri şunlardır: a) Kamiller, b) Hakimler, c) Halifeler, d) Ruhu’l-kuds’un
teyidine mazhar olanlar, e) Hâdi-müzekkiler, f) İmamlar, g)
Münzirler/uyarıcılar, h) Nebiler.

Kamiller ibadet ederek nefislerin nasıl düzeltileceğine ilişkin
bilgiyi Haktan alırlar.

Hakimler faziletli ahlaka, aile ve toplum idaresine ilişkin
bilgiyi Haktan alırlar.

Halifeler daha ziyade toplumda adaleti gerçekleştirmeyi ve
haksızlıkları önlemeyi temin eden küllî siyaseti Haktan alırlar. Bunlarda mele-i
a’la ile temas kurmak ondan talim görmek onun hilafına mazhar olmak ve onu
temaşa etmek gibi türlü kerametler zuhur eder ve bunlara “Ruhu’l-kuds ile
desteklenenler” adı verilir. Yine bunlardan diline kalbine nur konulan sohbet ve
öğütleriyle halka faydalı olan; nuru ve huzuru yakınlarına ve çevresindekilere
sirayet edip onları kemal mertebesine erdiren ve onların doğru yolda olmalarını
canı gönülden isteyenlere “Hâdî-Müzekki” (Rehber ve kötülüklerden arındıran) adı
verilir. Daha çok dinin kuralları ve çıkarları hakkında bilgi sahibi olup
bunlardan yıkılanları yeniden inşa etmeye arzulu olana imam denir.

Dünyada mukadder olan felaketleri insanlara haber vermesi için
kalbine ilham gelen, Hakkın bir toplumu lanetlediğini sezip bunu onlara haber
veren veya bazı vakitlerde nefsinden soyutlanıp kabirde ve mahşerde olacak planı
anlayıp bunu halka bildirene münzir/uyarıcı denir.

Nebiler de mufhemlerdendir. İnsanları karanlıktan aydınlığa
çıkarmak için gönderilmişlerdir. Nebilere itaat farzdır, onlara muhalefet
edenler lanetlidirler. En büyük nebi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.), en hayırlı ümmet
de Onun ümmetidir. Onun gönderilmesi ve vücuda getirmesi “Başka bir göndermeyi
ve vücuda getirmeyi”de kapsar. İlk ba’s (gönderme): Ümmilerin içinde onlardan
Resul gönderen Odur” (Cuma, 2), yani Hak önce Muhammed’i (a.s.m.), peygamber
olarak göndermiştir. İkinci gönderme: “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz, iyi olanı emreder, kötü olanı yasaklarsınız.” (Ali İmran, 3:110),
yani yüce Allah önce Muhammed’i (a.s.m.), peygamber olarak göndermiş, sonra Onun
ümmetine her zaman İslam dini çerçevesinde iyi olanı emir kötü olanı men eden
bir grup, alim ve kamil kişilerden oluşan bir özel sınıf göndermiştir. Ve de
hâlâ göndermektedir, kıyamete kadar da gönderecektir. Evrensel risalet ve
nübüvvet de budur.

Dihleri’ye göre insanların pek çok hakları ve görevleri vardır.
Onlar, peygamber aracılığı olmadan bunları tam olarak öğrenemezler. Bazılarının
zayıf olan yeteneklerini peygamberler güçlendirir, yaptırıma başvurmadan ortadan
kalkmayan kötülükler de peygamberler sayesinde ortadan kalkar. Bu sebeple ilahi
inayet ve lütuf bir toplumun zeki /temiz olanını onlara peygamber olarak
göndermeyi gerekli görmüştür. Bir efendi düşünün kulları/köleleri hasta, yakın
bir adamına “isteseler de, istemeseler de onlara ilaç içir” diye emir veriyor, o
da onlara zorla ilaç içiriyor. Haklıdır ama daha doğru olan önce onlara hasta
olduklarını söyleyip ilaç kullanmalarının faydalı olacağına onları ikna
etmektir. Bu konuda inanılır ve güvenilir bir kişi olduğunu ispatlamak için de
harikalar gösterirse de inandırıcı olur. Bu durumda hastalar bilinçli olarak
içer ve acısına da katlanırlar. Peygamber ve gösterdiği mu’cizenin misali budur.

Peygamberlerin mu’cize göstermeleri ve yaptıkları duaların kabul
edilmesi peygamberi dıştan destekleyen hususlar olup nübüvvet için gereklidir.

Nebilerin günahsız (masum) olmaları kötü ve aşağı arzulardan
arınmış bulunmaları başarı imkanını artırır.

Peygamberler insanlara, anlayabilecekleri bir dille hitap eder,
her insanda doğuştan var olan anlama ve kavrama seviyesini tebliğe esas alır,
insanları Allah’ın tecellilerini temaşaya ve Onun nimetleri üzerinde düşünmeye
davet ederler. Astronomi, meteoroloji, botanik ve zooloji gibi ilimlerle
uğraşmazlar; ama gökteki cisimlere, bitki ve hayvanların yaratılışlarına bakıp
yüce Yaratıcının inayetini, hikmetini ve nimetini düşünmeyi, kıssadan hisse
almayı muhataplarından isterler. (Dihleri, el-Hüccetü’l-Baliğa, Kahire, 1966, s.
176-81)

Görülüyor ki Dihleri’nin mufhemun dediği zümreler kamiller,
hakimler, halifeler, kutsal ruha müeyyed olanlar, hâdiler-müzekkiler, imamlar,
münzirler, nebilerdir. Yani ona göre zeki, dürüst, erdemli, topluma hizmet için
hevesli ve fedakâr insan zümreleri Hak Teala’dan aldıkları güç ve bilgiyle
toplumu düzeltmek, ahlak kurallarına bağlı kalmayı, Allah’a kulluk ve ibadet
etmeyi sağlamak için çalışır. Hak ve hukuku, adalet ve nasafatı esas alan bir
siyasi, idâri, iktisadî ve sosyal düzen kurmak için gayret ederler.

Muhammed’in (a.s.m.), daveti ve tebliği genel ve evrensel olup
bu davet ve tebliği küçük çaplı pek çok davet ve tebliğ hareketlerini kapsar.
Akıllı, zeki, bilgili, dürüst ve inançlı olmaları şartıyla devlet ve siyaset
adamlarının, ilim ve fikir adamlarının, bilge kişilerin, sanatkarların,
şairlerin, ediplerin, yazarların, velilerin davet ve tebliğ hareketleri hep o
evrensel davet ve tebliğin kısımları, farklı mekan ve zamanlarında ihtiyaçlara
göre ortaya çıkan şekilleridir. Muhammed’in (a.s.m.), alemlere rahmet olmasının
(Enbiya, 21:107,) herkese gönderilişinin (Sebe, 24:28), son peygamber oluşunun
(Ahzap, 33:40) anlamı budur.

İslam’daki ferdî, mevziî, içtimaî, siyasî, ahlakî, dinî, resmî
veya gayrî resmî ihya ve ıslah, davet ve tebliğ hareketleri bir yenileşme ve
yeniden çeki-düzen verme (tecdid-ıslah), bir kendine gelme, bir kan tazeleme,
bir özeleştiri, bir derlenip toparlanma, bir dinamizm ve yeni bir ivme kazanma
hareketleridir. Ancak bunların hepsi aynı derecede seviyeli ve gerçekçi
değildir. Bunların içinde irticaî mahiyette tahripkar olanları da vardır.

Son peygamber Muhammed’den (a.s.m.) sonra bazı sahte ve yalancı
peygamberler (mütenebbiler) ortaya çıktığı gibi Onun getirdiği dine, şeriata ve
Kur’an’a bağlı olduklarını söyledikleri halde Kur’an ve hadislerin ruhu ve özü
ile bağdaşmayan, hatta o ruhu ve özü zedeleyen ve bozan bir takım yorumlar
(te’viller) ile ortaya çıkan hareketler de vardır. Batıniler, Karmatiler,
Yezidiler, Dürziler v.s gibi. Bundan başka Kur’an’ı esas alıp Hz. Peygamberin
söz, hal, tavır ve uygulamalarını (Hadis ve sünneti) görmezlikten gelen veya
buna fazla değer vermeyen veya sınırlı bir şekilde buna başvuran bir çok
hareketler daha vardır. Önce şunu belirtelim Muhammed (a.s.m.), itikad, ibadet,
ahlak ve ahiret gibi dinin özüne ilişkin sözleri ve beyanları ile Kur’an’daki
aynı konular hakkındaki hükümler ve ifadeler arasında bağlayıcı olmaları
açısından hiçbir fark yoktur. Yeter ki hadisler bize tevatür veya sahih, bir
rivayetle gelmiş olsun. Kur’an metluv vahiy, sahih hadisler ise gayr-i metluv
vahiydir. Hz. Peygamber ahiret konusunda bir şey söylemiş ise, bu bilgiye akılla
ulaşamadığına göre vahiyle ulaşmış kabul edilir. Allah, sıfatları, fiilleri ve
isimleri konusunda da durum böyledir. Onun için ayetler gibi sahih ve mevsuk
hadisler de delildir. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Hak Teala buyurur:

“Resulün getirdiğini alınız, bir şeyi yasaklarsa onu da terk
ediniz” (Haşir,59:7)

“De ki: Allah’a ve Resule itaat ediniz” (Al-i İmran, 3:32, 132;
Enfal, 8:1, 20, 46; Nur, 24:54, 56; Mücadele, 58:12, Teğabün, 64:12)

“İhtilaf ettiğiniz konularda Allah’a ve Resulüne
başvurunuz.”(Nisa, 4:59)

“Rabbine hamd olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda
hakemliğine başvurup verdiğin kararı içlerinde bir tereddüt kalmayacak şekilde
canı gönülden benimsemedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4:56)

“Şüphesiz ki Allah Resulünde sizler için güzel bir örnek
vardır.” (Ahzap, 33:21)

Hadisleri kabul etmenin şekli ve sınırı: Demek Kur’an gibi hadis
de delildir, hadislerin delil olduğunu söyleyen de Kur’an’dır. Kur’an’ı delil
kabul etmeleri zorunludur, aksini söylemek ve iddia etmek ise çelişkilidir.
Bundan dolayıdır ki Şia, Hariciler ve Mu’tezile de dahil olmak üzere hiçbir
mezhep ilke olarak Hadis ve Sünnetin, yani Hz. Peygamber’in söz ve
uygulamalarının delil olmadığını açıkça söylemiş değildir. Hadise sınırlı bir
alan ayıran, güvenilir ve kabul edilebilir hadisleri olabildiği kadar aza
indirenler hadis ve sünnetin bize nakil ve rivayet edilişi, yani bize geliş yolu
ve şekli üzerinde durarak bu sonuca ulaşmışlar, kabul etmedikleri hadislerin Hz.
Peygamber’e aidiyetinin kesin olmadığı söyleyip kendilerini haklı çıkarmak için
bir hayli mazeretler üretmişlerdir. Bu mazeretler şu iki maddede özetlenebilir.

a) Hadis ve Sünnetin kesin ve bağlayıcı bir delil olması için
bize tevatür yoluyla gelmesi gerekir. Oysa tevatür yoluyla bize ulaşan hadisler
yok denecek kadar azdır. Bunlar da daha ziyade fiili sünnetlerdir.

b) Vahid haber, yani tevatür yoluyla gelmeyen hadisler kesin
bilgi vermez, zan ifade eder. Onun için de delil sayılmaz.

Bu iki konuda uzun tartışmalar yapılmıştır. Bir yandan senetleri
zayıf hadisleri âlimlerin ilmî kanaatlerine tercih eden, Hanbeliler ve selef
mezhebi mensupları, öbür yandan az sayıdaki mütevatir hadisler dışında kalan
ahâd hadisleri delil saymayan âlimler. İşte bu iki farklı ve karşıt görüş,
çeşitli şekillere gire gire günümüze kadar gelmiştir. Tarihteki şekliyle bugünkü
şekli karşılaştırmak için İbn Kayyım’ın (ö. H-751/M-1350), es-Savaıku’l-Mürsele
(Kahire, 1981, s. 630) isimli eserinde verdiği şu bilgilere bakalım:

Bid’atçılar, zayıf bile olsa kendi kişisel görüşlerine uyan
hadisleri delil sayar, fakat görüşlerine uymayan sahih hadisleri terk ederler.
Bu tür hadisleri reddetmekten âciz kaldıklarında tahrif denilecek kadar
hadisleri garip bir şekilde yorumlar, sözü amacından saptırırlar. Derler ki:

Ezan ve kamette cümlelerin tekrarlanıp (Terci)
tekrarlanmayacağı, namazda Besmele’nin açıktan okunup okunmayacağı konusunda
bile ihtilaf edilmiştir. Oysa Hz. Peygamber’in bu hususlarla ilgili
uygulamalarına herkes şahit olmuştu. Bu sebeple bu konuda görüş ayrılığının
olmaması gerekirken ihtilaf çıkmıştır. Buna nasıl güvenilebilir. Hz.
Peygamber’in veda haccında bile bir çok ihtilaf vardır. Hz. Peygamber bu haccı
kimine göre ifrat, kimine göre temettü, kimine göre Kur’an usulüyle ifa
etmiştir. Bu kadar açık ve herkesin gözü önünde cereyan eden hac olayı bu kadar
farklı şekilde yorumlanırsa o hadislere nasıl güvenilebilir?

İbn Kayyım’a göre sünneti kökten reddeden bu grup İslamın dışına
çıkmıştır. Çeşitli fırkalar (mezhepler) yukarıdaki görüşü kendilerine göre
farklı şekillerde yorumlamışlardır:

1) Bazıları Sünneti tümden reddeder. Allah Resulünün yanılmış ve
yanlışa düşmüş olmasını mümkün görürler. İlk Haricilerde bu düşünce vardır. (bk.
Buhari, Menakıb, 25, Müslim, Zekat, 142)

2) Bir grup Kur’an’a uygun düşen sünneti kabul, aykırı olanı
reddederiz derler. (bk. Müslim, İmaret, 33)

3) Bir grup “mütevatir olan hadisleri kabul, ahad hadisleri
reddederiz” derler.

Sahabe, Tabiin, etbâu’t-Tabiin ve ulu bilginlerde bu görüşte
olanlar yoktur. Bu görüşler bidatçıların başlarına ve uydularına aittir.

4) Bir grup ceza hukuku gibi kesin delil bulunması gereken
konularda vâhid haberi delil saymaz ve “şüphe cezayı düşürür” derler.
Mutezilenin mezhebi budur. Bunlara göre hadisi rivayet eden râvinin hata etmiş
veya yalan söylemiş olması ihtimali daima dikkate alınmalıdır.

5) Bir gruba göre umumi belvanın bulunduğu konularda sünnet
kabul edilmez. Sonraki dönem Hanefi alimlerinden İsa b. Ebâh ve Ebu’l- Hasan
el-Kerhî bu görüştedirler.

6) Bazılarına hadisi rivayet eden Sahabe Ebu Hureyre gibi fakih
değilse rivayet ettiği hadis kabul edilmez.

7) Bir gruba göre bir hadis Kur’ân’ın zâhirine aykırı ise kabul
edilmez. Bir hadisin kabul edilebilmesi için Kur’ân’ın genel kurallarına uygun
olması lazımdır. Bunun içini “müminler ahirette Rablerini görürler” hadisi
“gözler Onu idrak edemez.” (En’am, 6: 103) ayetine, şefaat hadisi “Rabbimiz
ateşe attıklarını rezil rüsvay edersin” (Ali İmran, 3: 192) ayetine, “Fatiha
suresi okunmadan kılınan namaz namaz değildir” hadisi “Kur’an’dan kolayınıza
geleni okuyunuz” (Müzzemmil, 73: 20) ayetine, “eti yenen bir hayvanın anasını
besmele ile kesmek karnından çıkan yavrunun da besmele ile kesilmesi demektir”
hadisi “size ölü hayvanların eti haram kılındı” (bk. Maide, 5: 3) ayetine aykırı
düştüğünden kabul edilemez. Daha açık iki örnek:

Hadiste: “Ailesinin kendisi için ağlamasından kabirdeki ölü acı
çeker” (Buhari, Cenaiz, 33; Müslim, Cenaiz, 23) deniliyor. Kur’an’da “kimsenin
vebali başkasına yüklenmez” (Fatır, 35:18; Necm, 53:38) buyruluyor. Bazıları bu
ayete aykırı gördükleri yukarıdaki hadisi kabul etmiyorlar.

Hadiste: “Hz. Peygamber Bedir’de ölen müşriklere hitab etti ve
onlar sözlerimi işitirler, buyurdu” (Buhari, Cenaiz, 87; Müslim, Cennet, 76)
Kur’an’da “Sen ölülere sesini işittiremezsin” (Neml, 27:80) buyruluyor. Bazıları
bu ayete aykırı gördükleri Buhari ve Müslim hadisini kabul etmiyorlar.

İbn Kayyım’ın da belirttiği gibi Kur’an’a dayanıp hadisi kabul
etmeme adeti Sahabede de vardır. Ama azdır. Sahabenin çoğu bu çeşit hadisleri
kabul ederler.

İbn Kayyım diyor ki; sahih bir hadis ne Kur’an’a, ne de aklın
açık bir hükmüne aykırı olur. Daha doğrusu Allah Resulünün sözleri Kur’ân’ın
açıklaması ve yorumudur, ona uygundur.

Görülüyor ki hadis ve sünnet İslam tarihinde ve çeşitli
mezhepler arasında değişik şekillerde anlaşılmış ve tartışılmıştır. Ehl-i sünnet
kelamcılarında da durum böyledir. Geçen asırda Hindistan da ortaya çıkan
neo-itizâl ve Ehl-i Kur’an’cılar veya mealciler olarak bilinen Türkiye’deki
hareket sözü edilen akımların bir başka şeklidir.

Özellikle ifade etmek gerekir ki tartışmalar daha ziyade hadis
ve sünnetin hukuki meselelerde, haram-helal konularında çoğu zaman böyle bir
problem yoktur. Vaaz ve nasihat konularında ise makul olması şartıyla zayıf
hadislerden faydalanmanın cevazı da kabul edilmiştir.