Bilindiği gibi peygamberimiz (s.a.v.), peygamberlik zincirinin
son halkasıdır. Nübüvvet binasının son tuğlası da onunla berkemal oluyor.
Nübüvvet, mütekamil bir bina olduğuna göre; peygamberlik müessesesi bir
bütündür. Tecezzi kabul etmez. Peygamberler, misyonları ve vazifeleri itibarıyla
kardeştirler. Bu bakımdan; usulde müttehittirler ve birbirlerinden tefrik
edilmeleri kabil değildirler. Usulu’d-din’in (akide) haricinde furuda veya
şeriatta ise konjonktürel ihtiyaca cevaben farklılaşma arzederler. Bu da, işin
tabiatındandır. Onların getirdikleri, ‘furu’ yani şeriatı anlamak, aynı zamanda
siyerlerini ve şahsiyetlerini anlamak manasına gelir. Vakta ki, bir sırrı
imtihan için Azrail (a.s.), Musa Aleyhisselam’a gönderilir ve Hazreti Musa’nın
ruhunu kabzla emredilir. Bu vazifeyi yapmak için Hazreti Musa’nın huzuruna
(Peygamberimize Dihye kılığında Cebrail’in geldiği gibi) tebdil-i kıyafetle
gelir. Bunun üzerine, sahibinden izinsiz içeri girdiği için Hazreti Musa bu
davetsiz misafire bir taş atar ve taş davetsiz misafirin gözüne ilişir ve onu
kör eder. Bunun üzerine Azrail (Aleyhisselam) Cenab-ı Hakkın huzuruna giderek
durumu nakleder ve Musa Aleyhisselam’ın ölümü istemediğini söyler. İşte, geçmiş
ümmetlere ait hukuk ve kuralları (şeriat) bilmediğinden dolayı Kuveytli Ahmet
Bağdadi gibi yazarlar, bu hadisin akılla bağdaşmadığına, ters düştüğüne
hükmediyorlar. Halbuki durum farklıdır. Hazreti Musa (Aleyhisselam) kendisini
sınamak için gelen Azrail’in kimliğinden habersizdir. Ve içeriye davetsiz
girdiğinden dolayı şeriatın izin verdiği doğrultuda Musa Aleyhisselam
mahremiyeti ihlal eden davetsiz misafire taş atar bu da onun gözünün birinin
çıkmasına sebep olur. Burada Azrail (Aleyhisselam)’in gözü hakikaten değil
temsilen çıkmıştır. Daha sonra Hazreti Azrail hakikaten ruhunu kabzetmeye
geldiğinde Musa Aleyhisselam birinci vakıanın hilafına hakkın davetine
tereddütsüz icabet etmiştir. Bazen tergib ve terhip iltibasen emir suretinde
kabul ediliyor bu da yanlış algılamalara neden oluyor. Dolayısıyla bu tür
acaleci kavrayışlar da peygamberlerin ve mesajlarının doğru şekilde
anlaşılmasına mani olmaktadır.
Peygamberler kardeş ve bir zincirin halkaları mesabesindedirler.
Usulde yani iman, mead, gaybiyat konularında müttehittirler ve bu alanda
haklarında bir tefrike gidilemez. Ancak şahsi fezail konusunda Kur’an-ı Kerim’in
vurgusuyla da farklıdırlar. ‘La nüferriku beyne ehadim min rusulihi’ kavli
şerifi, ulemanın ittifakıyla imanda tefrik olunmayacağına dairdir. Fazilet
hususunda derece farkını ortaya koyan açık ayetler olmasına rağmen bir rivayete
göre Molla Kabız gibi tarihte kalbinde maraz bulunan bir takım kimseler Hazreti
İsa (Aleyhisselam) ile Hatemü’l Enbiya Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)
arasında bir fark olmadığını iddia etmişlerdir. Rivayetlere göre, Süleyman
Çelebi’nin Vesiletü’n Necat adındaki mevlidi yazmasının arkasındaki saiklerden
birisi de budur. Binaenaleyh, dayanakları, örümcek ağı gibi çürüktür. Bu hususta
Kur’an-ı Kerim, sarahat ifade eden iki ayet-i celile ile tefadul (derece farkı)
gerçeğini ifade etmektedir.1
Rivayetlere göre İranlı veya Arabistanlı söz konusu vaizin
türrehatı üzerine Süleyman Çelebi red ve cerh makamında Mevlid-i Nebi olarak
anılan Vesiletü’n Necat adlı kitabını kaleme alır. Umum ve husus birçok cihetle
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) diğer peygamberlere tafdil edilmiştir. Bu hususta
münferit ve müstakil eserler erbabınca kaleme alınmıştır. Bu eserlerden birini
de Sultanu’l Ulema İzzettin B. Abdussulem ‘Bidayetü’s-Süvel Fi Tafdil’ir-Resul’
adıyla kaleme almıştır.
Peygamberimizin diğer peygamberlere nazaran bazı faziletleri
şunlardır:
-Son peygamber olmasına rağmen, Ademoğlu’nun efendisidir.
İnsanlar arasında en faziletlisidir. Peygamberimiz iftihar değil de tesbit ve
takrir makamında bu gerçeği şu sözleriyle ifade etmiştir: ‘Ademoğlu’nun seyyidi
ve efendisi fahırsız ve övünmeksizin benim’ buyurmuşlardır.
-Kıyamet gününde Livau’l Hamd yani Hamd Sancağı Peygamberimizin
elinde olacaktır. Bu da onu diğerlerine üstün kılan meziyetlerden birisidir.
-Adem Aleyhisselam olmak üzere bütün zürriyeti kıyamet gününde
bu sancağın altında toplanacaklardır. Bu ihtisas sadece Peygamberimize aittir.
-Peygamberimizin gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmiştir ve
bu mertebeye nail olan başka bir kimse de yoktur.
-İlk şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek de yine
Peygamberimizdir. Maalesef günümüzde Mutezile mezhebine özenerek ‘adalet’
ilkesini şefaate aykırı addeden Mısırlı Mustafa Mahmut gibiler bu hakkı inkara
yeltenmişlerdir. Bu inkarları daha sonra bu yöndeki hadislerin ve bütün
hadislerin inkarına müncer olmuş ve basamak teşkil etmiştir. Ezher uleması da bu
konuda münkirlere, susturucu ve ilzam edici cevaplar vermiştir.
-Peygamberimiz, müstecap duasını ümmeti için ahirete bırakmış ve
saklamıştır…
-Ta’zim ve tefhim babından Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk bütün
peygamberlere ismiyle hitap ederken sadece Efendimize sıfatıyla hitap etmiştir.
‘Ya eyyühennebiyyu’ veya ‘Ya eyyüherresulü’ gibi.2
-Efendimiz hariç, bütün peygamberlerin mucizeleri tarihe
karışırken, onun en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Mucizi’l Beyan’ın icaz özelliği
kıyamete kadar bakidir.
-Cenab-ı Hakk, bütün ümmetlere Cennetin yarısını tahsis ederken
diğer yarısını da Ümmeti Muhammed’e vadetmiştir.
-Peygamberimizin nübüvvet ve risaleti, ins ve cin; bütün dünyaya
şamildir. Risaleti, umumi ve şamildir.
-Ümmeti Muhammed’in dünyadaki sırası en son olmasına rağmen
Cennete ilk girecek zümredir.
-Kıyamet gününde insanlığın ve peygamberlerin kılavuzu ve öncüsü
yine sevgili peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) olacaktır.
-Cenab-ı Hakk, bütün peygamberlerden Peygamberimizin dönemine
yetişmeleri halinde ona iman edeceklerine ve yardım edeceklerine dair onlardan
ahd-ü peyman almıştır.3
-Peygamberimize Vesile ve Kevser verilmiştir.
-Ümmeti Muhammed’in ameli az olmasına rağmen ecri ziyade
kılınmıştır.
-Peygamberimiz özlü sözlerle (cevami’ül kelim) taltif ve tebcil
edilmiştir.
-Bir aylık mesafeden korkuyla yardım edilmiştir. Düşmanlarının
kalbine uzaktan da olsa Allah tarafından korku salınmıştır.
-Ahirzamanda dini bütün dinlere üstün kılınacak ve izhar
edilecektir. Yeryüzü Peygamberimize dürülmüş ve ümmetinin ulaşacağı en uç
noktalar kendisine önceden gösterilmiştir.
Hazreti İsa ahirzamanda ikinci kez şeriatına tabi olarak
gelecektir.
İzzettin Bin Abdusselam Peygamberimize ait olan 40 kadar
hususiyeti ve fazileti kitabında konu etmiştir, yer vermiştir.
Siyer’e Nasıl Bakmalı ve Anlamalıyız?
Zaman ilerledikçe dini ve şer’i ilimler rivayeten dumura
uğrarken yani kabuğuna çekilirken ve daralırken aynı zamanda dünyanın fiziki
olarak genişlemesi gibi dirayeten açıldıkça açılıyor ve genişliyor. Dini
ilimlerin genişlemesini ve daralmasını merhum Mısırlı Muhammed Mütevelli Şaravi
kitaplarında tartışmaktaydı. Siyer ilmi hususunda da durum bundan farklı
değildir. Binaanaleyh, akla, hikmete, yoruma açık bırakılan hayz-u mekan ve bu
anlamda usul ve metedolojik çerçeve, hiçbir zaman kapanmayacağı gibi daha da
açılmaktadır. Bu husus hadislerce de teyid edilmektedir: “Rubbe samiin ev’a
minerravi” ifadesi bunu tazammun etmektedir. Nice muhaddisler var ki manasını
kendisi anlamadığı halde rivayet eder, manası fakihe malum olur. Mustafa
Sibai’nin Es-Sünne ve Mekanetuha Fi’t teşrii’il İslami kitabında ‘Men istecmere
fel’yutir’ hadisindeki emri, hıfızda kavi ama dirayette zayıf bazı
muhaddislerin, taharet esnasında tekli taş kullanmayı anlama yerine; vitir
namazı olarak telakki ederek helada vitir namazını kıldıklarını ifade etmesi
gibi. Dolayısıyla rivayetin sınırlarını dirayet açmakta ve geliştirmektedir.
Usul bir anlamda, ilimlerin mukaddimesi ve felsefesidir. Fıkıh ile usülü, kanun
ile muhakemeye dayanan hukuk mesabesindedir. Kanun bir kalıp, hukuk ise onun
muhakemesidir ve felsefesidir. Dolayısıyla hukuksuz kanuni yargılama adalet
değildir. Din ilimlerinde de durum böyledir. Nice kanun adamı vardır ki,
hukuktan behresi yoktur. Bu, bir anlamda fakih ile muhaddisin
karşılaştırılmasına benzer. Şeytana karşı kavi olan muhaddis değil, fakihdir.
Zira muhaddisin anlattığı sırrı, fakih anlar ve kavrar.
Fukahanın, fıkıh alanında içtihadın gerekliliği için
söyledikleri şeyler, siyer alanında da cari ve geçerlidir. Rivayetler sınırlı
ama meseleler ve bu meselelere mukabil akıl yürütme de ve hüküm çıkarma da
sınırsızdır. Öyleyse, meseleleri rivayetlerle rabtetmek ancak aklın, yorumun ve
daima yenilenmeye, ahzu redde açık, usulün vazifesidir. Binaenaleyh siyerden
çıkartılacak ve zamana yayılacak dersler ve ibretler sınırsızdır. Bizim için
sınırlı naslarda ve rivayetlerde sınırsız ve teceddüt eden ders ve dirayetler
vardır. Bunları yapmak da umum Müslümanların görevi olduğu gibi ehl-i tecdidin
de sahasına girer. Bu açıdan, siyere her daim yeniden bakmamız ve anlayışımızı
günün meseleleri ışığında onunla karşılaştırarak yenilememiz iktiza eder. “Ey
iman edenler, iman edin…” buyruğunda olduğu gibi.
Siyere Üç Farklı Bakış Açısı!
Burada siyer’e ve Peygamberimize ‘üç tarzı siyaset’ deyiminde
olduğu gibi üç farklı bakış açısı var. Ana gövdeyi temsilen Sevad-ı A’zam’ın
bakışıdır ki, bu bakış açısına göre Peygamberimiz (s.a.v.) insanlık için model
insandır. Buna mukabil gürnümüzde, iki farklı bakış açısı daha vardır. Bunlardan
birisi, yelpazenin bütün genişliğiyle modernistlerdir. Bunların ölçüleri, dünya
ve dünyevi gelişmeler olduğu için peygamberimizi ve peygamberliği dünyevi
ölçülere vururlar. Bunlara göre, peygamberimiz uhrevi ve manevi cihetle değil,
sadece geriye bıraktığı dünyevi izlerle büyüktür. Peygamberler seçilmiş insanlar
olmakla birlikte, onlara göre üstünlükleri fiziki dehalarında yatmaktadır. Allah
vergisinden ziyade başarıda beşeri özellik ararlar. Bunun için bu kesim,
Peygamberimizi, peygamberliği ve rabbani sıfatları ile yüceltmekten ziyade
dünyevi sıfatlarla yüceltmeyi tercih ederler. Bunlar, Peygamberimiz ve
arkadaşlarını; ‘fez/eşsiz’, ‘abkari/deha’ gibi nitelemelerle anarlar.
Dolayısıyla kozmopolit bir kategoriye sokarlar. Bu kategoride Büyük İskender
dehadır, Voltaire de. Hatta bu dünyevi bakış açısının maluliyetiyle birlikte
Ahmet Bağdadi gibiler bir İslam ülkesinde meseleyi Peygamberimize hakarete kadar
vardırmışlardır. Ahmet Bağdadi’ye göre Peygamberimiz haşa ‘faşil’ yani başarısız
bir şahsiyettir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak, Hindistan’da veya daha farklı
mekanlarda birkaç tabi ve taraftar edinebilmiş; başta Nuh Aleyhisselam olmak
üzere mahdut sayıda ümmete peygamber olmuş peygamberler, aynı bakış açısına göre
elbette başarısız addedileceklerdir. Çünkü burada başarının ölçüsü kemmiyet ve
daha fazla taraftar edinebilmektir. Günümüzde kimi yazarlar tarafından yapılan,
‘Mehdi, Mesih nerede kaldı, İsa neden inip vazifesinin başına geçmedi hala’
şeklindeki tarizlerle, hürmetsizliğe ve saygısızlığa dönüştü. Sanki onların
iradesi Allah’ın iradesinin dışında da kendi başlarına buyruk olarak himmet
etmiyorlar!. Haşa, himmetsizlik ediyorlar! Maalesef, günümüzde bu tarz tariz ve
taarruzlara sık sık rastlanılmaktadır. Bunun daha da ötesinde Cenab-ı Hakk’da,
akılsız modernistlerin yakışıksız isnadlarına maruz kalmaktadır. Ahmet Bağdadi
Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) ‘faşil’ yani başarısız derken
Suriyeli Yazar Haydar Haydar’da ‘Velimetu Aşabi’l Bahr’ adlı romanında -haşa-
Cenab-ı Hakk’ı başarısız addetmiştir. Çünkü, kainatın yaratılışındaki sırrı
hikmeti kavrayamamıştır. Dolayısıyla, burada, kudsiyete yaklaşımda genel bir
çarpıklık ve bozukluk var. Bunun kaynağı da modernist yaklaşımlardır.
Perspektife göre başarı veya başarısızlığın ölçüsünün değişmesidir.
Son sıralarda, Mısır’da yayınlanan kimi kitaplarda bazı
peygamberlerin psikolojik arızalarının olduğunun söylenmesi de bu kabildendir.
Peygamberlerin sabır ve çile ile ilahi imtihanları, bu şekilde vulgarize edildi
ve arzileştirildi. Sanki, bu kitapları yazanlar, tezlerini, peygamberler ve
tabilerinin imtihan edilmemeleri gerektiği üzerine inşa etmişler. Bakıştaki
zaviye kaybından sonucu böyle görüyorlar. Halbuki burada dünya hayatının
felsefesi ve nedeni gözardı ediliyor. Buradaki aykırı sonuçlarının nedeni,
çarpık bakış açıları. Rıza gözü ile gazap gözünün bakışlarıyla sonuç aynı ve bir
olmayacaktır. Aynu’r-Rıza ile Aynu’l-Gazap farkında olduğu gibi; peygamberlere
dünyevi bir gözle bakmakla onlara uhrevi bir gözle bakmak arasındaki pencere ve
perspektif ihtilafından gayet azim farklar husule gelmektedir. Binaenaleyh
peygamberleri, dünyevi gözle bakarak anlayamayız. Bu taktirde onlar bize kapalı
kalırlar. Burada da empatik ruh hali veya bizim kavramımızla söyleyecek olursak;
tefani sırrı gerekmektedir. Bu sırla onları daha iyi anlarız.
Siyer, bu açıdan, M. Said Ramazan Buti’nin Fıkhu’s-Sire adlı
kitabının başında arzettiği gibi mücerret bir tarih ilmi değildir. Tarih ve onun
ötesidir; metafiziktir. Siyer’in sahibi, model insanın tarihidir. Bu açıdan
Prof. M.S. Ramazan Buti’nin de dediği gibi, Peygamberimiz mücerret bir deha
(abkari) değildir. Onun gücü fiziğinde değil metafiziğinde ve metafizik
bağlantısında yatmaktadır. Aksini söyleyen hem yanılır hem de yanıltır. Bu
itibarla Peygamberimiz, ebedi aleme rihleti ve göçü ile daha büyük hizmet ifa
etmiştir. Bu durum, ancak metafizik boyutu ile anlaşılabilir.4
Maalesef modernistler nübüvvet anlayışını da tersyüz
etmişlerdir. Merhum Muhammed Ferid Vecdi bu modernist kelam erbabı örneklerinin
en tipiklerinden biridir. ‘Felsefe ve ilmin ışığında siyer-i Muhammediyye’ adlı
yazısında şöyle söylemektedir: “Okuyucularımız, bizim ‘i’caz’ bahsinde israfata
dalmadığımızı görmüşlerdir. Tekellüf ve zorlama ile de olsa mucizeleri normal
esbaba havale ederek izah ve tahlil ettik.” Gerçekten de Ebabil Kuşlarını çiçek
hastalığıyla izah ediyorlar. İsra ile Miracı ise mana aleminde ruhun urucuna ve
göklerde dolaşmasına hamlediyorlar. Bedir’de Müslümanların imdadına yetişen
melekleri de ‘manevi desteğe’ yoruyorlar. Böylece maneviyatı külliyen maddiyata
dönüştürüyorlar. Bu hususta rahatsızlık duyanlardan birisi de Mısırlı merhum
Muhammed Ebu Zehra’dır. El Mucizetü’l Kübra: El Kur’an adlı güzel eserinde
mucizelerin tevil edilmesinden duyduğu rahatsızlığı behemehal dile getirmiştir.
Süleyman Aleyhisselam döneminde Belkıs’ın tahtının göz açıp kapayıncaya kadar
getirilmesini de tevil etmişlerdir. Maddiyyunculardan ileri gidenler tahtın
gerçek olmadığını sureti olduğunu ileri sürmektedirler. Ebu Zehra buna itiraz
eder. Bu akılsız akılcılar, Peygamberimizin risaletinin harikalar yani mucizeler
üzerine değil de akıl üzerine kurulu olduğunu ve Peygamberimizin insanları
mucizelerle değil de akılla hitap ettiğini ileri sürmektedirler. Ve neredeyse,
İslam’ın harikuladelikleri ve mucizeleri tanımadığı noktasına gelmişlerdir. Bu
duruma şaşıran bazı Hıristiyan ilahiyatçılar Muhammed Ebu Zehra’ya Kur’an-ı
Kerim’in mucize ve harikuladelikleri tanıyıp tanımadığını sorarlar. Yani, bizim
modernistler tereciye tere satarak Batılı ilahiyatçıların kafasını
karıştırmışlar ve onlara modernizm satmışlardır. Kafaları karışan Hıristiyan
ilahiyatçılar da durumu Ebu Zehra’ya danışmışlardır. Bunun üzerine, Ebu Zehra
onlara, Kur’an-ı Kerim’in geçmiş ümmetlerin mucizelerinin belgeseli niteliğinde
olduğu yönünde cevap verir.5 Hatta bazılarına göre, İslam derebeylere
ve dönemin sağcı Kureyş burjuvazisine karşı solcu bir devrimden ibarettir.6
Aslında bu gibilerine karşı Iraklı İmadüddin Halil ‘Sağ ve Sol Oyunu’ adlı
kitabında güzel bir cevap vermiştir. Esbab ile müsebbibat arasındaki ilişki
muttarid ve sistematik yani düzenli tek bir beraberlik ilişkisidir. Ama bu
beraberliğin sırrı ve keyfiyeti herşeyi yaratan Allah’ın katındadır. Dolayısıyla
bugün, bir anlık olarak tabiat kanunlarını tatil ve taciz eden hissi mucizelere
dair canlı delil olmaması, geçmişte yaşandığını ve mucizenin inkarını
gerektirmez. Bu paralelde mütevatir derecesinde menkulat vardır. Esbabın ötesine
geçemeyenler, mucizatı ve maneviyatı göremiyorlar. Mucize, maddi aleme manevi
bir müdahaledir.
M. Ferid Vecdi paralelindeki Hüseyin Heykel Paşa da Hürriyet
gazetesi yayınları arasında neşredilen Hayatu Muhammed (s.a.v.) adlı eserinde de
aynen şunları yazar: “Ben hadis ve siyer kitaplarının kayıtlarına iltifat
etmiyorum. Zira bu araştırmamda sadece ilmi usulleri esas aldım…” Herhalde
Hürriyet tarafından beğenilmesinin ve yayınlanmasının hikmeti de budur.
Milliyet’in Mısırlı Muhammed Said Aşmavi’nin kitaplarını yayınlaması da aynı
politikanın bir sonucudur. Bu itibarla aslında Hüseyin Heykel Paşa’nın Mısır
Amerikan Üniversitesinde mehaz olarak okutulan ama görülen mahzurlar üzerine
yasaklanan Fransız solcularından ve Musevi asıllı Maxime Rodinson’un kitabı ve
benzerlerini andırmaktadır. Fark birisinin Yahudi asıllı olması diğerinin de
yerli olması veya Müslüman adı taşımasıdır! İkisinin de yöntemi kendi
ifadeleriyle imani değil de, ilmidir! Genellikle eskiden beri Vakidi gibi siyer
yazarları güvenilmez bulunmuşlar ve tenkide tabi tutulmuşlardır. Bundan dolayı
siyer kitapları hadis kitapları gibi hüccet ve delil kaynağı sayılmamışlardır.
Ama tevsik edilen ve belgelenen veya belge niteliği taşıyan kaynaklar, elbette
ahkama dair konularda yol gösterici olmuşlardır.
Günümüzde siyer kitapları daha sistematik hale getirilmiş
bulunmaktadırlar. Mesela bu hususta M. S. Ramazan Buti’nin Fıkhu’s-Sire adındaki
kitabı bu çalışmalara numune gösterilebilecek niteliktedir. Mustafa Sibai’nin
kendinden önce yaptığı gibi Buti de, kitabının her bölümünün sonuna ibretler ve
mev’izeler bölümü koymuştur. Burada mevzudan alınabilecek dersler işlenmiştir.
Okuyucu için ‘kıssadan hisse’ çıkarılmaktadır. Bu, gayet güzel bir çığırdır.
Böylece siyer ilmi ve bahsi atıl bir ilim dalı olmaktan çıkarılarak işlenen
maden gibi mütekamil bir ilim dalı haline getirilmektedir.
Öteden beri, mübalağaya kaçan kıssacılar, bu ilim dalının,
kavaid ve zavabit ve sebr ve taksimi yani usulü olması gerektiğini bizlere
öğretmişti. Kısaca, siyer-i Nebinin, kavaid’den oluşan ve olayları bu şekilde
mihenge vuran bir usulü olması iktiza ederdi. Aslında, vakayiname (kronoloji)
tarzında siyer-i Nebi kitaplarının yanında bu ilmin bir usulü de olması
gerekirdi. Aslında, baştan beri de var. Bu sahada, yazılmış en bariz ve en
kıymetli ve en kabul görmüş eserlerden birisi belki de sahasının eşşiz eseri ve
şahaseri; Kadı İyaz’ın, Kitab eş Şifa Bitarif Hukuki’l Mustafa adlı hacimli
eseridir. Bu eser, sahasında kibrit-i ahmer gibi ender olmasından ve sahasında
bir boşluğu doldurmasından dolayı bütün İslam alemine malolmuş durumdadır. Molla
Aliyyü’l Kari gibi birçok müellif bu kitabı şerh yazmıştır. Gazali’nin kitapları
gibi hem şerh edilmiş hem de kolay tedavülü ve okunması için çeşitli ihtisarlar
ve kısaltmaları da yapılmıştır. Şifa ve benzeri kitaplar, İslam’ın genel
çerçevesi içinde Peygamberimizin yerini bulma ve oturtma arayışı ve çabasıdır.
Büyük çapta başarılı da olmuştur ki, ümmetin tasvibine ve kabulüne mazhar
olmuştur. Bugün ilim müddeilerinin (ediaya) istilasıyla birlikte çatırdayan,
ilmi disiplinlerin yeniden ihyası ve gözden geçirilmesi ve tahkim edilmesi
gerekiyor. Bunun da arefesindeyiz. Bu çerçevede, peygamberliğin ve
peygamberlerin konumunun tartışıldığı asrımızda, ümmetin medar-ı iftiharı olan
Şifa gibi kitapları yeniden değerlendirmeliyiz. Kadı İyaz’ın kitabı, siyer
fıkhından ziyade siyer usulü’dür. Olaylarla birlikte olayların dayandığı geri
plan aydınlatılmaya çalışılmaktadır.
Nübüvvet mührüne bakışta genelde Müslüman camiayı üç sınıfta
tasnif etmek mümkündür. Ya da siyer-i Nebi bahsinde üç değişik bakış açısından
söz edebiliriz.
-Sevad-ı A’zam olarak adlandırılan ifrat ve tefrit arasındaki
ana gövde.
-İfratı temsil eden Vehhabiler veya Selefiler
-Tefriti temsil eden modernistler veya Hindistan veya
Pakistan’da Brelviye gibi bazı gruplardır
Vehhabilere gelince: Kimi zaman, muhaliflerine karşı ‘Ehl-i
Sünnet’ veya ‘Fırka-i Naciye’ ifadesini tekellerine alan bu grubun, Sevad-ı
Azam’a göre siyer’e yaklaşımlarında bazı farklılıklar göze çarpmaktadır. Bu
farklılıklardan birisi, M.Said Ramazan Buti’nin Fıkhu’s-Sire adlı kitabının son
bahislerinde de değindiği gibi, Peygamberimizin kabri şeriflerinin ziyaretinin
meşruiyetidir. Bunu ve tevessül ve istigaseyi, şirkin basamakları olarak
görüyorlar ve Müslümanları bunlardan men ediyorlar. Bu konuda dayandıkları bazı
hadisleri infiratçı bir yaklaşımla bir şekilde ele alıyor veya
mutlaklaştırıyorlar. Beni İsrail’in peygamberlerinin mezarlarını ‘bayram yerine’
çevirmelerini takbih eden bazı hadislerin yorumlanmasındaki gibi. Bu veya
benzeri hadislerden ‘yasak’ manası çıkartıyorlar. Bu minvalde refik-i alaya
yükselmesinden sonra Peygamberimizin manevi tasarruf ve bereketiyle teberrükü
yani bereketlenmeyi yasaklıyorlar. Mevlidi de ‘menedilmiş’ mübalağalı övgü
-itra- çerçevesine sokuyorlar ve bidat formlarından biri olarak görüyorlar.
Bidat konusundaki değerlendirmelerinde aşırıya kaçıyorlar ve Mevlid’i ilk ihdas
eden fırkanın Mısır’da hüküm süren Fatimiler olduğunu ileri sürüyorlar.7
Yaşar Nuri Öztürk gibi modernistlerin hayatta iken de kabul
etmedikleri (haşa ‘tüy’ diye nitelendirdikleri) sakal ve tırnak teberrüklerini
sadece hayatına tahsis ediyorlar. Peygamberimizin: “Hıristiyanların Meryem oğlu
İsa’yı övmede mübalağaya kaçtıkları gibi beni övmeyin; ben bir kulum, sadece
Abdullah ve resulü deyin (kafi)” buyurmalarını bu şekilde
değerlendirmektedirler. Hadislerde, fahr ve övgü olmadan -tahdis-i nimet-
kabilinden Peygamberimiz ademoğlunun seyyidi ve efendisi olduğunu ikrar etmesine
rağmen bu konuda Sahabelerin kendisine, ‘Efendimizsin-Seyyidüna’ demeleri
karşısında Efendimiz: “Seyyid ancak Cenab-ı Hakk’dır” buyurmuşlardır.
Binaenaleyh selefiler bu konuda dinin içinde kalarak, Sevad-ı A’zam’ın isbat
ettiği bazı hususları nefyediyorlar. Meseleye dinin içinden bakıyorlar.
Modernistler ise genelde meseleye dinin dışından bakıyorlar. İfrat ve tefrit
arasındaki fark da burada düğümleniyor. Selefilerin, Sevad-ı A’zam ile
aralarındaki farklılıklardan birisi budur. Ama bir cihetle, onları bu mübalağaya
veya ifrata sevkeden de; Sevad-ı A’zam’ın, meşayıhı ve evliyayı ta’zimde zaman
zaman aşırıya kaçması ve ölçüyü kaçırmasıdır, denebilir. Bununla birlikte hiçbir
zaman tefrit, ifratın nedeni ve malzemesi olsa da gerekçesi ve meşruiyet zemini
olamaz. Meşruiyet kazandırmaz. (Arapların: La yesihhu illa’s sahih’ dedikleri
gibi) Sadece hak, haktır. Bundan dolayı onları, bu yaptıklarından dolayı, mazur
görmemiz kaabil değildir. Beni İsrail’in peygamberlerinin kabirlerini mescid
kılmalarından yola çıkarak kabirlerle birlikte camileri de yıkmışlardır. Bunun
neticesinde, Batılılar Vahhabilere ‘Mabed Kurtları veya Mabed Yıkıcıları’ adını
takmışlardır.8
Hicaz’a hakim olduklarında, Sahabe kabirleriyle birlikte
Peygamberimizin kabrinin ziyaretine de sınırlandırma getirmişlerdir. ‘Bidat’,
kavramını genişletmişler ve bu hususta aşırıya gitmişler ve bidatla alakası
olmayan hususları da zorlama ile ‘bidat’ kavramı içinde mütalaa etmişlerdir.
Sözgelimi, Ravza-ı Şerife sütre örtülmesini bile garip bir şekilde ‘bidat’
kavramı içinde değerlendirmişlerdir. Bu konudaki aşırılık ve sertliklerinden
dolayı insanları kendilerinden soğutmakta ve kaçırmaktadırlar. Siyaseten
Hariciler gibi olmasa bile muamele açısından hareketleri onlara benzemektedir.
Selefiler, İbni Teymiyye’nin fikriyatını kuvveden fiile yani uygulama sahasına
ve hayata geçirmişlerdir. Buna mukabil Hindistan ve Pakistan’da Brelwiler gibi
tefrit ehli de ‘bidat’ kavramını oldukça sınırlandırmışlardır. Bazı bidatlara
geçiş hakkı ve onay vermişlerdir.
Modernizm, geleneğe karşı çıkmak için kısmen bu ekolü
(selefilik) kendisine dayanak ve referans almış ve üzerine diğer anlayışlarını
ilave ve bina etmiştir. Selefilik gibi ifrat ve tefrit cemaatların özelliği
furuat meselelerini usulün önüne geçirmeleri ve mekasıt yerine lafzi sadakati
esas almalarıdır. Bu da, mana ve maksadın feda edilmesine yolaçmış ve bu anlayış
biçimi Haricilik gibi fırkaları beslemiştir. Bazı selefiler daha da ileri
giderek ‘Seyyiduna Muhammed’ tarzı terkip ifadelere karşı çıkmışlardır. Manayı
ve dolayısıyla anlayışı ve buna bağlı olarak genişliği daraltmışlardır. Bundan
da maraz doğmuştur. Mesela İbn-i Teymiyye, Kur’anı Kerim’de eş anlamlı yani
müteradif kelime olmadığını söyler. Bu aslında tartışılır olmakla birlikte
eskilerin ‘vecih’ dedikleri ‘güzel’ bir görüştür. Buna mukabil, mecazın
olmadığını ileri sürmesi tersinden bir yaklaşımdır. Bu da lafızperestliğin diğer
bir yönü ve boyutudur. Mecazı inkar, aslında çok boyutluluğu inkar ve
zahiriciliktir.
Selefi uleması, ‘görüşlerini; hata kabul etmez doğru’ kabul
ederken, aksine diğerlerinin görüşlerini de ‘doğru kabul etmez hata’ olarak
değerlendirmektedir. Kısmen bu yaklaşım mezheplerin diğerlerine bakışında da
vardır. Halbuki, hak taaddüt etmezse de, furuatta genişlilik ve çeşitlilik
esastır. Aksini iddia ise, dinde tekelcilik ve inhisarcılık tehlikesine yol
açar. Halbuki çeşitlilik, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin bir uzantısıdır. Çağdaş
ulemadan, Muhammed Ebu Zehra ve Muhammed Behi gibilerin haklarındaki kanaatları
bu meyandadır. Selefiliğin bariz sıfatlarından birisi, kapalılıkları ve
darlıkları, ikincisi de bütün diğer ifrat ve tefrit meslek ve meşrepleri gibi
cedelci ve münakaşasever olmalarıdır. Kılı kırk yararlar ama başkalarının
hakkına hukukuna riayet etmezler. İlaveten, kendilerine yönelik eleştirilere
dayanamamakta ve muhaliflerini kötü sıfatlarla karalamaktadırlar. Mesela
kendilerini eleştirenleri ‘kuburiler/kabirciler’ şeklinde tanımlamaktadırlar.
Muhammed Behi gibi kendilerini ‘itidal’ dairesinde eleştirenler de bu kötü
sıfatlarla sıfatlanmaktan kurtulamamaktadırlar.9 Ebu Zehra gibi
Muhammed Behi de onların ‘bidat’ kavramının tanımında mübalağa ettikleri
görüşündedir. Vehhabiler aksini savunsalar da muhaliflerine göre, dar kafalı ve
görüşlüdürler (narrow minded). Bu da ilgi alanlarının çok sınırlı olmasından
bellidir. Hep aynı nokta üzerinde dönüp dolaşıyorlar ve aynı konular etrafında
gidip geliyorlar. Ehli Sünnetin iki kutbu olan Eş’arilik ve Maturidilik de,
onlara göre ehl-i dalalet ve münharif ve sapkın mezhepler cümlesindendir.10
Ehl-i Sünneti tekellerine alan Selefiler bu iki kutbu sadece ehl-i Sünnete en
yakın iki mezhep olarak görmektedir. Ehl-i Sünnetin, Hariciler arasında
İbaziyyeyi ve Şiiler arasında Zeydiyyeyi tasnif ettiği gibi.
Taraftarlarına göre, Selefilik bir tecdit hareketidir, bundan
dolayı da kendilerini Hanbeliliğin bir uzantısı olarak görüyorlar ve yeni bir
mezhep ihdas etmediklerini söylemektedirler. Aslında, tecdit, ıslah ve şeair-i
İslamiyyeyi ihya demektir. Yeni fıkhı görüşler veya mezhepler ihdas etmek değil.
Bu açıdan, tecdide getirdikleri tanım doğrudur. Ancak mezhepler arasında,
yeniliğe en kapalı ve esere en yakın ve muhafazakar ve tutucu yapıda oldukları
için, Ahmed Bin Hanbel’den sonra da yer yer değişik fıkıh ve tasavvuf
ekolleriyle münakaşaya ve çatışmaya girmişlerdir. Yani, muhafazakar yapıları
zaman zaman katılığa ve sertliğe dönüşmüştür. Muhafazakarlığın afatlarından biri
de budur. Hanbeli mezhebinin yapısında bu meyelana uygun bir zemin olduğu
söylenebilir. Bu, Ahmet Hanbel döneminde selabet-i diniyye anlamına gelse de
bazı dönemlerde taassup ve dargörüşlülük haline gelebilmektedir. Selefiler de
kendilerine göre, usulü ıslaha yönelmişlerdir. Kısaca, selefiler siyer-i Nebiye
de, hayata ve dine baktıkları daracık alandan bakıyorlar. Bundan dolayı taassup
değil ama dinin alanını daraltma konusunda bazı modernistlerin ilham kaynağı
olmaktadırlar.
Modernist Bakış Açısı
Bölüm aralarında kısmen değinmeye çalıştığımız modernist bakış
açısı da, muhtelif bakış açılarından biridir. Modernistlerin bakış açısı da
buğulu bakış açısıdır. Bakış açısı, aslında insanın kendisidir. Bir rivayette
kendisini çekiştiren Ebu Cehil haber verildiğinde, Efendimiz (s.a.v.):
“Kendisini aynada görmüştür” buyurmuşlardı. Gerçekten de öyle. Dolayısıyla
modernistlerin bakış açısı sonucu ortaya çıkan siyer imajı ve kimliği, katiyetle
aslına mutabık ve uygun değildir. Bu durumda, siyere bakış açısında; Sevad-ı
A’zam’dan ayrılan ikinci fırka da gönümüzde ‘modernistler’ olarak anılan akım
olmaktadır. Geçmişte, şahidi gaibe mukayese etmenin sakim sonuçlarından birisi,
antropomorfist (Allah’ı yaratıklara benzetme) anlayışların üretimi olmuştur. Bu
bakış açısı, Haşeviye gibi tecsime inanan fırkaları doğurmuştur. Halbuki,
Gazali’nin çok yerinde vazettiği gibi, delilin yokluğu medlülün yokluğunu
gerektirmez. Kasır ve kısır akıllarıyla, sonuca varmak istediklerinde; Allah’a
teslim olma yerine, onu kendi kafalarıyla tayine kalkışmışlardır. Dolayısıyla
-la teşbih- Eflatun’un fil tanımında olduğu gibi körlerin fili tanımlamasına
benzer bir sonuç elde etmişlerdir. Herkes başka bir mezhebe gitmiştir. Görme
yetisinin eksikliği, tanımda gerçekle, tasavvur arasındaki farkı ortaya
çıkarmıştır. İnsan da bu dünya da kapasite eksikliğinden dolayı iman etmek ve
teslim olmak zorundadır. Aksi taktirde, bu durum, Efendimiz (s.a.v.) ‘seni tam
olarak bilemedik’ buyruğuna ters düşerdi. Bu dünyada Cenab-ı Hakk daha ziyade
isim ve sıfatlarıyla tanınabilir. Bu tanıma imkanından dolayı eskiler, “Cenab-ı
Hakk şiddeti zuhurundan gaiptir” demişlerdir. Sıfatlarının ve isimlerinin
şiddeti zuhuru veya tezahürleri meydandadır. Öbür dünyada ise Cenab-ı Hakk’ın
insanı daha üstün vasıflarla ve kapasiteyle donatması ile insan bu
noksanlıklarını giderecek ve ‘hasene ve ziyade’ye yani Cenab-ı Hakk’ı keyifsiz
olarak müşahedeye nail ve mazhar olacaktır. Elbette sınırlının sınırsızı
tanıması kabil değildir. Balıkların kendilerini veya denizin dışını tam olarak
algılayamadıkları gibi. Bundan dolayı, yanlış yöntemlerle Allah tanımlanmak
istenince, beşer tasavvuru, Sani-i alemi ve Halık-ı mevcudatı, beşer derekesine
indirmiştir.
Bu anlamda, modernistler de Peygamberimizin üstünlüğünü manevi
alemden maddi aleme tenzil etmişlerdir. Bu nübüvvete bakışta bir sapmadır. Bunun
sonucu da, mevsufun yanlış tanımlanmasıdır. Modernistlerin nübüvveti okumaları,
nübüvveti ödünç okumadır veya akültürasyon (acculturation) boyutuyla okumadır.
Bundan çıkacak sonuç, özgün ve asil olmayacaktır. Modernistler, bundan dolayı
genellikle Efendimizi dünyevi gözlükle ve dünyevi boyutla okumuşlardır. Semavi
boyutunu ya iptal etmişler ya da görmezlikten gelmişler ve gerektiği kadar
ehemmiyet vermemişlerdir. Bugün maalesef bazı İslamcılar da, Colin Turner ve
Abdulkerim Suruş11 Muhsin Abdulhamid’in dediği gibi Yahudilerin
yaptığı gibi dini ve İslam’ı dünyevi boyuta hapsetmek istiyorlar. Bu bakış
açısıyla da, ahiretin yeri netliğini kaybediyor ve marjinal hale geliyor. Bundan
da bir sürü manevi hastalık zuhura geliyor. Modernist bakış açısıyla baktığınız
zaman, dinin metafizik boyutu kayboluyor. Yerine mekanik boyut geliyor. Halbuki
mekanik boyutun arkasında metafizik boyut var, mekanik boyut sadece bir perde
ama modernizm insana kalıp olarak baktığından bunu görmüyor ve görmek istemiyor.
Bu bakış açısının sonuçlarından birisi de, nübüvveti aklileştirme çabasıdır.
Doğrusu, İslam irrasyonel olmamakla birlikte aklın sınırlarına hapsedilemez.
Aksi takdirde, boyut farkı ortadan kalkar ve vahye ihtiyaç kalmazdı. İslam’ın
ötelerden, gayptan gelen bir boyutu var. Gaybı körletirseniz geriye dinden bir
şey kalmaz. Gaybı akla hapsetmek gerekli ve yeterli olsaydı vahyin inzali
‘tahsil-i hasıl’ derekesinde olurdu ve Cenab-ı Hakk’ın hakim ismine ters
düşerdi. Hakim, ismiyle Cenab-ı Hakk, absürd ve saçma bir iş yapmamaktan
münezzeh olduğuna göre, vahiyde ve onun getirdiği gaypta aklı aşan ama ona ters
düşmeyen boyutlar var. Allah’ın müteal olması gibi peygamberlerin de aşkın bir
boyutu (transcendant-müteal) bir yönü ve yönleri olması gayet tabiidir.
Modernistler, ya bu ‘aşkın’ boyutu tahdit ediyor ya da yok farz ediyorlar.
Mucizeler aşkın boyutun formu mesabesindedirler. Dolayısıyla modernistler, hissi
mucizeleri, harikulade halleri tevil ediyorlar. Aşkın boyut, Allah’la irtibatlı
olan boyuttur. Bu boyut, tabiat kanunlarıyla yani adetullah ile mukayyet
değildir. Nasıl fotoğraflarda ilk bakışta göremediğimiz boyutlar varsa hayata
bakışta da bazen aşkın boyutları fark etmeyebiliriz. Bu sadece,
dikkatsizliğimizden kaynaklanır.
Muhammed Abduh’dan itibaren o ve muakkipleri, nübüvveti
aklileştirme pozisyonu çerçevesinde hissi mucizeleri ya inkar ya da te’vil
etmişlerdir. Muhammed Abduh’un Cüz’ü Amme Tefsiri’nde Ebabil Kuşlarını çiçek
hastalığıyla te’vil ederek apaçık bir zorlama içine girmesi gibi. Bu hususta;
Muhammed Abduh’un bakışı nübüvvet pınarından gelen duru bir bakış açısı
değildir. Dini, modernizm formu içinde daraltma çabasıdır. Albert Hourani gibi
Arap asıllı bazı fikir tarihçileri bu hususu şüpheye mahal bırakmayacak bir
şekilde ortaya koyarak, onların, dönemlerinin mahsulü olan kompleksle İslam
inancını modernizme uydurmaya çalıştıklarını söyler. Siyere başka bir zaviyeden
bakmışlardır. Bu zaviye Arapların ‘müsakafa/acculturation’ dedikleri başka bir
kültürün etkisiyle, ecnebi kültürün etkisiyle12 bakıştır. Muhammed
Abduh, Risaletü’t-Tevhid adlı kitabında; tevhide bakışını aklileştirmesini aynen
siyer alanına da yansıtmış ve tatbik etmiştir. Bu alanda onun ekolünü takip eden
ve aşan Tantavi Cevheri, Cevahir el Kur’an adlı tefsirinde mucizatı nefyeden bir
tavır takınmıştır. Daha sonra Türkiye’de İran devrimiyle birlikte gündeme gelen
‘Kur’an-ı Musavver’ tartışmasının bir ayağını teşkil etmiştir. Neredeyse
Kur’an-ı Kerim’i kudsiyetinden arındırarak Hıristiyanların yaptıkları gibi
Kur’an-ı Kerim’i güya zihinlere yaklaştırmak için fotoroman boyutuna
indirgemiştir. Bunların yaptıkları, aşkın boyutu keşfetmek değil, arzi boyutlara
indirgemeciliktir. Cevahir el Kur’an’ın bir benzeri olarak, dönemin İran
Devriminin Türkiye Temsilcisi Mehdi Pur, Resimli Kur’an (Kur’an-ı Musavver)
hatırlayınca Türkiye’de ariz ve amik tartışmalara yol açmıştır. Eskiden, bir
biçimde, Ahmediye ve Muhammediye kitaplarında Cehennem ve Cennet gibi cansız
mekanlar temsili bir biçimde tasvir edilmişlerdi. Elbette Tantavi Cevheri’nin bu
tutumu, Kur’an’a hürmetsizlik bağlamında değerlendirilmiştir. Ardından Mehdi
Pur’un Kur’an-ı Musavver-Resimli Meali de aynı tepkiyi çekmiştir. Sadece Mehdi
Pur’u o dönemde Sadreddin Yüksel Hoca savunabilmiştir.13
Abbas Mahmut Akkad da bu kervandakilerden bir diğeridir.
Muhammed Abduh, Akkad hakkında bir kehanette ve önsezide bulunarak: “Eğer
hislerim beni yanılmıyorsa bu çocuk gelecekte büyük bir yazar olacak…”
demiştir. Belki fazlasıyla, Muhammed Abduh’un kehaneti tutmuş ve bazı açılardan
Necip Fazıl Kısakürek’e benzeyen Akkad, 100’den fazla eser kaleme alarak, sadece
bir yazar değil hem de velut bir yazar olduğunu isbat ederek Abduh’un önsezisini
haklı çıkarmıştır. Çocukluğunda Cemaleddin Afgani’nin şakirtlerinden olan Ezher
alimi Şeyh Ahmed el Cedavi’nin ilim meclislerine devam etmiştir. Muhammed Ferid
Vecdi’nin kurmuş olduğu Düstur adlı gazetesinde 1907’den itibaren düzenli olarak
yazmıştır.14
Akkad, başta Peygamberimiz olmak üzere Hazreti İsa’nın ve büyük
Sahabilerin büyüklüğünü hep akli, zihni ve fiziki deha ile (abkariyyat serisi)
irtibatlandırmıştır. Abkari, üstün ve faik insan demektir. Nietzsche’nin üstün
insan tasvirlerini çağrıştırır şekilde. Bu modernist yaklaşımların sonucu,
yaklaştırma yoluyla Baas tipi kavmiyetçi Arap ideolojiler Peygamberimizi
ideolojilerine malzeme, basamak ve dayanak yapmak istemişlerdir. Böylece semavi
boyut tedricen ortadan kalkmış ve arzileştirme teşebbüsleri nübüvvetin
anlaşılmasının yolunu sisli hale getirmiştir. Sanki Peygamberimiz, Allah’ın bir
lutfu veya iksiri değil de kendi kendinin eseri veya Arap dehasının eseri olarak
algılanmış ve takdim edilmek istenmiştir. Muhammed Abduh ve ekolü; genellikle
Kur’an-ı Kerim’i Peygamberimizin tek mucizesi olarak görme eğiliminde
olmuşlardır.
Peygamberimiz de, kendisine gelene tabidir. Gelmiş geçmiş bütün
günahları bağışlanmasına rağmen daima ibadet etmiş ve itirazlar karşısında
‘şükreden bir kul olmayayım mı?’ diyerek Allah’ın nimetini ve lutfunu nazara
vermiştir. Bugünkü krallar gibi kanun üzerinde değil bilakis kendi mesajının
sınırları içindedir. Kızına ve aile efradına da bunu tenbih etmiş ve ‘kızım dahi
aynı şeyi yapsa sirkat cezasını uygulardım’ buyurmuşlardır. Hazreti Fatıma’ya,
kıyamet gününde herkesin ameliyle geldiğinde, huzuruna nesebiyle gelmemesini
öğütlemiştir. Ayrıcalık istememiş ve bazen Cenab-ı Hakk’ın hatırlatma ve
ikazlarına muhatap olmuştur. Abase Suresi’nde veya Hud Suresi veya benzeri
surelerde olduğu gibi.
Mutezile gibi onlar da, rasyonel te’vilatla Kur’an’a,
yüklenmediği manaları yüklemeye çalışmışlardır. Muhammed Abduh’un, Ebabil
Kuşlarını çiçek olarak tefsir etmesi gibi. Halbuki, Muhammed Abduh mevhum Granik
hadisesini reddettiği halde mezhebine uyduğu için Ebabil Kuşlarını, çiçek
hastalığına hamleden dayanıksız ve zayıf rivayetleri kabul etmektedir. Oysa ki,
İbni Esir gibi tarihçiler Granik hadisesini tamamen reddetmişlerdir.15
Bu modernist yaklaşım, salgın ve sari bir hastalık gibi ilim disiplinlerinin her
sahasına intikal etmiştir. Maddi harikaları kabul edecekleri yerde bunu
reddederek manevi ahvale yormakta ve te’vil etmektedirler. Maalesef bu ekol,
Batı’nın ilminden ziyade kültürünü ve metodolojisini benimsemiştir.
Marksist Terminolojiden Etkilenme
Abkariyyat serisinin ve nitelemesinin bir devamı olarak
Peygamberimizin tebliğ ve davet faaliyetleri marksist jargona uygun bir biçimde
ele alınmaktadır. Siyer-i Nebinin tahkiyesinde ve anlatımında, marksist
terminolojiye başvurulmuş ve ona göre kavramlar seçilmiştir. Sözgelimi, davet ve
tebliğ faaliyetleri ‘kifah’ ve ‘nidal’ kavramlarıyla anlatılmaya çalışılmıştır.
Bunun temelleri modernizme ve marksizme dayanmaktadır. Bu, modernist anlayışın
bir ürünü olarak Peygamberimizin eşsiz özellikleri ‘abkariyyat/üstün’,
‘fez/eşsiz’ gibi sıfatlarla dile getirilmiştir. Aslında, dünyevi boyuta
hapsedilmiştir. Bu sıfatların, sema ile bağlantıyı çağrıştıran hiçbir anlamı
yoktur. Bu, edebiyatta ‘Ez-zem bima yüşbihu’l medh’ kapsamına girer. Yani, methe
benzeyen zem ve yergidir. Hatta bunun sonucu olarak bazıları, Peygamberimizin
tebliğ vazifesini ve faaliyetlerini sağa karşı solun mücadelesi şeklinde
yansıtmaya çalışmışlardır.16
Nübüvvetin bu derekeye indirilmesinden ve indirgenmesinden sonra
Ahmet Bağdadi gibiler haliyle Peygamberimize lakap takarak onun başarısız
olduğunu ilan edeceklerdir.17
Ahmet Bağdadi ve Selman Rüşdi gibi güya Müslüman asıllı
yazarlar, peygamberlik müessesesine hakaret ederken, Thomas Carlyle gibi ‘yedi
kat’ yabancılar bile Peygamberimizin insanlık üzerine fazl ve keremini ikrar ve
itiraf etmişlerdir. Alicenaplık işte budur. Bugün yerkürenin beşte biri İslam
mesajına teslim olmuştur. Onların lisanıyla konuşacak olursak, bu gerçek başarı
için bir mikyas değil midir? Zaten peygamberler hakka tabidirler. Onların
tebliğinde başarı veya başarısızlık söz konusu değildir. Onlar sadece
vazifelerini yaparlar. Allah’ın işine karışmazlar. Memur ve mükellef
olduklarının dışına çıkmazlar. İbtida değil ittiba ile mükelleftirler. Netice,
sonuç Allah’ın yedi kudretindedir. Çalışmak bizden, taktir ve tevfik
Allah’tandır. Başarılı olup olmadıklarını söylemek için tevfik ve hizlanı
Allah’a değil onlara vermek gerekir. Bu da, inanç esaslarımızla bağdaşmaz. Ancak
Mutezile zihniyetiyle düşündüğümüzde; tevfik ve hizlan hatta kudret Allah’ınki
kadar, beşerden de olduğu için onlara göre başarı veya başarısızlıktan
bahsedilebilir.
Burada Ahmet Bağdadi gibilerinin başarıya veya başarısızlığa
başka zaviyelerden baktıkları anlaşılmaktadır. Mutezile, beşere müstakil kudret
izafe ettiğinden, bu durumda kainatta iki müstakil kudret hasıl olmuş oluyor.
Burada, zımni olarak beşeri Allah’ın derecesine çıkarmak vardır. Buna, ilahların
çoğunluğunun reddedildiği temanü delili ile cevap verilebilir. Bu açıdan, şunu
söyleyebiliriz, akılla vahiy, İslam’la diğer dinler ve Allah’ın kudretiyle
beşerin kudreti asla bir değildir ve eşitlenemez.
Bu itibarla, Mutezile’nin inancı Seneviyye ve dualistlerle aynı
kapıya çıkmaktadır.18
Peygamberler hakkında edeben ve hakikaten, ‘başarısız’ tabiri
kullanılamaz. İmam Rabbani gibiler, Hindistan taraflarında bazı peygamberlerin
çok az tabileri olduğunu haber vermektedir. Bu, peygamberlerin başarısızlığını
değil, gönderildikleri kavimlerin azgınlığını gösterir. Bu meyanda sadece
tabilerinin azlığından sözedilebilir. Bağdadi, gözlüğüyle baktığımızda hanımını
yola getiremeyen Hud ve çocuğunu yola getiremeyen ulu’l azm peygamberlerden Nuh
Aleyhisselam’ın da (haşa) başarısız olduklarına hükmetmek gerekir. Görüldüğü
gibi, modernizmin çapı büyüdükçe ve genişledikçe nübüvvet konusundaki türrehatı
ve saçmalıkları da büyümüştür. Dolayısıyla, modernist yaklaşım çıkmaz bir
sokaktır.
Birinci Zeyl: Kıssacılık ve Ayrıntılarda Aşırıya Kaçma ve
Mübalağa
Bediüzzaman güzel bir ifadeyle: ‘mübalağa ihtilalcidir’ der.
Gerçekten de öyledir. Sealibi’nin ‘El Arais’ kitabı gibi, kıssacılık merakını
kamçılayan bir uslupla yazılmış kısas-ı enbiya kitapları, ‘hatibu leyl/gece
oduncusu’ benzetmesinde olduğu gibi, ne buldularsa; zayıf ve sahih demeden
sayfalarına bulduklarını doldurmuşlardır. Ve bu hususlarda İsrailiyat’a dayalı
çok rivayet vardır.19 İsrailiyat konusunda İbni Teymiyye ve ekolü
genellikle ihtiyatlı ve uyanık davranmışlardır. Keza İbn Kesir de, bu konuda en
dikkatli davranan kısası enbiya yazarlarından biridir Bu, siyere karışan ve
bulaşan İsrailiyat kıssalarından birisi de Şeytan Ayetleri’ne dayanak teşkil
eden Granik hadisesidir. Doğru bir benzetmeyle, Hüseyin Hatemi bu rivayeti
Şeytan Rivayetleri’ne benzetmiştir. Halbuki ehli tahkik olan Şifa Yazarı Kadı
İyaz gibi allameler bu iddiaları ve rivayetleri yalanlayarak reddetmişlerdir.
Rivayetin düzmece ve uydurmaca olduğunu ortaya koymuşlardır.20 Iraklı
tarihçi Prof. Cevat Ali de, Tarihü’l Arab Fi’l İslam adlı eserinde Granik
meselesini Yahudi kıssacıların uydurduklarını söyler.21
Genellikle, muhaddisler kıssacılara ve megazi yazarlarına itimat
etmemişlerdir. Vakidi’den daha sağlam ve mutemet kabul edilen Muhammed ibn İshak
bile Medine İmamı İmam Malik nazarında merduttur. Hakkında İmam Malik şunları
söylemiştir: “Bu yalancılardan bir yalancıdır, Yahudilerden rivayet
etmektedir…” Böylece onun sözüne itimat edilemeyeceğini söylemiştir. Merak
celbetmek ve hoşça vakit geçirmek için bazı kısas-ı enbiya kitapları yazılmış
ama bunlar umulan faideyi temin edememişlerdir. Birgivi Şerhi Kadızade gibi
ilmihal kitaplarında da Eyyüp Aleyhisselam kıssasındaki mübalağaların doğru
olmadığı ifade edilmektedir. Zira İsrailliyattan menkul bu mübalağalar,
peygamberlerin tebliğ gibi sıfatlarıyla bağdaşmamaktadır. Bunlardan birisi de
Kudai’nin Dakaiü’l Ahbar ve Hakaik’ül Ahbar kitabıdır. Bu ve benzeri kitaplarda
kıssacılığın ucu ve kantarın topuzu kaçırılmıştır. Bazı kıssalar, kuyruklu yalan
mesabesindedir. Aslında bu kitaplar, siyer kitaplarından ziyade halk
edebiyatının bu alana girmiş bir uzantısıdır. Battal Gazi, Eba Müslim Horasani
veya Hazreti Ali kıssalarında olduğu gibi mübalağalara havidir. Gerçekler
zamanla halkın dilinde efsaneye dönüşmüştür. Zamanla bu husus, peygamberlik
imajını ve gerçeğini tahrif eden bir boyut kazanmıştır. Nasreddin Hoca
kıssalarında olduğu gibi, her devirdeki ilavelerle bu kıssalar çoğalmıştır. Bu
halk edebiyatı anlayışı, zamanla siyer bahsine de bulaşmıştır. Bilinmeden bu
yolla Hazreti Peygambere yalan isnat edilmektedir. Ve zamanla bu kıssaların
kemiyetinin artması sonucu Hazreti Peygamberin (s.a.v.) hayatı avam nazarında
sisler altına girmiştir. Daha ziyade hisleri coşturmak ve cuş-u huruşa getirmek
için bu yola sapılmaktadır. Dolayısıyla Allah’dan bir bürhan olmadan (ma
enzelalluhu min sultan) muhayyilelerine istediklerini söyletmişlerdir.
Binaenaleyh hakikatla hayal, bu kıssalarda birbirine
karışmıştır. İlaveli mevlitlerde Geyik ve Kesikbaş hikayeleri gibi. Hatta bir
defasında bendeniz, Kesikbaş hikayesi niyetine Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Kesikbaş adlı romanını almıştım. Sonra da aradığım Kesikbaş’ın bu olmadığını
görerek hayal kırıklığına uğramıştım. Arap mevlitlerinde de Deve ile Geyik,
Yahudi Amir Kıssası, Muaz ibni Cebel Kıssası, bu kabildendir.22 Bu
mevlit kıssalarından bazılarında Hazreti Peygamberin vefatına Cebrail’in de
ağladığı rivayeti vardır ki, sıhhatten aridir. İmalat ve fabrikasyondur. Bu
konuda, gerçeğine bakılmadan, insanların hoşuna giden şeyler uydurulmuş ve imal
edilmiştir. Bu hususta dini teyid için, hayalden medet umulmaktadır. Burada halk
edebiyatıyla, belgeye dayanan mevsuk siyer kitaplarını birbirinden ayırmak
gerekmektedir. İsrailiyat, bir nevi eski dini kıssalarla yenilerin içiçe
girmesiyle senkretik karışımlara neden olmuştur.
Siyerin, halk hikayeleri boyutu iyi etüd edilmelidir.
Bugün, siyer çalışmalarında daha ziyade rivayet yerine dirayet
çalışmalarına ağırlık verilmelidir. Bu konuda, alan araştırmaları yapılmalı ve
mukayeselere gidilmelidir. Yeni ibretler ve mevizeler çıkarılmalıdır. Muhammed
Selman Han Nedvi’nin ifade ettiği gibi ilk siyer kitapları genellikle
‘vakayiname/kronoloji’ şeklindedir ve vakalar, birbirinden bağımsız ve
insicamsız bir şekilde ele alınmıştır. Bu, bir tarih felsefesinden ziyade,
kronolojik çalışmadır. Dolayısıyla, bundan sonra yapılacak siyer çalışmaları,
tahkike yönelmelidir. İbn Hişam veya diğer siyer kitapları, meselelerin püf
noktasına temas etmeden olayları teğet geçmişler ve merkezi fikirden ziyade,
olayların etrafında dolaşmışlardır. Bu sebeple, olayların akışına ve pek de
hikmetine erememiş ve vakıf olamamışlardır. Vurgu yapılmamış ve olayların vurucu
tarafları öne çıkarılmamıştır. Bundan dolayı, söz konusu parça-bölük eserler,
eskilerin, ‘ne ararsan var dermandan gayrı’ dedikleri gibi haşviyatla
yüklüdürler. Bugünkü tabirle ‘dolgu’ maddeleriyle doldurulmuşlardır. Bu
alandaki, kadim çalışmalar, tahkiksiz ve sistematik olmaktan uzak bir ruhla
telif edilmişlerdir. Günümüzde ise genellikle Muhammed Abduh gibilerinin
yakındığı gibi, onların şerh ve tahşiyesiyle meşgul olunmaktadır. Şerh ve tahkik
faideden hali olmamakla birlikte, eskilerin tekrarı olmayan yeni çalışmalar
yapılmalı yeni ürünler elde edilmelidir. Haşaviyattan esasa müteallik meselelere
gelinmelidir. Son sıralarda, bu husustaki çalışmalar artmışsa da hala yeterli
olmaktan uzaktır.
İkinci Zeyl: Siyerden Yanlış Çıkarımlar
Bugün, maksada kafi gelmese de, tahkiki siyer çalışmaları bir
hayli artmıştır. Bu sevindirici bir gelişmedir. Bu yöndeki tahkikli çalışmaların
bir boyutunu da, siyer konusundaki yanlışlar ve siyerden yanlış çıkarımlar veya
istihraçlar konusu teşkil etmelidir. Eskiden olduğu gibi, günümüzde de, siyer-i
Nebi’den yola çıkılarak bazı yanlış çıkarımlara ulaşılmış veya bazı fasit
kıyaslamalar yapılmıştır. Mesela, Endülüs’ün sukutu ve düşüşü öncesinde, Ali Bin
Taşfin’in Tuleytula şehrine yaptığı muhkem kuşatmayı kaldırmasını ve ricatını
temin etmek ve gerekçelendirebilmek için, zamanın şairlerinden birisi, bunu
Peygamberimizin Sakif’den dönüşüne benzetmiştir. Halbuki arada dağlar, sera ile
süreyya kadar fark var. Oysa kritik bir durumda ve dönemde, Tuleytula şehrinin
imdadına koşulmuş ve yetişilmiş olsaydı belki de tarihin akışı ve seyri ve
mecrası değişecekti. Müslümanların geleceği üzerinde olumsuz izler ve tesirler
bırakan husus bertaraf edilecek ve önceden önlenebilecekti. Bu fasit
benzetmeyle, büyük bir yanlış yapılmıştır. Günümüzde de aynı şekilde İsrail’le
yapılan anlaşmalar Hudeybiye musalahasına benzetilmiştir.23 Ezher
geçmişte İsrail’le barışa karşı çıkarken Abdurrahman Bisar dönemindeki Ezher
Sedat’ın girişimlerini Hudeybiye modeline benzeterek buna cevaz vermiştir. Ezher
de, böylece çelişkili bir konumda kalmıştır.
Üçüncü Zeyl: Müsteşriklerin Çabaları ve Eserleri
Siyer bahsinde de, müsteşrikler epey mesai sarf etmişlerdir. Ama
kısm-ı azamı, meseleye kuşbakışı bakmak yerine at gözlüğü takmayı tercih
etmişlerdir. İslam’ı, genellikle, iki kaynağa irca etmeye yeltenmişlerdir.
Birincisi, Rahip Bahira ve Varaka Bin Nevfel yoluyla Hıristiyanlığa, ikincisi
de, Yahudilere ve Yahudi seyyahlara. Halbuki Kur’an’da, Tevrat ve İncil’i aşan
ve onları tashih eden o kadar çok boyut var ki… Sonra Peygamberimizin
ümmiliğini-okur yazar anlamında- bir yana bırakmasak bile, İncil İslam’ın
intişarından en az üç asır sonra Arapça’ya çevrilmiştir. Siyer konusunda,
günümüzde çalışmalarıyla temayüz eden müsteşriklerden birisi İngiliz W.
Montgomery Watt’dır. Muhammed Mekke’de, Muhammed Medine’de (s.a.v.) gibi
çalışmalarıyla temayüz etmiştir. Genel olarak, diğer oryantalistler gibi
inanmadığı bir alanda ve hususta çalışma yaptığından dolayı; çalışma yaptığı
konuda halel ve kusur aramıştır. Bakış açısı, yakını uzak, uzağı yakın eder. Bu
itibarla, İslam’ın üzerinde Yahudiliğin tesiri üzerinde çokça durur.
Yazılarında, Granik hadisesini doğrulayan bir üslup kullanmış ve tavır
takınmıştır. Granik rivayeti zayıf tekil rivayetlerden olmasına rağmen bunu
doğrulayan Watt buna mukabil gerçekten de mütevatir derecesinde olan
Peygamberimizin devlet adamlarına mektuplarını inkar cihetine gitmiştir.24
Bununla birlikte Watt, eslafı bazı müsteşriklerden daha
münsifane davranmıştır. Mesela Batılıların, Budizme gösterdikleri hoşgörüyü
İslamiyete katiyetle göstermediklerinin altını çizmiştir. Bu açıdan, eslafından
olan ve hakkında Mehmet Asım Köksel’ın reddiye yazdığı İtalyan Caetani (Havliyat
İslam/Annuall’s Islam), Ezherli ve aynı zamanda Macar Hahambaşısı Goldziher ve
Hollandalı Dozy gibi dozu kaçıranlardan olmamıştır ve belli konularda daha
farklı ve daha özgün davranmıştır. Goldziher gibi Yahudi asıllı olan David
Samuel Margoliouth, Peygamberimizin (haşa) pragmatik ve uzlaşmacı olduğunu ve
Granik hadisesiyle Müşriklerle uzlaşmak istediğini ileri sürer. Bununla da
kalmaz ve Peygamberimizin, Hıristiyanlık içinde bir çığır açan Mormonların
lideri Joseph Smith’e benzetir. Bazı Hıristiyanlar, Varaka ve Bahira
aracalığıyla Peygamberimizin yeni dinini Hıristiyanlardan kaptığını ileri
sürerken, Margoliouth da Yahudi seyyahların tesirinden bahseder.25
İslam’ın ruhaniyetten ibaret olduğunu söyleyen Ali Abdurrazık’ın da onun
yönlendirmesiyle hareket ettiği ileri sürülmüştür.
Binaenaleyh oryantalistler de, kendi perspektiflerine göre
siyer’e yaklaşmışlar ve bu bakış açısının esiri ve ürünü eserler ve fikirler
serdetmişlerdir.
Bugün oryantalistlerin de bakış açılarını derinden tahlil eden;
yanlışlarını doğrularını ortaya seren derinlikli ve serinkanlı çalışmalara
ihtiyaç vardır. Aksi taktirde gelişmeler bizi, ansızın Şeytan Ayetleri gibi bizi
daima canevimizden vurmaya aday pusudaki hadiselerle karşı karşıya bırakabilir.
Ve bu, mahzurların telafisi için muhakkak ki yetenekli ve meraklı tarihçiler
yetiştirmeliyiz. Aksi taktirde, köklerimize ve geçmişimize bile sahip çıkamayız.
Sonuç: Peygamberimize Nasıl Bakmalıyız?
Zihnimizde peygamber tasavvurunu yerli yerine oturtmalıyız. Bu
meselenin zihinlerde yerli yerine oturmaması, tarihimizde bazı arbedelere de
neden olmuştur. Sözgelimi Hoca Tahsin Efendi’nin davetiyle Cemaleddin Afgani’nin
Daru’l Fünun’da bir nutuk irad etmesi ve nutku sırasında peygamberlerle
filozoflar arasında mukayese yapması; dönemin Şeyhü’l-İslamı ve ulemanın
tepkisini çekmiş ve bunun üzerine Daru’l Fünun tatil edilmiştir.
Bizim bu konudaki modelimiz, Sahabe ve anlayışı olmalıdır.
Sahabiler, Peygamberimize Kisra ve Kayzer’den daha çok hürmet beslemişler. Buna
mukabil, Peygamberimiz onlara Kisra ve Kayzer muamelesi yapmamıştır. Aksine,
içlerinden biri gibi davranmış ve hiç fark ettirmemiştir. Hudeybiye müzakereleri
sırasında, Mekke’nin elçisi olarak huzur-u Nebeviye gelen Urve B. Mesud daha
sonra müşahade ve izlenimlerini şöyle anlatmıştır: “Kisra ve Kayzer gibi
kralların huzuruna çıktım, hiçbirinde Muhammed’e (s.a.v.) arkadaşlarının tazim
ettikleri kadar tazim görmedim. Bir şey emrettiğinde hemen emrine koşuyorlardı.
Abdest alırken hizmette, sanki birbirleriyle yarışıyorlar ve boğuşuyorlardı.
Konuştuğunda, seslerini alçaltıyorlar ve onu tazimden dolayı bakışlarını
yukarıya kaldırmıyorlardı…”26
Buna mukabil, Peygamberimiz de kralların tebalarına
davrandıkları gibi davranmamıştır. Aksine, yabancı biri, arkadaşları arasında
kendisini -alçakgönüllülüğünden dolayı- ayıramamıştır. Bugünkü krallar gibi,
kanun üzerinde değil, getirdikleriyle mukayyet bir hayat çizgisi sürdürmüştür.
Getirdiklerine bağlı kalmıştır. Bu hususta: “Aynı hırsızlığı kızım Fatıma da
yapsa vallahi aynı cezayı vermekte tereddüt göstermezdim” mealinde şeyler
söylemişlerdir.
Peygamberimizin, ihtisas alanı olmadığı gerekçesiyle, tıbb-ı
Nebevi konusunda epeyce kılükal edilmiştir. Bu hususta, Peygamberimiz yine
Allah’ın hidayeti üzerindedir. Bu itibarla, Turabi’den menkul: “Gayri müslim
hazık bir doktoru tıbb-ı Nebeviye tercih ederim” sözleri, eğer nakledildiği gibi
doğruysa, elbetteki yakışıksızdır. Ve su-i edeptir. Ve günümüzde suret-i hakdan
görünen böyleleri ne kadar da çoktur!
Peygamberimizin mucizelerinden birisi de, sözlerinin
tersleneceğini ve inkar edileceğini ve dikkate alınmayacağını haber vermesidir.
İbni Mace Sünen’inde, Peygamberimizden şu hadisi nakleder: “Yumuşak koltuğuna
kurulmuş adamın, benden bir hadis rivayet ettikten sonra; aramızda Allah’ın
kitabı var; orada helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu haram sayarız. ‘O,
bize, yeter’, demesi yakındır. Dikkat edin; Resulullah’ın yasakladığı Allah’ın
yasakladığı gibidir…”27 Evet işte bu taife, suret-i hak’dan
gözükerek, hadislere ne lüzumu var diyecektir ve demektedir.
Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin deyimiyle o, iman ve
insanlık gemisinin kaptanı ve kılavuzudur.
Söyleyenin Allah iyiliğini versin; ne güzel söylemiş:
Muhammedun beşerün la ke’l-beşer
Bel huve ke’l-yakuti beyne’l-hacer
Muhammed beşerdir, ama beşer gibi değildir
Belki o, taşlar arasında yakut gibidir…
Selatu selam ona; ali ve ashabına olsun…(Amin)
Son duamız: Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur…
Dipnotlar
1. M. Ali Sabuni, En-Nübüvvetü Ve’l-Enbiya, Mektebetü’l
Gazali, s. 14-15.
2. İzzettin Bin Abdusselam, Tafdile’r-Resul, s. 29; Muhammed
Ali Sabuni, En Nübüvvetü Ve’l-Enbiya, s. 17.
3. En-Nübüvvetü Ve’l-Enbiya, s. 16; Said Havva, Er-Resul, s.
10.
4. Prof. M. S. Ramazan Buti, Fıkhu’s-Sire, s. 17.
5. Muhammed Ebu Zehra, El Kur’an, s. 414.
6. El-Yeminü Ve’l Yesar Fi’l Fikri’d-Dini adlı kitaba
Muhammed Recep Beyumi’nin reddi, Ezher dergisi, Nisan 2001.
7. Prof. Salih B. Fevzan-B. Abdullah Fevzan, Kitab et
Tevhid, Suudi Arabistan Din İşleri Başkanlığı Yayınları, üçüncü baskı, s. 161.
8. Muhammed Ebu Zehra, Tarih el Mezahib el İslamiyye,
Birinci Cilt, Siyaset ve Akaid, s. 236-237.
9. Prof. Muhammed Halil Harras, El Hareket el Vehhabiyye,
Medine-i Münevvere İslam Üniversitesi Neşriyatı, 1396, s. 18.
10. a.g.e, s. 27.
11. Sami Oğuz-Ruşen Çakır, Hatemi’nin İran’ı, İletişim
Yayınları, s. 139.
12. El Mecelle dergisi 24/7/1993.
13. Sadreddin Yüksel, İslami Araştırmalar, s. 246, Tuba
Yayıncılık-İstanbul-1982.
14. Hasad el Fikir, (Nisan 1995), Kahire, s. 92.
15. M. Sadık İbrahim Arcun, Kur’an’ü’l Azim: Hidayetuhu ve
İ’cazuhu Fi Akval’el-Müfessirin, Daru’l Kalem-Şam, s. 253.
16. M.Said Ramazan Buti, Fıkhu’s-Sire, s. 26.
17. El Müçtema dergisi, sayı :1439.
18. Ebu Mansur Maturidi, Kitab’ut-Tevhid, s. 91/
Mektebetü’l-İslamiyye-İstanbul.
19. Nedvetü’s-Siretü’n-Nebeviyye, Menşurat
Cemiyetü’d-Daveti’l İslamiyye, s. 102-1986-Libya.
20. Prof. Beşir Ali Hamd Turabi, Kadı İyaz ve Cuhuduhu Fi
İlmi’l-Hadis: Rivaye ve Diraye, Daru İbni Hazm, s. 312.
21. Cevat Ali, Tarihü’l Arab Fi’l İslam, s. 40, Daru’l
Hadise.
22. Muhammed Recep Beyumi, Hatarun Yuhiku
Bi’s-Sireti’n-Nebeviyye, Tasavvuf İslami dergisi, Şubat 2001.
23. Nedvetü’s-Sireti’n-Nebeviyye,
Cemiyetü’d-Daveti’l-İslamiyye, Alemiyye Yayınları, Libya, s. 16-17.
24. Abdurrahman Ahmet Salim, El Müslim, el-Muasır dergisi,
sayı: 82, Recep-Şaban ve Ramazan 1417 Hicri, s. 124.
25. Cabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad In
the West-The Islamic Foundadion-United Kingdom, s. 72-73.
26. Faziletü’s-Şeyh Muhammed Salih Useymin, Hukuk Deat
İleyh’ el Fitra ve Karraret’hu’s-Şeria, s. 14.
27. Muhammed Veliyyullah Abdurrahman Nedvi, Nübüatü’r-Resul
(Resulullah’ın haber verdikleri), Darü’s Selam Yayınları, s. 231-232.