İnsanlık tarihi boyunca toplumların şekillenmesi ve
yönlendirilmesi açısından en önemli unsurlardan birisi nübüvvettir. Hz. Adem ile
başlayan “talim-i esma” gerçeği, toplumların gelişim süreci içinde nebilerle tüm
beşere ulaştırılmıştır. Manevi değerlerin topluma anlatılıp güzel ahlaka, iyi
insan olmaya yönelik bir talim ve terbiye faaliyetinin yanında, pratik hayata
yönelik bilim ve teknolojik gelişmelerde de nebilerle irtibatlı bir süreç
yaşanmıştır. Pek çok mesleğin pirinin peygamber olması da tezimizi
desteklemektedir. Bu durumun gerisindeki hikmet, beşerin bütününde ve sosyal
gelişmelerde bir şekilde vahyin kontrolünü temin etmek olmalıdır. Yani, dinin
özünde, günlük hayattan kopukluk, sadece metafizik olgularla ilgilenmek gibi bir
yaklaşım yoktur. Zaten nübüvvet, vahyin ve onunla ilgili olguların insanlık
içinde ve onların pratik yaşamlarında uygun tarzda ifadesi şeklinde
anlaşıldığında anlamını bulmaktadır. Bu yönüyle nebiler, hayatın her safhasını
ve günlük yaşantısının her ayrıntısını içine alacak bir görev üstlenmişlerdir.
Ahlaklı insan ve ahlaklı toplum, hedefine ulaşmak için halk içinde vahyin
temsilcisi olmuş ve makam-ı aladan insanlığa mukaddes kitapların ulaştırdığı
hakikatleri dile getiren, günlük yaşantıya taşıyan temsilci ve örnek insanlar
olmuşlardır. Bir yönleri ile insanlık adına ve onlar içinden çıkmış temsilciler
olarak, Kudret-i Ezeliyenin muhatabı ve elçileri olurken, diğer yönleri ile de
Rab’lerinin arzularını insanlara ulaştırıp hal, tavır ve sözleriyle anlatan
konumları ile beşer içinde ve onlar gibi yaşamışlardır. “Kur’an-ı Hakim
enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetine birer pişdar ve
imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi, o
enbiyanın her birisinin eline bazı harikalar verip yine insanlara birer ustabaşı
ve üstad etmiştir.” (Nursi, Sözler, 20. Söz, 230)

Tıp ve Kutsallık

Tıpla meşgul olanların -özellikle doktorların- da ikili
konumları göze çarpmaktadır. Bir taraftan toplumla içiçe, diğer taraftan idareci
ve havasla içiçedirler. Ayrıca, hastalık ve şifanın insanlık tarihinin ilk
dönemlerinden beri ilahi kaynaklı olduğu bilindiği için, doktorlara da bir tür
kutsallık veya ruhani güçler atfedilmiştir. Antropolojik araştırmaların mağara
resimlerinden elde ettiği verilere göre, ulaştığı sonuç ilkel insanın
hastalıklarının doğaüstü güçlerden kaynaklandığına inandığını ortaya
koymaktadır. Kötü ruh, hayalet gibi varlıkların hastalık kaynağı olduğu
düşüncesi hakimdir. “İlkel insan bütün insan ve hayvanların ruh sahibi olduğuna
inanıyordu, bütün insan ve hayvanlar canlıydı. O dönemde canlılığın en belirgin
emaresi hareketti. Nehirlerdeki su, gökyüzündeki bulutlar, ağaçların dalları ve
yaprakları hep hareket ediyordu. Güneş, ay ve yıldızlarda hareket ediyorlar gibi
gözüküyordu ve rüzgar da hareket ediyordu. Bütün bunların hareke ettikleri için
canlı oldukları ve canlı oldukları için de ruhlarının olduğu sonucuna
ulaşılıyordu. Bazen ruhunun insanı terkettiği ve insanın ölü gibi yattığı ve
ruhu tekrar döndüğünde tekrar canlandığı inancı vardı. Baygınlık ve şuur kaybı
gibi haller böyle izah ediliyordu. Bazen de gezinen bir ruhun bir insan bedenine
denk geldiği ve onun bedenine sızarak asıl ruha baskın geldiğine inanıyorlardı.
Şahsın sesinde ve davranışlarında değişiklikler oluşturabiliyordu. Akıl
hastalıkları da genellikle bu tezden hareketle izah ediliyordu. Bütün bu şartlar
içinde algılanan hastalık kavramı ile bağlantılı olarak ilkel toplumların tıp
adamları da hem doktor, hem din adamı, hem de büyücü idi. Bu şahıslara Kuzey
Amerikalı Kızılderililer “tıp adamı”, orta Asya’da “şaman” denilmekteydi. Bu
şahısların büyü yolu ile kötü ruhları uzaklaştırdıkları ve istediklerinde onlara
zarar verebildiklerine inanılıyordu. Erken dönemlerde tıp adamları muhtemelen
seçilmiş liderlerdi. Kabilenin en güçlü ve en akıllı fertleriydi. Sonradan
kabile organizasyonu, daha kompleks bir yapı halini alınca liderler ve tıp
adamları ayrılmıştır.” (Sarı, 1-2)

“Mezopotamya’da tıp rahip sınıfının elindeydi; ve üç ayrı hekim
sınıfı tarafından icra edilmekteydi. Bunlardan biri, hastalığın belirtilerini
tespit edip hastalığın gelişimi konusunda tahminlerde bulunan ve hastalığı
teşhis (pragnoz ve diyagnoz) eden sınıf. İkincisi, üfürükçü ve büyücüler sınıfı;
üçüncüsü ise, faaliyetleri tamamen tıp sahası içinde yer alan ve tedaviyle
meşgul olan sınıftı. Üçüncü sınıf A-zu veya A-su adını alıyordu ve sözcük manası
“suları tanıyan kimse” demekti.” (Ural, 31-32)

Daha pek çok örnekte ortaya konabileceği gibi insanlık tarihi
boyunca kainat, insan, tıp, felsefe ve manevi değerler arasında hep bir yakınlık
olagelmiştir. İnsan bedeni ve hastalıkları, bunlarla ilgili gizemli sırlar,
hayatın ve varlıkların anlaşılabilmesi yolundaki gayretler, tıp ve tıp
adamlarının manevi anlamlar kazanmalarına neden olmuştur. Bu durumun tarih
boyunca pek çok kültürde göze çarptığını izleyebiliriz.

Müslüman kimliğinin şekillenmesinde etkili olan unsurlar
arasında tıbba dair çeşitli kültürel motiflere de rastlanır. Kültür mozaiğimizin
renkli ve önemli taşlarından biri olan Lokman Hekim’in, toplumda folklorik ve
sosyolojik etkileri hala devam etmektedir. Kimilerine göre peygamber, kimilerine
göre ise sadece bir hikmet ve din alimi olan bu zatın adına Kur’an-ı Kerim’de
bir sure olması dikkat çekicidir. (Ateş, 505-506) Lokman Suresi’nin 12.
ayetinde, “Andolsun ki biz, Lokman’a Allah’a şükret diye hikmet verdik.”
buyruğunda hekim olarak meşhur olmuş bir zata hikmet verildiğinin ifadesi ile,
tıp ve hikmet bağlantısı Kur’an’da da yer almış olmaktadır. Yine İslamlık ve
insanlık tarihinde bu yönüyle öne çıkmış bir peygamber de Hz. İsa’dır. Döneminde
tıbbın revaçta olması, mucizelerinin genellikle tıpla ilgili olmasına neden
olmuştur. (Ateş, 574) Zamanında çok yaygın olan ve doktorların tedavide aciz
kaldıkları hastalıkları, deri hastalıklarını, doğuştan körlükleri iyileştiren
konumu ona hem peygamber hem de beşeriyet tarihinde önemli konum vermiştir. Bu
türden mucizeleri “ölüleri Allah’ın izni ile diriltmek” (Ateş, 574) noktasına
kadar uzanmıştır. Takvimlerin başlangıç noktasını belirleyecek kadar beşer
tarihi için önemli bir şahsiyetin tıpla bu denli iç içeliği insanlığın kolektif
hafızasında tıbbın ne denli derin izleri olduğunun belirtisidir. Evet Hz.
İsa’nın dönemi, insanlığın bilim, kültür, hayata bakış, varlığı anlamlandırış
açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Bu noktada ise tıp revaçtadır. Yani
kolektif şuurumuzun, kollektif hafızamızın oluşumunda tıp ve tıp adamlarının
önemi büyüktür.

“Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselamın nasıl ahlak-ı ulviyesine
ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de şu elindeki san’at-ı aliyeye ve
tıbb-ı Rabbaniye remzen terğib ediyor. İşte şu ayet “Allah’ın izniyle anadan
doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri
diriltirim. [Al-i İmran Suresi:49] işaret ediyor ki: “En müzlim dertlere dahi
derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musibetzede beni Adem! Me’yus
olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür; arayınız, bulunuz.
Hatta, ölüme muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”

Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey
insan! Benim için dünyayı terk eden abdime iki hediye verdim: Biri manevi
dertlerin dermanı, biri de maddi dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalpler nur-u
hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilacıyla şifa
buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış
bul! Elbette, ararsan bulursun.” İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki
terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu ayet çiziyor ve ona işaret ediyor ve
teşvik yapıyor.” (Nursi, Sözler, 20. Söz, 232)

Bu ifadelerden tıbbın nihai hududunun da nübüvvetle çizildiği
anlaşılmaktadır. Ayrıca, nebiler insanların yalnızca manevi yönüyle ilgilenen
ruhbanlar değil, beşerin içindeki maddi ve manevi terakkiyatın öncüleri, onlara
her açıdan örnek kişiler olarak dikkat çekmektedirler. İnsanlığın sosyal,
ahlaki, ilmi ve teknolojik gelişimlerinin hepsinin temelinde nebilerin rolü
olmuş, İslamiyet ise nübüvvet temeli üzerine inşa edilmiştir.

Nübüvvet zincirinin son ve en önemli halkası Hz.Muhammed
(a.s.m.) ise bütün insanlığı, geçmiş ve geleceği kuşatacak bir nebilik konumunda
dünyaya gelmiştir. Nübüvvet yoluyla saadet asrı öncesine ulaştırılanlar Onda
(a.s.m.) vahyin beşeri ifadesi, Rabb-ı Kerim’in insanlara kendilerine benzer bir
örnek olarak ulaştırdığı güzelliklerin, yine aynı türden örneklerle kendi
asırlarına ve insanlarına taşınmasıdır. Hazret-i Adem’den Hazret-i İsa’ya diğer
bütün nebiler nübüvvet ağacının özü ve çekirdeği olan Hazret-i Muhammed
(a.s.m.)’ın kendi dönemlerindeki en parlak temsilcileri ve o ağacın en güzel
meyveleri olmuşlardır.

“Şimdi, şu ikinci bürhan-ı natıkı olan Hatemü’l-Enbiya
Aleyhissalatu Vesselamı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

“Evet, o bürhanın şahs-ı manevisine bak:

“Sath-ı arz bir Mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber; o
bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam bütün ehl-i imana imam,
bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya
ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiya hayattar
kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir
davasını, mucizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden
bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Nursi, Sözler, 19. Söz, 214)

Bütün insanlığı geçmişi ve geleceği ile bir mescidde toplayan ve
bütüne bakışı kolaylaştıran bu ifadeler çok çarpıcıdır. Burada, Peygamberimiz
Aleyhissalatu Vesselamın ve dolayısı ile sonuncusu olduğu nübüvvet zincirindeki
diğer bütün halkaların konuşan delil şeklinde ifadesi ile “konuşmak” fiili ön
plana çıkarılmıştır. Konuşmak, insani fiillerin en önemlilerindendir. Pek çok
yerde, “insan, konuşan hayvandır” şeklinde tariflerle karşılaşırız. Konuşmak ve
insanlık arasındaki bu sıkı bağı hayatımızın pek çok safhasında da hissederiz.
Konuşmak, iletişimdir. Manalar iletişimle oluşur. Rabb-ı Rahim’in kulları ile en
açık iletişim şekli nübüvvettir. Yani konuşan deliller olan nebiler
vasıtasıyladır. İletişimin gerçekleşebilmesi için dilin anlaşılabilmesi
gereklidir. Bu ise nebilerin insanlar içinden ve onlar gibi konuşan, onlar gibi
yaşayanlardan olmasını gerekli kılar. Bu durumda nebilerden alınan ders aynı
mescidde Kur’an öğrenen talebeler şeklindeki kolay idrak edilir hale dönüşür.
Ayrıca enbiya ve evliyanın konumu da bir bütünlük içinde ifade edilmiştir.
Hazret-i Muhammed Aleyhissalatu Vesselam nübüvvet ağacının çekirdeği, diğer
nebiler maziye, varisler olan veliler ve alimler ise müstakbele uzanan, ana
gövdeden ikiye ayrılmış iki büyük dalıdırlar. Yani, nübüvvet insanlığın mazi ve
müstakbelini içine alan Hazret-i Adem’le başlayıp, Peygamberimiz Aleyhissalatu
Vesselam’ın öğrettiklerini günümüze taşıyan, bütün İslam alimlerinin, velayet
yolu temsilcilerinin devam ettirdiği müstakim bir caddedir. Bu istikamet içinde
düşünülmediği sürece O Zat’ın konumunu anlamak, arz mescidi içinde bir imam
olarak görebilmek mümkün değildir. O konumda algılanmayınca da beşeri yaşantısı
ile nübüvvet bağlantısı kopmaktadır. O’nun (a.s.m.) ve öğrettiklerini mescid
içinde farklı köşelere ulaştıran avanelerin hayatımızı ne şekilde etki edeceği,
hangi noktada onlardan istifade edileceği karışmaktadır. Oysa, nübüvvet beşeri
hayatın ilahi kontrolü, Külli Aklın insanlığa yön verişinin ifadesidir.
Melekut’un hayata bakan yönüdür. Dolayısı ile, nübüvvet günlük yaşantının her
haliyle, oturma, kalkma, uyuma, yeme, içme gibi her türlü günlük fiille
ilgilidir. Yaşantının ilahi emirler ya da rububiyete uygun tarzda tanzimini
hedefler. Bu yüzden, nübüvvetin günlük yaşantının ayrılmaz bir unsuru olan
hastalıklarla ilgilenmemesi, bunlara yönelik izahlar ve çözümler getirmemesi
mümkün değildir. Özellikle İslam, ve asliyetini kaybetmemiş haliyle semavi
dinler, insani özellikleri muhafaza ederek ortaya konan bir yaşam tarzı
hedeflerler. Dini yaşayanlar ve günlük hayatı yaşayanlar diye bir ayrım, yani
ruhban sınıfı şeklinde ifade edilen bir zümre anlayışından uzaktır. İslami işler
ve dünyevi işler diye bir ayrım gözetmeden her işin doğru yapılmasını İslamî
kategorisine sokan bir yaklaşım hakimdir. Yani nebevi yaklaşım ya da nübüvvet
yolu fertlerin dünya ve ahiretini birarada gözetir. Günlük dünyevi yaşantıyı
adetullah, fıtri şeriat doğrultusunda tanzim ibadetlerin arzu edilen doğrultuda
yapılması yanında her türlü günlük işin doğru şeklini hakim kılmayı da hedefler.
Yani, nübüvvet ilahi kaynaklı bir beşeri terbiye metodudur denilebilir. Bu
terbiye fiilinin bir uzantısı olan şifaya nasıl ulaşılacağına dair çözümler de,
geçmiş nebilerde ve son Nebi (a.s.m.)’de önemli bir özellik olarak göze çarpar.
“Mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalatu Vesselamın hem mütevatir, hem misalleri pek
çok bir nev’i dahi, hastalar ve yaralılar, nefes-i mübarekiyle şifa
bulmalarıdır. Şu nevi mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalatu Vesselam, nev’i
itibariyle manevi mütevatirdir.” (Nursi, Mektubat, 19. Mektup, 139) şeklinde
başlayan Ondokuzuncu Söz’ün Onüçüncü İşaret’inde Peygamberimiz Aleyhisslalatu
Vesselam’ın farklı hastalıkları olan pek çok kişiye mu’cize şeklindeki
tedavileri anlatılır. Bu bir yönüyle onun (a.s.m.) risaletini tasdik anlamına
gelen önemli bir belge hükmüne geçerken, diğer yönüyle de insanlığa tıbbın nihai
hedeflerini göstermek anlamında bir derstir. İnsanoğluna her yönüyle imam olan o
Zat’ın (a.s.m.) şifaya ulaşması da, Şafi-i Hakiki’den sağlık talep etmede de
yolu yordamı göstermek gibi bir vazife üstlenmesi çok doğaldır. O’nun bu
tarzdaki dersleri, sağlıkla ilgili hadisleri, şifayı talep ederken uyguladı
metodlar Tıbb-ı Nebevi adı altında derlenmiş ve bu anlamda pek çok eser
yazılmıştır. “Hadisçiler ve diğer din bilginlerinin önde gelenleri eskiden beri
Peygamber Aleyhisslalatu Vesselam’dan kendilerine kadar gelen tıpla ilgili
hadisleri bilmeye ve aktarmaya eğilmişler bunların toplanmasına ve
düzenlenmesine önem vermişlerdir. Mesela Malik, Muvatta’ında, Kütüb-ü Sitte
sahipleri ve muteber hadis kitaplarının yazarları eserlerinde tıpla ilgili
sağlam buldukları hadisleri içeren bölümler ayırmışlardır.

Ebu Bekr ibne’s-Sunni ve Ebu Nuayme’l-İsfahani’den her biri bu
konuya ilişkin özel kitaplar yazmışlardır ki, isimleri “Et-Tıbb’ün Nebevi”dir.
İbn-i Ebi Asım da “Et-Tıbbu ve’l-Emraz” adlı kitabı yeni düzenlenen risaleye
uygun olarak tasnif etmiştir.

Hicri sekizinci asırda konuya ilişkin eserler vererek özel ilgi
uyandıran yazarlardan ve eserlerinden bazıları şunlardır:

Hicri 720 yılında vefat eden; Ebu’l-Hasan Ali B.
Abdü’l-Kerim-el-Hamavi Ala’üd-Din el-Kehhal: “El-Ahkamun Nebeviyye
Fi’s-Sanaati’t Tıbbiye” adında güzel bir eser bırakmıştır.” (El Cevziyye, 12)

“Hicri 748’de vefat eden; Hafız Şamı’ud-Din Muhammed b.Ahmed Ebu
Ebdillah ez-Zehebi, Kahire’de defalarca baskısı gerçekleştirilen
“Et-Tıbb’ün-Nebevi” adlı büyük kitabını yazmıştır.

İbnu’l Kayyım’ın büyük eseri “Zadü’l Mead Fi Hedy-i Hayril İbad”
bütünüyle Peygamber Aleyhisslalatu Vesselam’ın tıpla ilgili emir ve
tavsiyelerine ait bölümler koymuştur.” (El-Cevziyye, 12)

Ayrıca, Batı’da da peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın
tababet hakkındaki hadisleri önemli yankı bulmuş, Avrupa müelliflerinden bir
çokları tarafından Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan dillerine tercüme
edilmiştir. Bunların en meşhurlarından biri Perruv’un Paris’te bastırdığıdır.
Ayrıca, tıpla ilgili hadisler de Fransızca’ya çevrilmiştir. (Remzi, 9)

Determinizm ve Tıp

Günümüz toplum yapısındaki temel problemlerin uzantısı, Tıbb-ı
Nebevi’ye ilginin yeterince olmamasını sağlamıştır. Bunun gerisindeki temel
faktörün 19. ve 20. asırların en önemli salgın hastalığı determinizm ve
pozitivizm olsa gerektir. Sebep ve sonuç arasında bağ kurma çabası, hayata
bakışımızı büyük ölçüde etkilemiştir. Varlık tamamen maddi boyutları ile ve
tabiat kanunlarının çizdiği kartezyen çerçeve içinde algılanmıştır. Sürekli
değişen, başkalaşan hareket halindeki bütün belirli bir kesiti dondurularak
anlaşılmaya çalışılmış; ve o donuk, hayatsız, bütünden kopmuş çerçevede varlığın
pek çok özellikleri kaybolmuştur. Buna rağmen, varlığa bu çerçeveden çıkarılan
anlamlar verilmiştir. Pozitivizmin ve bu dar çerçeveli kartezyen bakışın ürünü
olan bilim ise, sağladığı teknolojik imkanlarla çok etkili bir konum kazanmış,
adeta ilahlaştırılmıştır. Bu konumu ile dünyayı anlamak, hayata ışık tutmak,
varlığı anlamlandırmak için tek merci olarak düşünülmüştür. Hal böyle olunca
asırlardır toplanmış bilgi birikimleri, Doğu’nun varlığa farklı bakış açısı ve
bütüncül yaklaşımları bir tarafa itilmiştir. Farklı kültürlerin, semavi dinlerin
etkisi ile oluşan bilgi birikimi metafizik, hurafe, çağdışılık, gibi isimler
takılarak bir kenara itilmiştir. Artık bütün açıklamalar bilimsel olmalı,
bilimsel olmayan hiçbir izah kabul edilmemeli, izahlar laboratuvarda
incelenebilen gözlem ve deneye dayalı gerçekler şeklinde olmalıdır! Oysa, bilim
ucu bucağı belli olmayan bir uzay boşluğunda yeri belli bile olmayan küçük bir
dünyada, o küçük dünyaya dıştan bakıldığında yine esamesi okunmayan bir
mekandaki laboratuvarda kurduğu ilişkilerle varlığın bütününü anlamak gayreti
içindedir. Çıkardığı hükümlerde ne uzay boşluğu içindeki bağlantılar, ne güneşin
dünyaya etkileri, ne başlangıç anından beri varlığın gelişim safhalarına ait
izler taşır. Aynı durum tıp alanında ve tıbbi gözlemlerde de geçerlidir. Glukoz
metabolizmasının insülinle bağlantısı kurulurken, asırlardır eklenen genetik
birikimi bu duruma etkisi henüz netleşmiş değildir. Gökyüzünün hareketleri, her
bir mineralin asırlar boyunca farklı konumlarda bulunmakla yaşadığı serüven,
iklimler, daha sıralanabilecek bu türden pek çok şeyin insan ruh ve bedeni
üzerinde ne gibi etkiler oluşturduğu tam olarak bilinmemektedir. Bırakın bütün
bunları yalnızca beden ele alındığında, pek çok salgının, vazoaktif peptifler,
endorfinler, prostoglandinler gibi pek çok maddenin bir dizi fonksiyonu henüz
muğlaktır. Çözüldü denen genetik şifre çözüldükçe bir taraftan dağılmakta ve
işin içinden çıkılması güç bir hale gelmektedir. Tıp bir yandan akıl almaz
ciltler ve kütüphaneler dolusu bilgi yığınına ulaşırken, açılan her kapının
ardından yeni pek çok kapı ile karşılaşmanın sıkıntı ve şaşkınlığını
yaşamaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen hükümranlığını sürdürmekte, otoriter
konumunu muhafaza etmek eğilimindedir. Bir taraftan, “Hastalık yoktur, hasta
vardır” teziyle ortaya çıkan tıp adamı diğer taraftan teorilerini
genelleştirebilmek için istatistik bilimine sığınmaktadır. Sözgelimi X ilacının
Y hastalığı üzerine etkisini araştırmak isteyen tıp adamı çalışma ve kontrol
grubu adı ile iki grup ele almaktadır. Her iki grupta da Y hastalığı mevcuttur.
Çalışma grubuna X ilacı, kontrol grubuna ise “plasebo” adı verilen hastanın X
ilacı zannettiği, gerçekte ise ilaç olmayan, ilaç görünümünde zararsız bir madde
verilmektedir. “Çift kör” denen çalışma şeklinde hastalar da ilaç reçete eden
doktorlar da ilacın plasebo olup olmadığından haberdar değildir. Daha sonra
çalışma ve kontrol grubu arasında istatistik biliminin metodları ile “anlamlı
bir korelasyon” yani ilaç ve hastalığın iyileşmesi arasında anlamlı bir
birliktelik olup olmadığı ortaya konur. Günümüzde özellikle Amerika ve
İngiltere’nin öncülüğünde yürüyen modern tıp bağlantıları, sebep-sonuç
ilişkilerini bu metod üzerine oturtmuştur. Bu genel yaklaşımın, istisna olarak
kabul edilen durumdaki fertlerin durumuna nasıl bir açıklık getirdiği veya
getireceği de ayrı bir tartışma konusudur. Mesela X ilacının Y üzerindeki
etkisinde istatistik metodları ile anlamlı bir sebep-sonuç ilişkisi yani
korelasyon olduğunu düşünelim. Ancak X ilacını kullandığı halde hiçbir iyileşme
kaydetmeyen tek şahıs veya plasebo ile şifa bulan bu anlamlılığı bozmayacaktır.
Çünkü genel içinde bir anlamı olmayacaktır. Evet, tek şahıstır ama çalışmanın
onun açısından hiçbir önemi yoktur. Çalışma onun özel durumu ile ilgili hiçbir
anlam taşımamaktadır. Daha sonra bu anlamlılık veya sebep-sonuç ilişkisi ile X
ilacını hastasına reçete eden doktor, o hastanın genel içinde mi yer alacağını
yoksa özel durumdaki tek hasta gibi mi olacağını kestiremeyecektir. Yani çalışma
kesinliği olan net bir yaklaşım değil, genel bir yaklaşım ortaya koyacaktır. Bu
da şifanın perdesizliğine olan bir delil olsa gerektir. Yine modern tıp veya
Etyen Mehçupyan’ın ifadesi ile “ortodoks tıbbın” başka bir yumuşak karnı da
biyoloji, farmakoloji, anatomi, fizyoloji, patoloji gibi bilimlerin ışığında
ilişkiler kurma, sebep-sonuç ilişkilerini açıklamakla sınırlı kalışıdır. Evet,
tıbbın temelini teşkil eden bu disiplinler fizik, matematik, kimya gibi daha
temel disiplinlerin de etkisi ile hükümler ortaya koyarlar. Bu bilimler ise
Kur’an’ın bakış tarzında adetullah, sünnetullah yada şeriat-ı fıtriye şeklinde
ifade edilen hükümleri açığa çıkaran önemli yaklaşımlardır. Yine bu yaklaşımın
kitab-ı kainat diye ifade ettiği kitabın gramer kurallarını ve okunuş şeklini
ortaya koyan çok ciddi fonksiyonlar icra ederler. Ancak sözgelimi anatomi
laboratuarında inceleme yapan anatomi uzmanı, uğraştığı cesedde organların
lokalizasyonu ve birbirleriyle bağlantılarını belirlerken o cesedin dünya
içindeki yerini, uzay boşluğundaki konumunu, her an yeniden yaratılan zerrelerin
teşkil ettiği bir cesedle uğraştığını ve kendi konumundaki benzer değişiklikleri
dikkate almaz. Yalnızca organlarının birbirleriyle bağlantılarını inceleyen
çerçevede cesedi anlamaya çalışır. İnsülinin hücre içine girişi veya kanın
pıhtılaşma mekanizmalarını inceleyen biyokimyacı da benzer bir durumdadır.
Dolayısı ile tıp böyle lokal bakışların, farklı açıdan ele almakla ortaya çıkan
ifadelerin bütünleştirilmesi sıkıntısını yaşamaktadır. Son dönemlerde tıp
disiplinleri arasında gerçekleten bir koordinasyon sıkıntısı hissedilmektedir.
Bir psikiyatri kongresinde, bir sıkıntı dile getirilirken, genel cerrahi
servisindeki bir vizit manzarası takdim edilmişti; vizit yapan ekibin şefi boş
gördüğü yatak için, “Burada bir karaciğer apsesi yatıyordu, nereye gitti?” diye
sorar. Psikiyatrist bu durumda genel cerrahi uzmanının gözünde bir insanın
karaciğer apsesine dönüşümünü irdelemekte ve uzmanlaşmış, spesifik, lokal
bakışın sıkıntılarını dile getirmekteydi. Bu bakışla karaciğer apsesi, genel
cerrahın gözünde yalnızca bu özelliği ön plana çıkmakta, bu durumla bağlantılı
ve bağlantısız durumları, endişeleri, ruh hali, ailevi ve sosyal problemleri
gözardı edilmekteydi. Bu ise tedaviye bütüncül yaklaşımı imkansız kılmaktadır.
Konsültasyonlarla yani disiplinler arası danışma mekanizması ile telafi edilmeye
çalışılan bu zaaf, hastanın kapı kapı dolaşıp yaşadığı sıkıntı ve bazen de
sonuca ulaşamamanın verdiği üzüntü ile neticelenmektedir. Hele hele ülkemizde
hastalanınca yüz kişinin kapısında beklediği poliklinik odasında doktora
saniyeler içinde derdini anlatıp, muayene olabilirse bunu lüks sayan ve
reçetesini alarak şifa bulmaya çalışan insanların hastalıkla irtibatlı konumunu
nasıl ifade edeceğiz? Bu yapı içerisindeki doktor-hasta ilişkisini ve sağlık
hizmetini ne derece sağlıklı göreceğiz?

Bütün bu problemler bir tarafta dururken bilimin önemli bir
uzantısı olan tıp, hala hüküm sahibi olmak istemektedir. Bilimin, varlığı izahı
ile ilgili konulardaki hükümranlığını tıp da şifa ile ilgili konularda devam
ettirmek eğilimindedir. Oysa bütün yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı
bilimin ve sağlıkla ilgili konularda tıbbın sınırlı bakışı her şeyi izaha
yetmemektedir. Sözgelimi, efsunla akrep zehirini kontrol edebilen ve bunu
babasından el aldığı için yapabildiğini iddia eden şahsı, tıbbın bilimsel
yaklaşım sınırları içinde bir izah bulmak mümkün değildir. Bunu yapmaya çalışan
bir tıp profesörü kendini ve tıp bilimini komik duruma düşürmüştür. Otlarla şifa
bulanlar, uzakdoğu tıbbının verilerini şifa yolunda kullananlar, dua ile
iyileştiğini iddia edenler, akupunkturla kilo verenler, birer vakıadırlar.
Ancak, bu ve benzeri hallere yine tıp biliminin çizdiği çerçeve ile izah bulma
imkanı yoktur. Yine bu bilimsel çerçeve her duruma çözüm bulamamaktadır. Bazı
hallerde ise bu çerçevenin çözüm üretememesine rağmen diğer türden yaklaşımları
gözle görülür çözümü ortaya konmaktadır. Bu yaklaşımların da “hurafe”,
“koca-karı ilacı”, “safsata” gibi isimler takılarak bir kenara itilmesi bilimin
mutlak hakim olduğu 19. ve 20. yüzyıllarda bir anlam ifade ediyordu. Ancak, bu
yaklaşımla da artık kendini koruyamaz hale gelmiştir. Halk bilimin kölesi olup
her söylediğine boyun eğer bir tavır sergilemek yerine gözünün gördüğüne inanır
bir tavır sergileme eğilimindedir. O yüzden son dönemlerde alternatif tıp
metodları oldukça rağbet görmeye başlamıştır. Bilimin ve modern tıbbın halkın
uzağında tepeden bakıcı tavırları ise bu gelişim esnasında şarlatanlara zemin
hazırlamakta modern tıp etkinlik ve otoritesini yitirmektedir. Çünkü,
kabullenemediği halde, pek çok konunun izahında acziyet sergilemekte ve bu
açığını kapatmak için kendi dışındakileri tahkir ve itham etme gibi bir eğilim
içine girmektedir. Bu durum ise halkı daha çok farklı metodlar arayışı içine
sevk etmektedir. Farklı tedavi metodları halka nazarında itibar kazanmaktadır.
“Dünya üzerinde yaygın olan tıp metodlarına bakıldığında her alanda olduğumuz
gibi bu konuda da kendi sahip olduğumuz hiç araştırmayan hazırcı yapımızı bir
kere daha seyredebiliyoruz. Bırakın İbn Sina’nın ya da Hz. Peygamber zamanında
uygulanan yöntemlerin günümüzde dillendirilmesini, kendi ülkemizdeki halk
ilaçlarımızı bile araştırmaktan uzak bir tutum sergiliyoruz. Hatta oldukça
egzotik bulup rağbet ettiğimiz uzakdoğu menşeli alternatif tedavi yöntemlerine
bir denetim mekanizması geliştirmek için bile araştırmıyoruz.

Sonuç

Gidişata terkedilmiş bir sağlık furyası içinde düşe kalka
yaşıyor oluşumuzu ülkenin genel tablosu ile kıyaslamamak mümkün değil. Şimdi bu
kriz ortamında Sağlık Bakanlığı’ından olaya el atmasını mı istemeli, yoksa
üniversitelerden bizim kültürümüzdeki doğal tedavi yöntemlerini araştırıp
sistematize edecek bir enstitü yapılanmasına gitmeleri mi önerilmeli. Gerçi
halka hekimliğiyle zaman zaman ortak çalışan eczacılık fakültelerindeki bazı
hocaları gözardı etmemek gerek. Ancak kurumların sahip çıkması gereken bir
yapılanmaya ihtiyaç olduğu muhakkak. Elbette, “Bizim koca-karı ilaçlarının
uzakdoğudan ne eksiği var?’ iddiasını yarayışlı bir motivasyon kırıntısı
bulunabilirse…” (Yılmaz, 9) Önümüzdeki yıllar bütüncül bakışların daha ön
plana çıktığı, kartezyen yaklaşımın ürünü olan izahların önemini yitirdiği,
dolayısıyla Doğu medeniyetinin Batı karşısında zaafiyetinden ya da aşağılık
kompleksinden sıyrılıp tekrar canlandığı bir dönem olacağa benzer. ‘Aslında Doğu
kültürü enbiya ve evliyanın şekillendirdiği nübüvvetin etkilerinin büyük ölçüde
hissedildiği bir alan. Daha çok vehbi olan ilimlerle modern tıbbın akıl almaz
ilerlemeleri ile başedemediği konuların üstesinden gelebilen ve bilimsel
metodlara dayanmayan metodların doğruluğundaki en temel faktörün nübüvvet olduğu
inancını kuvvetlendirecek pek çok emare var. Aslında aynı izler cüz’i irade ön
plana çıktığı için gizlenmiş şekilde modern tıp veya bilimde de var olmalı. Yani
ortaya konan bir metod için “bilimsel mi?” sorusu artık eski önemini yitiriyor.
Doğru, bilimsellikle sınırlanamayacağı gibi her bilimselin de doğru
olmayabileceğini zaman gösterdi. Dolayısı ile bilimin ve onun ürünü modern
tıbbın hırçınlığı ve baskısı ile “bilimsel olmayan” metodlara sırt çeviren veya
ürkeklikle, kompleksle uzak kalanlar bu tavırlarına devam ederlerse kaybeden
tarafta olacaklar. Bilimselliğin değil doğruluğun aranacağı yeni dönemde Tıbb-ı
Nebevi de layık olduğu önemde muhakkak ele alınacaktır. Tamamen pozitivist
yöntemlerle ve Batının etkisi altında sanatlarını icra eden Müslüman tabipler
veya İslam alemindeki tıp bilimi de komplekslerinden sıyrılıp kendi
benliklerinden çıkmış yöntemleri ciddiyetle ele almazlarsa, pek çok yitik
malları gibi onu da Batıdan almak zorunda kalacaklardır. Mirac’ı yaşamış, farklı
alemi görmüş, varlığın mülk ve melekutu ile alakadar bir Zat’ın (a.s.m.) şifa
ile tıpla ilgili tavsiyeleri de muhakkak çok önemli sırlar ve ipuçları içeriyor
olmalıdır. En az sathi nazarların ürünü olan yaklaşımlar kadar ilgiye,
incelemeye, dersler çıkarılmaya, ve zamana uygun şekilde yorumlamaya layıktır.
Bunu hakkıyla yapacaklar, hak ve hakikatin hükümran olacağı yeni dönemde en
revaçta olan işine talipler demektir.

Kaynakça

Ateş, Bünyamin, v.d., (1981), Peygamberler Tarihi, İstanbul,
Yeni Asya Yayınları.

İbn Kayyım El Cevziyye, Tıbbu’n Nebevi, Çev. Yusuf Ertuğrul,
Uygun Matbaacılık.

Nursi, Bediüzzaman Said, (2001), Sözler, İstanbul, Yeni Asya
Neşriyat.

Nursi, Bediüzzaman Said, (1991), Mektubat, İstanbul, Yeni
Asya Neşriyat.

Remzi, Hüseyin, Tıbb-ı Nebevi, Sümer Kitabevi.

Sarı, Nil, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji
Ders Notları, Primitive Medicine.

Ural, Şafak, (2000), Bilim Tarihi, İstanbul, Çantay.

Yılmaz, Meral, (2001), Aksiyon, Sayı: 332 (14 Nisan 2001).