Giriş

Öncelikle, evren, “Yaratıcı-Yaratan” arasındaki ilişkiler
yumağıdır. En azından; şairsiz şiir, mimarsız plan ve failsiz fiil olmayacağı
gerçeğinden hareketle, evren projesinin bir mimarı, planlayıcısı ve uygulayıcısı
olduğunu biliyoruz. Biz bu ilişkiyi kavramak ve kavrama sürecinde peygamberliğin
rolünün ne olduğunu bir ölçüde görmek istiyoruz.

Şu sorular ekseninde bir tartışma yolu izleyeceğiz: Evrenin bir
Yaratıcısı olması gerektiğini düşündüren ihtiyaçlar nelerdir? Yaratıcı var ve
yarattıklarıyla ilişkiliyse, aradaki ayrımı nasıl tanımlayabiliriz? Biz
Yaratıcımıza göre nerede ve ne konumdayız? Bizim konumumuz içerisinde
vücudumuzla bilincimiz arasında nasıl bir fark vardır? Bilincimizin yaratıcımıza
ulaşma ve onu tanıma ihtiyacı nereden kaynaklanır? Bu ulaşma sürecinde,
peygamberlik müessesesine neden bu denli muhtacız? Aklımız neden felsefe yoluyla
değil de peygamberlik yoluyla ilerlerse, doğruya ulaşabiliyor?

Yaratıcı İhtiyacı

Yaratanla yaratılan arasındaki bağları ve ilişkileri
araştırırken, Yaratıcıyı somut algılarımızla tanımlayamadığımıza göre,
yaratılandan yola çıkmak zorunda kalacağız. Yaratılan evrenin özellikleri bu
ilişkinin hangi değişkenler açısından ele alınması gerektiğini söyleyecektir.
Evreni analiz ettiğimizde, şu “varoluş” değişkenleriyle karşılaşırız:

-Fiziksel evren varlığı: Dolaysıyla evren, Yaratıcısına
“fizik vücudunun” varlığı boyutunda bağlıdır. Evren, yaratıcı ile fizik boyutu
itibariyle devamlı ancak dolaylı biçimde bağlıdır. Fizik vücut kendi içerisinde
perdelere bölünmüş olmakla birlikte, kendisiyle Yaratıcısı arasında, yine
Yaratıcının vücut verdiği ruhsal evren vardır.

-Ruhsal evren varlığı: Evrenin melekuti/fizik ötesi
boyutunu oluşturan bu boyutu, Yaratıcı ile sürekli ve doğrudan bağlıdır. Bu
boyutta adeta güneşe bakan birer ayna gibi, doğrudan Yaratıcının isim ve
sıfatlarıyla aydınlanan ruhsal kimlikler bulunur ki, bu ruhsal kimliklerin
önemli bir kısmı, fiziksel evrende vücut veya fiil/hareket olarak
yansıtılmaktadır.

-Evrenin hareketi: Evrenin, kendisine hareket ve eylem
kazandırılması yönüyle de Yaratıcısıyla ilişkisi vardır. Tabiat kanunları ile
ruhsal kanunlar arasında örgülenen ilişkiler çerçevesinde, Yaratıcının zaman
çizgisinde oynattığı bir filmden ibaret olan evrenin parçalarıyız. Hareket
(ihtizaz-titreşim-excitation) itibariyle, fiziksel evren, doğrudan Yaratıcıya
bakan ruhsal evren aracılığıyla ve sürekli yaratılıyor.

-Evrenin bilinç boyutu: Yaratılmış varlıkla Yaratan
varlık arasındaki ayrımın bir boyutu da bilinç kavramı üzerine kuruludur.
Yaratan, kendini ve her şeyi ezelden ebede kadar bilendir. Yarattığı evrene de,
kendinden ayrık bilinçler serpiştirmiştir. Yani vücudumuz Yaratıcımızdan ayrık
olduğu gibi, vücudumuzun parçası olmayan bilincimiz de Yaratıcımızdan ayrık bir
kimliğe sahip kılınmıştır.

Şu halde, tüm bu dört temel boyutu “Yaratan-yaratılan”
kavramlarıyla ayrımlaştırabiliyoruz. Bu sistem içerisinde, nübüvvet bize
sistemin ne olduğunu, yaratılanın Yaratanla bağının nasıl kurulabileceğini
aktarmakta dayanabileceğimiz kusursuz kalabilen tek yoldur.

Evreni analiz eden her mantığın zorunlu olarak kabulleneceği
gerçek, varlığımızın, bir Yaratıcının yaratışına dayanıyor olduğudur. İnsan
mantığı şu temel sorgulamaları dikkatle yapmak zorundadır:

—Var oluşun özünde, kendine ait bir ezeliyet1 yoksa,
o var oluş mutlaka başkasına dayanmak zorundadır. Ezelden beri var olan birisi
yoksa, hiçbir şey var olamaz. Bir eser sonradan var olmuşsa, o mutlaka,
“sonradan var olmayan” bir varlığa dayanmak zorundadır. Çünkü yokluk kendini
yaratamaz ve varlık, kendini yokluktan var edemez.

Bir varlığın ezeliyeti, aynı zamanda ebediyeti demektir. Yani
sonsuz geçmişten gelen, sonsuz geleceğe gider. Oysa başlangıcı olanın sonu da
vardır veya sonu olanın mutlaka başlangıcı da vardır. Sonu olmayan, sadece
başlangıcı olmayandır.2

Kendisine bir ömür biçilen evrenin yok olduğu bir geçmiş çizgisi
mevcuttur ve yokluktaki evrenin kendini yok olan elleriyle var edeceğini iddia
edecek mantık, ölü ve gülünçtür. Şu halde, sonradan var olan evreni var eden,
ezeli olmak zorundadır.

Evrenin başlangıcı olduğuna göre, başlatıcısı da vardır. Yani
“doğup gelişip öleni” var edip geliştiren ve yok eden hariçten bir varlık olmak
zorundadır ki, o Yaratıcıdır.

Diğer yandan bilim, şimdilerde daha da derinleşerek, maddenin
her an yokluk varlık arasında gidip gelmekte olduğunu; yani maddenin var ediliş
sürecinin sürekliliğini keşfetmiştir. Bu durum, mantığı, Yaratma fiilini her
saniyenin içerisinde gerçekleştiren bir Yaratıcı düşüncesini kabule zorlamıştır.

Yokluk kendinden bir varlık çıkaramayacağına, sonradan olanın da
bir var edicisi olacağına, gözlemlediğimiz evren de sonradan var olduğuna göre;
yokluktan var olmayan, kimsenin var etmediği, sonradan vücut bulmayan, ezelden
-yani sonsuz geçmişten- sonsuz geleceğe kadar kendiliğinden var olmaya devam
edecek olan bir Yaratıcı mevcuttur. Yani mantık şu sözü zorunlu kılar: Evren
sonradan varsa, Yaratıcısının ezeliyeti kabullenilmek zorundadır.

—Yaratıcının varlığına ihtiyacı algılayabileceğimiz diğer
yaklaşım, nedenselliğin tıkandığı noktadan girmektir. Tabiat yüzeyindeki
işlemleri doğal nedensellik süreçleriyle açıklayan akıl, gözlemlediği iki olguyu
dayandıracağı harici neden bulamıyor: Birisi, vücudun ve diğeri hayatın nedeni!
Her ikisinin de, tabiat içine nakşedilmiş, tabiattan doğar gibi gösterilebilir
nedeni yoktur. Yağmuru, depremi bir doğal nedenle açıklayarak perdeleyebiliriz;
ama fiziksel/ruhsal var oluşu3 ve o varlığa hayat kodlanışını4
doğal bir nedenle açıklamamız imkansızdır.

Dolayısıyla bu mantık gözlerimize Yaratıcıyı göstermez elbette;
ama onun nerelerde işlediğini ve hangi eylemleri yaptığını görmemizi sağlar.
Yaratıcı eylemleriyle her an her yerdedir. Aslında sadece hayat ve vücudun
ardında değil, biraz daha dikkatli bakarsak, yağmurun yağışından rüzgarın
esişine kadar her eylemin tüm yönlerinden içindedir. Evvel-Ahir, Zahir-Batındır.

—Çok daha kapsamlı bir diğer mantık, evrene hakim bir Yaratıcı
varlığı inancına bizi zorlayacaktır: Planlayıcısı, yöneticisi olmayan düzen, bir
kaynaktan boşalmayan rahmet mevcut olamaz. Evrenin işleyişini analiz ederken
yüzleştiğimiz tüm bilinç ve kudret ürünü işler/fiiller/örgüler, arkalarında
inanılmaz bir kudretin ve bilincin varlığını ilan ederler.

Örneğin: Alim bir Yaratıcı var olmak zorunda. Çünkü bir arıya
kendini nasıl savunacağını öğretmiş, bir solucanın bile ne ile besleneceğini
planlamış ve ona uygun yiyeceği de yaratmış. Bir ördeğin gövdesini kayık gibi su
üzerinde durmaya müsait, parmaklarını da kürek gibi kullanabilmesi için
aralarındaki perdeleriyle yaratmıştır.

Dahası, Yaratıcının ilmi her şeyi kuşatmak zorundadır. Çünkü
evren sistemi tüm çarkları birbirine bağlı bir saat gibi işliyor. Bir çarkı
bilmeyen, diğer çarkı bilemez. Öyle ki, bebeğin süt emme ihtiyacını bildiği
kadar, annenin süt sunan göğsünü de, dayanıklı yaratmayı bilmiştir. Benim hemen
başımın önündeki gözlerimin nasıl çalıştığını bildiği kadar, ona uygun ışığı
üreten milyonlarca kilometre uzaktaki Güneşten koparacağı ışığın vasıflarını da
bilir. Bilmeseydi çarklar arasındaki inanılmaz uyumu gerçekleştiremezdi.

Bu açıdan baktığınızda, evrende yansıyan tüm sıfatların,
karşılıklarında, o vasıfları haiz bir Yaratıcı gerektirdiğini hükmetmek zorunda
kalacaksınız: Rezzak, Rahim, Alim, Müzeyyin, Kayyum, Adl, Hakem vb…

Bu bahis daha yüzlerce yeni yaklaşımla beslenebilir,
geliştirilebilir ve örneklerle desteklenebilir. Buradan şu sonucu alarak
çıkacağız: Evren ile yaratıcısı aynı değildir; çünkü evren sonradandır,
yokluktan geliyor. Evrenin, evrenden ayrık bir Yaratıcısı vardır; evrenin var
olması Yaratıcısına bağlıdır. Ama aynı evren, bütün dilleriyle, nasıl bir
Yaratıcının eseri olduğunu da haykırır.

Yaratan-Yaratılan Ayrımı

Evren (mahluk) ve Yaratıcısı (Halık) var olduğuna ve bunlar ayrı
ayrı iki varlık olduklarına göre, aralarındaki ayrımı nasıl algılayacağız. İkisi
aynı kimlik değil, yani evren kendini yaratan Yaratıcı değil ve Yaratıcı da
-haşa- kendini değil, kendinden ayrık mahluku yaratmıştır.

Ancak arada çok güçlü ilişkiler olduğunu da söylüyoruz. Ne, tüm
ilişkileri kopararak bağımsız iki kimlikten ve ne de, tam birleştirerek tek bir
kimlikten söz edebiliriz. O zaman nasıl ayıracağız?

Sorunu biraz daha açarsak: Yazdığınız şiirin düşüncesi size
aittir, ama mürekkebini hariçten kullandınız. Bebeğin vücudu -babanın da
katkısıyla- annenin vücudundan ayrılmıştır ve dolaysıyla -dar mantıkla- annesine
aittir. Saçınız vücudunuzdan çıkmıştır. Işık güneşin parçasıdır. Mantık
kullanıyoruz: Bunlar, biri diğerinden oluşan iki varlık arasındaki muhtemel
ilişki biçimlerini gösterir örneklerdir.

Şu durumda, Yaratıcıyla yaratılan arasındaki bağ nasıl bir
ayrıklık ve nasıl bir yakınlık şeklindedir? Bu sorunun cevabı yolunda iki temel
yaklaşımdan söz etmemiz mümkündür: Tecelli teorisi, yaratılış teorisi…

Bu kavramlar, irdelenmesi -sanırım- en zor kavramlardır ve İslam
uleması da genellikle ayrıntıya inmekten çekinmişler, örtük ifadelerle
meramlarını anlatmayı yeğlemişlerdir.

İslam, “Allah’ın evreni yoktan var ettiğini” söyleyen dindir.
“Bir şeyin olmasını irade ettiğinde, “ol” der ve olur.” Ancak bu yoktan var
etmenin biçimi ve boyutları üzerinde -sanırım- tam bir anlatım ve fikir birliği
mevcut değildir. Dikkat edelim:

Evreni yaratmadan önce5 Allah vardı ve başka hiçbir
şey yoktu. Yani bizzat -kendi kendine- mevcut olan tek varlık Allah’tır. Ama,
Allah var ederken, yani bilgisinde var olana vücut verirken, bu vücuda kaynaklık
eden enerjiyi yoktan mı yaratmıştır?

Yani aslında evren, Allah’ın vücudundan mutlak surette ayrık bir
varlık mıdır? Öyleyse bu vücudu Allah nasıl var ediyor? Allah’tan kendisine bir
enerji, bir vücut gölgelenmeyen bir evren nasıl var olabilir?

Herhalde Allah, -haşa- boşluktaki rasgele taş ve kaya
parçalarını toplamış, birleştirmiş ve evreni yaratmış değildir. Allah, – kendisi
dışında var olan- bir başka vücudu alıp şekillendirmiş değildir.

İnsan mantığı şu zorluğu çekiyor: Ben bir eser üretmek
istediğimde, onun için zihinsel enerjimi harcıyorum, kendimden eserime bir
enerji yüklemeden onun kimliğinde değişiklik yapamam.

Evren, hem vücudunu oluşturan enerji ve hem de o vücudun
yoğrulup şekillendirilmesi açısından Allah ait. Bu yönüyle Allah, kendinden
hariç hiçbir varlığın mevcut olmadığı kendi varlığında,6 kendi
nuruyla evreni yaratmış olmalıdır.

Konunun bu en can alıcı ve sanırım korkutucu noktasında çok
düşünür tehlikeye yuvarlanmıştır. Nakledilir ki, Hallac-ı Mansur, “Enel Hakk”
demiş; şeriat kılıcıyla idam edilmiş; ancak kanı da yerde akarken “Enel Hakk”
diye yazmış…

Arabi’nin Vahdetül Vücut mesleğindeki Hakk kavramının
boyutlarını çok dikkatli irdelemeliyiz. Anladığımız kadarıyla Arabi’de Hakk,
Allah ile aynı şey değildir. Hakk, Arabiye göre, Zatı (Allah) ve yarattığını,
yani tecelliyatını, yani kendinden yansıyanı içeren bütünlüktür. Hakk’tan başka
mevcut yoktur.

Hakkın nihai mertebesinde Zat vardır; O Allah’tır; kendisidir ve
ondan binlerce perde uzaklaştıkça nuraniyet derecelerinde aşağıya inen
gölgelerin gölgeleriyle ve en basit veya hafif düzeyde de maddesel evrenle
yüzleşiyoruz.

Benzetmeyle canlandıralım: Sanki yokluğun yok olduğu varlık,
sadece güneştir. Tek bir güneş vardır ve başka hiçbir şey yoktur. Önce yalnızca
ve tek bir kimlik olarak güneş varken, sonra bu güneş ışığını kendinden harice
saçmaya, yansıtmaya, tecelliyata başlıyor. Sonra da bu varlığı gözlemliyorsunuz:
merkezde sınırsız bir güneş ve ondan yansıyan derece derece renk renk ışıklar,
parıltılar veya ondan mahrum kalan noktalardaki karanlıklar.

Sanırım, Arabinin zihnindeki “Yaratan”, sözünü ettiğimiz güneş;
mahluk ise, onun tecelliyati olan ışıklardır… Konuya çok kısa değindiğimiz
için, açık ve eksik noktalar çok olacaktır; ancak, Arabiyi inceleyerek sistemini
zihninizde tamamlayabilirsiniz.

Vahdet-ül Vücut dışındaki yaratılış anlayışlarında ise,
Vahdet-ül Vücut yaklaşımının tehlikelerinin bertaraf edilmeye çalışıldığını
görürüz. Çünkü Vahdet-ül Vücutta, Hind felselerinde olduğuna benzer şekilde,
kozmik bilinçle ve/veya evrensel ruhla birleşme iddiasını içerir sapmaya düşme
tehlikesi de vardır.

Yaratıcı, evreni ve içindekileri kendinden ayırmış ve birazdan
değineceğimiz müstakil bilinçleri bu ayrımın kavranmasına vesile kılmıştır.
Hallac-ı Mansur, “Hakk” değildi; ama hepimiz gibi Hakk’tandı. Güneşten doğanın
güneş olduğunu iddia etmesi veya kendini güneşin bir parçası gibi görmesi
yanlıştır. Biz fizik kimliğimizle değil, bize verilen bilinçle Yaratıcımızdan
ayrılırız. Elimize en fazla verilen tarafımız bilincimiz ve “istemeyi
isteyebilme gücümüzdür.” Onun dışındaki taraflarımız bize ait değildir; geçici
olarak o suretlere büründürülürüz ve sonra suretlerin sahibi, kendine ait
suretleri elimizden alır götürür.7

Düşünün: Siz güneşe ait olduğunu bilen ışıklar olarak o
aidiyetle büyüklenirken gurur ve firavunluk tehlikesiyle yüzleşmez misiniz? Ya
güneşe müştak, ona pervane, ancak ona bağınız sayesinde ışıldayabileceğini bilen
nur olsanız, güveniniz, mutluluğunuz daha yüksek olmaz mı?

Yaratıcımız ve Biz

Şu soruya cevap arayacağız: Yaratıcı nerede, biz neredeyiz? Bağı
nasıl algılayacağız? Nübüvvetin verdiği derslerden anladığımız kadarıyla
konumlarımızı şöyle canlandırabiliriz:

—Yaratıcı Güneş ve biz ondan kopup boşlukta yayılan ışıklarız.
Biz ona çok uzağız; Dünyada, Jüpiterde… Ama, o bize çok yakın, bizden de
yakın. Biz ışıksak, bizi aydınlatan tek sır onunla temas halinde olmamızdır.
Işık ne zaman söner; kaynağını kapatırsanız değil mi?

—Yaratıcı ile bağlantımız süreklidir. Irmağın önünü keserseniz,
suyun akışı durur; kapıları kapatırsanız aydınlık kesilir. Yaratıcıyla bağları
koparsa, vücut, hayat ve onlar üzerine örülen her şey yok olur. Şu halde, var
olmanın sürmesi; Yaratıcının zenginliğinden-hazinesinden varlığa sürekli devam
etme halidir.

—Yaratıcı bir mekanda değildir; yani o evrenin bir tarafında ve
biz diğer tarafında değiliz. Yaratıcı zamanın ve mekanın dışında ve biz ona eşit
uzaklıkta olan zamanın ve mekanın içindeyiz. Dolayısıyla o bizim sağımızda,
solumuzda vs değil; her tarafımızdan ona ulaşabileceğimiz meleküt tarafımızda,
yani ruhumuzun yaşadığı iç tarafımızdadır. Yani güneşe gider gibi Yaratıcıya
ulaşmak isterseniz, bildiğimiz maddi semaya doğru değil, kalbimizden/ruhumuzdan
geçen manevi semaya doğru ilerlememiz gerekir. O semaya giden yola her maddeden,
her noktadan sıçrayarak geçebilirsiniz. Ruhsal evrenin enginliğine göre fiziksel
evren bir avuç içi gibidir.

Bu bilgileri dikkate alarak, yaratılmış evrende, birbirinden
ayırmamız gereken çok önemli iki boyut vardır: Birisi evrenin canlı ve/veya
cansız vücudu ve bu fiziksel vücudun parçalarının örgülenme farklılıklarından
oluşturulan farklı maddi yapılar ve kimlikler. Bu taraf yukarıdaki anlatımda
geçen, güneşten kopup yayılan, yansıyan, tecelli eden ışıktır; yani tüm
unsurlarıyla evrendir.

Diğeri ise, bu fizik var oluşun aralarına serpiştirilen insanda,
hayvanlarda, gözlemlediğimiz ve cinlerde, meleklerde varlığına inandığımız
bilinçlerdir. Siz kendinizin farkındasınız. Kendinizi fiziksel olarak
Yaratıcıdan ayrımlaştırabilmek kadar, bunu bilinç düzeyinde de yapabilmeniz
gerekiyor. Bu ayrımlaştırmayı, iki yaklaşımla ortaya koyacağız:

Vücudun ve Bilincin Ayrıklığı

Yaratanla yaratılan arasında kavrayacağımız ilk ayrım, vücut
boyutundadır. Şöyle düşünelim: Önce bir tutam hamur oluşturuyorsunuz ve sonra da
ona şekil veriyorsunuz. Hem hamurun vücudu ve hem de ona vereceğiniz şekiller8
zahiren var olmadan, yani gerçek bir vücut kazanmadan önce, sizin bilincinizde
var olmuşlardı.

Bu yönden, zatıyla Allah ve kendisine ait olan ilim, ezelidir.
İnancımızdaki Allah, bir şeyi insan gibi sonradan düşünüp, sonradan
keşfedebilecek bir acziyet içinde değildir. Hem böyle bir acziyeti yoktur ve hem
de yarattığı mekanın ve dolayısıyla zamanın dışında olduğu için, ona böyle bir
“sonradanlık” atfedilmesi mantıksal olarak da imkansızdır.

Şu halde, bizim fiili gerçekliğimiz ve evrende izlediğimiz var
oluş çizgisi sonradandır; ama bizim buralarda var olup bu süreçlerden
geçeceğimiz bilgisi, Allah’ın ilmi kapsamında olduğu için ezelidir. Yani insanın
ve tüm yaratıkların fiili varlıkları, yeni/sonradan/hadis; ama var olacaklarına
ilişkin bilgi ezelidir; dolayısıyla da ebedidir. Çünkü bu bilgi Allah’tan ayrı
bir bilgi değildir ve ondan ayrı olmayan Onun vasıflarıyla birleşiktir. Yani
aslında; Allah evreni var etmeden önce ve kendi ezeliyetinden beri, sizin bu
yazıyı ele alıp, şu anda bu kelimelere bakacağinizi biliyordu. Yani siz fiilen
var olmadan önce ve ezelden beri Allah’ın varlığıyla birlikte -ilim düzeyinde-
varsınız. Anneniz sizi doğduğunuz günden beri tanıyor; oysa Allah sizi ezelden
beri tanıyor. Evrenin Sultanının -tabir caizse- hafızasında var olmak, ona ait
olmak nasıl bir duygu?

Ancak, Allah, bilincindeki bilgiye vücut verirken, diğer deyişle
ezelden beri kendinde var olan sanatı somut kimliğe dönüştürürken; önce Zatının
perdeler aşağısında olan ruhsal/meleküti evreni ve sonra da bu evren üzerinden
fiziksel evreni yaratmıştır.

Bir elmanın dışı ve içi ayrıdır. Vadiyi seyrederken
gördüklerinizle, görüntünün bir milim altından itibaren görebilecekleriniz
arasında inanılmaz uçurumlar vardır. Vücudun harici görüntüsü dahili
görüntüsünden farklıdır. Aslında asıl önemli olan içtir, çünkü iç özdür ve asıl
kimliktir. Harici görüntü sadece bir boyadır, filmdir, hayaldir, sanmaktır,
rüyadır.

Aynı mantığı kullanın: Madde de, Yaratılan evrenin zahiri-harici
görüntüsüdür. İnsan maddenin temeline ne kadar inerse insin, hala elmanın kabuğu
üzerinde veya vadi boyu görüntülerde dolaşmaktadır. Ne zaman maddeyi bitirip,
sınırın öteki tarafındaki ruhsal boyutu algılar; o zaman kabuğun içine girer.
Kabuğun içinde ise, derinlere doğru uzanan iç içe geçmiş sayısız katmanlar
vardır. Anlatılamazlar, olağanüstüdürler.

Yaratma sürecine dönersek, yaratılışla birlikte, Allah’ın
dışında ve ama Allah’tan olan mekan varlığı ortaya çıkmıştır. Mekan Allah’ın
sürekli, aralıksız yaratması, yarattığının yerine yeniden ve yeniden yaratması
şeklinde gerçekleştiği için, bu süreç “zaman” kavramını üretmiştir.

Aslında “zaman” hakikatte mevcut olmayan, sanal, hayali, kişiye
göre değişebilen ve sadece maddenin hareketinden doğan ve maddenin hareket
hızıyla değişebilen bir olgudur. Dolayısıyla vücut açısından Yaratıcısından ayrı
birer kimlikten oluşan evrenin parçalarıyız.

Fizik vücudu, hayatı ve örgüsü yönüyle evreni Yaratıcıyla
ilişkilendirdiğimizde, bağın ayrılamaz biçimde mevcut olduğunu görüyoruz.
Aydınlığın güneşten doğması ve devamlılığının Güneşten kopan fotonların
birbirini takip etmesinden ibaret olması gibi; evren Yaratıcısından doğar ve
Yaratıcısından varlığa sürekli akışır.

Evrenin fiziksel var oluşu, ışığın sürekli var oluşuna benzer bu
yönüyle. Işığın kaynağıyla bağını kestiğiniz anda ışık yoktur ve her yer
karanlıktır. Bunun gibi, mahlukla Yaratıcı arasındaki bağı kopardığınız anda
mahluk yoktur. Dolayısıyla, biz yaratılıp boşluğa terk edilmiş değiliz veya
kurulmuş zembereklerin, mekanizmaların kendi kendilerine çalışmaları hiç
değiliz. Evrenin hem varlığı ve hem de hareketi sürekli aynı Yaratıcı kudretten
doğmaya devam eder. Her yaratık, her boyutuyla, her eyleminde, yüzde yüz
Yaratıcının elinde, kudretinde ve bilincindedir.

Bu yönüyle baktığınızda; nasıl ki bir ışıktan geriye, kaynağına
doğru ilerleyebilirseniz, Güneşe ulaşacaksınız; aynı şekilde maddesel vücudun
derinlerine doğru ilerlerseniz, önce ruhsal vücutlara ve oradan da Allah’ın
zatına ulaşacaksınız. Bu anlamda evren, Allah’tan binlerce perdeler aşağıda ve
uzaktaki ruhlardan ve ruhların da binler perde aşağılarındaki fiziksel
kimliklerden, zerrelerden, enerji kitleciklerinden oluşur.

Diğer yandan, Yaratıcıyla evren arasındaki bağın “bilinç” yönü
vardır. Evrenin her bir zerresi Yaratıcıyla bağlıdır ama; o zerrelerin pek
çoğunun eline teslim edilmiş bilinçler kendi cinsleri formunda, böyle bir
bağlantıya, irtibata sahip midirler?

Maddesel vücutlar kayıtsız bağlı iseler; kayıtsız olarak
Yaratıcının emrine itaat ederler; ama bilinçler onu tanımıyorlarsa, bu itaati ne
şekilde gerçekleştirecekler? İşte nübüvvet bu sorunun çözümü sürecinde
kaçınılmaz olarak muhtaç olduğunuz bir bağlantı kurma vesilesidir.

Neden bilinç bu kadar önemli? Çünkü her bilinç, sahibi için
üretilmiş özel bir dünyadır. Kimse evrensel dünyayı eşit şekilde algılayıp
yaşamaz; herkesin dünyası özgündür, farklıdır ve herkes kendi dünyasını kendi
bilinciyle inşa eder.

Şu halde; evrensel dünyanın maddesinin Yaratıcıyı tanıması
vesilesiyle aydınlanıyor olması, yaratıkların da bilinçlerinin otomatik olarak
aydınlanmasını gerektirmiyor. Çünkü kimse otomatik olarak evrensel dünyayı
yansıtmıyor bilincinde. Baksanıza; arılar yırtınırcasına çalışırlar, karıncalar
Yaratıcıya itaat uğrunda gerekirse ölüme koşarak atılırlar da, özgün ve hür
bilinçleri olan insanlar kahve köşelerinde veya televizyon ekranlarında
sabahlarlar.

Bilinç Yaratıcısını Arar

İradesiz soyut vücutlu melek bilinçlerini veya sınırlı iradeli
somut vücutlu hayvan bilinçlerini, tartışma konusunun dışında tutarak düşünelim:

İnsan (ve ayrıca cin) bilincinin özel ve özgün bir yönü, ilahi
iradenin kontrolünde, küçük birer kişisel iradeyi emaneten üstlenmeleridir.
Meleklerin bilinçleri vardır; ancak eylemlerini kendileri seçmedikleri için,
iradeleri kendi ellerinde değil, Yaratıcının elindedir. Bu yönüyle melekler
iradeleri Allah’a ait, müstakil bilinçler gibidirler. Tabiat kanunlarının kural
olarak değişmiyor olmasının sebebi budur.

Hayvanlar ise, iradelerinin iyice sınırlanması ve yeryüzünün
dengesinde görevlendirilmiş olmaları nedeniyle yaptıklarından sorumlu değiller.
Sınırlı da olsa, kendi iradeleriyle yaptıklarından ise mesul olacaklar.9

İnsan bilincine dönersek, bu bilincin Yaratıcıdan bağımsız ve
ayrık bir kimlik olarak gelişimi, kanaatimize göre- fiziksel bedenin yaratılış
süreciyle birlikte başlamıştır.10 İnsanın temelinde, mantıksal bilinç
yok denecek kadar zayıfken, mantıksız bilinç (yani inanç) neredeyse tüm
farkındalık hissini kaplamıştı. Oysa çocukluk ve takip eden yıllar boyunca her
geçen gün, insanın kendinin farkında olması ve tercihler arasında seçimlerde
bulunabilmesi (irade) sürekli gelişme ve büyüme halinde olmuştur.

Yani aslında, biz hazır ve gerektiği gibi gelişmiş bir iradeyle
doğmuş değiliz. İçerisinde beşere emanet edilecek iradenin çekirdeği kodlu olan
ilahi irade ile doğmuş, ilahi irade ile beslenmeye başlamış, özgün iradesi
geliştikçe de, ilahi iradenin bizzat müdahalesi geri çekilmiş olan insanlarız.11

Kesin kural şudur: Bir eylemin iradesi12 kime aitse,
sorumlusu odur. Bu yönüyle çocuklukta sorumlu olmamızı gerektirmeyecek kadar
zayıf olan irademiz (bilincimiz), bir eşiğin ötesine geçince, artık bizi mesul
edecek kadar büyümüştür. Başlangıçta, Yaratıcı, salt kendi iradesiyle
yaratıyordu; ama şimdi biz istedik, Yaratıcı yarattı; istemesek veya
istediğimizi bilmesek bile, tüm sonuçlarıyla birlikte hak ettik, layık olduk,
Yaratıcı yarattı. Sürecin başka bir açıklaması yoktur.

Peygamber İhtiyacı

Burada son derece ince bir sorun vardır: Fiziksel evrenin vücut
hayat ve örgü boyutunun yaratıcısını bilmesi mümkün değildir. Buradaki bilme tek
yönlüdür; sadece, Yaratıcı Yarattığını bilir. Yaratıcı vücut verdiği evrenin tüm
detayının, kendi isim ve sıfatlarının yansımaları oluşunu müşahede eder; burada,
Halık-mahluk arasında tek yönlü bir bilinç bağı vardır. Kendine özgün bilinci
olmayan evrenin bilinci, Yaratıcının zatına aittir ki, bu boyutuyla evrenin
bilinmesi, yaratıcının kendinin tecelliyatını/yansımalarını bilmesi gibi bir
anlam içerir.

İnsanın kendine verilmiş olan bilince doğrudan ve açık bir ilahi
müdahale yoktur. Dolayısıyla, insanın Rabbini bilmesi kendiliğinden ve zorunlu
olarak değil, isteğine ve çabasına bağlı olarak gelişecektir. Eğer insanın
çabası olmaksızın Yaratıcısını tanıması söz konusu olsaydı, meleklerden farkı
kalmayacak, diğer deyişle kendi iradesini kullanarak yükselmesi, üstünlüğü ve
hükmetmesi mümkün olmayacaktı.

Bilincin iki boyutu vardır: Bir olguyu yaşamak ve o olgunun ne
olduğunu bilmek. İnsana verilen bilinç, içinde bulunduğu her olguyu yaşayabilme
kabiliyetini doğuştan getirir; ama o olgunun kimliğini keşfetmesi için sonradan
çaba sarf etmesi şarttır.

Bu yönüyle örneğin insan bilincinin çiçeği görebilmesi ve
çiçeğin farkında olabilmesi doğuştan getirdiği bir bilinç özelliği; ama
gördüğünün çiçek olduğunu bilmesi ise sonradan öğrenmesi gereken bir bilinç
özelliğidir. Her bilinç, içerisinde bulunduğu anlamları hem yaşayıp hem bilmez;
örneğin kuş, bebeğin ağlamasını duyar, bilinç olarak algılar; ama algıladığı o
sesin bebek sesi olduğunu bilmez.

Oysa insan bilinci, hem yaşadığını algılayacak ve hem de
algıladığının ne olduğunu bilebilecek kapasitede yaratılmıştır. Buradaki
derinliği görmek açısından şöyle bakabilirsiniz: Her okuyucunun bilinci,
-Allah’ın yarattığı bu anda- bu satırdaki kelimeleri fark ediyor. Ama çoğu kişi,
bu anların ardındaki Allah’ın kudret elinin, neyi nasıl yaptığını göremiyor.

Bilincin bu ikinci boyutuna niçin ihtiyaç var? Size bir buket
çiçek sunuldu; aldığınız anda çiçeği hissedersiniz; ama o sunuşun ardında, size
gelen bir hediye olduğunu ve bir sevdiğinizin sevgisini bu şekilde ortaya
koyduğunu idrak edemeseydiniz, ne derece bilinçli olduğunuzu söyleyebilirdiniz?

İşte insanla Yaratıcısı arasında bilinç açısından kurulacak
ilişkinin boyutları son derece önemli. Bu ilişkiyi kurabilmemiz için bir yığın
soruya cevap bulmamız gerekiyor:

“İnsan nedir? Evren, hayat ve vücut nedir? Nereden gelip nereye
gidiyoruz? Geçmişte ne vardı ve gelecekte ne olacak? Dışına kadar evren ve içine
kadar madde nereye uzanıyor? Vücut ve hayat nasıl var ve nasıl işliyor? Tüm bu
evren projesinin ardındaki mimar kimdir?”

Bu tür sorulara cevap vermek istediğimizde, iki yol veya iki
temel akımla karşılaşıyoruz: Bir tarafta insan aklı, birbirini takip eden
binlerce çelişik ve çatışmacı felsefeler üretmiş; diğer yanda da doğrudan
Yaratıcıdan gelen mesajları bize aktaran aynı çizgiyi takip eden peygamberler
gelmiştir.13 Bu iki akımı karşılaştırdığımızda, evreni gerçek
boyutlarıyla tanımanın ve insan bilinci ile Yaratıcı bilinç arasındaki bağı
kurmanın en hatasız yolunun nübüvvetten geçtiğini görüyoruz: Neden?

Peygamberlik mi? Felfese mi?

Buraya kadar aktardıklarımızı önümüze koyarak düşünelim:
Nübüvvet olmasaydı evrenin sırlarını çözemez miydik? Aklımızla yola çıkarak var
oluşumuzun sırrını çözemez miydik? Evrenin ve ötesinin kavranması bakımından,
peygamberlik müessesesi hangi yönlerden farklıdır ve kaçınılmazdır? Tartışalım:

1. Yaratıcının sanatı olarak insan, kağıt üzerine yazılı şiire
veya akvaryuma hapsedilmiş balığa benzer. Biz, içerisine tıkıştırıldığımız dört14
boyutlu evrenin yani bu daracık akvaryumun veya kağıt yüzeyinin dışına
çıkamıyoruz.15 Bir uçtan diğer uca tüm dünya ve bir galaksiden diğer
galaksiye tüm evren, içinde bulunduğumuz aynı akvaryumdur.

İnsan aklı, çevresini taradığında, en fazla, akvaryumun
sınırlarını gözlemleyebilir. Oysa akvaryum, odanızdaki küçücük cam kutudur. Tüm
var olanları aklıyla algılayabileceğini sanan balıkla, akıl-felsefeden yola
çıkarak evrenin sırlarını keşfedebileceğini sanan insan arasında, balık lehine
fark vardır. Milyarlarca galaksiyi keşfetmişsiniz de ne olmuş; şu madde
kafesinin ötesindekileri keşfedebiliyor musunuz?

Şu halde, bizim, akvaryumun ötesindekileri de Yaratanla konuşan
bir haberciyi dinlemeye ihtiyacımız vardır. Bu enginlikte bilgiyi,
peygamberlerden başka kimse veremez.

2. İnsan aklı için bilinmeyeni bilmek, imkansızı başarmak
gibidir. Bilindiğinde ise, dünyanın en basit problemi olduğunu sanırız.

Eğer nübüvvet olmasaydı ve insanlığa peygamberler aracığıyla,
“korkmayın, sizin bir Yaratıcınız var” denmeseydi; dünyada yaşamak, her saniye
korku saçıcı olacaktı. İnsanın bilmediği ortam, en korkutucu ortamdır.

Bir Peygamber gelmiş, “Allah ve ahiret vardır” demiş; aklın
patlaya çatlaya belki hissedebileceği bir gerçeği, en basit akılların
kavrayışlarına teslim etmiştir. Bu tek cümle çok mu basit? Elektrik bilinmezken,
onu bulmanın bedeli trilyonlarca dolarsa, yukarıdaki cümleyi bulmanın bedeli tüm
dünya ile de ödenemezdi.

Eğer cevabı hiç bilinmeyen bir problemi çözmek çok basitse, işte
bir problem: Çözmeye çalışalım ve bu kadar basit bir sorunun bile insan aklını
nasıl zorlayabildiğini görelim:

İstanbul’a gideceksiniz. Önünüze, sağa ve sola ayrılan iki yol
çıktı. Hangisinin İstanbul’a gittiğini bilmiyorsunuz. Kavşaktaki yeşil adamların
yalan söylediklerini ve kırmızı adamların da doğru söylediklerini biliyorsunuz.
Karşınıza ya yeşil ya da kırmızı adam çıkıyor; ancak hava karardığı için hangisi
olduğunu anlayamıyorsunuz. Tek bir soru soracaksınız ve karşınızdaki adam
yeşillerden de kırmızılardan da olsa, size tek cevap verecek. Ancak size sadece
“evet” veya “hayır” cevabını verebilirler. Bütün ihtimalleri kapsayacak şekilde,
tek soruya tek cevap alarak, doğru yolu bulabilir misiniz?

Problem üzerinde düşündüğünüzde, bilinmeyen ne kadar basit
olursa olsun, keşfedilmesinin gerçekten de yorucu olduğunu fark edeceksiniz.
Bilirsiniz; Hz. Adem’in (as) iki oğlundan biri diğerini öldürmüş; günler boyunca
ne yapacağını bilemeden cesedinin başında beklemiş; nihayet bir karganın ölen
diğer kargayı toprağa gömdüğünü görünce, ne yapabileceğini akledebilmiştir.

Newton, Edison, Einstein bizim için keşfetmişler; burada olup
bitenleri keşfedecek bilim adamlarımız var; ama ötelere kim nasıl ulaşacak?
Melekleri, Cenneti, Cehennemi peygamberlerden başka kimden öğreneceğiz?

3. İnsan algısının sınırları vardır: Bir taraftan algılarımız
maddeye odaklıdır. Yani gördüğümüz, duyduğumuz veya dokunduğumuz evren maddesel
evrendir.

Böyle bir ortamda insan cinlere veya meleklere dokunacak,
ruhanilerle uzaktan konuşabilecek, maddenin ardındaki sınırsız evrende olup
bitenleri müşahede edebilecek genel ve aynı düzeyde gelişmiş bir algıya sahip
değildir. Dolayısıyla somut algılara dayanmak zorunda kalan akıl, akvaryumun
madde boyutunun ardında olup bitenleri kendi başına kavrayamıyor.

Dahası, salt dünyaya açık olan bu algıların her biri de kendi
içerisinde sınırlıdır. Bu yüzden maddeyi bile tam olarak kavrayamıyoruz. Örneğin
tüm görüntülerin ancak %4’ünü gerebiliriz; duyduğumuz sesler sınırlıdır. Gülden
kopan kokuyu, yol alırken göremiyoruz; kimse atom altı parçacıkların titreşim
esnasında korolar halinde icra ettikleri musikiyi duyamıyor.

Maddeyi algılama açısından bile bu kadar sınırlı olan insanın,
maddenin ardını kendi algılarıyla kavrayacağını iddia edemeyeceği açıktır.16
Bu darlık içerisinde insan, kavrayamadığını ne yazık ki inkar yoluna gitmiştir.
İşte nübüvvet burada kaçınılmaz olarak karşımızda. Birilerinin algıları o
derinliklere açılmalı ve orada neler olup bittiğini bize anlatmalıydılar.

4. Nübüvvet, insanın ruhsal alandan; evrenin gerçek veya iç
boyutundan bilgi almasıdır. Daha doğrusu, insana yaratılışın kaynağından bilgi
verilmesidir. Tüm algılarını yüzeydeki maddesel evrene açan bir insanın maddenin
kalıplarının ötesini görebilmesi beklenemez. Sorun açıktır: Madde ötesini
görebilecek algılarımız çok zayıf; insanın ruhsal eğitimi ve yükselişi için de
bu zayıflığa ihtiyacımız var; gaybı bilmememiz gerekiyor.

İnsanların arasında yetişen, iç dünyalarını bol bol dinlemiş,
sormuş ve cevap aramış temiz örnekler vardır. Bir anlamda onlar, insanlığı
temsilen ilahi mesaja muhatap kılınırlar. Peygamberler bu yüzden, yalan
söylememiş, kötülük yapmamış, hak gasp etmemiş, kalplerinin bütün içtenliğiyle
vazgeçmeden Yaratıcıyı arayan yüksek ruhlu insanlar arasından seçilmiştir. Bizim
adımıza Yaratıcımızla muhatap olmayı hak eden; ancak aramızdaki en üstün ve
ruhsallığın nuraniyetine en yakın insan olabilir.

Aslında tüm varlıklar, ilahi kaynaklı bilgiye muhataptırlar.
Arılar, böcekler, kuşlar ilham aracılığıyla aynı merkezden yönlendirilirler.
Ancak ilhamla yapılan yönlendirme -genellikle- bireysel yönlendirmedir; bireysel
olarak bir yaratığın görevini ifa etmekte aldığı yardımdır. Oysa; tüm insanların
toplu hareketlerinin düzenlenmesinde, herkesin aynı çerçevede bilmeleri gereken
emirler ve düzenli işleyiş kuralları olması gerekiyor.

Her toplum, yaşayabilmek için kanunlara muhtaç olduğu gibi;
Yaratıcının kurduğu evren sisteminin işleyebilmesi de çeşitli kurallara
bağlılıkla mümkün olabilir. Peygamberler aracılığıyla bildirilmesi ve tüm
insanların itaatine davet edilmesi gereken kurallar, bu gerekliliğin sonucudur.

Yaratıcının peygamberleri aracılığıyla insanla konuşması bir
nevi ilahi tenezzüldür. Kadir, Kuddüs ve Hakem olan yüce Yaratıcı, kirlenebilir,
basitleşebilir, maddeye saplanabilir özellikleri olan insan adındaki sanatına
muhatap oluyor.

Benzetmeyi hoş görünüz- bir kediniz var ve onunla iletişim
kurmak istiyorsunuz. Siz ulvi ve yüksek ruhlu insansınız, temizsiniz, akıl
sahibisiniz ve hikmetli iş yapıyorsunuz. Kediyle iletişim kurmanız bir derece
ona münasip, aşağılara indirilmiş bir lisan kullanmanızla mümkündür. Herhalde
sizin göstereceğiniz bu tenezzüle muhatap olan kedinin de yükselmesi; en
azından, maddi ve manevi temizliğiyle size layık olması önemlidir.17

Yüce Yaratıcının evreni kuşatan lisanı, insanların basit
lisanları gibi kelimelerle ifade edilmez. Onun lisanı ve anlatımı, hayatın,
eylemin veya oluşun kendisiyledir.18 Aslında O, hepimizle, yaptıkları
ve yarattıklarıyla sürekli konuşuyor. Yağmurun yağışı, Güneşin doğuşu ve batışı,
kelebeklerin uçuşu, kavrayışı keskinleşen insanların algılayabilecekleri ilahi
mesajlardır. Bu yönüyle Allah’ın ayetleri, sadece Kur’an sayfaları üzerinde
değil; evrenin tüm sayfaları üzerindedir.

Peygamberler aracılığıyla insan kelimelerine dökülen ayetlerse,
Yüce Yaratıcının, mesajlarını insanların diliyle ifade edişidir.19
Evrenin her bir noktasındaki ilahi mesajı okuyamayan herkesin kavrayacağı dil,
odur.

5. Evrenin sırlarını keşfetmeye çalışan felsefe ile, sırrı
açıklayan nübüvvet arasında, yola çıkış aşamasında ortaya çıkan farklılıklar,
tüm sonuçları etkileyecektir. Aklın zati sınırları, bulguları sınırlayacak;
peygamberliğin ufku aklı geliştirecektir. Bu farklılıklar neler:

—Bencil-diğergâm: Akılla yola çıkan, kendinden yola çıkar; “ben”
merkezli düşünmek zorundadır; çünkü yapacağı tüm değerlendirmeler, kendisinin
evreni yorumlayışının sonucu olacaktır. Oysa nübüvvet diğergamdır; tüm evreni
kapadığı için her şeyi düşünce akışının odağında aynı anda tutar: Peygamberlik
“ben”den değil; Yaratıcıdan yola çıkıyor; yaratılana ilgisi Yaratandan ötürüdür.
Güneşin gördüğü tüm Dünyayı kapsaması gibi, Yaratıcıdan yola çıkan, tüm
yaratıkları kapsayarak düşünmek zorunda kalıyor.

—Üstünlükçü-eşitlikçi: Kendi aklıyla yola çıkan,
büyüklük-küçüklük kriterlerini kendisi koyar. Bir kültürü, medeniyeti, kavrayış
biçimi kendince üstün görecektir. Bu algıyla çevreye hükmetmeye çalışan insan,
kendi faydasını ötekilerin zararına bina edecektir. Tekniğin çevreyi
kirlemesinin, ekolojik sisteminin bozulmasının ve şehirlerde, insan dışındaki
yaratıkların soluksuz kalmasının nedeni bu üstünlükçü tutumdur. Her türlü ırk,
dil, kültür ve hatta din ayrımcılığının altında, peygamber yolunun terki ve
aklın çıkış noktası yapılması yatar.

Peygamberlik, tüm insanları aynı Adem’in (as) çocukları görür ve
hepsine aynı Allah’ın kulları olduklarını hatırlatır. Dahası, kulluk ve
yaratılmış olma noktasında, hepsinin de Yaratıcıdan aynı mesafede olduklarını,
insanın bir karıncaya bile büyüklük taslamaması gerektiğini hissettirir.

6. Peygamberlik, çözümden yola çıkarak problemi anlamak; felsefe
ise, problemden yola çıkarak çözümü anlamaktır. Bu yönleriyle, peygamberlikle
doğruyu bulmak ne kadar kolaysa, felsefeyle gerçeğe ulaşmak o kadar zordur.
Tartışalım:

—Felsefe aklı yukarıya itmeye çalışır; felsefe aşağıdadır ve
kendince karanlık olan bir alanı keşfetmeye çalışmaktadır. Oysa peygamberlik
aklı yukarıya çeker. Kendince çok iyi bilinenlerin bulunduğu alanı akla
kavratmaya çalışır. Bilinmeyeni kavramaya çalışmak, bilineni kavramaya
çalışmaktan binlerce kat üstündür.

—Felsefe tarafında bilgi ve akıl geliştikçe, düşünce çürür:
Gelişen bilgi ve akıl, önceki felsefenin yanlışlığını gösterir. Örneğin önce,
“atom maddenin en küçük parçasıdır”20 diyorduk, yanılmışız, daha
küçük parçacıklardan oluşuyormuş; yine yanılmışız, çünkü parçacıklardan değil,
enerji kitleciklerinden oluşuyormuş; yine yanılmışız, çünkü bu kitlecikler de
yokluktan geliyorlarmış. Yine yanılacağız; çünkü onlar yokluktan değil, melekuti
evrenden geliyorlar. Bunu da keşfettiğimizde yine yanılacağız; çünkü onlar
Yaratıcıdan gölgelenerek önce ruhsal ve sonra da fiziksel evrene tecelli eden
ilahi vasıflarmış. Oysa peygamberlik hiç yanılmıyor. Çünkü felsefenin en sonda
ulaşacağı doğruyu en başta akla kabul ettiriyor.

—Bu durumda; felsefeden yola çıktığınızda, bir dizi yanlışlık
yapmanız zorunludur. İbrahim (as) peygamber, peygamberliğinden önce ve olması
gerektiği gibi, aklıyla yola çıktı; yani felsefe yaptı: Yaratıcısını arıyordu;
yıldızda aradı, Ay’da aradı, Güneşte aradı. Ama aklı ona, batanların Yaratıcısı
olamayacağını söyledi. Sonra da şefkatli Yaratıcının ona hitabıyla karşılaştı.

Şu halde biz de; evren ötesini bize aktaran bir peygamberi
-fetret dönemlerinde olduğu gibi-tanıyamamışsak, elbette felsefeye dayanacağız,
aklımızla yola çıkacağız; ama o taktirde, İbrahim(as) peygamberin yaptığına
benzer durumlara kaçınılmaz olarak düşeceğiz. Felsefeden kurtulamadığımızda,
yanlışlardan büyük ihtimalle kurtulamayacağız. Şu halde, hayatı yanlışlarla
tüketmemenin tek yolu, peygamberlik yolunu araştırmak ve doğru peygamberliği
bularak mesajını incelemektir.

—Salt felsefeye dayandığımız sürece, bazı olguların sırrını asla
çözemeyeceğiz. Bilime dayalı felsefe, çözemediği tüm sırları gizli dehlizlere
atmış ve üzerlerini de kale gibi kelimelerle kapatmıştır: Tesadüf, iç güdü,
metafizik, şans, rastlantı, doğal seleksiyon…

Felsefeye göre, hayat akışının neredeyse yarısı tesadüflerden
ibarettir. İnsanların ve hayvanların yaptığı en olağanüstü ve en sanatlı, hayran
kalınası işler, anlamı ve değeri olmayan içgüdüler sayesinde oluverirler.
Ölmenin ve doğmanın sırrını bilemezsiniz. Hayattan sonrasında nelerle
yüzleşeceğinize dair hiçbir fikriniz olamaz. Felsefe öğrencisi, bir profesör de
olsa, varlığının en can alıcı noktalarında, peygamberin dersini dinleyen bir
çocuktan daha cahildir.

Oysa, peygamber mesajlarından yola çıkan, hayatla ilgili zerre
kadar da olsa tüm boşlukları doldurmakta, hiçbir sorusunu cevapsız bulmamakta;
aklına kabul ettiremediği cevapları da, en azından inanç sistemi içerisine
yerleştirebilmektedir.

—Peygamberlikten mahrum felsefe, israfların en büyüğüdür. İnsan
ömrü bir atımlık baruttur veya bir nefestir. Engin hazineleri kazanma fırsatı
buradadır ve bu fırsat herkesin eline bir defa geçecektir. Peygamberin
mesajından mahrum ve dolaysıyla Yaratıcıdan habersiz bir insan, ebediyeti
bilmez; ona göre yalnız ve şimdi yaşayacak, gerisi yok. Acayip olan, aynı
kişinin, arkası gelmeyeceğine inandığı o hayatın sırlarını çözebilmek için
felsefeye dayanması ve ömrünü, sırlarını çözemeden tüketmesidir.

Felsefelerin ardında, binlerce insanın inanılmaz emeklerini,
harcanmış yıllarını görürsünüz. İnsan aklıyla çözmeye çalışmalı elbette; ama
peygamberlikten aldığı bilgileri varsayım olarak almak yerine, kendi
tahminlerini varsayım olarak kullanmak suretiyle felsefenin ürettiği zaman ve
emek kaybı inanılmazdır. Doğru; aklı kullanan her filozof, düşündükçe doğruya
daha fazla yaklaşmıştır: Ama, insana doğruyu tüm boyutlarıyla kendi başına
keşfetmesine yetecek kadar uzun bir ömür verilmemiştir.

Biz neden büyüklerimizden öğreniyoruz? Bazen bir büyükten beş
dakikada öğrendiklerimizi, kendi başımıza beş yılda öğrenemezdik. Bize
sonsuzluğun sırrını sunan peygamberleri neden dinlemeyelim?

Dipnotlar

1. Yaratıcıyı reddeden felsefeler, zihinsel bir sapmayla,
ezeliyeti maddenin kendine verdiler. Bir varlığa ezeliyet vermek, ona aynı
zamanda kudretin, bilincin ve iradenin nihai gücünü vermeyi de gerektirir. Bu
özellikleri taşımayan ezeli olamaz. Daralmış insan mantığı, maddeye ezeliyeti
verirken, maddenin parçalanabilen, bilinçsiz, insanın istediği gibi
yoğurabileceği, kendi bilinciyle hükmedebileceği, dolaysıyla fail değil münfail
olduğunu görmezlikten gelmiştir. Eski zamanlar için bu körlük, dikkatsizliğin
sonucudur. Ama bugün artık bilim(kuantum fiziği), maddenin yokluktan varlığa
sıçratıldığını açıkça ortaya koymuştur. Dolayısıyla artık kimse maddenin
ezeliyeti, yani haricinden bir Yaratıcıya ihtiyaç bulunmaksızın var
olabileceğini bilimsel olarak ileri süremez.

2. Ancak mantık şu gerçeği de kabul eder: Ezeli olmayan,
sonradan var edilmiş bir kimlik, ezeli olana dayandığı sürece ve ezeli olanın
iradesiyle bakileşebilir. Bu kapı sayesinde, Yaratıcı, fani insana beka nimetini
sunmuştur.

3. Maddeyi oluşturan küçük enerji kitlecikleri(kuantum)
yokluk çizgisinden varlığa neden ve nasıl sıçrıyorlar? Çizginin-vacuum state-
ötesini göremiyor, ölçüp tanıyamıyoruz. Dolayısıyla bir neden göstermemiz
imkansız.

4. Yani hücreyi DNA merkezinden yöneten hayatın sebebi
nedir? DNA kodunu örgüleyen hangi tabiat kaynaklı aracı gösterilebilir? Hayır,
maddenin derinlerindeki tabiat kanunlarına maddenin cinsinden bir vücut
gösterilemediği gibi, maddeyi hayat yansıtacak şekilde yapılandırıp sürükleyen
bilinç de maddenin içerisinden çıkarılamaz.

5. Allah’a zaman atfeder gibi görünen sözleri
anlamlandırırken çok dikkatli olmalıyız: “Allah evreni yaratmadan önce…”
sözünün, Allah’a yönelik bir zaman değeri yoktur. Buradaki öncelik, sadece bize
veya evrenin içine göredir. Allah açısından, evreni yaratmadan öncesiyle
yarattıktan sonrası arasında bir zaman farkı yoktur. Bize göre milyonlarca yıl
süren evrenin ömrünün tümü veya her bir saniyesi, Allah’a göre tek ve aynı
şeydir.

6. Dikkat edelim: “Mekanda” diyemiyoruz. Çünkü Allah kendi
dışında herhangi bir mekanın içerisinde değildir. Evreni yaratmadan önce
Allah’tan başka hiçbir şey yoktu; dolayısıyla mekan da yoktu; her şey ve her
yer- eğer böyle denilebilirse- sadece Allah’ın soyut varlığından ibaretti.

7. İlişkiyi bu şekilde kurduğumuzda, Bediüzzaman’ın
Peygamberimizden(a.s.m.) aktardığı en orijinal kulluk yolunu algılamış oluruz:
Azc, fakr, şefkat, tefekkür yolu… Arabi’nin sistemine oturtulan kulluk yolunun
tehlikesi, insanın kendini Yaratıcısından ayrı, aciz ve ona muhtaç görmesi
biçimindeki kulluğun yüceliğinde yoktur.

8. Örneğin o hamurdan ağaç, bitki, balık gibi şekiller
yapıyorsunuz.

9. Konumuzla fazla ilgili değil; ama, biliyorsunuz:
Programlı ve iç güdü adı verilen ruhsal yönlendirmelere dayalı hayat,
hayvanların neredeyse tüm yaşayışlarını kuşatmıştır. Çoğunlukla hayvanlar,
manevi çobanların (görevli melekler) yönlendirmesiyle yeryüzü dengesini
sağlamakta çalıştırılan tabiat kanunları gibidirler. Örneğin, mikroplar ölen
bitkilerin leşten dağlar oluşturmalarını önlerler; kartallar aracılığıyla dağlar
hayvan leşleriyle kokuşmaz; yılanlar sayesinde fare istilası yaşanmaz; arılar
aracılığıyla bitkilerin tozlanması sağlanır…

10. Konu üzerindeki araştırmalarımı sürdürüyorum. Ancak biz
doğmadan önce ruhsal olarak vardık; şu anda ulaştığım inanca göre, temel
varlığımız sol beyine odaklı, sonradan inşa mantıksal bilince değil; sağ beyine
odaklı inanç bilincine dayanıyordu. Eğer mantıksal bilinci geliştirirken,
doğuşla getirdiğimiz inançsal bilinci korumayı başarsaydık, tüm evren sanki
bizim emrimizde imiş gibi davranırdı. Mantıksal bilincin hakimiyeti ölçüsünde
tabiat kanunlarına bağlıyız. İnanç bilincinin gelişimi ölçüsünde de, ruhsal
boyutumuzla varlığımızı yönetiriz. İnanç bilincinin hayatımıza etkisi üzerine
daha geniş yaklaşımı, “Ruhsal Zeka; Başarının Gizemli boyutu” adıyla Bilge
yayınlarında çıkan kitabımızın birinci bölümünde görebilirsiniz.

11. Yanlış anlaşılmasın: Yani, hayatımızdaki ilahi irade
geri çekilip, bizi kendi irademize terk ediyor değildir. Başımıza ne geleceğine
ilişkin karar veren ilahi irade, bir noktadan sonra bize, “başına ne gelmesini
istersin” diye sormakta ve irademiz geliştikçe, her geçen gün, başımıza
getirdiklerini, irademize bakarak belirlemektedir. Son tahlilde elbette yine
ilahi irade karar verse de, dileklerimize bakarak karar vermektedir. Bu yönüyle
kimin iradesi ne kadar gelişirse gelişsin, asla Allah’a rağmen ve onun irade
etmediği bir fiil içerisinde olabileceğini sanmamalıdır. Tüm eylemlerimizin tüm
ayrıntılarını yaratan, yani dilediklerimize vücut veren, tartışmasız olarak aynı
Yaratıcıdır.

12. İrade ile bilinç arasında sıkı bir bağ kurduğumuzu fark
ettiniz. İradesiz bilinç olabilir, meleklerde olduğu gibi; ama bilinçsiz irade
olamaz. Bilincin ne ölçüde bize ait olduğunu, iradenin ne ölçüde bize ait
kılındığı belirler. Bu yüzden biz insanların, Yaratıcıyı tanıma sorumluğumuzun
en önemli sebeplerinden biri, bilincimizin altındaki iradenin de bize verilmiş
olmasıdır.

13. Tarihimiz, evreni farklı yorumlayan binlerce felsefe ve
düşünce akımıyla doludur. Oysa insanlığın mutlak çoğunluğunu yöneten dinlerin
sayısı bellidir. Daha da ötesi, felsefeler arasındaki yaklaşım uçurumlarına
rağmen, dinler arasında-eskileri tahrif olduğu halde hala- inanılmaz
benzerlikler ve ortaklıklar vardır. Dahası, Sonradan gelen İncil, önceki
Zebur’u; daha sonra gelen İslam da, hem İncil’i ve hem de Zebur’u tasdik
etmiştir.

14. Evren, XYZ(yatay-dikey-derinlik) boyutlarından
oluşturulan cismin dördüncü Z ekseninde, art arda yeniden ve yeniden var
edilmesidir ki, bu var edilmenin sinema perdesine yansıyan resimler gibi
birbirini takip etmesi, zaman dediğiniz dördüncü boyutu üretiyor. Aslında zaman
yoktur; zaman algısı vardır; zaman dediğimiz şey, suyun dereden akıp gitmesi
gibi, evrenin ilahi hazineden şahadet alemine sürekli akıp gitmesidir.

15. Sözünü ettiğimiz bu akvaryum, bizim fiziksel tarafımızla
ilgilidir. Ruhsal tarafımız çok daha geniş bir evrenin parçasıdır.

16. Ancak şöyle bir incelik var: Eğer o insan,
peygamberlerin haber verdiği ötesinin varlığına inanır, o alanı idrak etmenin
yollarını ararsa, o alanla iletişim kuracaktır. Ruhsal güçleri ve idrakleri
gelişmiş pek çok insanın, zaman-mekan kayıtlarının dışına çıkabildikleri, tabiat
kanunlarıyla açıklanamayacak pratikleri tecrübe edebildikleri artık
belgelenebilir hale gelmiştir.

17. Ağzından fare kanı damlayan, önüne geleni tırmalamakla
meşgul saldırgan bir kediyle, eğitimli, temiz, evcil bir kediyi aynı kefeye
koymazsınız.

18. Onun Yaratmayı irade ettiklerine “ol” demesi,
bazılarımızın sandığı gibi, insan lisanına benzer tarzda, Arapça “kün” veya
Türkçe “ol” kelimesini kullanması gibi değildir.

19. Allah’ın -haşa- insanlara verdiğine benzer bir özel dili
olduğu düşünülemez. Allah, yarattığı evrenden olan ses formatında zati bir
konuşma ile sınırlanamaz. İnsanın kediyle farklı, kuş ile farklı iletişim
kurmasını düşünelim. Tenezzül muhatabın kavrayışına göre şekilleniyor. Allah,
Hz. Adem’e (as), Hz. Davud’a (as), Hz. İsa’ya (as) ve Hz. Muhammed’e (asm)
kendilerine ait özel dillerinden hitap etmiştir. Oysa ruhun dili evrenseldir;
içinizde hissettiğiniz anlamlardır. Mesaj, maddesel evrene çıkarken, her
kültürde farklı kelimelere bürünse de, tüm kalplerde aynı şekilde kendini
hissettirir.

20. Bu bilgi şöyle bir düşünce üretmişti: Madem maddenin en
küçük ve değişmez parçaları var; o zaman madde ezelidir, yani sonradan
yaratılmış değildir. O zaman bizi yaratan yoktur.