17. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin yenilgilerle tanıştığı talihsiz bir dönemdir.
Bu yüzyıl, yükselişin sınırlarını zirveye taşıyan cihangir devletin sarsıldığı,
yenilmezliğinin kuşku uyandıracak boyutlara vardığı yüzyıldır. Osmanlı Devleti,
Fazıl Ahmed Paşa zamanında önemli başarılar elde etmiş, bu durum Papa XI.
İnosan’ın dikkatini çekmiş Batı devletleri arasında bazı ortaklıklar sağlama
yoluna gitmiş; önce Avusturya ve Lehistan arasında bir ittifak oluşturmuş;
ardından buna Venedik ve Rusya katılmıştır.1
1683-1699 yılları arasında, önce üç sonra dört devletle süren savaşta bazı
mağlubiyetler yaşatmış, düşmanlar Balkanlar’a kadar inmiş, Edirne’yi tehdide
başlamışlardı. Kısaca özetlersek bu savaşlarda Estergon, Uyvar, Budin, Erdel
kaleleri, Mora, Atina ve daha önemli bir çok yer elden çıkmıştır. Bir yandan da
Anadolu’da sıkıntılar sürmüş; diğer eyaletlerde bir takım fırsatçılar devleti
zaafa uğratmak için var güçleriyle çalışmışlardı.
İşte bu uzun süren savaşlardan sonra imzalanan Karlofça Muahedesi2 geçici bir
rahat ve huzur vesilesi olmuştur. Bu antlaşmaya kadar süren savaşlar Osmanlı
Devleti bünyesinde ciddi sıkıntılar doğurmuş, üst üste gelen vergiler
vatandaşları canından bezdirmişti.
Tecrübeli ve ehliyetli bir sadrazam olan Amcazade Hüseyin Paşa’nın gayretleriyle
Karlofça Andlaşması’nın imzalanması dönemin büyük şairi Yusuf Nâbî’yi derinden
etkilemiş; bu antlaşmayı büyük bir sevinçle karşılamış,3 sadrazamı övmek için
Sulhiyye Kasidesi diye şöhret bulan medhiyyeyi kaleme almıştır4 Bu kaside
hakkında Prof. Dr. Abdülkadir Karahan şu değerlendirmeyi yapmıştır:5
"…Nâbî: Savaş ateşinin selâmet gömleğini giydiği, fitne tufanının dindiği,
kimsenin işlerin sonucunu tahmin edemediği bir zamanda, doğudan batıya kadar
savaşın, kavganın sürüp gittiği, devlet gemisinin batmağa yöneldiği bir sırada
barışın güler yüzlü bâkiresinin birdenbire görünüverdiğini etkileyici, zarîf ve
hayâl iklimini harekete geçiren bir üslûpla anlatır. Böylece bir kere medhiyeye
tekaddüm eden günlerde ülkenin içinde bulunduğu bunalıma işaret edilmiş
olmaktadır."
Yine bu kaside hakkında Prof. Dr. Mine Mengi şu değerlendirmeyi yapmıştır:
"İmparatorluğun içinde bulunduğu ümitsiz durumu ve barışın getirdiği coşkunluğu,
sevinci uzun uzun anlatır… Barışın ne şartlarla geldiği, İmparatorluğa neye mal
olduğu konusuna Nâbî şiirinde yer vermez. Onun için önemli olan barışın
gelmesidir."6
Bu kaside on altı yıl süren bir savaştan bunalan halkın düşüncelerine tercüman
olması açısından çok önemlidir. Yine sanatkârın çağındaki olaylara tanıklık
ettiğinin bir belgesi, eski şiirde sosyal hayat yok diyenlere de bir cevap
niteliğindedir. Nâbî, Karlofça Antlaşmasının imzalanması üzerine yazdığı bu 121
beyitli kasidesinin nesibinde hem barışa duyulan özlemi 45 beyitle dile
getirmiş, hem de arkasından bu sulhu sağlayan Sadrazamı övmüştür. Bu beyitlerde,
İstanbul’un Viyana yenilgisinden sonra geçirdiği şokun çok canlı bir tasviri
vardır.7
Yazımızda bu kasidenin nesip bölümünü değerlendirmeye çalışacağız. Önce
beyitlerin anlamını verip, ardından açıklamaya çalışacağız. Beyitleri açıklarken
fazla ayrıntıya girmeyecek, gerektiği kadar kısa notlarla yetineceğiz.
Kaside savaşın sona ermesinden dolayı Allah’a hamd ve şükür duygularından sonra
dünyanın yeniden barış ve iyilikle düzen bulduğunu ifade eden şu beyitle başlar:
Li’llâhi’l-hamd olup ma’reke-i ceng tamâm / Buldı ‘âlem yeñiden sulh u salâh ile
nizâm8
Bu beyitte iki kelime dikkat çekicidir: Sulh ve nizâm. Savaşın bozduğu toplum
nizamı bu barış antlaşmasıyla yeniden sağlanmıştır. Toplumda asayiş ve düzenin
yeniden sağlanması şairi şükre sevk etmiştir.
Nâbî, savaş günlerini eziyet, zulüm soğuğu; barışı ise baharın rahat günlerine
benzetir. Bu günlerde çemen itidâle kavuşmuştur:
Geçdi sermâ-yı sitem geldi bahâr-ı râhat / İ’tidâl itdi çemen-suffa-i eyyâma
hırâm
Savaş ateşi, "berd ü selâm" gömleğini giydi diyen şair, on altı yıl süren
savaşın bir barış anlaşmasıyla son bulmasını, Hz. İbrahim’in Nemrud’un ateşinden
halas olmasının ifadesi olan "berd ü selâm" ayetini hatırlatarak dile getirir:
"Ey ateş! İbrahîm için serinlik ve esenlik ol’ dedik."9
Giydi feyyâze-i eltâf-ı hudâvendi ile / Âteş-i harb ü vegâ pîrehen-i "Berd ü
Selâm"
Fitne tufanları (burada savaş söz konusu), uygun bir iyilik, güzellik rüzgârıyla
sükun buldu; güven ve fitneden korkusuzluk gemisi uygun rüzgârı yakaladığı
günlere kavuştu. Bu beyitte savaşı, Hz. Nuh zamanında kopan tufana benzeten
şair, Osmanlı Devletinin özlediği güven ve huzuru ise bu tufandan insanları
kurtaran bir gemi olarak tahayyül ediyor: Emn ve eman bir gemi, savaş ise tufan
dalgalarına benzetilmiş. İkisinden de kurtuluş imkânsız denecek kadar zor:
Şurta-i lutf ile tûfân-ı fiten buldı sükûn / Keştî-i emn ü emân buldı muvafık
eyyâm
Bu dehşetli savaş manzarasını gözler önüne seren aşağıdaki beyitte Nâbî, korkunç
bir güvensizlik içinde, sonunun nereye varacağı kimse tarafından bilinmeyen bu
tufanın, doğudan batıya her tarafı kapladığını, çarpıcı bir anlatımla dile
getirmiştir:
Şarkdan garba tolup ‘arbede-i ceng ü cidâl / Kimse bilmezdi ne yüzden bulacağın
encâm
Öylesine karamsar bir hava cemiyeti kaplamıştır ki, kimse bir daha mizacı
bozulup hastalanan günlerin düzeleceğine ihtimal veremez olmuştur. Yıllarca
süren ve toprak kayıplarına da sebep olan savaşlar insanların yanı sıra günlerin
de sağlığını bozmuştur. Bu bozulan, hastalanan mizacın düzelmesi düşüncesi
zihinlerden oldukça uzak görünmektedir. Zamanı mizacı bozulan bir hastaya teşbih
eden şair şöyle der:
Hâtıra gelmez idi bir dahı fikr-i sıhhat / Mübtelâ-yı maraz olmışdı mizâc-ı
eyyâm
Batı’nın dört hükümdarının bir çok destek ve yardımcıları ile savaşa kıyam
ettikleri bir ortamda memleketin çapasız, demir atamayan memleket gemisi için
Allah’ın yardım rüzgârının esip karamsar bulutları dağıttığını dile getiren
şair, memleketi yine Nuh’un gemisine benzetir. Demir atmaya çapası bulunmayan
gemi ancak "tevfik rüzgârı" (Allah’ın yardımı) ile bulutların dağılması sonucu,
nerdeyse boğulmak üzereyken, kurtulup ferece ulaşabilmiştir:
Nice imdâd u fürû’ u tebâ’ından gayrı / Çâr çâsâr-ı yesâr itmiş iken harbe kıyâm
Garka yaklaşmış iken keşti-i bî-lenger-i mülk / Bâd-ı tevfik irişüp eyledi
tefrîk-i gamâm
Yukarıdaki ikinci beyitten şairin, bu savaşların sonunda, devletin akıbetinden
endişe duyduğu anlaşılabilir. Ancak Allah’ın lutfundan umut kesilmemeli.
Dünyayı karıştıran, kargaşaya düşüren problem (savaş), kader mahkemesinin
süsleyici kâdısı (Allah) tarafından kesin karara bağlandı:
Virdi müşkil görinen da’vi-i dehr-âşûba / Kâdi-i mahkeme-pîrâ-yı kader faysal-ı
tâm
Bu savaş kaosu yaşanırken birdenbire barışın güzel kızı gayb hareminden
salınarak çıkıp yüzünü gösterdi. Nâbî, şairâne bir teşbihle sulhü güzel bir
bakireye benzetir; çünkü insan, yaratıklar içinde esma-i İlahiyyeye en câmi
aynadır:
Nâ-gehân eyledi dûşîze-i hoş-çehre-i sulh / Mâ-verâ-yı harem-i gaybden ızhâr-ı
hırâm
Aşağıdaki beyit, yukarıda verdiğimiz beytin bir nevi tefsiri gibidir. Çünkü bu
güzelliği sağlayan, padişahın neticeleri mübarek olan ahdi, sözleşmesi bir
özgürlük beratı gibi kulları savaş sıkıntılarından kurtarmıştır. Yani antlaşma
bir "ıtık-nâme"10 gibi kabul görmüştür. Nâbî, savaşın insan üzerindeki yıkıcı
tesirlerini köleliğe benzetiyor. Savaş da kölelik gibi insan haysiyetine
yakışmaz. Çünkü Allah insanları hür yaratmıştır:
Hüccet-i ıtk gibi itdi ‘ibâdı âzâd / Nâme-i ‘ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm
Bu barış akdiyle zamanın dağılmış, parçalanmış cüzleri bir araya gelerek barış
iğnesi ile yeniden kuvvet buldu. Savaş, maddî manevî yıkımlarıyla cemiyeti
perişan etmiş, adeta şirazesi kopmuş bir kitap gibi oraya buraya dağıtmıştır.
Barış, adeta bu kitabın cüzlerini yeniden bir araya getirerek, birleşmesini
sağlamıştır. "Suzen-i sul" terkibinde de ince bir anlam var. Barış kolay
sağlanmamış, bir çok savaştan sonra elde edilebilmiştir. Kitabın yapraklarının
dağılmaması için formalarının dikildiğini hatırlatmaya gerek yok sanırım:
Geldi eczâ-yı be-hem ber-ede-i devrânuñ / Sûzen-i sulh ile şîrâzesine kuvvet-i
tâm
Nâbî, kader mimarının tab’ına; kin, nefret ve savaş binalarının göklere yükselen
yapılarını yıktığı için binlerce kez yaşasın (Tahsin) söyleyerek şükreder. Fitne
ve kargaşanın son bulması şairde derin şükran duyguları uyandırır. Kader mimarı,
savaş binalarını yıkmakla kalmamış; onların yerine "sulh"un, dostluğun, ülfetin
temellerini atarak sağlamlaştırmıştır. Bu temeller söz ve ibare tuğlalarıyla,
taşlarıyla sağlamlaştırılmıştır. Antlaşmanın cümleleri hatırlatılmak istenmiş bu
ifadelerle:
Tab’-ı mi’mârî-i takdîre hezârân Tahsîn / Ki idüp hedm-i mebânî-i felek-sâ-yı
hısâm
İdüp anuñ yirine vaz’-ı esâs-ı ülfet / İtdi lafz u kelimât ile binâsın ihkâm
Kazâ, savaşın taşkın selleri arasında "sulh" seddine ne güzel bir istihkam verdi
diyen Nabî, antlaşmadan duyulan sevinci ifade eder. Dört cephede süren savaşı
sel dalgalarına; barışı da buna karşı yapılan sedde benzetmiş:
Pîç-i seylâb-ı hurûşânuñ arasında kazâ / Âştî seddine virdi ne güzel istihkâm
Dostluk şarabı ile dost ve düşman bir renge büründü; vefa macunu da düşmanlık
tortularını kaldırıp giderdi. Barış yapılarak savaşın bitirilmesi ile düşmanlık
sona ermiş, dost düşman diye iki hasım kalmamış; hepsi tek bir barış renginde
buluşmuştur:
Oldı yek-reng mey-i ülfet ile düşmen ü dost / İtdi ma’cûn-ı vefâ ref’-i
küdûrât-ı hısâm
Alın kırışıkları (savaş sıkıntılarından hasıl olan ıstıraplar) yerini tebessüm
eden dudaklara bıraktı; meclisten sövme gitti, yerini selam ve barış aldı.
Savaş, insanlarda sürekli bir sıkıntı, bundan kaynaklanan alın kırışıklığı
meydana getirir. Barış ise ifadesini tebessümde bulur. Şair kısaca bu durumu
ifade etmiştir aşağıdaki beyitte:
Girih-i cebhe leb-i handeye oldı tebdîl / Bezmden çıkdı yirin virdi selâma
düşnâm
Allah’ın feyziyle, savaş toprağına ekilen tohumlardan giderek barış sümbülleri
yeşerdi. Dünya tarlasını balçığa boğan karanlık bulutlardan rahat ve huzur
meyvelerini bereketlendirdi. Yani savaş yerini barışa bıraktı. Alemi balçığa
boğan karanlık bulutlardan Allah, insanlara bereketli rahat ve huzur meyvelerini
yetiştirdi:
Hâk-i cenge ekilen tohmdan itdi giderek / Feyz-i Rabbânî ile sünbüle-i sulh
kıyâm
Eyledi halka ifâze semerât-ı râhat / Mezra-ı ‘âlemi gark-ı gil iden ebr-i zalâm
Savaş sarhoşluğu sona erdi; sevinç ehli miğferlerini verip barış kadehlerini
alsın. Savaş da bir çeşit içki gibi insanları sarhoş edip kendinden geçirir.
Barış bu sarhoşluğa son verdiğinden insanlar huzurla başlarından miğferlerini
çıkarabilirler. Ayrıca görünüş itibariyle miğfer kadehe benzer. Şair bu ilgiyi
hesaba katarak mısraı düzenlemiştir:
Mestî-i ceng tamâm oldı yiter ehl-i neşât / Ser-penâhın virüp alsun yerine câm-ı
müdâm
Kavga elini ayağını çekti; asayiş zamanı geldi. Bayraklar kumaşlarını uyku için
çarşaf etti diyen şair, savaşın sona erdiğini, barış günlerinin başladığını,
insanların huzur içinde uyuyabileceklerini şu beyitle seslendirmiştir:
Pây-ı gavgâ çekilüp geldi dem-i âsâyiş / Hâb içün şukkaların çâr-şeb itdi a’lâm
Kılıç yılanları dostluk tılsımı ile baş aşağı siyah renkli kın deliklerine
çekildi diyen Nâbî, kılıçları eğriliği ve inceliği ile öldürücülüğünden dolayı
yılana benzetmiştir. Yılanların sokmasından korunmak için efsun yapılır. Ancak
bu kez yapılan barış efsunudur. Barış yapılınca ölüm saçan kılıçlar yılan
deliğine benzetilen kınlarına baş aşağı konulmuştur:
Oldı efsûn-ı musâfât ille hayât-ı süyûf / Ser fürû-bürde-i sûrâh-ı siyehfâm-ı
niyâm
Siperlerin yerini sevinç meclislerinin halkaları aldı; mızraklar yerlerini
neylere terk etti. Savaşta düşmandan korunmak için siperler kazılır, askerler bu
siperlere dizilir. Savaş bitince sevinç meclisleri kurulur. Mızrak görünüş
bakımından neye benzer. Barışla mızraklar kalkmış; yerini huzur ve sükûn veren
nağmeleriyle ney almıştır. Kader eli huzur davullarını çalmaya başladı. Keman
(yay) tesir duasını ederek çileden çıktı; oklar iyi kabul gördükleri hedeflerle
aşina oldu:
Sipere oldı bedel dâ’ire-i bezm-i sürûr / Nîzeler nâylara eyledi teslîm-i makâm
Tabl-bâz itdi elin sînesini dögmekden / Eyledi dest-i kader kûfte-i tabl-ı ârâm
Çilleden çıkdı kemân itdi du’â-yı te’sîr / Âşinâ-yı hedef-i hüsn-i kabûl oldı
sihâm
Tuğların gezip dolaşmaktan saçı sakalı ağardı; ihtiyar gibi huzur için uykuya
meyl etti, diyen Nâbî, barış bayraklarının beyazlığını hatırlatıyor. Şair bunu
çok gezmekten saçı sakalı ağarmak olarak yorumluyor. Saçı sakalı ağaran yaşlı
insandır. Savaş o kadar uzun sürmüş ki, gençler yaşlanmıştır. Yaşlılar ancak
uykuyla huzura erer. Savaş sona erdiğine göre savaş tuğları da huzur için uykuya
yönelebilir:
Gezmeden saçı sakalı ağarup tuğlarun / İtdi pîrâne-ser âsâyiş içün meyl-i menâm
Müşteri11 yıldızı Nâhid12 yıldızının metaına alıcı oldu; Behrâm yıldızının
dükkânı değer kaybından, revaçsızlıktan kapandı. Müşteri sa’d-ı ekberdir. Büyük
mutluluktur. Nahid, Zühre’dir, sa’d-ı asgardır. Yani küçük mutluluktur. Nahit
aynı zamanda yeni yetme kızdır. Behram, Mirihtir:13 Yunanlıların savaş mabûdu.
Şair, barış yapılınca insanların mutluluğa ulaştığını, savaşa ve kötülüğe rağbet
kalmadığını anlatmak istiyor:
Müşteri oldı haridâr-ı metâ’-ı Nâhid / Oldı der-beste-i idbâr dükân-ı Behrâm
Kan yalaşmak adeti zayi olmadı; sonunda cisimlerle (vücut) kılıçlar kardeşlik
anlaşmasını imzaladılar. Bu ifade ile kılıçların, kanlarını döktükleri
insanlarla adeta kan kardeşi oldukları anlatılmak isteniyor. Yani şair, antlaşma
imzalandı; artık kılıç ve kanını döktüğü kişi kan kardeşi oldu, düşmanlık sona
erdi, demek istiyor:
Kan yalaşmak revişi olmadı zâyi’ âhir / Tîğle eylediler ‘akd-i uhuvvet ecsâm
Meclise (eğlence meclisi) sevincin ahenk verici yaygısı döşenip savaş
ağırlıkları (sıkıntıları) göçmek üzere yüklerini bağladı. Şair, sevinci neşe
verici bir yaygıya benzetmiştir. Kısacası sevinç ve neş’e geldi, savaş bütün
ağırlıklarını alıp savuştu:
Döşenüp bezme bisât-ı tarab-endûz-ı neşât / İtdi ahmâl-ı vegâ rıhlet için şedd-i
hırâm
Silah çarşısı yönüne ölü toprağı serpilip, yeme içme ve sevinç çarşısı meydanına
mermer döşendi. Savaş ve silah gözden düşüp sevinç ve mutluluk değer kazandı.
Kimse silahlara ve silah çarşısına rağbet etmez oldu:
Cânib-i sûk-ı silâha dökilüp gerd-i kesâd / Sâha-i kûçe-i ‘ıyş ü taraba düşdi
ruhâm
Kurşun aradan çıktı, top ve tüfek sustu; elçiler ve haberler gelip gitmeğe hazır
oldu. Savaş durup aradan kurşun sesleri çekilince antlaşma yapmak için elçiler
teati edilmeye başlandı. Bu mısralarda Nâbî’nin duyduğu sevinç açıkça görülüyor:
Çıkdı üsrüb aradan top u tüfeng itdi sükût / Oldı âmed-şüde âmâde sefîr ü peygâm
Daha ne zamana kadar bahar geldikçe insanlar savaşa yönelecek; yeter safa
sahipleri gül bahçesine salınarak gitsin, diyen Nâbî, artık savaş
yolculuklarının bitmesini istemiştir:
Tâ-be-key ‘azm-i vegâ fasl-ı bahâr irdükçe / İtsün ashâb-ı safâ semt-i gülistâna
hırâm
Nâbî, yeter, düşmana tüfeğin nişangahından baktığın; biraz da dürbünü al da dost
nereye salınıp gitmekte ona bak, derken aşağıdaki beyitte yıllarca süren ve
toprak kayıplarına sebep olan savaştan duyduğu bıkkınlığı çok güzel ifade
etmiştir:
Yetişür hasma nişangâh-ı tüfekden bakduñ / Dûr-bîn al ele gör kanda ider dost
hırâm
Gönül defterinden korku ve tehlike izleri silinip üzüntü ve elemler düşkünlük,
talihsizlik, değersizlik köşesine düştü. Sulh, gönüllere güven ve emniyet
vermiş, tehlikeyi ortadan kaldırmış, adeta değersizliğe mahkum etmiştir:
Mahv olup defter-i dilden eser-i havf u hatar / Düşdi peygûle-i idbâra gumûm u
âlâm
Allah Allah bu ne gönül ferahlığı, be ne sevinç! Kimse bunu rüyada bile hayal
edemezdi:
Allah Allah bu ne şâdi bu meserret bu neşât / Bunı rü’yâda hayâl eylemez idi
evhâm
Kimse bu korkunç savaş zelzelesinden işlerin bir daha düzelip yoluna gireceğini
ummazdı. Savaşın uzun sürmesi insanların psikolojisini o kadar bozmuş ki, barış
gelebileceğini düşünemez, hayal edemez olmuşlar:
Kimse bu zelzele-i hâ’ileden ummaz idi / Ki bula bir dahı erkân-ı umûr istihkâm
Devlet ve din bu dağdağayı çekmemişti; İslâm ülkesi bu perişanlığı görmemişti.
Aslında bu savaş uzun süren Osmanlı-Türk yenilmezliğinin de bir nevi sonu olmuş.
Yenilgiler ve toprak kayıpları devleti yönetenleri ve Nâbî gibi duyarlı
aydınları derinden sarsmıştır. Adeta bir kâbusla sarsılmış, ne olduğunu
anlayamamışlar. Aşağıdaki beyit biraz da bu şaşkınlığın bir ifadesidir:
Çekmemişdi dahı bu dağdağayı devlet ü dîn / Görmemişdi bu perîşânlığı mülk-i
İslâm
Ülkeyi bir ata teşbih eden şair, böyle bir tehlike meydanında, tekerlenip düşen
ülke kır atının yeniden doğrulup kalkacağını kim umabilirdi, diyerek aşağıdaki
beyitte devletin bünyesini sarsan bu savaşlardan ne kadar korku ve endişeye
kapıldığını anlatmak istemiştir:
Böyle meydân-ı hatarda kim ümîd eyler idi / Eşheb-i mülk tekerlenmiş iken ide
kıyâm
Kimin hatırına, hastalıklı cihanın yeniden iyileşip tam anlamıyla sağlığına
kavuşacağı gelirdi:
Kimün eylerdi güzer dâ’ire-i hâtırına / Ki cihân-ı maraz-âlûde bula sıhhat-ı tâm
Umutsuzluğun sert başlı aksi atı o denli gemi azıya almıştı ki, ümit meydanını
geçip gitmeye az kalmıştı, ifadesi, insanların ne denli ümitsizlik içinde
barıştan umut kestiklerini göstermektedir. Nâbî bunu dizginlerini koparmış sert
başlı bir atın başını alıp gitmesi olarak ifade ediyor. Umut o derece kesik.
İşte bu düşünceyi dile getiren beyit:
Tayy-ı meydân-ı ümîd itmege az kalmış idi / Tevsen-i ye’s o kadar itmiş idi
bast-ı licâm
Meğer Allah’ın iyilik mutfağında, her tarafa umumî bir ziyafet çekmek için
nimetler gizliymiş. İnsanlar uzun süren savaştan bunalmış, kurtuluştan, huzur ve
güvenden umudu kesmişken, şair, Allah’ın lutfunun eseri olarak sulh nimetinin
bir ziyafet halinde herkese sunulduğunu belirtiyor. İnsan ind-i İlâhîde ne
olduğunu bilemez. Şair bir şükür ve sevinç ifadesi olarak bunu dile getirmiştir:
Matbah-ı lutf-ı İlâhîde meger muzmer imiş / Ki ziyâfetgeh-i âfâka çeke ni’met-i
‘âm
Birdenbire Allah’ın ezeli yardımının denizi coşup kullarını boğazına kadar
nimetlere gark ederek muratlarına erdirdi. Çünkü akıbet takva sahiplerinindir.
Biraz zahmet ve sıkıntı da çekseler, sonunda Allah onlara vaat ettiği yardımı
ulaştırır:
Nâ-gehân cûşa gelüp lücce-i ‘avn-i ezelî / Eyledi bendelerin tâbe-gelû garka-i
kâm
Bu beyitlerden sonra Nâbî, Amca-zâde Hüseyin Paşa’nın övgüsüne bir girizgâhla
başlar.
Sulhiyye Kasidesi olarak şöhret bulan bu medhiyyenin nesip bölümü tamamen
"savaş"ın yıkımlarına ve "sulh" kavramının güzelliklerine ayrılmıştır. Uzun
yıllar yaşamış tecrübeli bir üst seviye devlet memuru olan şair, Osmanlı
Devleti’nin bünyesini sarsan uzun süreli savaşın yıkımlarını derinden hissetmiş,
belki de yeniden bir kendine gelişin başlangıcı olarak addettiği sulhu
yücelterek, huzur, güven ve asayişe duyduğu hasreti şairliğinin bütün
tecrübesiyle, çeşitli edebî sanatlarla dile getirmiştir.
İnsanlar savaş felaketinin arkasında ne gibi hikmetler olduğunu bilemez.
Görünüşü korkunç olan savaşın sonunun iyi olacağını uman şairin aradığını
bulabildiğini söylemek güçtür. Görüldüğü kadarıyla bu sulh, geçici bir tutunma
noktası olmuş ama Devlet-i Aliyye gerilemeye yol almaktan kurtulamamıştır.
Savaş felaketinin dünyamızı yeniden kapladığı bu günlerde umudumuzu korumak ve
Allah’ın rahmetinden barış ve huzur dolu bir gelecek dilemek en doğrusu…
Dipnotlar
1. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1973, C.3/1,s.460.
2. Age., s. 585 vd.
3. Tunca Kortantamer, Eski Türk Edebiyatı-Makaleler,"Nâbî’nin Osmanlı
İmparatorluğunu eleştirisi", Ankara 1993, s. 157.
4. Ali Fuat Bilkan, Nâbî, Hikmet-Şair-Tarih, Ankara 1998, s. 125.
5. Abdülkadir Karahan, Nâbî, Ankara 1987,
s. 74.
6. Mine Mengi, Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, Ankara 1987, s. 4.
7. Kortantamer, age.
s. 159.
8. Nâbî Divanı, Hz. Ali Fuat Bilkan, İstanbul 1997, s. 85.
9. Kur’ân-ı Kerîm, Enbiyâ Sûresi, 69. âyet.
10. Itık-nâme: Köle veya cariyelerin azat edildiklerini gösteren yazılı belge.
11. Müşteri: Yedi seyyar yıldızdan biridir. Bircis de denilir. Eski müneccimler
buna Kâdî-i felek (feleğin kadısı), sa’d-ı ekber derlerdi. Yeri altıncı göktür.
Telakkiye göre din, ilim, hilm, haya, tevazu, kerem, akıl, talâkat ve fesahat
evsafındandır. Bu yıldız doğarken ana rahmine düşen çocuğa yıldızdaki bu
vasıflar intikal edermiş. Belîğ , natûk, talihli, cesur, kerim ve zarif
olurlarmış. Perşembe günüyle pazartesi gecesine hakimdir. Kimyacılarca adı
tunçtur. Mavi renk buna mensuptur. Mirrih ile Kamer dostları, Zühre ve Utarit
düşmanlarıdır. Tabiatı itidal üzre ve râtıbtır. Edebiyatımızda adalet, hikmet-i
ilahî menzilesindedir. Eski metinlerde vezirler, âlimler, hâkimler bu yıldıza
benzetilmiştir… Bir adı da Hürmüz’dür. (Ahmet Talat Onay, Eski Türk
Edebiyatında Mazmunlar, haz. Cemal Kurnaz, Ankara 1992, s. 307.)
12. Nâhid(Zühre): Zühre arza yakın ve nücum ilmine göre yeri üçüncü gök olan
seyyaredir. Fecirden biraz evvel cenûb-ı şarkî tarafında ve gurubdan sonra cenûb
semtinde görünür. Kervankıran, Çobanyıldızı gibi adları vardır. Edebiyatta bir
adı da Nahid’dir. Aşk ve musikî ilahı makamındadır. İlm-i tencime göre tabiati
itidâl üzre bârid ve râtıbdır. Ayş u işret, tehabbüt ve rikkat, tehannüt ferah,
lehv ve lu’b, teganni ve cima’, hüsn-i hulk evsafındandır. Yeşil renk bu yıldıza
mensuptur.
Kimyaca adı kalaydır. Utarid ve Zuhal dostları, Güneş, Ay ve Mirrîh
düşmanlarıdır. Yunan esatirinde Afrodit, Romalılarca Venüs mukabilidir. Şark
esatirine göre Hârut ve Mârût’u baştan çıkaran ve sonra yıldız olan fettân kadın
Zühredir. (Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, haz. Cemal
Kurnaz, Ankara 1992, s. 446.)
13. Mirrîh: Yedi seyyar yıldızdan biridir. Nücum ilmine göre yeri beşinci
göktedir. Fârisî’de adı Behrâm’dır. İran esâtirine göre her şemsî ayın yirminci
gününde işleri görmeye, yoluna koymaya memur bir peridir. Bizim edebiyatımızda
harb ilâhı yerindedir. Eski kimyada demir ve bakıra işarettir. Müneccimlere göre
harp, neşat, şecaat, hiddet, senâhat, kuvvet, cinayet, kabahat, azab, inat ve
riyâ evsafındandır. Mensupları sebatlı, müteşebbis olurlar. Daima mücadele
halinde bulunurlar. Cumartesi gecesiyle Salı gününe hakimdir. Kırmızı renk buna
mensuptur. Behrâm-ı felek de denir. Yunan esatirinde mukabili Mars’dır. (Ahmet
Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, haz. Cemal Kurnaz, Ankara 1992, s.
293.)