I. Giriş

1999 yılında Amerika’ya ilk geldiğim zamanki izlenimlerim Alexis de
Tocqueville’nin (1805-1859) Amerika’daki Demokrasi kitabındaki tesbitleriyle
paralellik gösteriyordu.1 Türkiye’de 28 Şubat kararlarıyla hürriyetime gelen
post-modern darbenin acılarını ruhumda hissederken, birden kendimi içinde
bulduğum özgürlükler ülkesi beni büyülemişti. Bundandır ki, çok geçmeden,
Ankara’dan yayın yapan bir radyoda Hür Dünyadan Haberler adıyla bir program
yapmaya başladım. Nefis ve kalp her türlü arzularına en kolay yoldan ulaşma
imkânını burada buluyordu. Nefis canibinden bakınca, sefahette gitmek için en
geniş ve en cazip yollar buradan geçiyordu. Hürriyet perdesi altında
eşcinselliğe bile aile statüsü verilmeye başlanmıştı. Öte yandan, kalp
canibinden bakınca, bütün dünya dinlerinin özgürce yaşandığı bir diyar olmuştu,
Amerika. Garip bir şekilde, birçok İslam ülkesinden gelen Müslümanlar bile, bu
Hıristiyan diyarında dinlerini daha özgür yaşama imkânını bulmuştu. Hasılı
Cehenneme de, Cennete de giden en kısa yol buradan geçiyordu. Gerçi, Cehenneme
uzanan yollar daha cazibeli ve debdebeli de olsa, Cennete giden yollar da hayli
kısa ve semereliydi.

Bu güzelim rüya çok devam etmedi. Bir 11 Eylül sabahında akılları hayrette
bırakan vahşet ve dehşet sahnesiyle uyandığımda tarihin seyrenin değişeceğini
anlamıştım. Clinton döneminde CIA’nın başında bulunan R. James Woolsey’e göre bu
tarih yıllarca devam edecek Dördüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olmuştu.2 20.
yüzyılı insanlık tarihinin en kanlı asrı olarak noktalayan insanlık, yeni
yüzyılda da kan içmeye devam edecekti. Asırlarca hayvanlar tarafından savunma
silahı olarak kullanılan kimyasal silahlar bizim gibi akıllı mahlukatın eline
geçince kitle imha aracına dönmüştü. Güneş içinde patlayan atom bombası
dünyadaki tüm hayat sahiplerine ışık ve enerji verirken, bizim patlattığımız
atom bombaları yüzbinlerin canını almıştı. Söz anlamayan vahşilere mahsus
sandığımız savaş sözcüğü, sözde medenilerin ağzında çiklet olmaya başlamıştı.

Dünya’nın dörtbir yanındaki insanlar, seri halde devam eden ve "modern" kılığına
bürünen vahşi savaşları izlerken benzer sorular soruyordu: Önce Afganistan,
sonra Irak’ı eline geçirerek global dünya imparatorluğunu tescilleyen
Amerika’nın sonraki hedefi neresi olacak? Kuzey Kore, Suriye ve İran sıradaki
ülkeler arasında yer aldığından emin olurcasına hesaplar yaparken, dünyanın
birçok ülkesindeki hükümetlerin kalbinde korku tohumları filizlenmeye
başlamıştı. Küçülen dünyamızda "global barış"ın sağlanması "global
imparator"luğun politikalarına bağlı görünüyordu. Şimdilik "global savaş"
şeklinde esen rüzgârların durması ancak bu rüzgâra kaynaklık eden, global
imparatorluğun merkezindeki "entelektüel cephe"nin anlaşılmasıyla mümkün olur.

II. Entelektüel Cephe

Herşey önce düşüncede var olup sonra eyleme dönüştüğü gibi, savaş da önce
zihinlerde yaşanır. Savaşın gerekli olduğuna inanan entelektüel zihinler diğer
zihinleri de etkileyerek maksadına ulaşmaya çalışır. Savaşı entelektüel cephede
kaybedenler askeri cephede de kaybetmeye aday olur. Global barışın sağlanması
entelektüel cephede kaybedilen savaşın yeniden kazanılmasına bağlı. Zihinler ve
kalpler barışı gerekli görmediği ve onun için çalışmadığı sürece sulhu yakalamak
pek mümkün görünmüyor.

Entelektüel savaşın bir cephesinde savaş entelektüelleri (makalenin bundan
sonraki kısmında bu grup "entelektüel muharipler" olarak anılacaktır) yer
alırken, öte tarafında barış entelektüelleri yer alır. Eski Yunan düşünürü
Heraklitus bütün değişimlerin savaşın ürünü olduğunu idda eder.3 Rönesans devlet
adamı Makyavelli (1469-1527)4 ise, sonradan despot yöneticilerin el kitabı
haline gelen, Prens adlı eserinde iktidarı elde etme ve devam ettirmenin en emin
yolu olarak alternatif olabileceklerin mutlaka temizlenmesi gerektiğini söyler.
Hegel (1770-1881), Heraklitus gibi, çatışmanın zorunluluğundan bahseder.
Hegelyen diyalektizm olarak literatüre geçen bu düşünceye göre sosyal, politik
ve ekonomik değişikler ancak tez ve antitezden oluşan zıtların çarpışmasıyla
mümkün olur.5

Çağdaş entelektüel muhariplerin kahini, Harvard’da Professor olan Huntington
meşhur Medeniyetler Çatışma’sı teziyle İslam ile Batı medeniyeti arasında bir
çatışmanın vuku bulacağından haber veriyordu.6 Amerikan politikasında
belirleyici rol oynayan, bir zamanlar John Hopkins Üniversitesi’nde dekanlık
yapmış ve şu anda Savunma Bakanlığı’nın Müsteşarı makamını işgal eden Paul
Wolfowitz ise, 1979 yılından beri Irak’a karşı entelektüel cephede mücadele
veriyor.7 1991 yılında yarım kalan misyonlarını tamamlamak için tekrar iktidara
gelmeyi bekleyen entelektüel cephenin diğer muharipleri, 1997 yılında, "Yeni
Amerikan Asrı Projesi (PNAC)"8 adındaki bir organizasyon etrafında toplanarak
Irak’ta rejim değişikliği için lobicilik yapmaya başlar.9

26 Ocak 1998 tarihinde Başkan Clinton’a hitaben gönderilen mektupta10 Wolfowitz
ile birlikte, yukarıda sözünü ettiğimiz PNAC içinde yer alan şimdiki Savunma
Bakanı Donald Rumsfeld, Dışişleri Bakanlığı Silah Kontrolü ve Uluslararası
Güvenlik Sekreteri John Bolton, Savunma Bakanlığı Bilim Kurulu Başkanı Richard
Perle, Collin Powel’a Müsteşarlık yapan Richard Armitage, "Tarihin Sonu"
kitabının yazarı Francis Fukuyama ve Dördüncü Dünya Savaşı ilancısı CIA eski
başkanı R. James Woolsey’in de imzaları bulunuyordu. Mektupta Clinton’un bir an
önce Saddam’ı devirmesi tavsiye ediliyordu. Saydığımız isimlere ek olarak,
Amerikan Başkan Yardımıcı Dick Cheney ve müsteşarı Stephen Cambone’nin de içinde
yer aldığı PNAC, Eylül 2000’da, "Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası: Yeni bir
Asır için Strateji, Kuvvetler ve Kaynaklar" adlı bir raporla bu görüşlerini
kamuoyu ile paylaştılar.11 PNAC şemsiyesi altında bir araya gelen
entelektüeller, yirmi birinci asrın Amerikan asrı olacağı kehanetinden hareketle
global imparatorluk için yol haritası çiziyordu. Bir yandan hedeflerine ulaşmak
için gerekli kuvveti elde etmeye vesile olacak askeri harcamaların artırılmasını
tavsiye ederken, öte yandan silah stoklarının nerelerde tüketilmesi gerektiğine
işaret ediyorlardı.

III. Entelektüel Muhariplerin Dünya Görüşü

Global savaşın başladığı ilk cephede savaşan entelektüellerin önemli bir kısmı
Harvard ve Yale gibi dünyaca tanınmış üniversitelerden mezun olduğuna ve hatta
bazıları buralarda ders verdiğine göre, savaş kararlarının kuvvetli gerekçesi
olmalıydı. Kendilerini demokrasi havarileri gibi gören bu entelektüel grup,
yüzbinlerin hayatına mal olsa da demokrasiyi yayacaklarını iddia ediyorlardı.
Bundandır ki, Irak işgalinin adı "Irak Kurtuluş" savaşı oluverdi. Oysa
Ortadoğu’daki diktatör rejimleri, ülke menfaatleri öyle gerektirdiği için, halen
ayakta tutan yine bu demokrasi havarileriydi. O halde söylediklerinden ziyade
yaptıklarına bakıp bir hüküm vermek gerekirdi.

Entelektüel muhariplerin dünya görüşünü en iyi analiz edenlerden biri, "sulh-u
umumi" kavramıyla ifade ettiği "global barışı" savunan Bediüzzaman Said
Nursi’dir.12 Entelektüel muharipler, Nursi’nin 12. Söz’de "felsefe şakirdi" diye
tenkit ettiği gruba benzer. Onlar, "nokta-i istinadı kuvvet kabul eder. Hedefi
menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidal tanır. …Semerâtı ise, hevesât-ı nefsâniyeyi
tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir. Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür.
Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u
cidâlin şe’ni çarpışmaktır. …İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb
olmuştur."13

a. Kuvvetli olan haklıdır

Entelektüel muhariplerin dayanak noktası "kuvvet"tir. Bütün güçlerini kuvvetten
alırlar. Kuvvetini kararlarının hakkaniyetinden almak yerine, kuvvetleri
sayesinde haksız kararlarını hak diye herkese kabul ettirirler. Bu nedenle
kuvvetlerini zinde tutmak için gayret gösterirler. Nitekim Global İmparatorluk
askeri harcamalarını 2000 yılındaki 288 milyar dolar seviyesinden, 2003 yılında
476 milyar dolar seviyesine çıkartarak daha da kuvvet kazanıyordu. Bu kuvvete
dayanan entelektüel muharipler savaşın hakkaniyeti noktasında Birleşmiş
Milletler’i ikna edemeyince, tek başına hareket etmede bir beis görmediler.

b. Hayat bir mücadeledir

Kuvvetini artırmak için yüz milyarlarca dolar harcadıktan sonra, bu kuvveti
kullanmak gerekirdi. Yoksa bir nevi israf olacaktı. Entelektüel muharipler,
kuvvetin verdiği kibirle kendilerini rahatsız eden sivrisinekleri temizlemek
istiyordu. Hem onların dayanak noktası hak ve adalet yerine kuvvet olduğundan,
hedefleri olan "menfaatlerini maksimum kılmak" için çatışmak kaçınılmaz
görünüyordu. Kullanmadıktan sonra dünyanın en süper ordusuna sahip olmanın bir
anlamı kalmıyordu. O halde bir yolunu bulup bu kuvveti kullanmak gerikirdi.
Başkan Bush’un "şeytan ekseninde" yer alan kötüleri ortadan kaldırmanın tam da
zamanıydı. Hem, hayat iyi ile kötü insanlar arasında geçen bir kuvvet mücadelesi
değil miydi. Bir zamanlar kötü insanlar Kızılderililerdi, sonra onların yerini
Zenciler aldı, sonra Japonlar, Almanlar ve Çinlilere sıra geldi. Şimdi sıra
Müslümanlara gelmişti. Varlığını başkasıyla mücadeleye bağlı bilen bu
muharipler, yeni zencilerini bulmuşlardı. Kendinden olmayan "öteki"yi şeytandan
yana bildiği için imhasında bir beis görmüyordu.

c. Hedef, menfaatini maksimum
kılmaktır

Entelektüel muhariplerin nihai hedefi ise ekonomik ve politik "menfaat"lerini
maksimum kılarak nefsani heveslerini tatmin etmektir. Kârını maksimum kılmak
için ürettiği silahları satması gereken kapitalist, savaşı bir ticari eylem gibi
görürken, 2004 yılı seçiminde koltuğunu muhafaza etmek isteyen politikacılar
için ekonomik durgunluğun en etkin ilacı olan savunma harcamalarını artırarak
ekonomiyi canlandırmaktır. İktisada giriş dersini alan öğrenciler bile ekonomik
durgunluk durumunda harcamaların artırılmasının faydalı olduğunu bilir.
Kapitalist sistemde seçmenin en birincil endişesi ekonomi olduğuna göre,
ekonomik göstergeler bir sonraki seçimin temel belirleyicisi olacaktır.

Irak Savaşı’nın gerçek nedeninin, özel firmalarla bağlantısı olan mevcut
Amerikan yönetiminin çıkar hesaplarına dayandığı şeklindeki argümanları sağır
sultanlar bile duymuştur. Global ölçekte yapılan savaş karşıtı gösterilerde bu
argümanlar pankartları süsledi. Başkan Bush, Başkan Yardımcısı Cheney, Başkan’ın
Milli Güvenlik Sekreteri Rice başta olmak üzere mevcut Bush yönetimi ile petrol
şirketleri arasındaki ilişkiler bu tarz pankartların ilham kaynağı olmuştu.
Amerikan yönetimi dünyanın en büyük ikinci petrol yataklarına sahip ülkeyi 51.
eyalet gibi politik sınırlarına dahil etmekle, hem dünya petrol fiyatlarını
kontrol altına alacak, hem de petrollerin işletimini kendilerini destekleyen
firmaların emrine vererek iki yönlü kazanç elde edecektir.

Nitekim, entelektüel muharipler, bir vefa borcu olarak, kendilerini besleyen
firmaları, Irak’ın inşası için yapılacak beşyüz milyar dolara ulaşması beklenen
ihalelerle ödüllendirmeye başlamıştı. Daha savaş bitmeden ihaleleri almaya
başlayan şirketlerle entelektüel muharipler arasındaki ilişkiye bakıldığında
"menfaat"in global savaş kararlarında nasıl rol oynadığı görünüyor. Başkan
Yardımcısı Cheney’in beş yıl yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Halliburton
adlı petrol firması pastadan ilk parçayı koparan firma oldu.14 Perle ise
ekonomik menfaat sağlama iddialarından dolayı siyasi görevinden istifa etmek
zorunda kaldı. Savunma Bakanı Rumsfeld’in bir zamanlar yöneticiliğini yaptığı
Bechtel firması da pastadan en büyük payı alan firmalar arasında yerini aldı.15

d. İnsaniyete terakki etmemiş
"vahşi insanlar"la savaşmak haktır

Entelektüel muhariplerin nazarında kendi vatandaşları dışındaki insanların büyük
ekseriyeti henüz insaniyete terakki etmemiş vahşi hayvanlar hükmündedir. Bu
nedenle, adalet duygusu incinmeden 10 gün içinde 10 binleri imhadan rahatsızlık
duymaz. Irak Savaşın’da ölen 10 bin insan yerine 10 bin köpek imha edilseydi
muharip entelektüeller ve onların halkı etkileme aracı olan muharip medya daha
çok ıztırap duyacaktı. Nitekim Amerika’da köpeklere gösterilen saygı ve yapılan
hizmetin derecesi, dünyanın birçok yerinde insan olarak dünyaya gelenlerin
buradaki köpeklerden daha talihsiz olduğunu gösteriyor. Oysa global barış
taraftarı Bediüzzaman’a göre "Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir
yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları
mahv(eden)… milyonlar masumların kanlarını heder (eden)"16 bir harb adalet
kanunlarına sığmaz. Nitekim, ehl-i vicdan bazı yazarlar Afganistan ve Irak’ta
yaşananların zulüm olduğunu açıkça yazdılar. Howard Zinn, bir makalesinde 11
Eylül’deki terör vahşetini hatırlattıktan sonra, günümüz modern savaşları ile
terörizm arasında benzerlik olduğunu dile getirir: "İkisinde de saldırgan haklı
gördüğü davasını kazanmak için masum insanları öldürür. Onların (teröristlerin)
bilerek masumları öldürmesiyle bizim (savaş ilan edenlerin) askeri güçleri hedef
alıp, masumları kazara öldürmemiz arasında bir fark olduğuna inanmıyorum."17
Neticede ikisinde de masum insanların hukuku zayi oluyor. Hatta, günümüz modern
savaşlarında mağdur olan masumların sayısı, en dehşetli terör hadisesinin
mağdurlarından daha fazladır.

Entelektüel muhariplere göre, tam adalet ancak kendi vatandaşlarına hastır.
Bunun dışındakilere kısmi adalet uygulanır. Kısmi adalet ise, bir cani için on
masumun canını fedaya cevaz verir. Nitekim Irak örneğinde bir cani için
onbinlerin canı feda edildi. Oysa, global barış entelektüeli Nursi’ye göre bir
cani için binler masumu öldürmek hiçbir adalet kanuna sığmaz. Nursi, masumun
hakkının zayi olmasını dikkate almayanlara hipotetik bir temsil ile şöyle
seslenir: "Sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum
ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne
derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede
bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u
adaletle batırılmaz."18

IV. Entelektüel Barış Cephesi

Yirminci yüzyıl insanlık tarihinin en kanlı savaşlarına sahne olup, savaşın
gerçek yüzünü ortaya koyduğu için, çok önemli barış entelektüellerin yeşermesine
vesile olmuştu. Hindistan’da Gandhi, Amerika’da Martin Luther King ve Türkiye’de
Said Nursi bunların başında gelir. Gandhi şiddete başvurmadan, haksızlığa karşı
sivil itaatsizlikle mücadele etmeyi insanlığın kullanabileceği en büyük kuvvet
olarak görür. Gandhi’ye göre, şiddete dayalı olmayan bu kuvvet atom bombasından
bile daha kudretlidir, maksada ulaşmak için. Nitekim, Gandhi İngiliz’lerin
muazzam askeri gücüne karşı bu kuvvetle mukabele edip muzafer olmuştu.19 Marthin
Luther King, Gandhi’nin sivil itaatsizlik yöntemini kullanarak, Amerika’da
zencilerin sivil haklarını almak için şiddete başvurmadan büyük mücadele verir.
"Benim bir rüyam var" diyerek davasına samimiyetle adanmış olduğunu dile getiren
King, hayatına mal olsa da, sonuçta maksadına ulaşır.20

Nursi, kendisine yönelen baskı ve zulümlere rağmen, talebelerine asayişi
muhafaza etmelerini tavsiye ederek dahilde barışı muhafaza ettiği gibi, harice
karşı da barış içinde yaşamanın gerektiğini belirtir.21 Nitekim Nursi, 1911
senesinde, Şam’da verdiği meşhur hutbesinde maddi kılıncın kılıfına girdiğini ve
medenilere karşı barış içinde ilim yoluyla mücahede zamanı olduğunu ifade
ederek, gelecekte global barışın hakim olacağını şöyle dile getirir: "Nasıl ki
eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını
kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh,
kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî
kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak."22

Nursi, Kur’an’dan aldığı dersle, insanı mahlukat içinde en mükerrem ve en
ehemmiyetli gördüğü için, onları imha yerine ilimle ıslah etmek gerektiğini
düşünür. Nursi, en güzel bir şekilde yaratılıp, melekleri daha geçebilecek bir
potansiyel ile dünyaya gönderilen insanı savaşla imha yerine, ilim ve dua ile
ıslah etmek gerektiğine inanır. Nursi’ye göre, bir zümre yerine bütün insanlığı
saadete ulaştırmak için "istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin
mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi
de temin edecek."23

Nursi sadece dahilde değil, hariçte barışın tesisine çalışır. Bağdat Paktı’nın
1955 yılında imzalanmasından sonra, zamanın Cumhurbaşkanı’na şu tebrik mektubunu
gönderir: "Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu
millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u
canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u
umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda
hissettim…"24 Aynı mektubunda, sözkonusu Paktın Müslümanlar yanında "800
milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler
sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile
olacağı"nı25 beyan ederek bütün insanlık için barış ve huzuru arzuladığını beyan
eder.

V. Global Barış Entelektüelleri

Entelektüel muhariplerin sayısına oranla az olmakla beraber, günümüzde gerek
Amerika’da ve gerekse dünyanın diğer yerlerinde, global barış için mücadele eden
birçok barış entelektüelinden sözedilebilir. Edward Said, Immanuel Wallerstein,
Jonh Esposito ve Karen Armstrong global barış için mücadele edenlerden bir kaçı.

Filistin asıllı ve Hıristiyan olan Edward Said, Ortadoğu’daki savaşın getirdiği
zulmü vicdanında hisseden bir entelektüel olarak yazdığı birçok kitap ve
makalesinde global barışın tesisi için çalışıyor. Columbia Üniversitesi’nde ders
veren Said, 11 Eylül olayından bir hafta sonra Al-Ahram Weekly gazetesinde
yazdığı makalesinde herkesi kolektif sabra davet ediyordu. Amerika’da bir grup
zümrenin bu olayı bahane ederek ellerindeki dünyanın en kuvvetli askeri gücünü
kullanmaya kalkışabileceğinden haber veriyordu.26 Said, özelikle Amerika’da
İsrail neo-muhafazakarlarını destekleyenler ile mutaassıp-Hıristiyanlar
arasındaki mevcut işbirliğinin dünya barışı açısından çok tehlikeli olduğuna
işaret ediyordu.27

Yale Üniversitesi’nde Profesör olan Immanuel Wallerstein Amerikan hegemonyasını
tahlil ve tenkit eden bir başka entelektüel. Wallerstein, Foreing Policy
Magazine’de çıkan bir makalesinde, Amerikan hegemonyasının global ölçekte kuvvet
kaybettiğini anlayan "şahinlerin" askeri güç kullanarak bu düşüşü önlemeye
çalıştığını iddia eder. Wallerstein’a göre, "şahinler bu yaklaşımlarında
yanılıyorlar ve Amerika’nın düşüşünü yavaşlatmak yerine daha da
hızlandırıyorlar."28 Bu yanılgının temel nedeni, şahinlerin hegemonyayı muhafaza
için sadece askeri güce odaklanmalarından kaynaklanıyor. Oysa, uzun süreli bir
hakimiyet ancak bireylerin kalbini fethetmekle mümkün olabilir. Wallerstein,
onbinlerin hayatına mal olan askeri savaşların kin ve nefretten öte birşey
getirmeyeceğini iddia eder.

Georgetown Üniversitesi’nde ders veren Jonh Esposito, 11 Eylül sonrasında İslam
ile terörün aynı kefeye konulmasının yanlış olduğunu anlatmak için büyük bir
mücadele verdi. İslam ve Hıristiyanlık konusunu mukayeseli olarak işlediği
çalışmalarından dolayı bu konuda bir otorite kabul edilen Esposito’nun
gayretleri, Amerika’da İslam konusundaki yanlış anlamayı önlemek noktasında
hayli etkin oldu. Ehl-i insaf bir Hıristiyan entelektüel olarak, İslam
hakkındaki önyargıları ortadan kaldırıp, Müslüman ve Hıristiyanların barış
içinde yaşamalarına zemin hazırlamak için yazdığı "Kutsal Olmayan Savaş: İslam
Adına Terör"29 ve "İslam Tehlikesi: Efsane mi, Gerçek mi?"30 adlı kitapları en
çok satan kitaplar listesinde yer alıyor.

VI. Global Barış mı, Global Savaş mı?

Bu sorunun cevabı Amerikan halkının entelektüel muhariplerin dünya görüşünü ve
insanlığa verdiği zararı anlamasına bağlı olacak. Amerikalılar, menfaati
nedeniyle savaşı havai fişek gösterisi gibi gösteren muharip medyanın büyüsünden
kurtulduğunda, global barıştan yana tercih yapacaktır. Amerikan yakın tarihinde
yaşananlar bu konuda bize ümit veriyor. Birkaç asır Zencileri köle gibi kullanan
Beyazlar içinde ehl-i insaf bir grup, yaptıklarının yanlışlıklarını anlayınca,
19. yüzyılın ikinci yarısında yanlıştan dönmek için büyük mücadele verdiler. Beş
yüz bin insanın hayatına mal olan Kuzey-Güney savaşının sebebleri tarihçiler
arasında halen tartışılsa da, köleliğin büyük bir etmen olduğu tartışma
götürmüyor. Kuzey eyaletlerinde oturanlar köleliğin artık son bulması
gerektiğini savunurken, güney eyaletlerde oturan Amerikalılar çiftçilik
yaptıklarından dolayı köleliğin kalkmasına karşı çıkıyordu. Kuzeyliler savaşı
kazanıp, köleliği kaldırdılar. Zencilerin kağıt üzerinde özgürlüğüne
kavuşmasıyla mücadele bitmedi. İçtimai hayatta beyazlarla aynı aracı kullanmak,
aynı lokantaya gitmek, aynı üniversiteyi paylaşmak için yapılan mücadele bir
asır daha devam edecekti.

Bugün global ölçekte yaşanan bir nevi "beyaz"-"zenci" mücadelesinin başka bir
şekilde yaşanmasından ibarettir. Gelişmiş ülkelerin vatandaşları "beyaz" rolünü
oynarken, müslümanlar ve geri kalmış diğer milletlere de "zenci" rolü düşmüş.
Amerika’da zenciler kendi köleliğini ortadan kaldıracak takate sahip olmadığı
gibi, günümüz neo-zencileri de global imparatorluğun kendine yaptığı
haksızlıkları önlemek kudretinden mahrum. Tek ümitleri tarihin yeniden tekerrür
etmesi.

Kapitalist çarkın yoğunluğu içinde olup bitenleri gecikmeli anlayan Amerikan
halkı, savaşın gerçek yüzünü idrak ettiğinde global barıştan yana tercih
yapacaktır. Nursi’ye göre insanlığın bu seviyeye ulaşması bazı prensipleri
hayata geçirmesine bağlı. Nursi’nin tesbitine göre, global imparatorluk "kuvvete
bedel hakkı" kabul etmezse; "gayede menfaate bedel fazileti" kabul etmezse; ve
"hayatta düstur-u cidal (mücadele prensibi) yerine düstur-u teavünü (yardımlaşma
prensibini)" esas tutmazsa sulh-umumiyi (global barışı) sağlayamaz.31 İnsaniyeti
yüceltecek evrensel değerleri hakim kılmak için, bu değerlere inanan insanların,
din, milliyet veya kültür farklarına bakmaksızın, bir araya gelip mücadele
vermesi gerekir. Nitekim, Vatikan’da Dinlerarası Diyalog Komitesinin Başkanı
olan Prof. Thomas Michel, bir Hıristiyan olarak, insanlığın yukarıda zikredilen
prensiplerde buluşması için mücadele verdiklerini belirtir.32 Esasen, bir
bilgisayar ekranı kadar küçülen dünyamızda, global barış, ancak bu tarz
birliktelikleri artırarak, insan haklarını her insan için aynı duyarlılık ve
adaletle tatbik edip ve hakkaniyeti menfaatin önüne geçirmekle sağlanabilir.

Dipnotlar

Not: Bu makalenin içeriğini olgunlaştırmamda yaptıkları eleştirel katkılarından
dolayı İlhan Kaya ve Michael Starzinski’ye teşekkür ederim.

1. Bir Fransız Aristokratı olan Tocqueville Amerika’yı 1831 yılında ilk defa
ziyaret ettiğinde gördüklerine hayran kalır. İzlenimlerini ülkesindeki
insanlarla paylaşmak için yazdığı iki ciltlik kitabında, Amerika’da demokrasinin
resmini gördüğünü ve bu sistemin insanlığa hürriyetler, eşitlik ve maddi refah
noktasında büyük vaatlerde bulunduğunu dile getirir.

2. The Washington Times, 30 Eylül 2002 (Yazının internetteki adresi:
www.washtimes.com/commentary/20020930-25444396.htm )

3. G. S. Kirk, J. E. Raven, M. Schofield: The Presocratic Philosophers, A
Critical History with a selection of texts, Second Edition, Cambridge University
Press, 1995.

4. Niccolò Machiavelli: The Prince, Çevirmen: George Bull, New York, N.Y., USA:
Penguin, 1999.

5. Michael Rosen: Hegel’s Dialectic and its Criticism, Cambridge, 1985.

6. Samuel P, Huntington: The clash of civilizations and the remaking of world
order, New York: Simon & Schuster, 1996.

7. The New York Times yazarı Bill Keller, 22 Eylül 2002 tarihli köşe yazısında,
bu konuyu tartışırken, Wolfowitz’in Pentagon için 1979 yılında hazırladığı
rapordan söz eder. Bu raporda, Wolfowitz, Saddam’ın Amerika için tehlike
olduğunu ve onu iktidardan düşürmek gerektiğini belirtir. Kaderin cilvesine
bakın ki, 14 sene sonra Saddam’ı devirmek kendisine nasip olur (!).

8. PNAC "Project for the New American Century"nin başharflerinin kısaltılmış
şekli.

9. http://www.newamericancentury.org/ (10 Nisan 2003 tarihinde alınmıştır.)

10. Bu mektuba PNAC sitesi üzerinden ulaşabilirsiniz.
http://www.newamericancentury.org/iraqclintonletter.htm

11.
http://www.newamericancentury.org/RebuildingAmericasDefenses.pdf (10 Nisan
2003 tarihinde alınmıştır.)

12. Bediüzzaman, 28 sekiz sene devam eden sürgün ve hapis hayatına rağmen,
talebelerine sürekli emniyet ve asayişi muhafaza etmelerini tavsiye etmiştir.
Mevcut idarenin keyfi kanunlarına boyun eğmemişse de, onları silah kullanarak
değiştirmek yerine, kalemiyle eleştirmeyi tercih etmiştir. Nursi’nin bilerek ve
ısrarla "müsbet hareket"i tercih etmesi, ona Gandhi ve Martin Luther King gibi
barışçıl yollarla davasını savunan barış entelektüelleri arasında saygın bir
konum kazandırır.

13. Nursi, Sözler, (12. Söz), Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001,
s. 122.

14. The New York Times’ın 11 Nisan 2003 tarihli nüshasında yer alan bir habere
göre Pentagon 7 milyar dolarlık bir ihaleye, rakip firmaları davet etmeden,
Halliburton’a verdi.

15. The Washington Post, 18 Nisan 2003.

16. Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 160-161,

17. Howard Zinn, A Just Cause, Not a Just War, The Progressive, 11 Aralık 2001.

18. Nursi, Mektubat (22. Mektup), Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 254

19. Parekh, Bhikhu: Gandhi, Oxford; New York Oxford University Press (UK), 1997.

20. Clayborne Carson, ed.: The Autobiography of Martin Luther King, Jr., New
York: IPM/Warner Books, 2001.

21. Said Nursi’nin barış ve savaş ile görüşünü Şükran Vahide 3. Uluslararası
Bediüzzaman Sempozyumu’nda sunduğu tebliğde ayrıntılı olarak açıklar. Bu konuda
detaylı bilgi edinmek isteyen okuyucuları sözkonusu makaleye havale ediyorum.

22. Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1995,
s. 41.

23. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 42.

24. Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001,
s. 437-440

25. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 437-440

26. Edward Said, "Collective Passion", Al-Ahram Weekly, 20 Eylül 2001.

27. Edward Said, "The Other America", Al-Ahram Weekly, 20 – 26 March 2003.

28. Immanuel Wallerstein, "The Eagle Has Crash Landed", Foreign Policy Magazine,
July/August 2002.

29. John Esposito: Unholy War: Teror in the Name of Islam, Oxford University
Press, March 2002.

30. John Esposito: Islamic Threat: Myth or Reality?, Oxford University Press,
1999.

31. Nursi, Sözler, s. 122

32. Thomas Michel, "War and Peach in the Tought of Said Nursi", a paper
delivered at the seminar: Peace and İslam, under the illumination of the İdeas
of the Risale-i Nur", İstanbul, 30 March 2003.