İslam hukukunun en gelişmiş kollarından birisi ibadât fıkhıdır. Muamelat
hukuku da nisbeten gelişmiştir. Ama siyasi hukuk bunların gerisinde kalmıştır.
Yine de Batı siyasi hukukçularıyla İslam siyasi hukukçularını birikim ve
müktesebat ve ürün noktasında karşılaştırmak mümkündür. İslam siyasi
hukukçularının yer yer onları geçtikleri de bir vakıadır. Ama bu hususta yazılan
müellefatın hepsi su yüzüne çıkamamıştır. Sözgelimi ünlü İslam siyasi hukuk
uzmanı Maverdi’nin müellefatının ekserisi tarihin yıkıntıları arasında ve
perdeleri gerisinde kalmıştır. Sadece çok az bir kısmı bize malolmuş veya
yayınlanmıştır. Bu eserler yeni nesillerin himmet ve gayretini beklemektedir. Bu
saha da umumen büyük himmet ve gayret beklemektedir. Bununla birlikte, medeniyet
sahasında gerilemenin üst yapı ve siyasetle de birebir alakası vardır. Bir
alandaki gerileme, zamanla umum sahaya yayılmakta ve önü alınamamaktadır. Her
sahaya sirayet etmektedir. Muhtelif nedenlerden dolayı, İslam hukukunun siyasi
fıkhı beklenilen seviyede gelişme kaydedememiştir. Bunda pratik uygulamaların
büyük yansımaları olmuştur.

Sultanların Siyasi Fıkhı: İstibdat

Bediüzzaman ve Ebu’l kelam Azad gibi günümüz müceddit ve İslam düşünürleri,
Asr-ı Saadetteki siyasi modeli, cumhuriyet modeli olarak tanımlamışlardır.
Hilafetin saltanata dönüşmesiyle birlikte bu alanda gerileme olmuş, İslam’ın
çevre modellere üstünlüğü zamanla kaybolmuş ve o günün umumi siyasi çevresiyle
uyum sağlamıştır. Bu itibarla, siyasi fıkıh da öncülüğünü kaybetmiş ve
sultanların mihverinde deveran eden bir fıkıh kolu haline gelmiştir. Bu da
istibdadı doğurmuş ve İslam alemini zamanla siyasi krize düçar etmiştir. Otorite
krizi, beraberinde sistem krizini getirmiştir. Bu nizamsızlığın veya siyasi
kaosun -en azından keyfiliğin- bir sonucu, mütegallibe zihniyeti almış başını
gitmiş; kökleşmiş ve yayılmıştır. Bu da bugün, Afganistan ve Irak gibi ülkelerde
gördüğümüz manzaraları ve nice facialara doğurmuştur. Korkunç gelişme ve değişim
ve bunun getirdiği modernizmin egemenliği, siyasi krizi daha da
derinleştirmiştir. Modern dünya ile arkaik ve eskinin mirası sistemler
arasındaki açı giderek daralacağı yerde artmıştır. Modernizmle beslenen
sistemler karşısında daha da zayıfladığından ötürü, sömürgeciliğe de teşne olmuş
ve iştahını kabartmıştır. Ünlü Müslüman sosyolog Malik Binnebi bu durumu kendi
kavramıyla izah eder: "Kabiliyetü’l hezime", yani hezimet ve yenilgi kabiliyeti.
Gassan Tuveyni gibiler de aynı bağlamda istibdadı, sömürgeciliğin biraderi ve
davetkârı olarak görmüşlerdir. Bu itibarla, İslam dünyasının siyasi krizi daha
tehlikeli bir hal almıştır. Bu siyasi kriz, İslam aleminin topyekün zaafiyetine
dönüşmüştür. Bunun neticesinde İslam aleminin diyarları harap, beldeleri zayii
olmuştur; Filistin, Afganistan vesaire gibi.1 Müslümanlar siyasi sistemlerini
yenileyemedikleri için yeniden çökme eşiğine gelmişlerdir. Newsweek, Le Monde ve
As Safir gibi mevkuteler Osmanlı’nın çöküşünden sonra İslam aleminin en zor
dönemini yaşadığına parmak basmışlardır. Petrol gibi imkânlara rağmen İslam
alemi, bütün asırların en zor dönemini yaşamaktadır. Arap alemi Filistin
meselesi ve uzantılarıyla alakalı 1973-74 yılında petrolü Batı’ya karşı silah
olarak kullanırken, bugün bu silahı eline geçiren ABD, aynı silahla Arapları ve
OPEC’i vurmaya çalışmaktadır. Zayıf yönetimlerin elindeki imkânlar ve
potansiyeller zayii olup gitmektedir. Elbette bu piramidi tersine çevirmemiz
gerektiği anlamına gelmez. Yeniden ayağa kalkmak için sosyal altyapıya gerekli
ihtimamı göstermek zorundayız.

Yeni Bir Cihad Tanımı İhtiyacı

Bu fıkhi alan, Asr-ı Saadette eşsiz ve bedii ve asimetrik bir yön olmasına
rağmen zamanla gelişmelerin gerisinde kalmıştır. Fiili uygulamaların paralelinde
gittiğinden dolayı, fiili iktidar yapıları gibi bir nebze kadük kalmıştır. Bu
alanda yeterli içtihad yapılamamış ve özgün ve asil bir sistem
geliştirilememiştir; iktidar sahiplerinin azli veya iktidarlarının belirli
dönemlerle sınırlı kalması gibi. İslam hukukuna göre, bu gibi sınırlamalarda bir
beis olmamasına rağmen bu tarz tatbikat ve modeller pek önplana çıkamamıştır. Bu
itibarla, siyasi fıkıh yeterince inkişaf edememiştir. Halbuki, inkişafa açıktır.
Şura prensibi dahi önünü sonsuza kadar açmaya muktedirdir. Ne var ki, nasıl
ihtiyaç insanın en büyük üstadı ve bir kaide-i külliye ise, aynı şekilde
marifetin iltifata tabi olması ve müşterisiz metaın zayi olması da bir diğer
kaide-i külliye ve değişmez sosyal bir kanundur. Şarkta devlete bağlılık
geliştiğinden dolayı ferdiyetçilik gelişmemiştir. Fertler bunun sonucunda siyasi
haklarını kazanamamışlardır. Eskilerin bıraktığı bazı tortular ve yanlış
yorumlama ve anlamalar nedeniyle bazı kavramlar üzerinde birikmiş tozların
silinmesi gerekiyor. Sözgelimi bugün cihad gibi kavramların efradına cami ve
ağyarına mani yeni yorumları yapılmalıdır. Kavramlara getirilen eski yorumların
bugün tedavülü, kurulu düzen veya mevcut sistemler tarafından engellenmekte ve
reddedilmektedir. Lakin yerine yenisini de koyamamaktadır. Bu da inançlı
kesimlerle rejimler arasındaki uyumsuzluğu derinleştirmektedir.

Bu, meselenin ifrat ve tefrit boyutlarından birisidir. Dolayısıyla bundan dolayı
Mısır’da ismi Sedat’ın katline karışanlardan Abdusselam Ferec ümmet hayatında
cihadın yokluğunu kastederek, "el Farizatü’l gaibe/Kayıp Fariza" adı altında
eserler yazabilmektedirler. Cihad ve benzeri kavramlarla ilgili eski tanımların
üzeri örtülürken, yeni tanımlara da yeterince imkan verilmiyor veya tanımlar bir
şekilde maniple ediliyor. Bu da yorumların ve dolayısıyla toplumun sağlıklı bir
zemine oturmasına mani olmaktadır.

Bütün bu eksikliklere rağmen, İslam tarihinin enginliği ve vüs’ati, içinden
sağlıklı siyasi modeller çıkarmaya elverişlidir. Keza en büyük müfessir olan
zaman da bizlere bu konularda aydınlatacak ve yardımcı olacaktır. Haramı helal
kılmayan veya helali de haram kılmayan Batının bu sahadaki çözümlerinden ve
tecrübelerinden de yararlanma imkanımız vardır…*

Harb-i Umumilerden
Müebbet Sulha

Müebbet sulh veya kalıcı barış özlemi tarih boyunca; savaş ve kargaşalar
arasında insanlığın ortak özlemine dönüşmüştür. Savaş, barış ihtiyacı için
insanlara yol göstermiştir. Oysa ki, kalıcı savaşlar kalıcı barışların yerini
almış ve daima onu tahtından indirmiştir. Bu fasit daire bozulamaz mı? Elbette
bozulabilir! Yeis mani-i her kemaldir. Umumi barış özlemi zaman zaman küllense
de sürekli olarak canlı kalmıştır. Bu özlemi en iyi ve yoğun bir şekilde
terennüm edenlerden birisi de Alman filozofu Kant’tır. Müebbet sulhu ve kalıcı
barışı, insanlığın ortak bir derdi olarak terennüm etmiştir. Müebbet sulh veya
sulh-u umumi Farabi’nin "erdemli şehir/el medinetü’l fadila"sı gibi ütopya
olarak görülebilir. Ama komünizm gibi nice ütopya olarak görülen fikirler, önce
umumi cereyan haline gelmiş, ardından da tatbikat mevkiini ihraz etmiştir.
Sulh-u umumi ütopya değil, bilakis gelecekte vaki olabilecek bir hakikatin
çekirdeği hükmündedir. Kuvveden fiile çıkmayı bekleyen bir potansiyel güçtür.
Bugün hayal bile addedilse böyle bir emelimiz olmayacak mı, olmamalı mı?**

"Bellumomnium Contra Omnis"

Latinlerin dediği gibi, bugün herkesin herkesle kavgalı olduğu bir dönemi
yaşıyoruz. Maalesef 11 Eylül saldırısı dünyada kaotik ve bilinmezlerle dolu bir
ortam vücuda getirmiştir. Kolektif güven anlayışını zedelemiş ve İkinci Dünya
Savaşı sonrasının eseri uluslararası kurum ve kuruluşları tarumar etmiştir. Eski
düzen kuvvetli bir şekilde sarsılmıştır. Şimdi eski düzenin küllerinden yepyeni
bir sistem doğacaktır. Bunun barış düzeni olması için gayret sarfetmeliyiz. Ve
bu kaosun en çok isabet ettiği bölge de İslam coğrafyasıdır. Bütün Dünya İkinci
Dünya Savaşı sonrası düzenle yoluna devam ederken, İslam dünyası Birinci Dünya
Savaşı’nın geriye bıraktığı köhnemiş mirasla yoluna devam etmekte idi. Ama
görülen o ki, bunun da sonuna gelinmiştir. Ya, yeni düzeni Müslümanlar dünya ile
elbirliğiyle kuracaklar ya da ABD-İsrail ekseninin kurduğu ve dayattığı düzeni
kerhen kabul edecekler. Dolayısıyla İslam dünyasının zati inisiyatiflere
ihtiyacı var. Böyle bir inisiyatifsizlikten yoksun olmak, İsrail’in cesaretini
ve Amerikalıların da iştahını kabartmıştır. Sırasıyla Somali, Afganistan ve
Irak’ta kaos ve yağma yaşandı. Bu ülkelerin kaosa düşüşüyle birlikte kargaşa ve
düzensizlik baş gösterdi. ABD ise kendisine göre, düzensizlikten bir düzen
çıkarmaya çalışmaktadır. Bunun için bilerek kaos ortamı meydana getirdiği de
ileri sürülmektedir. Bu ise sulh-u umumi ihtiyacını, evleviyetle de İslam alemi
merkez olmak üzere beraberinde getirmektedir.

İslam Siyasi Hukukunda Aslolan Barış mı, Savaş mı?

İslam hukukunda yasaklar birer istisnadır. İslam hukuku deyimiyle ifade etmek
gerekirse; aslolan hürmet (haram) değil, ibahadır (helal). Keza milletlerarası
veya devletlerarası hukukta da aslolan savaş hali değil, barış halidir. Değerli
hukukçu Vehbe Zuheyli İslam milletler hukukunda yüzyıllar boyu süren bir yanlışa
parmak basmış ve bunu tashih etmiştir. Bu yanlış da eski hukukçulara göre
uluslararası ilişkilerde aslolan barış değil, savaş statüsüdür. Hudeybiye
Anlaşmasını esas alan Müslümanlar hasım güçlerle barış akdini 10 yılla
sınırlandırmışlardır. Onlara göre, milletlerarası hukukta temel ve ana umde ve
prensip, barış değil, savaştır. Halbuki bu tesbit, yanlıştır. Aslolan, barıştır.
Savaş yasaksavma kabilinden bir istisnadır. Savaş, def-i şer kabilinden istisnai
bir durumdur. Genelleştirilemez. Genelleştirilmesi gereken ise aksine barış
halidir. Bugün çok anılan ve aranan Osmanlı barışı da bütün mahzurlarına rağmen
bu anlayışın bir meyvesidir. Savaşın amacı da, galebe çalmak veya mücerret
cihangirlik davası değildir. Zorlama hiç değildir. Davet ve tebliğin himayesi ve
saldırganlığın bertarafıdır. İslam’ın veçhesi ve yüzü, daima barışa dönük
olmuştur. İslam’a davet, bürhan ve hüccetle olacaktır, kılıç ve süngüyle değil.

Uluslararası ilişkilerde temel prensibin savaş değil de, barış olduğuna dair
görüşü seslendiren ve temsil eden fıkhi ekollerin başında Süfyan-ı Sevri ve Şam
İmam-ı Evzai mezhebi gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’in zahiri ve batini talimatları
da buna amirdir. İslam ruhuna uygun olan yaklaşım budur. Ancak tecavüz anında
savaş gerekli olur. Bu durum, nefs-i müdafaa veya hakk-ı bekaa diye de ifade
edilir. Belki bunlara eklenebilecek bir diğer neden de şudur: Savunma amacına
bağlı olarak hücumu defetmeye matuf, atak girişimdir. Ancak bu düşmanlık besleme
ile olamaz. Karşı tarafın açık düşmanlığına karşı öntedbir olabilir. Bu açıdan
bir hadis-i şerifte "el badiu ezlem" denilmiştir. Yani zulmü ve tecavüzü
başlatan taraf daha zalim ve kabahatlidir. Ancak bunu keyfilikle malul olan
"preemptive strike" yani önleyici darbe veya savaşla karıştırmamamız gerekir.
Zaten önleyici savaş kavramı Hıristiyanların tasvip ettiği değil, reddettiği bir
kavramdır. Bu kavramın banisi ve mucitleri bazı Siyonistlerdir. Bu kavramı 1951
yılında ilk ortaya atanlardan birisi eski İsrail başbakanlarından Ben
Gurion’dur.

İslam Evrensel Barışı Emreder

Bakara Suresi’nin 208. ayeti, evrensel barışa amirdir. Cenab-ı Hakk’ın buyruğu
şu mealdedir: "Ey iman edenler, hepiniz birden barışa girin. Şeytanın izini
takip etmeyin. Çünkü o, sizin açık düşmanınızdır…" İslamiyet nasıl bir
insaniyet-i kübra ise aynı şekilde evrensel sulh çizgisinin de adıdır. Bunu
isteyememek, İslamiyet’i tam olarak anlayamamamızdan ileri gelir. Ünlü hukukçu
Vehbi Zuheyli’ye göre, bu ayetin mefhumu ve mazmunu evrensel barış çağrısıdır.2
Kıtale, çarpışmaya, bu manada cihada çağıran ayetleri de iki kategoride
değerlendirmek icap eder. Her çeşidiyle zulmü defeylemek ve İslam davetini ve
tebliği himaye etmek ve fitneye geçit vermemektir. Hanefi fukahasına göre de
küfr veya inançsızlık illeti kıtal yani vuruşma/savaş sebebi değildir. Zaten
savaşta muhariplerin/savaşçıların dışındakilere ilişilmemesinin illeti de budur.
Bu doğrultuda, din adamlarına, kadınlara, yaşlılara ve savaşamayacak durumda
olan veya savaşmayan insanlara ilişilmez. Hiçbir şekilde onlar, savaşın
sonuçlarına ve su-i tesirlerine katlanmazlar. Vehbi Zuheyli ve Bekir Karlığa
gibi şahsiyetlerin de hatırlattığı gibi, Peygamberimizin 27 gazvesinden hiçbiri
saldırı amaçlı değildir. Kısaca, İslamiyet barış dinidir. Ve "selam"la İslam
aynı "silm" kökünden türemiştir. Selam ve İslam’ın yolları aynıdır ve selam
İslam’ın köprüsüdür. Bu itibarla, bazı maksatlı müsteşriklerin söylediklerinin
aksine, İslamiyet kılıçla değil, barışla yayılmıştır. Savaşlar, zaruretten ve
İslam mesajının kapatılan önünü açmak için yapılmıştır. Yolu açmıştır ki,
dileyen bu yoldan yürüsün. Herkesin tercihi neticede kendisine aittir. Keza
Allah’ın güzel isimlerinden birisi "es-Selam"dır. Cennete de "daru’s-selam"
denmiştir. İşgal altındaki Kudüs ve Bağdat’ın isimleri de cennetten mülhem
olarak "daru’s selam"dır. Cennet ahalisi de birbirleriyle karşılaştıklarında
söyleyecekleri ilk şey "selam" olacaktır. İslam, hayatın her safhasının barış
üzerine geçmesini ister. Bundan dolayı, sosyal barışı yaymanın bir aracı olarak
selamlaşmayı getirmiştir.

Bu boyut, Hazreti İsa’nın diliyle şöyle ifade ediliyor: "Doğduğum gün de,
öleceğim gün de bana selam olsun…" Esası barış ve adalet olan İslamiyet’in,
başkalarıyla münasebeti, barış ve adaleti esas alır.3 İslamiyet, adalet,
meşveret dini olduğu gibi barış ve kılıcı kında, kanı damarda tutma dinidir de.
Peygamberimiz (sav), Hazreti Ebubekir ve Ömer’e hitaben (r.a), "sizin ortak
fikrinize itiraz etmem…" demiştir. Böylece meşveretin en ulvisini yaşayarak ve
yaşatarak göstermiştir. Mısırlı merhum siyer tarihi uzmanı Halit Muhammed
Halit’in dediği gibi İslamiyet adalet dinidir; barış ve savaş onun iki
kanadıdır.4 Mevdudi gibi bazı yazarların hilafına cumhur-u ulemaya göre, cihad
bir savunma savaşıdır. Saldırı savaşı değildir. Öç almak, galebe çalmak,
sömürgecilik ve yayılmacılık İslamiyet’in gaye ve hedeflerinden uzaktır.
İslamiyet tebliğ aracılığıyla, baki hakikatlerin ve prensiplerin yayılmasına
taraftardır.

İnsanlığın En Son Merhalesi

Aslında, insanın yere ayak basmasından beri asude zamanlar, barış zamanları az
olmuştur. İnsanlığın bilinen tarihi buna şahittir. Soğuk savaşın ardından barış
düzlüğüne çıktığımızı zannederken heyhat bir de ne görelim dünya yine kan revan
oldu. Kendimizi yeni sıcak çatışma ve gerginlik atmosferleri içinde bulduk.
ABD’nin 11 Eylül’le birlikte cengaverlik/reconquista ruhu yeniden nüksetti veya
patlak verdi. Sanki Huntington medeniyetler çatışması projesini yazmış Bush ve
Bin Ladin gibiler de bunu sahnelediler. Ancak tarih ağır da olsa emin adımlarla
özlenen son merhalesine doğru ilerliyor. Yoldaki kazalar bunu durduramaz. Düşe
kalka da olsa ileriye gidiyor, geriye gitmiyor. Bunca felaketlere rağmen
insanlık tarihi ileriye akıyor. Bu gibi felaket ve helaketler sadece aşılması
gereken engeller olarak duruyor karşımızda. Bu itibarla, tekamül çizgisinden
geriye gidiş yok. Medeniyetler çatışması gibi tahrikvari projelere ve fiili
uygulamalara karşı, insanlığın vereceği cevap, topyekün barış arayışı olmalıdır.
Ve bugünden tezi yok bunun çareleri aranmalıdır. Bundan sonraki merhale
insanlığın ulaştığı en son merhale olarak topyekün savaşa karşı topyekün barış
merhalesi olmaya adaydır. Bu itibarla, tarihin geriye akışı veya sarması
ihtimali varid değildir. İnsanlığın gelinen merhalede Kant’ın terennüm ettiği
gibi5 müebbet ve kalıcı bir barışa ihtiyacı vardır. Son demlerini yaşayan
dünyada savaş tarrakalarından yorgun ve bitap düşmüştür. Tekamül çizgisindeki
müebbet ülke, müebbet vatan kavramlarına bir yenisi belki de en anlamlısı
eklenmiştir: Müebbet ve ebedi barış.

Cihadın mana ve mahiyetini kısaca özetlemek gerekirse: "İslam’da savaş ana ilke
değil, zorunluluk halinde başvurulabilecek geçici ve istisnai bir yöntemdir.
İnsan aklının ve iradesinin özgürleştirilmesi amacıyla, her türlü düşünce ve
anlayışın serbestçe hayata geçirilmesini sağlamak üzere "dinde zorlama"nın
olmadığını belirten İslam, Müslümanların yabancılarla ilişkilerini saldırı ve
çatışma esasına göre değil, barış ve güven esasına göre belirlemiştir. Özü
bakımından Hazreti peygamberin (sav) bütün savaşları saldırı amaçlı olmayıp
savunmaya yöneliktir…"

Dipnotlar

1. Faruk Abdusselam, Ezmetü’l-hükm fi’l alemi’l İslami, Mektebetü Kalyub,
Kahire, s. 12.

* Bu sahada yazılan ve hala aşılamayan eserlerden birisi Prof. Dr. Ahmet Reşid
Turnagil’e ait İslamiyet ve Milletler Hukuku adlı paha biçilmez eserdir. Bu
eserde, gayet muktedirane bir şekilde milletlerarası hukuk meyanında Garp ve
Şark sistemleri ve metodları ve deneyimleri arasında mukayeseler yapılmaktadır.
Bu sahada kıymetli eserlerden birisini de Şamlı hukukçu ve müfessir Vehbi
Zuheyli’nin El Alakat ed-Devliyye Fi’l İslam adlı çalışmasıdır. Aynı sahada ses
getiren çalışmalardan birisi de yine Şamlı Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan el
Buti’ye ait Cihad alı çalışmadır. Bu meyanda, Abdurrezzak Senhuri Paşa ve
Abdulkadir Udeh ve benzerlerinin çalışmaları da akla gelebilir. Bizde de, Ali
Rıza Temel Hoca’nın Harp mi, sulh mu? kitabı bu hususta rastlanan ender
kitaplardan birisidir.

** Aslında, birinci ve ikinci dünya savaşları veya harbi umumiler karşıt fikrini
de doğurmuştur. Bu da ebedi ve umumi barıştır. Umumi ve topyekün savaşlar
topyekün ve umumi bir barışı zaruri ve elzem hale getirmiştir. Gayet iyi
hatırlanacaktır ki, 28 Şubat süreci patlak verdiğinde Hürriyet gibi gazeteler
"topyekün savaş" başlıklarıyla okurlarının karşısına çıkmışlardı. Dindar
kesimlere karşı topyekün bir savaştan bahsediyorlardı. 11 Eylül süreciyle
birlikte buna benzer başlıklar dünya basınına aksetti. Uluslararası mühfillerde
konuşulmaya başlandı ve devlet ricali telaffuz eder hale geldi. Sözgelimi, The
New York Times gazetesinin Musevi asıllı yazarlarından Thomas Friedman, 11
Eylül’ün akabinde İslami hareketlere karşı Üçüncü Dünya Savaşı’nın açıldığını
yazdı. 11 Eylül sürecini yeni bir dünya savaşına benzetti. İkinci Dünya Savaşı
sırasında faşizmin işi, soğuk savaş döneminde de komünizmin işi bitirilmiş ve
şimdi sıra İslami oluşumlara gelmişti. Irak’ta kurularak işgal hükümetinde
tanıtma bakanı olacağı ve Muhammed Said Sahaf’ın yerini alacağı varsayılan James
Woolsey de 11 Eylül sürecini Dördüncü Dünya Savaşı’na benzetmiştir. Ona göre,
soğuk savaş dönemi üçüncü dünya savaşına tekabül etmekte idi. Böylece, topyekün
savaş arayışlarının olduğu bir zaman diliminde topyekün bir barış fikri daha
fazla öne çıkmakta ve kendini uluslararası gündeme dayatmaktadır.

2. Vehbe Zuheyli, El Alakat ed Devliyye Fi’l İslam, s. 94.

3. Ali Rıza Temel, Harp mi Sulh mu?, Seha Neşriyat, s. 17.

4. H. Muhammed Halit, Ed-Devletü Fi’l İslam, Daru’s Sebat, Kahire,
s. 78.

5. Ahmet Reşid Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku, Sebil Yayınları, s. 130.