Kur’an-ı Kerim’de insan, yalnızca ontolojik yönden değerlendirilen bir
varlığı ifade etmez; aynı zamanda belli amaçları olan, birtakım ahlaki
mükellefiyetler yüklenen ve yeryüzünün halifesi seçilen varlığı ifade eder.
İnsanın özgür irade ve akıl sahibi olarak yaratılması, onu diğer canlılardan
üstün kılmıştır. İnsan bu özellikleriyle kendisini sorgulayarak diğer insanlar
ile "iletişim" kurabilir. Bu özelliklerinden ötürü insan sosyal bir varlıktır ve
sürekli gelişime açıktır, iletişime mecburdur. Kur’an-ı Kerim insandan öncelikle
Allah’a ibadette bulunmasını istemekte ve insanın dünyaya gönderilmesinin
amacının Allah’a ibadet olduğunu zikretmektedir. Bu yüzden kâinata Kur’an-ı
Kerim’in önerdiği paradigma ile bakıldığı zaman Yaratıcının rızasına uygun
davranışlar, insanın en erdemli vasıfları olacaktır. Zira insanın yaratılmasının
amacı Yaratıcısını tanımasıdır. İlahi Kelam’da insanın Yaratıcıya uygun bir
yaşam biçimi geliştirmesi önerilmekte, model olarak da Hz. Peygamber
gösterilmektedir.
Bu yüzden Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları, tepkileri, uygulamaları
Müslüman için sadece beşeri bir tavır ifade etmez. Hz. Peygamberin
davranışlarını örnek almak, O’na benzemeye çalışmak Allah’ı sevmenin ve Allah
rızasına uygun yaşamanın en önemli şartıdır. Sünnet-i Seniyye olarak
adlandırılan bu nebevi davranışlar Bediüzzaman’ın deyimiyle "itaat yolları
içinde en makbul ve en müstakim ve en kısa" olanıdır. Sünnet-i Seniyyenin bu
öneminden ötürü Hz. Peygamber’in siyasi, idari, hukuki ve ahlaki
davranışlarından Müslüman’ın pratik sonuçlar çıkarması ve bunları yaşadığı
dönemin koşullarını da düşünerek hayata geçirmesi gerekmektedir.
Bir Örnek Olay Olarak Hudeybiye
Siyer ve İslam tarihi kitaplarında "Emrü’l-Hudeybiye", "umretü’l-Hudeybiye",
"Sulhu’l-Hudeybiye" şeklinde kaydedilen Hudeybiye Antlaşması ve bu antlaşmadan
önceki ve sonraki gelişmeler de Müslümanların beşeri ilişkilerde, iletişimde ve
tebliğde nasıl bir metod takip etmesi gerektiği hakkında önemli ipuçları
vermektedir. Hudeybiye Antlaşması yalnızca o dönemin siyasi ve ekonomik
koşullarında ortaya çıkmış bir hukuki olay olarak değerlendirilmemelidir. Zira
antlaşmanın taraflarından birisi İslamiyet’i bütün yönleriyle ve en güzel
şekilde yaşayan Hz. Peygamber ve Ashabı, diğer taraf ise İslamiyet’in bütün
güzelliklerine sırt çevirmiş ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayacak kadar
hoşgörüsüz bir siyaseti benimseyen Kureyşlilerdir. Ayrıca Hudeybiye
Antlaşması’ndan sonra Arap yarımadasında İslami inkişafta olağanüstü bir
hızlanmanın görülmesi de Hudeybiye’nin yüzeysel bir tarih okuma ile
anlaşılamayacağını göstermektedir. Hudeybiye, İslam tarihinde bir dönüm
noktasıdır ve birbiriyle insan olmaktan başka hiçbir ortak noktası olmayan iki
farklı grubun Hz. Peygamber’in gayret ve ferasetiyle barış ortamında yaşamasını
temin eden hukuki bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’de "Ap açık bir fetih yolu" (Fetih
Suresi: 1) olarak tavsif edilen Hudeybiye Antlaşması’ndan günümüz Müslüman’ına
düşen hissenin ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle Antlaşmanın hangi siyasi
ve ekonomik koşullar altında imzalandığını bilmekte fayda vardır.
Hudeybiye Antlaşması Hicretin 6. yılında (628) Hz. Peygamber ve Ashabının umre
yapmak amacıyla Medine’den hareket ederek Hudeybiye mevkiine gelmesi ve buna
karşın Kureyşlilerin Müslümanları Mekke ve civarına almama kararı üzerine
akdedilen ve zahiren Müslümanların aleyhine hükümler içeren hukuki-siyasi
olaydır. Bu umre seferinin görünüşteki sebebi Hz. Peygamber’in görmüş olduğu bir
rüyadır. Hz. Peygamber bu rüyasında hiçbir endişe ve korku duymadan Ashabıyla
birlikte Kabe’yi tavaf ettiğini, bazı Sahabelerin başlarını kazıttığını,
bazılarının da saçlarını kısalttığını görmüştür.1
Rüyasını Ashabına anlattıktan sonra umre ibadetini yerine getirme hususunda
anlaşma sağlanmış ve sefer hazırlığı başlatılmıştır. Hz. Peygamber sadece umre
ibadetini yerine getirmek istediği için yolculuk sırasında yalnızca korunma
maksatlı silahlar taşınmasını emretmiştir. Hz. Peygamberin silahlanmaya
sınırlama getirmesi Hz. Ömer ve Hz. Sad bin Ubade’nin muhalefetiyle
karşılaşmıştı. Ancak Hz. Peygamber bu isteğinde ısrarlı olduğunu belirtmiş,
niyetinin yalnızca umre olduğunu ifade etmiştir.2 Burada Hz. Ömer ve Sad bin
Ubade’nin muhalefet nedenine dikkat etmek gerekmektedir. Bu iki Sahabenin
muhalefet etmesi umre seferi öncesi Kureyşliler ile Müslümanların arasındaki
husumetin canlı olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber yolculuk öncesi Busr
b. Süfyan’ı Kureyşlilerin durumunu öğrenmesi ve onlara Müslümanların umre etmek
amacıyla harekete geçtiklerini anlatması için Mekke’ye göndermiştir.
Hz. Peygamberin
Barıştan Vazgeçmemesi
Müslümanların harekete geçtiğini duyan Kureyşliler Müslümanların kesinlikle
şehre sokulmaması hususunda karar almışlar ve Halid bin Velid öncülüğünde askeri
birlikler oluşturmuşlardır. Ayrıca Müslümanlara gözdağı vermek ve Müslümanların
Mekke’ye girişini imkansızlaştırmak maksadıyla bazı Arap kabileleri ile (Ahabiş
Kabilesi bunlardan birisidir) ilişkilerini güçlendirerek onları da yanlarına
çekmişlerdir.3 Hz. Peygamber’in elçisi Büsr b. Süfyan’ın Kureyşlilerin
hazırlıklarını Peygamberimize anlatmasından sonra bir durum değerlendirilmesi
yapılmıştır. Hz. Peygamber Kureyşliler’in diğer Arap kabileleri ile ittifak
etmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş, savaşmak gibi bir niyeti
olmadığını ama mecbur bırakılırsa savaşmaktan kesinlikle çekinmeyeceğini ifade
etmiştir.4 Hz. Peygamber’in tek gayesi umre ibadetini yerine getirmek olduğu
için olası bir çatışmanın çıkmasını arzu etmiyordu. Kureyşliler ile meseleyi
diplomatik yollardan çözmeyi umut ediyordu. Ancak Kureyşliler’in diğer Arap
kabilelerini Müslümanlar aleyhine kışkırtmasından büyük rahatsızlık duyuyordu.
Hz. Peygamber yolculuk sırasında Halid b. Velid öncülüğündeki Kureyş askeri
birlikleri ile çıkabilecek muhtemel bir çatışmayı engelleme maksadıyla yol
güzergahında değişiklikte bulunmuştu. Hz. Peygamber ve Sahabeleri yapılan
müzakereler sonucunda umre ibadetini yerine getirmeye kesin kararlı olduklarını
ifade etmişler, öncelikle barış taraftarı olduklarını, ancak Kureyşliler’in
kendilerini zorlaması halinde savaşmaktan çekinmeyecekleri konusunda karar
almışlar ve Mekke’ye doğru yolculuklarına devam etmişlerdir. Müslümanlar, Mekke
ve Medine şehirleri arasında yer alan Hudeybiye adlı bir kasabada
konaklamışlardı. Hz. Peygamber konaklama sırasında çevredeki Arap kabileleri ile
görüşmeler yapmış, savaş gibi bir niyetinin olmadığını, amacının yalnızca umre
ibadetini yerine getirmek olduğunu bu kabilelere de anlatmıştı. Bu kabilelerden
birisi Huzaa kabilesi idi. Hz. Peygamber bu kabile vasıtasıyla Kureyşliler ile
diyalog kurmak istiyordu. Hz. Peygamberin Kureyşliler ile anlaşma zemini ararken
aracı olarak Huzaa kabilesini seçmesi Kureyşlilerin ısrarlı bir şekilde
uzlaşmaya yanaşmamalarından kaynaklanıyordu. Hz. Peygamber bu maksatla Huzaa
kabilesi reisi Budeyl ibn Verka ile yaptığı görüşmede Kureyşlilerin siyasi ve
ekonomik yönden güçsüz durumda olduklarını, savaşın Kureyşlilere büyük zarar
vereceğini, Kureyşlilerin kabul etmesi halinde bir barış antlaşması
imzalayabileceğini ifade etmişti. Bütün iyi niyetlerine rağmen Kureyşliler savaş
isterlerse bundan kesinlikle çekinmeyeceklerini de açık ve seçik olarak
anlatmıştır.5 Bu dönemde Mekkeliler siyasi ve ekonomik yönden büyük sıkıntı
içerisindeydi. Hz. Peygamber yapmış olduğu araştırmalar sonucunda Kureyşlilerin
ekonomik ve askeri yönden güçsüz olduklarını gözlemlemiş ve Kureyşlilerin savaşa
cesaret edecek güçleri olmadığını anladığı için barışta ısrar etmiştir.
Mekkeliler bu dönemde güneyde Müslümanların hakimiyetinden ötürü rahatsızdı.
Bölgenin tek geçim kaynağı olan kervan ticareti Müslümanlar tarafından kontrol
altına alınmıştı. Hz. Peygamberin müttefiki olan Beni Huzaa Mekkelilerin Yemen’e
doğru açılmasına fırsat tanımıyordu. Kuzey bölgesinde yağmacı Gatafan ve Fezare
kabileleri Mekkelileri rahatsız ediyordu. Bu durum Mekkelilerin ekonomik ve
askeri gücünü zayıflatan olgulardı. Hz. Peygamber Kureyşlilerin ekonomik ve
askeri güçsüzlüğünü bilmesine rağmen Kureyşlilerin üzerine yürümemiş, barış
siyasetini tercih etmiştir. Huzaa reisi Hz. Peygamber ile yaptığı görüşmeden
sonra Müslümanların amaç ve isteklerini Kureyşlilere iletmiştir. Ancak
Kureyşliler hiçbir şart altında Müslümanların Mekke’ye sokulmayacağı konusunda
ısrarcı bir tutum sergiliyorlardı. Kureyşliler’in bu tutumuna Urve b. Mesud
karşı çıkmış, Hz. Muhammed’in teklifinin değerlendirilmesi gerektiğini
önermişti. Görüşme için kendisinin elçi olabileceğini ifade ettiyse de
Kureyşliler bu duruma karşı çıkmış, ancak şahsi bir görüşme için Hz. Muhammed
ile müzakere yapabileceğini, bu görüşmelerin kendilerini bağlamayacağını ifade
etmişlerdir. Urve b. Mesud Hz. Peygamber ile görüşmelerde bulunmuş ve Hz.
Peygamber’in istek ve önerilerini Kureyşlilere iletmiştir. Ancak Kureyşliler
yine uzlaşmaya yanaşmamışlardır.
Sahabenin Muhalefetine Rağmen Hz. Peygamberin Barış İstemesi
Kureyşlilerin uzlaşmaz tutumunu devam ettirmesine rağmen Hz. Peygamber
diplomatik yollar ile çözüme ulaşma niyetinden hiç vazgeçmemiştir. Hıraş bin
Ümeyye isimli Sahabesini Kureyşliler ile görüşmesi için elçi olarak
göndermiştir. Ancak Kureyşliler bu elçiye kötü muamelede bulunmuşlar hatta
suikast teşebbüsünde bile bulunmuşlardır. Elçisine bu şekilde muamele edilmesine
rağmen soğukkanlılığını yitirmeyen Hz. Peygamber, Kureyşlilerin yeni
tekliflerini bekliyordu. Hz. Peygamberin ısrarlı tutumu karşısında Kureyşliler
siyasetlerinde bir değişiklik yaparak bir elçi göndermeyi kararlaştırmışlardır.
Ahabiş Kabilesi reisi Huleys b. Alkame’yi elçi tayin etmişlerdir. Alkame
Müslümanların konakladığı Hudeybiye mevkiinde gözlemde bulunmuş, Müslümanların
silah durumunu inceledikten sonra niyetlerinin yalnızca umre olduğunu anlamıştı.
Bu yüzden Hz. Peygamber ile görüşme bile yapmadan Kureyşlilerin yanına dönmüş ve
onları fikirlerinden vazgeçirmeye çalışmıştır. Müslümanların Mekke’ye girmesine
engel olunması halinde Kureyşlilere vermeyi taahhüt ettiği askeri ve ekonomik
desteği çekeceğini de belirtmiştir. Buna rağmen Kureyşliler uzlaşma için somut
adım atmaktan kaçınmışlardır.
Kureyş ile olan sorunu barışçıl yollardan çözmeyi umut eden Hz. Peygamber, bu
sefer elçi olarak Hz. Osman’ı tayin etmiştir. Hz. Osman yaptığı görüşmelerde Hz.
Peygamberin tekliflerini iletmiş, öncelikle barış yanlısı olduklarını ifade
etmiştir. Kureyşliler Hz. Osman’a isterse kendisinin tavafta bulunabileceğini,
ancak Hz. Peygamber’in Kabe’ye girmesine kesinlikle izin vermeyeceklerini
belirtmişlerdir. Hz. Osman Hz. Muhammed tavaf etmedikçe kendisinin de tavaf
etmeyeceğini ifade edince Kureyşliler Hz. Osman’ı göz hapsine almışlardır. Bu
durum Müslümanlara Hz. Osman’ın öldüğü şeklinde ulaşmıştır. Hz. Osman’ın ölüm
haberini alınınca Hz. Peygamber Ashabından Kureyşliler ile savaşma hususunda
biat almıştır. Bu biata siyer ve tarih kitaplarında "Rıdvan Biatı"
denilmektedir. Hz. Peygamberin Ashabından savaşma hususunda biat aldığını duyan
Kureyşliler siyasetlerinde köklü bir değişiklik yaparak barış görüşmesi yapması
amacıyla Süheyl b. Amr önderliğinde bir heyeti Müslümanlara göndermişlerdir.
Yapılan görüşmeler sonucunda maddeler üzerinde uzlaşma sağlanmış ve sıra
antlaşmanın yazılı hale getirilmesine gelmişti.
Antlaşmanın yazılı hale getirilmesi aşamasında Hz. Peygamber’in barış
siyasetinde ne kadar samimi olduğunu gösteren ilginç bir gelişme yaşanmıştır.
Hz. Peygamberin antlaşma metninin başına "Besmele-i Şerife"nin yazılmasını
istemesi karşısında Süheyl b. Amr buna karşı çıkmıştır. Besmele-i Şerife’nin
İslami bir kelime olmasından dolayı tepki gösteren Kureyş elçisi, antlaşmanın
taraflarının yazıldığı kısma Müslümanları temsilen "Muhammed Resulullah"
yazılmasına da karşı çıkmıştır. Kureyşliler bunun gerekçesini Hz. Muhammed’in
risaletini kabul etmediklerini, böyle bir şeyi kabul etselerdi zaten Kabe’ye
girmelerine izin verecekleri şeklinde göstermişlerdir. Bu tepki üzerine Hz.
Peygamber, risaletinin Kureyşliler tarafından inkar edilmesinin "hakikat"i
değiştirmeyeceğini ifade etmiştir. Hz. Ali, Hz. Ömer ve diğer Sahabelerin
isteksiz tutumuna rağmen "Muhammed Resulullah" lafzını değiştirerek, sadece
dünyevi bir sıfat olan "ibn-i Abdullah" terkibini yazdırmıştır. Hz. Peygamber bu
uygulamasıyla Kureyş ile olan uzlaşmazlığı kaldırmış ve aralarında ortak olan
unsurları ön plana çıkararak barış antlaşmasının imzalanmasını sağlamıştır.
Hudeybiye Antlaşması şu maddelerden müteşekkildir:
1- Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden Hudeybiye’den geri dönecekler, umre için
ertesi yıl gelecek ve şehirde ancak üç gün kalacaklardır.
2- Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine
geri verilecek, fakat bir Müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade
edilmeyecektir.
3- Barış 10 yıl sürecek; taraflardan biri bu antlaşmaya dahil olmayan herhangi
bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacaktır. İki taraf, kendi
hakimiyetleri altındaki toprakları kervanların geçişi, hac ve umre için emniyet
altında tutacaktır.
4- Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabileceklerdir.6
Antlaşmaya Tepkiler
Hudeybiye Antlaşması görünüşte Müslümanların aleyhine hükümler içerdiği için
Müslümanların diplomatik alanda yenildiği düşüncesinin doğmasına neden olmuştu.
Sahabeler Medine’den hareket etmeden önce Kabe’yi tavaf ederek geri
döneceklerini ümit ediyorlardı. Ancak yaşanan siyasi gelişmeler Hudeybiye
Antlaşmasının akdini netice vermişti. Bu antlaşmanın bir hükmü de Müslümanların
o yıl tavaf etmesine izin vermiyordu. Antlaşma hükümlerinden birisi olan "esir
ve mültecilerin iadesi" hükmü de Sahabelerin bir bölümünün tepkisini çekmişti.
Bu sırada Sahabelerin muhalefetinin artmasını netice verecek bir olay
gerçekleşmişti. Kureyş elçisi Suhey b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel İslamiyet’i tercih
etmişti. Mekke’de ikamet ediyordu ve Müslüman olduğu için Mekkeliler ona işkence
ediyordu. Mekkelilerin elinden kurtulan Ebu Cendel Hudeybiye mevkiine gelerek
Müslümanlara sığınmıştı. Bu durumu gören Süheyl b. Amr Ebu Cendel’in antlaşma
gereği iadesini istemişti. Ancak bu sırada antlaşma henüz imzalanmamış olduğu
için Hz. Peygamber bundan sonraki iltica olaylarında antlaşmanın uygulanması
gerektiğini ifade etmiştir. Fakat Süheyl b. Amr’ın bu iade gerçekleşmediği
sürece antlaşmayı imzalamayacağını söylemesi üzerine Hz. Peygamber Ebu Cendel’i
iade etmek zorunda kalmıştı. Hz. Ömer bu konuda Hz. Peygamber ile görüşmelerde
bulunmuş ve antlaşma hükümlerinin inananların aleyhine olduğunu ve bu iade
olayının inananları küçük düşüren bir olay olduğunu söylemiştir. Ebu Cendel’in
teslim edilmesinden sonra şahit sıfatıyla atması gereken imzayı bir süre
geciktirmiş, daha sonra Hz. Ebu Bekir’in önerisi ve Peygamberin de antlaşmayı
kabul ettiğini söylemesinden sonra imzasını atmıştır.7 Sahabelerin bu
muhalefetinin nedeni Hudeybiye’nin zahiri görünümüne göre hükmetmelerinden
kaynaklanmaktaydı. Bazı Sahabeler Hz. Peygamber’in bu tasarrufunun bir vahiy ile
değiştirilebileceğini düşünüyorlar, bu yüzden bir süre beklemeyi uygun
görüyorlardı.
Müslümanlar Hudeybiye’den Medine’ye dönerken yolculuk sırasında zihinlerdeki
soru işaretini dağıtan ayetler nazil olmuştur. Yolculuk sırasında Fetih Suresi
nazil olmuş ve bu sure Hudeybiye Antlaşması’nın bir zafer olduğu konusundaki
şüpheleri ortadan kaldırmıştır: "Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık."8 Sure
aynı zamanda Rıdvan Biatı’nda Hz. Peygamber’e biat eden Sahabelerin Allah
tarafından yüceltildiğinden bahsetmekteydi.9 Ayrıca Hz. Peygamberin rüyasında
Kabe’yi tavaf ettiğini görmesinin Allah tarafından tasdik edildiğini,
Müslümanların "korkusuzca ve güven içinde" Kabe’ye gireceklerini müjdeliyordu.10
Hudeybiye Antlaşması’nın
Değerlendirilmesi
Hudeybiye Antlaşması Kur’an-ı Kerim’de "feth-i mübin" ve "nasr-ı aziz"11 olarak
nitelendirilmiştir. Başlangıçta Sahabelerin hikmetini kavrayamadığı bir antlaşma
olan Hudeybiye Antlaşması Kur’an-ı Kerim ile teyit edilen büyük bir siyasi
zaferdir. Antlaşmanın Müslümanların umresini 1 yıl sonraya ertelemesi Sahabeler
arasında hayal kırıklığı yaratan hükümlerden birisiydi. Oysa bu durum geçiciydi
ve Müslümanlar 1 yıl sonra Mekke’ye gelmişler ve şehirde 3 gün kalarak Kabe’yi
ziyaret etmişlerdir. Müslümanların en fazla tepkisini çeken hüküm ise "mülteci
ve esirler" ile ilgili madde idi. Hükme göre Kureyşlilerden Müslümanlara sığınan
bir mülteci Kureyşliler’e teslim edilecekti. Müslümanlardan Kureyşlilere sığınan
bir mülteci ise Müslümanlara geri verilmeyecekti. Bu hüküm zahiren Müslümanların
büyük bir siyasi tavizi olarak görülmekteydi. Ancak uygulama tamamen
Müslümanların lehine sonuçlar doğurmuştu. Zira Kureyşlilerden Müslümanlara
sığınan birisi ya Müslüman idi ya da Kureyş aleyhine cephe almış birisi idi. Bu
kişinin geri iade edilmesi Mekke ve civarında Müslümanların veya Kureyş
aleyhtarı insanların sayıca artmasını netice verecekti. Bu durum da elbette ki,
Müslümanların lehine olacaktı. Müslümanlardan Kureyşlilere sığınanlar ise
"münafık"tı ve bunların Medine’den çıkması Müslümanların birlik ve beraberliği
için daha faydalı idi.12 Antlaşmanın taraflarından birisinin yaptığı bir savaşta
diğer tarafın pasif kalması hususunda anlaşılması da Müslümanların Hudeybiye’den
sonraki fetihlerini kolaylaştıran bir madde idi. Bu maddeden ötürü Kureyşliler
Müslümanların Hayber Yahudileri ile yaptığı savaşta Yahudilere askeri ve
ekonomik yardım yapamamışlardı. Hayber Yahudilerinin yalnız kalması da
Müslümanların fethini kolaylaştıran bir unsur oldu. Hayber’in fethedilmesi de
Mekke’nin fethedilmesine uygun bir siyasi zeminin doğmasına neden olmuştur.
Hudeybiye Antlaşması İslam tarihinde dönüm noktası olan bir olaydır. Antlaşmaya
kadar Müslümanları tanımayan, muhatap kabul etmeyen ve Müslümanlara "atalarının
dinine sırt çevirmiş asiler" nazarıyla bakan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile
Müslümanları kendileriyle eşit bir güç olarak kabul etmişlerdir. Lammens Hz.
Muhammed’in barış görüşmeleri sırasındaki tutumunun Kureyş oligarşisini kendisi
ile eşit şartlar ile muameleye mecbur ettiğini, bunun da Müslümanların bütün
Arap yarımadasında büyük bir güç olarak tanınmasını netice verdiğini söyler.13
Müslümanların bütün Arap Yarımadasında "siyasi bir güç" olarak tanınmasını
netice veren bu antlaşmadan sonra diğer Arap kabileleri ile olan ilişkiler
arttırılmıştır.
Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Arap Yarımadasında kabileler arasındaki
diyalogların güçlendiğine dikkat çeken Bediüzzaman, bu sulhten sonra maddi
kılıçların kınına yerleştirildiğini, buna mukabil Kur’an-ı Kerim’in
hakikatlerinin insanlara ulaştırılmasıyla "kalplerin ve akılların"
fethedildiğini ve asıl fethin bu olduğunu söyler. Arap kabilelerinin
Müslümanlarla olan diyaloglarının artması neticesinde İslamiyet’ten kaynaklanan
güzelliklerin ve üstün ahlak örneklerinin Araplardaki inat ve taassubu ortadan
kaldırdığını ifade eder. Kur’an-ı Kerim hakikatlerinin Hudeybiye Antlaşmasından
sonra cilvesini gösterdiğini, bu yüzden birçok nüfuz sahibi Arabın İslamiyet’i
tercih ettiğine dikkat çeker.14 Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Halid bin Velid,
Amr ibnü’l As, Osman bin Talha gibi nüfuzlu kişilerin İslamiyet’i tercih etmesi
Müslümanların güçlenmesini netice vermişti.
Hudeybiye Barışından çıkarılabilecek bir başka sonuç "savaş"ın İslamiyet’te
yalnızca zaruri hallerde başvurulan bir olgu olarak değerlendirildiğini
göstermesidir. Hz. Peygamberin umre amacıyla sefere çıktığı için yanında fazla
silah bulundurmaması, bazı Sahabelerin muhalefetine rağmen silahsız yolculuk
kararında ısrar etmesi, Mekkelilerin diplomatik çözüm yollarını engellemelerine
rağmen soğukkanlılığını muhafaza edip bekleme siyasetini benimsemesi ve ancak
Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberinden sonra harekete geçmesi Hz. Peygamber’in
barış elçisi ve taraftarı olduğunu net bir şekilde gösterir. Nitekim Hz.
Peygamber aradan çok zaman geçmeden Mekke’yi fethettiğinde de savaştan kaçınmayı
tercih etmiş, kan dökme yerine insanlar ile diyalog kurmayı benimsemiştir. Oysa
Mekkeliler Müslümanların bu şehirde yaşamasına, ticaret yapmasına, Kabe gibi
bütün Araplar için kutsal olan bir mekanı ziyaret etmesine izin vermeyecek kadar
katı bir tutum sergilemişler ve İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren
Müslümanları taciz etmişlerdir. Mekkelilerin bu kötü karnelerine rağmen Hz.
Peygamber onlara hiçbir şekilde zulüm etmemiş, Cahiliye Araplarına ve tüm
insanlığa barış, diyalog, ahlak gibi üstün değerleri bizzat yaşayarak (Sünnet-i
Seniyye veya Kur’an ahlakı) öğretmiştir.
Sonuç
Hz. Peygamberin beşeri ilişkilerde ısrarlı bir şekilde barış yanlısı
uygulamalarda bulunduğu ve savaş kararını ancak düşmanın zorlamasıyla ve
siyasi-ekonomik şartların bastırmasıyla aldığı görülmektedir. Sözgelimi Hz.
Peygamber’in müşrik Araplarla yaptığı savaşlar Araplar’ın Müslümanlara siyasi ve
ekonomik ambargo koymaları, yapılan antlaşmaları bozmaları, Müslümanların
hayatını tehdit etmeleri, diğer Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmaları gibi
nedenlerden kaynaklanmıştır. Bu yüzden savaşın Müslüman için meşruluk ölçüsü
sınırlıdır ve bu sınırları Hz. Peygamber’in uygulamaları göstermektedir. Hz.
Peygamber’in Hudeybiye öncesi diplomatik çözüm arayışlarında ısrarlı tutumu,
antlaşmanın maddeleştirilmesi sırasında Kureyşlilerin nazarında bir önemi
olmayan "besmele-i şerife" ve "Muhammed Resulullah" lafızlarının kullanımından
vazgeçmesi O’nun barış sağlamada ne kadar ciddi olduğunu göstermektedir.
Hudeybiye’den iki yıl sonra Mekke’yi hiç kan dökmeden fethetmesi ve akabinde
bütün Kureyşlilere umumi af ilan etmesi O’nun amacının kan dökmek olmadığını,
insanların barış ve güven içerisinde yaşayacağı bir sosyal ortamı oluşturmak
olduğunu göstermektedir.
İman soyut bir hakikattir ve insanların bu hakikate inanması için zorlayıcı ve
baskıcı yöntemlerin geliştirilmesi İslami dayanaktan yoksundur. İnsanlar
arasında kin ve nefretin artmasını sağlayan, insanların psikolojik yapısında
olağanüstü değişiklikler yapan, masum binlerce insanın ölümünü netice veren ve
"ahsen-i takvim" suretinde yaratılan insana yakışmayan bir olgu olan savaş
vasıtasıyla insanları İslamiyet’e zorlamak Hz. Peygamber’in uygulamalarına
dayandırılamaz. Bu yüzden bütün insanlığın kurtuluş ve huzuru için Müslümanların
Hz. Peygamber’in bütün yaşamında ve özellikle Hudeybiye’de yapmış olduğu gibi
"barış"ta ısrar etmesi gerekmektedir. Hudeybiye, İslam dininin ve Hz.
Peygamber’in barış ve sulh taraftarı olduğunu öğreten hikmetli bir antlaşmadır.
Dipnotlar
1. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, C. 13-14, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981, s.
129.
2. A.g.e., s. 133.
3. A.g.e., s.137.
4. İbn Hişam, Siret-i İbn Hişam, C. III, Kahraman Yayınları, İstanbul 2001, s.
321.
5. Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2001, s. 346.
6. Muhammed Hamidullah, el-Vesaiku’s-siyasiyye-Hz. Peygamber Döneminin
Siyasi-İdari Belgeleri, Kitabevi, İstanbul 2000, s. 89-90.
7. Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, s. 352.
8. Fetih Suresi; 1.
9. Fetih Suresi; 18.
10. Fetih Suresi; 27.
11. Fetih Suresi; 1-3.
12. Muhammed Hamidullah, "Hudeybiye Maddesi", TDV İslam Ansiklopedisi, c.18,
İstanbul 998, s. 297-299.
13. H. Lammens, "Hudeybiye maddesi", MEB İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul
1977, s. 579.
14. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 35.