Şiddeti yok eden şiddet, yalanların en alçakçası değilse,
Vehimlerin en şairanesi. Her kavganın ezeli mazereti;
son kavga olmak.
—Cemil Meriç

Ele aldığımız konunun (barış) ne kadar canverici olduğunu (canalıcı olan
savaştı çünkü) bu yazı(lar) yazılırken ortaya çıkan güncel makro siyasi
gelişmeler ışığında, yerküremiz üzerinde yaşayan tüm insanlar olarak bir kez
daha idrak etmeye "duçar" olduk. Yakıcı bir gerçeklik içinde televizyonlarımızın
başında "seyirciydik".

Herkes barışı istiyordu. Belki de tarih boyunca hiç kimse savaşmak için
savaşmadı. Ama insanlar sık sık savaşmak için "makul"(!) gerekçeler buldular.
Tüm "savaş" harcamaları "savunma" bakanlıklarınca yapıldı. Artık postmodern
zamanlarda saldırının da savunma amacıyla yapılabildiğini hep birlikte gördük.
"Önleyici saldırı" barışa gölge düşmemesi, masum insanların teröre kurban
gitmemesi(!) için eylem değil, hatta niyet de değil, niyetinin bozulmuş olma
potansiyeline ilişkin şüpheden hareketle "ötekini" bertaraf etti.

Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlayan kavga hâlâ devam ediyor. Bu kadim
kavganın analizinde üç neden üzerinde durulur.1

1- Mülkiyet paylaşımı

2- Cinsellik (Kabil, Habille nişanlanmış olan kız kardeşiyle kendisi evlenmek
ister)

3- Kişilik yapısı; ikisi de aynı toplumun üyesi, aynı çevrede doğup büyümüş,
aynı anne-babanın çocuklarıdır ama insan davranışının ezeli iki ucunu temsil
edecek kadar ayrı kişilik yapısına sahiptirler.

Bu kavganın nedenini tek kelimeye indirgersek karşımıza "menfaat" kelimesi
çıkar. Kişinin kendi menfaatlerini maksimize etme isteğinin ana dinamiği, bir
başka deyişle "motor gücü" ise her insanda belirli ölçülerde varlığını sürdüren
ve belli ölçülerde terbiye edilmiş ve yönlendirilmiş narsisizmdir. Aslında tarih
boyunca meydana gelmiş kıyımların, savaşların büyük çoğunluğunda (belki
hepsinde) taraflardan en az birisinde bulunan dinamik etken maskelenmiş ve
çoğunlukla toplumsal(laşmış) narsisizmdir.

Kabil’den söz etmişken şunu da belirtmek gerekir. Habil’in ölümü ve zürriyetsiz
kalması sonucu biz yeryüzünü dolduran insanların sahip olduğu miras daha çok
Kâbil’den tevarüs etmektedir. Bu soyaçekimin izleri bazılarımızda hala ne kadar
canlı!

Kavga bazen ilginç paradoksal sonuçlar da doğurur. Bazen Kabiller Habillerin
duvara astıkları silahları ile onları avlarlar. Max Weber, 1904-5’te yayımladığı
"Protestan Etik ve Kapitalizmin Ruhu" adlı uzun makalesinde değişik etkileşimler
halinde din-etik-çıkar-ekonomi-otorite ilişkilerini ele alırken, Protestanlığın
zühdü ve yoksunluğu öne çıkaran anlayışının tüketimi kıstığını, biriken
sermayenin daha sonra dini ve etik çerçevelerden sıyrılarak amaç dışı bir sonuç
olarak kapitalizmi ortaya çıkardığını öne sürer.2 Kuzu kurt doğurmuştur.

Savaş değil savunma, tehdit değil güvenlik nedeniyle silahlanılır, savaşılır,
insanlar öldürülür. Bu kavramlar sihirli sözcükler olarak kitleleri kolay
hipnotize eder. Herkes kendi savaşının haklı, başkalarının savaşlarının haksız
olduğunu düşünürse, savaşlar nasıl sona erer? En nihayet "ulusal güvenlik"in
sınırlarını kim belirleyebilir? Askeri güvenlik, siyasi güvenlik… ve nihayet
ekonomik güvenlik… Başkasının ekonomik veya askeri çöküşü bizim ekonomik
güvenliğimizi garantiye alacaksa bu savaş nedeni olabilmeli midir? O zaman
Chomsky’nin "Türkiye gibi paralı asker devletler…" tanımlamasına itiraz edebilir
miyiz? Kavramlar ne kadar kaypak ve belirsizse,
manipulasyon-yönlendirme-dezenforme etme mekanizmaları o kadar kolay işler.

Irak’a saldırma konusunda çok iştahlı olan ABD’li şahinlerin askeri sanayi ve
finans kartelleriyle yakın ilişkileri dünya medyasında olduğu gibi Türkiye
medyasında da gündeme geldi. Ancak Türkiye’de askeri mali yapının sanayi ve
ticaretle birleşmesini sağlayan dişliler olan OYAK, ASELSAN türü kuruluşlar,
Savunma Sanayi Destekleme Fonu, bir dizi silahlı kuvvetleri güçlendirme vakfı
gibi kuruluşlarla, Savunma Bakanlığı bütçesinin dışına taşan ama yönetimi ve
denetimi militer birimlerce sürdürülen oluşumların hesapları ve bağlantıları pek
konuşulmaz. Türkiye’nin doğusunda onyıllarca süren "örtülü savaş"taki rant
uzantılarının Türkiye’deki şahinlerin iştahı ile olan ilişkileri de… Nitekim
OYAK gibi kuruluşların "krizde büyümesi"nin (OYAK, 2001 yılını 600 Katrilyon
kârla kapattı), elindeki rekabet dışı koşullarda elde edilmiş kaynaklara bağlı
olduğuna ilişkin saptamalar örneğindeki gibi "light" dokundurmaların ötesine
geçen eleştiriler pek yapılmaz.3 Diğer yandan finansman kaynaklarında OYAK’ın
yararlandığı büyük ayrıcalığın Avrupa Birliği müktesebatıyla uyumda
zorlanacağını bilmekle, Avrupa Birliği Katılım Sürecine gösterilen direncin
ilişkisi de hissedilir ama konuşulmaz.

Semavi dinler hatta hemen tüm dinler en temel ilkelerinden biri olarak insanları
barışa ve kardeşliğe davet ederken, insanlar tarih boyunca belki de en büyük
katliamları dinler adına yaptılar. "Bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını
çevireceksin" diyen bir öğreti adına Haçlı Seferleri düzenlenmişken, 10 emirden
biri "öldürmeyeceksin" diyen bir din adına her gün TV ekranlarımızdan yeni
öldürülmüş taze çocuk cesetlerini seyrediyoruz. Diğer yandan barış ve kardeşliğe
yaptığı teorik vurguya rağmen İslam’ın, Müslüman olmayan coğrafyalarda "kan ve
kılıç dini" olarak algılanmasının Batılı oryantalist bakışın önyargıları yanında
Müslümanların hangi hatalı pratiklerine tekabül ettiği de özgüvenli ve İslam
tarihini ve psikososyal geleneğini de içine alan özeleştirel, ciddi ve muktezayı
hale mutabık yeni bir anlayışla irdelenmeye muhtaçtır.

Çoğu zaman din adına yapılan savaşların psiko-sosyal analizi yapıldığında
karşımıza ilginç ve örtülü bir gerçeklik çıkıyor; toplumsal narsisizm. Dinler ve
benzeri üst sistemler asli yönüyle evrensel ve genel olan için bireyin kendisini
bastırması ve sınırlamasını ilkesel düzeyde öne çıkarırken, pratize olan durum
bazen bunun tam tersi süreçlerce belirlenebiliyor. Aslında belli orandaki bir
narsisizm tüm insanlarda bulunur. Bu, ölçülü miktardaki korku gibi, kişinin
hayatını idame ettirmesi için de gereklidir. İnsanın gelişimi bir yönüyle mutlak
narsisizmden nesnel düşünme ve nesne sevgisi geliştirme yetisine doğru bir
evrimdir. Bununla birlikte bu yeti belirli sınırları aşmaz. "Normal", "olgun"
bir kişi narsisizmini yok edemese de toplumca onaylanan en az duruma
indirebilmiş kişidir. Toplumsal hayata uyum sağlamayı mümkün kılan iki yoldan
biri olan bu durum, narsisizmin maksimal değil, optimal olması, yani kişinin
hayatını ve menfaatlerini koruyacak tarzda, toplumsal işbirliğiyle
bağdaşabilecek bir kalıntı çekirdeğe indirgenmiş olarak varlığını sürdürmesidir.
İkinci yol ise bireysel narsisizmin topluluk narsisizmine dönüştürülmesidir. Bu
durumda narsisist tutkunun nesneleri birey yerine boy, ulus, din, ırk vb.
olmuştur.4 O zaman da karşımıza milliyetçilik, ırkçılık ve bir nevi din
milliyetçiliği gibi yaşantılanan taassup çıkacaktır.

Narsisist bağlılığın en tehlikeli sonucu; akılsal yargıların çarpıtılmasıdır.
Narsisist bağlılığın nesnesi, nesnel değer yargılarına vurularak değil, benim
bir parçam ya da benim olduğu için değerli (iyi, güzel, akıllı, vb.) sayılır.
Narsisist değer yargısı önyargılı ve yan tutucudur. Bu ön yargı çoğunlukla şu ya
da bu biçimde akla uydurulur. Bu akla uydurma işlemi kişinin (veya
topluluğun-ulusun) zekasına ve gelişmişlik derecesine göre az ya da çok
çarpıtılmış olabilir.

Topluluk narsisizmini görebilmek, bireysel narsisizmi görebilmekten daha zordur.
Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim: "Ben (ve benim
ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz, bizden zeki, bizden iyi ve
bizden dürüst insan yoktur." Pek çok kimse bu insanın kaba, dengesiz, giderek
deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin karşısına çıkıp
da "ben" ve "benim ailem" yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal parti vb.)
koyarak bu konuşmayı yaptığında ülkesini, milletini vs. seven bir insan olarak
övülecek ve değerli bulunacaktır. Diğer uluslar ve dinler bu konuşmaya kızacak
ve makul bulmayacaklardır, ancak yüceltilen topluluğun içindeki her bireyin
kişisel narsisizmi doğrulanacağı için kabul görecek ve milyonlarca kişinin
paylaştığı bu yargılar akla-uygunmuş gibi görünecektir. Pek çok insanın nezdinde
"akla-uygunluk" yargısını akıl değil toplumun onayı belirler.5

Bu bağlamda belki de en çok sorgulanması gereken kavram "ulusal çıkar"
kavramıdır. İktidar sahipleri hemen her zaman saldırganlığı ve fırsatçılığı
"ulusal çıkar"ın gereği gibi göstermişler, insanlar bu ulusal çıkar kavramını
çaresiz kabullenmiş ama içini aslında "ulusal hak" kavramının içeriği ile
doldurmuşlardır.

"Bu eşitsiz mücadelede barışı, özgürlüğü ve adaleti arayanların "ulusal çıkar"a
karşı yükseltecekleri kavram "ulusal hak" olmalı. Biz Türkiye’ye haksızlık
yapılırsa bunun karşısında dururuz. Çünkü bu haklı bir duruştur, ezilenden yana
olmanın gereğidir ve dolayısıyla "ulusal hak"tır. Barış, özgürlük ve adalet
yanlıları bunun ötesini reddeder, bunun ötesi insanın kendi türüne ihanet
kapsamına girer. Yöneticiler medyanın bu kadar etkinleştiği bir dönemde,
dezenformasyon yoluyla, tecavüzü "ulusal hak" diye göstermeye de
kalkışabilirler. Yine de "ulusal çıkar" kavramını açıkça red ve teşhir etmek,
"ulusal hak" kavramını savunmak atılması gereken bir adım gibi görünüyor."6

Beni heyecanlandıran bir "sağduyu"yu içinde taşıdığı için bir süreli yayından
aynen alıntıladığım yukarıdaki paragrafın son cümlesindeki "uyanık olma
çağrısını" son yıllarda Türkiye’yi başta Kerkük olmak üzere Ortadoğu
coğrafyasından sık sık "göz süzdürülen" menfaatler karşılığında haksız ve
belirsiz bir kavganın içine çekme çabaları karşısında medyamızın ağzının suyu
ile gündeme taşıdığı tarihsel hak iddiaları ve taleplerini hatırlayarak yeniden
değerlendirmek isabetli olacaktır.

Diğer yandan narsisizmi bir patoloji olarak incelerken, bunun iki türü arasında
ayrım gözetmek önemlidir.

1- Tehlikesiz narsisizmde narsisizmin nesnesi kişinin (veya topluluğun-ulusun)
kendi çabaları sonucu ortaya çıkan bir değerdir. Örneğin kişi bir marangoz,
bilim adamı ya da çiftçi olarak ürettiği-ortaya koyduklarından narsisistik bir
kıvanç duyabilir.

2- Patolojik narsisizmde ise narsisizmin nesnesi kişinin yaptığı ya da ürettiği
bir değer değil, sahip olduğu bir değerdir; örneğin, bedeni, dış görünüşü,
sağlığı, zenginliği vb.

Birinci gruba girebilecek bir narsisistik doyum nesnesinden mahrum olan, yani
ürettiği ya da başardıklarıyla kendisini ortaya koyamayan geri kalmış
topluluklar, çoğunlukla, "aşağı ırk" olarak algıladıkları bir ırksal gruba
üstünlük taslayarak, kendi imgelerini şişirirler: "Varlıklı ve bilgili biri
olmasam da önemli biriyim ben; ‘beyazım’ ve/veya ‘Hıristiyan’ım."7 (Bir
Hıristiyan olan E. Fromm yerine biz bu cümleyi kendimize de uyarlayabiliriz.)

Bazen bu durum dolaylı olarak tersinden de ifade edilebilir. Hatta çoğunlukla
böyle yapılır. Sadece ötekinin kötü olduğu belirtilir; öteki geri kalmıştır,
temiz değildir, daha tembeldir, daha haindir. Daha’nın öte tarafı alçaldıkça
beri tarafı yükselecektir. Bu aşağılama uzaktaki ve sanal bir "öteki"ye karşı
değil, çoğunlukla kendi içinde ve yanı başında olana karşı yapılır. Aynı veya
komşu topraklarda yaşayan ve birbirlerine başka açılardan da bağlı olan
toplulukların, örneğin İspanyollar ile Portekizlilerin, Kuzey ve Güney
Almanların, İngiliz ve İskoçların birbirleriyle çatışmaları ve alay etmelerine
Freud "küçük farkların narsisizmi" adını vermektedir.8 Bazen "öteki"ni dışlama
ve aşağılama daha da ileri giderek patolojik bir düşünce yansıması olarak
herkesi kapsar; düşman bir dünyanın ortasında, "O’nun ondan başka dostu
olmadığına" inandırılan insanları savaşa teşne halde tutmak çok daha kolay
olacaktır. Bu ulusal paranoya iktidarların elinde gizli bir silah olarak
saklanır.

Halihazırdaki değerleri hakkında gizli bir özgüven eksikliği duygusunun sürekli
geçmişteki (veya toplumlar için tarihsel) başarıları gündeme getirmesi ihtiyacı
da bu mekanizmanın bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan
"damarımızdaki asil kan"da rengini buradan alır!

Sonuç olarak;

Sosyal ve ekonomik düzlemde küresel bir barış için asgari düzeyde bir
diğerkâmlığın olması zaruridir. Kuzeyin zengin 10 ülkesinin, güneye göre tam 75
kat daha zengin olduğu, dünyanın en zengin 10 kişisi arasındaki Microsoft’un üç
ortağının kişisel servetinin yeryüzündeki 1 milyar kişinin servetinden daha
fazla olduğu, Microsoft’un bir haftalık kazancıyla dünyada açlık sorununun
geçici, iki aylık kazancıyla da kalıcı bir şekilde çözülebileceği hesaplanırken,
her gün onlarca insanın açlıktan öldüğü bir küresel düzen, kalıcı bir barışı bu
bünyede nasıl barındıracaktır?

Politik düzleme gelince; bugün Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukuk
kurumlarını stratejik çıkarları için birer dekor olarak kullanan ABD’nin
benmerkezci-narsisistik globalleşme dayatmalarına karşı özellikle Irak saldırısı
sonrasında belirginleşen "küreselleşen muhalefet" olgusu, küresel barışın tesisi
için bir "imkân" teşkil edebilir. Hedefi oldukları güçlü bir tehlike karşısında
birleşen zayıfların ortak gücü zorbalığı önleyebilir.

Kimilerince modern siyasal felsefenin kurucusu kabul edilen 17. yüzyıl düşünürü
Thomas Hobbes’un kendisiyle özdeşleşmiş eseri olan "Leviathan"da insanların,
tabiatlarında bulunan sınır tanımaz iştahları ve iktidar hırsları nedeniyle
bunun önüne geçebilecek, toplumu ve insanları zapturapt altına alacak güçlü ve
sorgulanmaz bir devletin varlığının zorunlu olduğu tezini ileri sürmüştü. Bu tez
eksikleri ve kusurları nedeniyle eleştirilse de (örneğin bizzat devletin
baskısının da düzensizliği ve illegaliteyi teşvik edici bir unsur olduğu artık
biliniyor) bu tezi farklı bir okumayla ele alabiliriz. Birey-birey ya da
birey-devlet, toplum-devlet ilişkisinde eleştiriye açık duran bu tezi
uluslararası ilişkilerde adaleti tesis edici etkin ve egemen kurumsal yapıların
zarureti şeklinde okuyabiliriz. Zira kitle psikolojisinde "vicdan" daha az işe
karışır, narsisizm daha gizli işler ve devletler kendilerini daha çok "la
yüs’el" addetme eğilimindedirler. İkinci Dünya Savaşı’ndaki şok ve dehşetin
gerekli kıldığı Nürnberg uluslararası yargılamaları bunun için bir örnek
oluşturabilir. Son Irak örneğinde çok açık ortaya çıktığı gibi güçlü devletlerin
dünya kamuoyunu çok da önemsemediği ve kuvvetin "hak" iddia edildiği durumların
ortadan kalkması için saygın, adil, yaptırım gücüne sahip uluslar-üstü hukuksal
kurumların oluşturulması veya var olanların bu ihtiyaçlar nezdinde rehabilite
edilmesi gerekir. Zira küreselleşen ilişkiler, küresel bir adalet mekanizmasının
güvencesini de gerekli kılacaktır.

"Uygarlıklar Çatışması" adlı makalesiyle gerek 11 Eylül’den önce, gerekse 11
Eylül’den sonra adından sıkça söz ettiren Harvard Üniversitesi Öğretim üyesi
Samuel Huntington 11 Eylül’den sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle
diyordu: "Usame bin Ladin, uygarlık kimliğini yeniden kuvvetlendirdi. Batı’ya
karşı savaş açarak aslında Batı’nın ortak savunma kimliğinin oluşmasını
sağladı." Bu okuma biçimi tartışılabilir olsa da daha az tartışılabilir olan bir
gerçek bu okuma biçiminin kör noktasında bulunuyor: Irak saldırısı sırasında ve
öncesinde belki de yeryüzünde ilk defa farklı dinlere, farklı politik görüşlere
ve hayat anlayışlarına sahip insanlar dünyanın değişik ülkelerinde, değişik
dillerle aynı sloganları haykırdılar, aynı amaç uğruna yürüyüp değişik dillerde
yazılmış aynı içerikli pankartları taşıdılar. Haksızlık ilk kez bu ölçekte bir
tepkiselliği karşısına toplamayı başarabildi(!).

"Ezcümle" yerine Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun dünya medyasında "açık
mektup" olarak yayımladığı ve içinde onlarca kez George W. Bush’a teşekkür
ettiği yazısından küçük bir alıntı: "Teşekkür ederiz sana büyük önder George W.
Bush. Bu yüzyılda pek az kişinin üstesinden geldiği bir şeyi başardığın için
teşekkür ederim. Bütün kıtalarda yaşayan milyonlarca insanı aynı fikir uğruna
savaşmak üzere bir araya getirdin, bu fikir seninkine karşı ama olsun… Teşekkür
ederim, çünkü sen olmasan harekete geçme yeteneğimizi keşfedemezdik. Bu kez işe
yaramayabilir, ama ileride yararı olacağı kuşkusuz…"9

Dipnotlar

Not: "Narsisizm" sözcüğü doğru olmakla birlikte örneğin Freud gibi bazı yazarlar
söyleyişteki kakofoniyi önlemek için "Narsizm" şeklinde kullanmayı tercih
etmişlerdir. Ben Türkçe’de sıklıkla kullanılan şeklini tercih ettim.

1. Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, Bir Yayıncılık, İstanbul 1985, s. 105-106.

2. Donald MacRae, Weber, AFA Yayınları, İstanbul 1985, s. 80-83.

3. Ahmet İnsel, "Askeri harcamalarda gerçek tasarruf", Radikal İki, 2.12.2001,
s. 5.

4. Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınevi, İst. 1979, s. 64.

5. Age., s. 81-82.

6. Ahmet Çakmak, "Reel politiğe boyun eğmenin kaçınılmazlığı", Radikal iki,
20.4.2003,
s. 6.

7. Fromm, age., s. 78-79.

8. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, İstanbul 1999, s.
70.

9. Paulo Coelho, "Teşekkürler büyük önder Bush", Radikal, 14.03.2003, s. 8.