Bediuzzaman Said Nursi as an Example of Civil Disobedience
İrfani geleneğin modern zamanlarda en özgün ve en zengin külliyatını ortaya koymuş
ve yaşamıyla da eserini güçlendirmiş ve desteklemiş olan Bediüzzaman Said Nursi,
kendisini, adına dünya denen bu geçitte bir yolcu gibi hissederek yaşamıştı. İnsan
bir yolcudur, diyordu; ruhlar aleminden, ana rahminden, dünyadan, kabirden ve berzahtan
geçen ve sonsuzluğa doğru yürüyen bir yolcudur. Dünya yaşamı, bu uzun yolculuğun
kısa bir bölümüdür. Hadis, dünya hayatı için, 'bir yolcunun, çölde gezerken, bir
ağacın gölgesinde birkaç saat konaklamasıdır' der. Bediüzzaman'ın yaşamı, gerçekten
de bu Peygamber (sav) sözünde ifadesini bulan metaforun kamil anlamıyla gerçekleştiğini
gösterir. O'nun, Tarihçe-i Hayat'ı okunduğunda görülecektir ki, çağımızda da 'insan-ı
kamil' vardır ve marifet denilen İlahi hikmete sahip arif-i billahlar kalkış gününe
değin yeryüzünde, Allah'ın halifesi olmayı sürdüreceklerdir. İbn Arabi'ye izafe
edilen bir rivayette (gerçi bunu Hz. Mevlana'ya izafe edenler de vardır) şöyle denir:
Yeryüzündeki şeyler (nesneler), bir insanın parçalarıdır. Kimdir bu? Kamil insandır.
Yani Allah'ın kendisine hikmet bağışladığı kimsedir. Aziz Nesefi, bunu şöyle formüle
eder: Allah, kulunu ilkin abid kılar. Bu düzeydeyken ibadet konusunda duyarlı ve
çabalıdır. Sonraki düzey, zühd mertebesidir. Bu düzeye erişen kişinin gönlüne Allah'a
kulluktan başka bir şey düşmez. Bir sonraki düzey marifet makamıdır. İlahi bilgiye
mahzar olan kişinin kalbi, artık gayrdan arınmış ve 'hane sahibinin teşrifine hazır
hale gelmiş'tir. Çünkü hane mamur olmadan, ev sahibi gelmez. Marifet ve hikmeti
elde eden, Kur'an'ın ifadesiyle, 'çok hayrı elde etmiştir.' Bu makama erişen arif-i
billahın kimisi ise seçilir ve ona kutbiyyet verilir. Kutup düzeyi, bir bakıma dünyanın
çekim kutbu anlamına da gelir. Bu seçkin kişiler, hadis rivayetlerinden öğrendiğimize
göre, yüzyılda bir gelir. İşte kendi çağının çekim kutbu olması bakımından Bediüzzaman
da böylesi seçkinlerdendir. Onunla çağdaş olup, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu'nun
kimi bölgelerinde İslami aydınlanmanın öncüsü olmuş nice irfan ehli vardır. Lakin
kimin kutbiyyet düzeyine eriştiğini Allah bilir. Henüz yaşamının baharında, gençlik
günlerinde ateşin zekası ve İslami sorunlara ilişkin derin vukufiyeti, Said Nursi'ye
'Bediüzzaman' adını kazandırmıştır. Başkalarının yüklediği bu isme herhangi bir
itirazı olmamış, aksine, onu bir ön ad olarak kullanmıştır. Bedi, Allah'ın güzel
adlarındandır ve 'yaratışı güzel olan' anlamına gelir. Çağın güzeli, seçkini anlamında
bir isme kavuşan Bediüzzaman'ın tüm yaşamı boyunca, bu lakabın onurunu taşıdığı
her türlü tartışmanın üzerindedir. Bediüzzaman, Osmanlı'nın inkiraz günlerine, ulusal
mücadeleye, yeni devletin oluşumuna ve çok partili yaşama tanık olmuştur. Onun gizemli
yaşamı, bir geleneğin küllerinden yeni bir hayatın kurulma umutlarına, çok geçmeden
bu umutların kimini boşa çıkaracak olan ve kendisi açısından bereketli ama bir o
kadar da çileli olan zulüm ve baskının gölgesindeki günlere değin inanılmaz bir
zenginlikte geçmiştir. Çocukluk ve ilkgençlik yılları, Bitlis ve çevresindeki medreselerde;
gençliğinin bir kısmı Güneydoğuda kimi yerlerde ve aşiretler arasında, sonradan
İstanbul, kısa bir süre Ankara ve tekrar Doğu'da idrak edilir. Çocukluğu birkaç
rivayet dışında (Şahiner'in ve Badıllı'nın kapsamlı çalışmalarına rağmen) sisler
arasındadır. Gençlik döneminde birkaç Nakşi bilgin ve şeyhin telkinlerine mazhar
olmuştur. Çoğu mollanın on beş yirmi yılda ulaştığı düzeye, üç dört ay gibi kısa
bir sürede ulaşmış ve İslam düşüncesinin en kadim ve derin kaynaklarına uzanabilmiştir.
Bediüzzaman'ın çoğu yorumlarında etkisini hissettiren Zemahşeri, Suyuti ve Sekkaki
gibi düşünür ve bilginleri, İmam-ı Rabbani, İbn Farıd, Hz. Mevlana, İbn Arabi ve
Abdulkadir-i Geylani gibi arifleri gençlik döneminde kısa bir sürede okuduğu artık
biliniyor. Bize bu alanda, 'Risale-i Nur'un Kudsi Kaynakları' adıyla oldukça kapsamlı
ve titiz bir çalışma sunan Abdulkadir Badıllı'ya göre (o da gençlik döneminde Bediüzzaman'ı
tanıma onuruna ermiş ve ondan çeşitli telkinler almış, iltifatını kazanmıştır. İlk
görüşmelerinde, Badıllı'nın adını sorup Abdulkadir olduğunu öğrenince, Bediüzzaman,
'ben Abdulkadir ismiyle çok ilgiliyim' demiştir. Şerif Mardin'in de belirttiği üzere,
Bediüzzaman, hem Nakşi hem de Kadiri şeyh ve bilginlerden dersler almış, sonradan
o gürbüz geleneğin eserlerini bizzat mütalaa imkanı bulmuş ve kendisini o zincirin
bir halkası olarak ifade etmiştir) Üstad'ın düzenli olmayan ama olağanüstü yoğun
ve derin bir öğrenim süreci vardır. Bu süreçte gerek kelam, gerekse tasavvuf geleneğinin
başlıca eserlerini okumuştur. Kamus-ı Okyanus'u 'sin' maddesine değin kısa bir sürede
ezberlediğini bizzat kendisi aktarır. Ulusal mücadele günlerinde yurdun kurtuluşu
yolunda olumlu katkıları olmuş, öğrenci ve dostlarından oluşan bir milisin başında
Ruslara karşı savaşmış ve tutsak düşerek, bir süre Kosturma'da esir kampında kalmış,
ardından firar ederek Avrupa üzerinden İstanbul'a dönmüştür. Yaşamının yine sisler
arasındaki bu bölümüne ilişkin elimizde Ricalar başlığı altında yazdıkları dışında
herhangi bir belge yoktur. Ne ki, Bediüzzaman'ın otobiyografik metinleri olan; şiirsel,
etkin ve içtenlikli bir anlatıma sahip bu metinlerinden O'nun tutsaklık günlerini
nasıl bir ruh hali içinde geçirdiği açıkça görülebilir. Savaşta gösterdiği üstün
çaba, yaralı bir halde iki gün boyunca su içinde saklanması, esir kampını denetlemek
üzere gelen Rus komutanı karşısında ilmin izzetini korumaya yönelik korkusuz tutumu,
konuya ilişkin çalışan herkesçe teslim edilmektedir. Ne var ki, yıllar sonra İç
Anadolu'nun izbe bir kasabasındaki tutukevinin hücresine kapatıldığı ve kelimenin
tam anlamıyla bir lanetli, bir vebalı muamelesi gördüğü günlerde, Kafkas cephesindeki
bu çabalarını da hatırlatarak bir layihasında şöyle diyecektir:
'Meşru olmayan bir sevginin sonucu, merhametsiz bir düşmanlıktır' kuralı gereğince
adil olan İlahi kader, layık olmadıkları halde eğilim duyduğum dünya ehlinin zalim
eliyle bana azap veriyor. Ben de buna layık olduğumu düşünüyorum. Çünkü, Birinci
Dünya Savaşı'nda gönüllü alay komutanı olarak iki yıl çarpıştım. Ordu komutanıyla
Enver Paşa'nın övgüleri altında değerli öğrencilerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp
esir düştüm. Tutsaklıktan döndükten sonra, Hutuvat-ı Sitte gibi kitaplarımla kendimi
tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul'u işgali altında onların başına vurdum. Şimdi
beni işkenceli bir esarette tutanlara yardımcı oldum. İşte onlar bana, bu çabalarımın
karşılığı olarak zulmediyorlar. Rusya'da üç yıl, tutsaklığımda çektiğim sıkıntıyı,
burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Oysa Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı
olarak, Kazakları ve tutsakları kesen gaddar biri gibi görüyorlardı. Buna rağmen,
beni iman derslerinden yoksun bırakmadılar. Doksana yakın tutsak subaya ders veriyordum.
Bir kezinde Rus komutanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediğinden siyasi ders sandı,
bir defa engelledi, sonra özgür bıraktı. Kışlada bir odayı mescit haline getirdik.
İmamlık yapıyordum. Hiç karışmadılar. Oysa buradaki dostlar, vatandaş ve dindaşlarım,
kendilerinin imanına ve ahiretine hizmet etmeye çalıştığım kişiler, hiçbir geçerli
neden yokken beni altı yıldır sıkıntılı bir tutsaklık altında tutuyorlar. Belgem
olmasına rağmen, kendi imkanlarımla onardığım ve imamlık yaptığım mescide bile gitmeme
izin vermiyorlar. Kimseyle haberleşemiyorum. Yanıma bir yakınım veya dostum gelemiyor.
Öğrencilerimin görüşmesine müsaade etmiyorlar. Beni cemaat sevabından yoksun bırakmak
için, hücremde iki kişiye imam olmamı bile çok görüyorlar. İstemediğim halde biri
benim için 'iyidir' dese ona etmedik zulmü bırakmıyorlar. İşte böyle bir durumda,
Allah'tan başka kime başvurulur? Hakim, aynı zamanda savcı olsa, kimi kime dava
edeceğiz? Hey bedbahtlar, ben size ne yaptım? İmanınızın kurtulmasına ve ebedi mutluluğunuza
hizmet ediyorum. Demek, hizmetim halis olmamış ki, geri tepiyor, siz, buna karşılık
her fırsatta beni incitiyorsunuz. Kuşkusuz sizinle büyük mahkemede görüşeceğiz!
Bunları yazdığı dönem, Bediüzzaman'ın yaşamının en çileli günlerine tekabül eder.
Eşref Edip'e verdiği mülakatta belirttiği üzere, 'milletin imanını selamette görme'
dileğiyle iman ve Kur'an'ın gerçeklerini yazdığı ve yaydığı için, devlet tarafından
acımasız biçimde cezalandırılmış, bir kalkışma veya iktidarı ele geçirme niyeti
içerisinde olduğu öngörüsüyle ya sürgün edilmiş veya tutuklanmıştır. Tutuklu olduğu
zamanlarda da yasalardan doğan hakları elinden alınmıştır. Özellikle Afyon hapsi,
Bediüzzaman'ın hayatında bir dönüm noktasıdır. Burada soğuk ve nemli bir hücrede
defalarca zehirlenmiş, ölüme terkedilmiş, öğrenci ve dostlarından kimseyle görüştürülmemiş,
günlerce yarı baygın bir biçimde bırakılmıştır. Nietzsche'nin dediği gibi, 'Öldürmeyen
yara insanı daha güçlü kılar.' Bediüzzaman'da bu kural sürekli işlemiştir.
Milli mücadeleye ilişkin olumlu bir fetva yayınlamış, ülkenin işgalden kurtarılmasına
kişisel olarak katkıda bulunmuştur. Cepheler düşmandan arındıktan sonra, yeni devletin
ve meclisin oluşumunda Ankara'ya çağrılmıştır. Burada kendisine, mebusluk, şark
umumi vaizliği ve başka kimi görev ve ünvanlar önerilmiştir. Fakat Bediüzzaman,
tıpkı devrim sonrası Küba'sında kendisine sanayi bakanlığı önerilince geri çeviren
ve tekrar Bolivya dağlarına dönen Che gibi, teklif edilen bu türden resmi görevlerin
tümünü reddetmiştir. Meclis'te yaptığı konuşmada, iman ve namazın değerine ve vazgeçilemezliğine
vurgu yaptığı için kınanmış, devletin önerilerini elinin tersiyle ittiği içinse
yadırganmıştır. Sanırım yeni devletin kurucu aktörlerinin Bediüzzaman'a ilişkin
kuşku ve kaygıları bu tutumuyla birlikte güçlenmeye başlamıştır.
Bediüzzaman, evrensel bir hidayet çağrısı olan İslam'ın hakikatlerinin bir resmi
kurum marifetiyle ders verilmesini ve neşrini doğru bulmaz. Bugünkü Diyanet yapılanmasına
da yöneltilmiş olan bir eleştirisinde şöyle der:
Hak ve hakikat tekel altına alınamaz. İman ve Kur'an nasıl inhisar altına alınabilir?
Siz, dünyanızın yasalarını ve kurallarını tekelinizde tutabilirsiniz. Ama imanın
hakikatlerini ve Kur'an'ın ilkelerini, ücret karşılığında ve resmi bir biçimde,
dünyevi işler gibi yürütemezsiniz. İlahi bir bağış olan o sırlar, içtenlikli bir
biçimde, temiz niyetle, dünyadan ve nefsin zevklerinden uzaklaşarak elde edilebilir.
Üstelik sizin o resmi daireniz, memleketteyken beni vaiz olarak tayin etti, kabul
ettim ama maaşını almadım. Elimde vaizlik belgem var. Bu belgeyle dilediğim yerde
dini gerçekleri anlatabilirim. Benim sürülmem tümüyle haksızdır. Ayrıca yazdığım
iman hakikatlerini, ben doğrudan doğruya nefsime hitaben ifade etmişim. Herkesi
çağırmıyorum. Belki ruhu muhtaç ve kalbi yaralı olanlar, Kur'an'ın şifa verici hakikatlerini
arayıp buluyorlar.
Modernleştirici aktörlerin ne türden bir toplumsal dönüşümü öngördüklerini o
zaman sezen Bediüzzaman, uyarıcı görevini yaptıktan sonra, kendileriyle toplumsal
ve ahlaki idealleri uyumlu olmayan bu yeni kadronun önerilerini reddederek tekrar
Van'a döner. Bu dönüş, O'nun manevi yaşamında yeni bir evrenin de başlangıcına işaret
eder. Gençlik döneminde dini ya da felsefi ayrımı yapmaksızın çeşitli okumalar yapan
ve modern bilimin verileriyle dini uyumlu hale getirme çabasında olan Bediüzzaman,
giderek bu tutumundan vazgeçer. İslam ve Kur'an'ın çevresindeki surların yıkılacağına
ilişkin bir düş görür. Bu vakıasında, Kur'an'ın icazının kendi kendisini koruyacağını
öğrenir ve şöyle der: Bu zamanda, bu hizmetin sırrına mazhar olacağımı anladım.
Bu, O'nun bir bakıma ikinci evresinin başlangıç işaretidir. Bu vizyonunda Bediüzzaman,
yeni hayatın kurgulanmasında alabildiğine pozitivist ve rasyonalist davranılmakta
olunduğunu görmüştür. Aydınlanma projesinin model alındığı bu modernleşme süreci,
aslında Osmanlı'nın son döneminde başlamıştır. Cumhuriyet seçkinleri bu geleneğin
devamcısıdır. Fakat modernleşme çabaları yaşamın tüm alanlarına devletin aşırı biçimde
müdahalesiyle farklı bir mecraya kavuşur. Giyim kuşamdan alfabeye, öğrenim hayatından
edebiyata, hemen tüm alanlar modernleştiriciler eliyle yeniden kurgulanır ve düzenlenir.
Bu süreç içerisinde olup bitenlere seyirci kalmayan Bediüzzaman'ı, kimi sürprizler
beklemektedir. Devrimlere yönelik bazı kıyamlar da bahane edilir ve sonunda beklenen
gerçekleşir.
Bediüzzaman, yeni kadronun boy hedefidir artık. Kendisini insanın sonsuz mutluluğuna
adayan bu çilekeş arifin yaşamı, bu andan itibaren bir zindana dönüşür. Benim açımdan
en ilginç olan şey, Bediüzzaman'ın 'sistem'le ilişkisidir. Bu, bize modern zamanlarda
bir model sunabilir. Ama ne yazık ki, Risale-i Nur hareketine ilişkin çalışan araştırmacılar,
Bediüzzaman'ın bu yönüne karşı ihmalci davranmışlardır. Hapis ve sürgünlerle dolu
yaşamı, aynı zamanda modern zamanların gerçek bir arif-i billahının hayata ve yaşadığı
ülkenin rejimine karşı aldığı tutum bakımından da hayli ilginçtir. Risale-i Nur'un
'imani' olarak nitelenen metinlerini Bediüzzaman ya sürgün veya tutukevindeyken
yazmıştır. Öğrencilerinin de belirttiği üzere, O nereye sürülse, ardından O'na yaşamı
zindan edecek bir resmi görevli o kente gönderilmiştir. Erki ellerinde tutan ve
bu yetkiyi muhalif olanı ezmekte, halka zulmetmekte kullanan tüm iktidar aktörleri,
bu kamil insanın yaşamını zehir etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bediüzzaman,
iman esaslarının yaralandığı ve dinin ilkelerinin zaafa uğradığı, hayatın alabildiğine
dünyevileştirildiği bu dönemde tüm çabasını, bu yönde yoğunlaştırır. Bu yüzden Risale-i
Nur'un gövde metinleri, ahiret, haşir, tevhit, adalet ve peygamberlik gibi temalara
özgüdür. Ötebilgisinin uğradığı zaaf karşısında Bediüzzaman, bir kelamcı gibi davranarak,
inanç ilkelerini yeniden yazmış ve anlatmaya koyulmuştur. Bediüzzaman'ı 'yeni-kelamcı'
olarak nitelemek yanlış olmaz, fakat O'nun aynı zamanda zengin içsel yaşantısı göz
önüne alınırsa, tasavvuf geleneğinin de dışında olmadığı söylenebilir. Bediüzzaman'ın
sözlüğünün, yine kendinin 'İslam'ın mucizesi' olarak nitelediği İbn Arabi'nin metafiziksel
imajinasyonuyla şaşırtıcı bir benzerliği vardır. Barla'da dağa yakın bir evde yalnız
yaşadığı veya Başit veya Erek dağının doruğunda bir ağacın üzerinde bulunduğu sıralarda,
tam bir uzlet ve halvet hali içinde sürekli evrad ve ezkarla meşgul olduğu bilinmektedir.
Nakşi ve Kadiri geleneğinin ve kendisine üstad edindiği İmam-ı Ali'nin (ra) dualarını,
Hz. Peygamber'in münacatlarını, Cevşenü'l-Kebir'i ve Kur'an'ı sürekli okuması, akşam
namazından sonra kimseyle görüşmeyip yalnız bir durumda devamlı zikirle meşgul olması
da gösterir ki, O, bir kelamcı olduğu kadar bir sufidir de. Fakat tasavvufi geleneğin
gittikçe güçsüzleştiği, pozitivizmin tasallutunun arttığı bir dönemde artık 'tarikat'ın
da adabının kaybolmaya yüz tuttuğunu belirtmekten geri durmamıştır.
Bediüzzaman'ın İmam-ı Rabbani'ye yakınlığı kelamcı yönünü, İbn Arabi'ye olan
ilgisi de tasavvufi boyutunu gösterir. Risale metinlerine alttan alta egemen olan
bu iki nitelik, bu geleneklerin temel argümanları bilinmeden fark edilemez. Bediüzzaman'ın
açıktan veya ima yoluyla yaptığı göndermeler ya Kur'an ve hadise veya bir kelam
ya da tasavvuf kaynağına çıkar. Bu imaları izlediğimiz zaman, O'nun hem ilahi bir
ilhamla hem de inanılmaz bir terkipçi tutumla davrandığını görürüz. Bediüzzaman'dan
tasavvufa ilişkin olumsuz görüşler çıkarmak veya sadece kelam geleneğine O'nu hapsetmek,
en hafif ifadesiyle bilgisizliktir. Zira dinin 'büyük caddesi' olarak nitelediği
o ezeli ve ebedi yolda kendinden önce yürümüş olan her arifin bir gölgesi vardır
Külliyat'ta. Bediüzzaman, büyük bir meclise, bir irfan ve hikmet topluluğuna girdiğinin
farkındadır ve oradan konuşmaktadır. O meclisin adabı gereğince, 'hakkın hatırını
yüce tutar' ama, kendisi gibi o yolda yürüyenlerin hukukunun gerektirdiği biçimde
konuşur. Mağribli büyük bilge İbn Arabi'den söz ederken kimi zaman Muhyiddin İbnü'l-Arabi
der, kimi zaman sadece adını söyler. Bazen Hz. Mevlana der bazen Celaleddin diye
seslenir. Bu, onlar arasındaki adabın ve hukukun gereğidir. Ne var ki, eleştirilerini
de yöneltmekten geri durmaz.
Bediüzzaman'ın yaşamında yeni devletin teşekkül günleri ikinci evreye tekabül
eder. Bu dönemde acımasız biçimde hırpalanır ve cezalandırılır. Risale metinlerinin
henüz belirmeye başladığı bu dönem, O'nun, Afyon hapsinden çıkana değin sürecektir.
Buna bir bakıma İkinci Said dönemi denebilir. Tıpkı Gazzali'de, İbn Arabi'de ve
daha pek çok arif de olduğu gibi O'nda da, manevi yaşam birkaç döneme ayrılır. Her
dönemde farklı düzey ve manevi makamlara ulaşır, yeni menzillere girer. Bunu, metinlerden
olduğu kadar mektup ve lahikalarından da izlemek mümkündür. Hayatının en şiddetli
zulme uğramış olduğu döneminden, yani Afyon hapsinden çıkınca Ayetü'l-Kübra'yı bu
kez Türkçe olarak yeniden yazar. Ayetü'l-Kübra, bir bakıma Bediüzzaman'ın seyrü
sülukudur. En azından manevi seyrinin tanığıdır. Öyle sanıyorum, Risale'nin en derin
ve en özgün metni olarak Ayetü'l-Kübra'nın çözümü yapılsa, bu büyük bilgenin bize
neyi anlatmak için bir ömrü harcadığı sorusu tümüyle cevaplanabilecektir. Bediüzzaman'ın
yaşamı, her yönüyle ve boyutlarıyla, bir model olma özelliğini korumaktadır. Bugün
modern dünya ile hâlâ netameli ve sorunlu bir ilişkiyi sürdüren Müslümanlar açısından
bunun ne denli kritik bir mesele olduğu ortadadır. İktidarla ilişkisi bakımından
Müslümanların O'nun yaşamında ortaya koyduğu tutumu dikkate almaksızın sağlıklı
bir davranış biçimi üretebilmeleri güç görünüyor. İkinci Said diye adlandırılan
bu dönem, Bediüzzaman'ın hayatının en uzun evresini teşkil eder. Risale-i Nur'a
ve öğrencilerine yönelik ceza davaları birbirini izler. Nefiyler, hapisler, tecritler
ve mahkemelerin ardı arkası kesilmez. Aynı metne onlarca kez dava açılır. Kaziyeye
dönüşen kararlar hiçe sayılır. Tümüyle keyfi bir uygulama sürüp gider. Bediüzzaman'ın
bu dönemde yazdığı bir itiraz dilekçesinde, 'cebri-yi keyfi-yi küfriye cumhuriyet
namı'nın verildiği ve 'istibdata hürriyet adının takıldığı'nı belirtmesi son derece
önemlidir. Bu, O'na ve dostlarına yönelik zulmün boyutlarını göstermesi bakımından
dikkate değerdir. Çünkü en şedid baskılara maruz kalmasına, en kanunsuz uygulamalara
muhatap olmasına rağmen Bediüzzaman, sükunet ve tevekkülü elden bırakmamış, bu operasyonu
yürütenlere beddua bile etmemiş, öğrencilerine, 'sakın benim intikamımı almayınız'
demiş ve onlara sürekli 'müsbet hareket etmeyi' öğütlemiştir. Bediüzzaman, 'birisinin
hatasıyla başkası sorumlu tutulamaz' ilkesini fazlaca önemsediğinden, kendisine
yapılan zulme karşı benzer bir yöntemi kullanmaktan özenle kaçınmıştır. Haksızlık
yapanlara beddua etmesi halinde, masum çocuklarının ve yakınlarının bundan zarar
görebileceğini düşünmesi ve 'şefkat mesleği'nden hiçbir şekilde ayrılmaması, O'nu,
çağdaşı pek çok alim ve ariften farklı kılar. Bir risalesinde batıya ilişkin bir
ayrıma giden ve her türden çirkinliğin kaynağı olarak gördüğü boyuta yönelik köktenci
eleştirilerde bulunan Bediüzzaman, bir başka yerde, Müslümanların niçin zillete
düçar olduklarını şöyle açıklar, 'ya Avrupa kafir zalimleri veya Asya münafıkları
ya çalar veya gaspediyor.' Bu türden sert ifadelere az rastlanır Külliyat'ta. Tutukevleri,
nefiy ve tecritler içinde geçen bir çeyrek ömür. Bu, aynı zamanda adına Nur Risalesi
denilen o muazzam külliyatın da oluşum dönemidir. Bediüzzaman, eserinin büyükçe
bir kısmını bu dönemde yazar. Bunu da bulunduğu mekanın koşulları ne olursa olsun
gerçekleştirir. Eserin ilahi bir esin ve aydınlanma biçiminde ortaya çıktığında
kuşku yoktur. Bediüzzaman'ın bu döneminde, 'sistem'le ilişkisine dair kimi ipuçlarını
mektuplarında bulabiliyoruz. Bunlardan birkaçını yalınlaştırarak buraya alıyorum.
Bunu yapmaktaki amacım, O'nun genelde dünya, özelde sistemle ilişkisine dair zihnimizde
sağlıklı bir düşüncenin oluşmasına zemin hazırlamaktır. Çünkü, O'nun bu yönüne ilişkin
yapılan yorumların çoğu, spekülasyondan öteye geçmiyor ve birincil kaynaktan beslenmiyor:
Siyaseti terk edip dünyadan soyutlanmış bir halde, bir dağın mağarasında ötedünyayı
düşünürken, beni zorla oradan çıkarıp sürgüne gönderdiler. Her işi hikmetli olan
ve merhametine son olmayan Yaratıcı’m, o sürgünü benim için rahmet ortamına dönüştürdü.
Güvensiz ve ihlası bozacak sebeplere maruz o dağdaki inzivayı, güvenli ve istenlikli
biçimde Barla'nın dağlarındaki yalnızlığa çevirdi. Rusya'da tutsak iken bir düşüm
vardı, ömrümün sonlarında bir mağaraya çekilmek. Rahman ve Rahim olan rabbim, Barla'yı
bana mağara yaptı ve halvetin güzelliğini bağışladı. Ne var ki, Barla'da benimle
ilgili olan birkaç kişide kuşku hastalığı vardı. Güya benim rahatımı düşünüyorlardı.
Bu vehim nedeniyle kalbime ve Kur'an'a olan hizmetime zarar verdiler. Dünya ehli,
sürgün edilmiş olan herkese belge verdiği ve cinayet işlemiş olanları da tutukevinden
çıkardığı halde bana zulüm olsun diye vermediler. Merhamet'i sonsuz olan Rabbim,
Kur'an hizmetinde fazlasıyla çalıştırmak ve Sözler adıyla Kur'an'ın nurlarını yazdırmak
için, gürültüsüz bir biçimde beni bu gurbette bırakıp, hakkımda büyük bir merhamet
takdir etti. Dünya ehli dünyalarına karışabilecek bütün etkili ve güçlü liderleri
ve şeyhleri, kasaba ve şehirlerde bırakıp, yakınları ve tanıdıklarıyla görüşmeye
izin verdiği halde, beni zulmen ayırarak bir köye gönderdi. Hiçbir yakınım ve dostumla
görüşmeme izin vermediler. Benim Merhametli Halık’ım, o tecridi hakkımda büyük bir
rahmete çevirdi. Kur'an'ın feyzini almamı sağladı. Başlangıçta iki yıl içerisinde
iki sıradan mektup yazdığımı görmüşlerdi. Şimdi bir ayda, birkaç konuğun sadece
ahiret için yanıma gelmesini hoş görmediler. Rabbim, o zulmü hakkımda merhamet vesilesi
kıldı. Bu üçaylarda doksan yıl manevi bir ömrü kazandıracak biçimde bir halveti
bağışladı. Ben, kaderin mahkumuyum, dünya ehlinin değil. Kadere başvuruyorum. Ne
zaman izin verirse, rızkımı ne vakit keserse o zaman giderim. Başa gelen her şeyde
iki hikmet gizlidir: Biri görünen, diğeri gerçek. Dünya ehli neden oldu, beni buraya
getirdi. İlahi kader ise, gerçek nedendir, beni burada yalnızlığa mahkum etti. Dıştan
görünen sebep zulmetti, kader ise her zaman olduğu gibi adalet etti. İlki şöyle
düşündü, 'Bu adam aşırı biçimde ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamıza da karışır.'
Bu düşünceyle beni sürüp, üç yönden şiddetli zulmetti. İlahi kader ise, benim için
gördü ki, hakkıyla ve içtenlikle ilme ve dine hizmet edemiyorum, böylece beni bu
sürgüne mahkum ederek, zahiri sebebin zulmünü hakkımda rahmete dönüştürdü. Madem
sürülmemde kader hakimdir ve o daima adildir, o halde ben de ona başvuracağım. Başlarını
yesin, dünyalarını tümüyle terk ettiğim ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün
bıraktığım halde, bana karşı yüzlerce anlamsız kuşku beslediler. Onlara başvurarak
bu kuşkularını desteklemek istemiyorum. Uçları yabancıların elinde olan dünya siyasetine
karışma yönünde en küçük bir arzum olsaydı, değil sekiz sene belki sekiz saat kalmayacak,
kendini gösterecekti. Oysa sekiz yıldır bir kez bile gazete okuma isteğim olmadı.
Dört yıldır burada gözetim altında bulunuyorum, hiçbir işaret belirmedi. Demek ki,
Kur'an hizmetinin bütün siyasetlerin üzerinde bir yüceliği var, böyle olunca insan,
çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzül etmek istemiyor. Onlara
başvuruda bulunmamamın ikinci nedeni ise şudur: Haksızlığı hak sanan kimselere karşı
hak iddia etmek bir tür haksızlıktır ve hakka saygısızlıktır. Bu türden bir haksızlığa
düşmek istemem. Kur'an'a olan hizmetim beni kesin bir biçimde siyaset dünyasından
uzak tutuyor. Hatta zihnimin en uzak bir köşesine bile ulaşamıyor. Onlardan korkmuyorum.
Dünya ile, ölümüm dışında herhangi bir ilişkim yok. Çoluk çocuğum, malım mülküm,
soylu bir hanedanım da yok. İkiyüzlü bir yalancı ünden ibaret olan dünyanın şan
ve şerefinin korunmasına değil, kırılmasına neden olanlara ise minnettar olurum.
Bir tek ölümüm kalıyor. O ise Celal sahibi olan Rabbimin elindedir. Kimin haddi
var ki, zamanı gelmeksizin ona karışabilsin? İzzetli bir ölümü, aşağılık bir yaşama
tercih ederim. İnsanlığın hayatı bir yolculuktur. Bu zamanda Kur'an'ın ışığıyla
gördüm ki, o yol bir bataklığa saplanmıştır. Pis ve dayanılmaz kokulu çamur içerisinde,
insanlık kafilesi düşe kalka gidiyor. Bir kısmı esenlikli bir yolda yürürü. Ama
çoğunluğu, o pis ve iğrenç kokulu çamurda, karanlık içinde gidiyor. Yüzde yirmisi,
sarhoşluk nedeniyle çamuru misk ve anber sanarak yüzüne gözüne bulaştırıyor. Geri
kalanı ise, bataklıkta olduğunu anlıyor, ama esenlikli yolu göremiyor. Bunun iki
çaresi var: İlki, topuzla o sarhoşları ayıltmaktır. İkincisi ise ışık göstermekle
geri kalanların esenlikli yola çıkmalarını sağlamaktır. Bakıyorum yirmiye karşı
seksen kişi elinde topuz tutuyor. Bir elinde sopa diğerinde ışık olduğundan, görenlerin
güvenini kazanamıyor. Şaşkın yolcular, 'acaba bizi ışıkla kendine çağırıp topuzla
vuracak mı?' diye korkuyor ve çekiniyorlar. Ben, Kur'an'ın aydınlığına ulaşmak için,
'şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınarak' siyaset topuzunu atıyor, iki elimle
nura sarılıyorum. Görüyorum ki, siyasi rüzgarlarda sürüklenen insanlar arasında
o ışığa muhtaç ve ilgi duyanlar var. Onları nura kavuşturabilmek için siyasetten
tümüyle soyutlanmak gerekiyor.'(…) 'Dünya ehli, 'sen' diyor, 'bizi seviyor ve beğeniyor
musun, seviyorsan eğer niçin bize küsüyor, karışmıyorsun? Beğenmiyorsan demek ki,
bize karşısın, biz, karşıtlarımızı ezeriz.' Cevaben derim ki, 'ben değil sizi, belki
dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ne de dünyanızı beğeniyorum.
Fakat karışmıyorum. Benim amacım başka, başka noktalar kalbimi doldurmuş. Sizi ve
dünyanıza ilişkin şeyleri düşünmeme engel oluyor. Sizin göreviniz, ele bakmaktır,
kalbe değil. Çünkü yönetim ve güvenliğinizi düşünüyorsunuz. El karışmıyorsa ne hakkınız
var ki, 'bizi kalbiniz de sevsin' diyorsunuz? Ben, nasıl bu kışta baharı istiyor,
ama irade edemiyorum. Öyle de, dünyanın düzelmesini diliyor ve dua ediyorum fakat
iradem buna yetmiyor, elimden bir şey gelmiyor.' Sonra, 'çok belalar gördük, kimseye
güvenimiz kalmadı, senden nasıl emin olabiliriz?' diyorsunuz. Önce belirttiğim noktalar
size güven vermekle birlikte, öğrenci ve yakınlarım arasında, beni dinleyenlerin
içinde taşkın olaylar içinde dünyanıza karışmadığım halde, gurbet diyarında, yalnız,
kimsesiz, güçsüz, bütün ilgileriyle ötedünyaya yönelmiş, haberleşme imkanları yok
edilmiş, herkese yabancı, kimseyle görüşmeyen bir insan, anlamsız ve sonuçsuz biçimde
tehlikeli dünyanıza karışabilir mi? Bunu yapmak için bir çılgın olmak gerekmez mi?
Sonra şöyle diyorsunuz, 'bizim uygarlık anlayışımızı, hayat tarzımızı ve giyinme
biçimimizi niçin kabul etmiyor ve uygulamıyorsun?' Hey efendiler, bana ne hakla
hayat tarzınızı öneriyorsunuz? Beni medeniyetin haklarından uzaklaştırdınız. Haksız
olarak beş yıldır bir köyde, hiçbir haberleşme imkanı olmaksızın zorla tutuyorsunuz.
Her sürgüne, yakınları ve dostlarıyla görüşme imkanı verdiğiniz halde, beni burada
dünyadan tümüyle soyutladınız. Demek ki beni milletin bir bireyi ve yönetiminden
sorumlu olduğunuz halkın üyesi olarak görmüyorsunuz. O halde bana nasıl yasalarınızı
uygulayabilirsiniz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindandaki bir adama böyle şeyler
teklif edilir mi? Siz bana dünyanın kapısını kapattınız, ben de ahiretin kapısını
çaldım. Allah'ın rahmeti kapıyı açtı. Öte dünyanın kapısında bulunan birine, dünyanın
karmakarışık kurallarına önerilir mi? Beni ne zaman özgür bırakır, dilediğim yere
arzu ettiğim biçimde gitmeme imkan verilirse, o zaman sizin yasa ve kurallarınıza
uyarım. Sonra tuhaf bir iddiada daha bulunmuş ve 'bize, dinin yargılarını ve İslami
gerçekleri anlatacak resmi bir kurumumuz var. Sen hangi hakla dini telkinde bulunuyorsun?
Madem sürgünsün, böyle işlere de karışmamalısın' demişsiniz. Benim kimi dostlarım,
dünya ehli bana kuşkulu baktığı için onlara hoş görünmek amacıyla benden kaçıyor
süsü veriyor. Oysa kurnaz dünya ehli bunun içyüzünü bildiğinden onları aşağılıyor.
Ben de derim ki, ey ahiret dostlarım, benim Kur'an'a hizmet edişimden ötürü benden
kaçmayın. Benden size zarar gelmez. Eğer bu yüzden bir belaya uğrasam, siz benden
kaçınarak kurtulamazsınız. Böylece tokadı hak etmiş olusunuz. Bu sürgün günlerimde
görüyorum ki, siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana düşmancasına bakıyorlar.
Sanki ben de onların ilgilendikleriyle ilgiliymişim gibi. Hey efendiler, ben imanla
ilgiliyim. Karşımda imansızlık akımı var. Başka işlerle herhangi bir ilişkim yok.
O insanlardan maaşlı olanları belki kendilerini mazur görebilir. Fakat herhangi
bir ücret almaksızın, sadece bana karşı rakibane bir tutum takınanlar büyük bir
yanlışa düşmüşlerdir. Benim dünya siyasetiyle hiçbir ilişkim yok. Dünya madem geçicidir.
Ömür kısadır ve sonsuz hayat burada kazanılacaktır. Hem, madem dünya sahipsiz değildir,
bu konukevinin Hakim ve Kerim bir yöneticisi var. Hem madem, insan tüm eylemlerinden
yarın sorguya çekilecektir. Ve 'Allah, kimseye gücünden fazlasını yüklemez' sırrıyla
imkansız önerilemez. Zararsız yol, zararlı yola tercih edilir ve dünyadaki dostlar
insana ancak kabir kapısına dek eşlik edebilir. Elbette, bahtiyar odur ki, dünya
için ahiretini unutmasın, asıl yurdunu bu geçici dünyaya feda etmesin, sonsuz mutluluğunu,
dünya yaşamı için bozmasın, ömrünü anlamsız ve amaçsız işlerde tüketmesin, konuk
olduğu evin sahibinin buyrukları doğrultusunda davransın, esenlik içinde kabir kapısından
girsin. (…) Bir zaman, dünya ehli, benim gibi garip, çaresiz ve güçsüz bir adamdan
korkup ve kuşkulanıp, beni binler adam gücünde sanarak çok kayıtlar altına almıştı.
Sonra, Barla'nın bir mahallesi olan Bedre'de ve bir dağında bir iki gece kalmama
izin verdiler. 'Said, ellibin asker gücündedir, bu yüzden serbest bırakmıyoruz'
dediklerini öğrendim. Ben de derim, 'ey bedbaht dünya ehli, tüm gücünüzle dünyaya
çalıştığınız halde, niçin onun işlerinden bile habersizsiniz? Şayet korkunuz bendense
elli bin değil, bir asker bile benden çok işe yarayabilir. Odamın kapısında durup
bana, 'çıkmayacaksın' diyebilir. Eğer korkunuz Kur'an'a ilişkin hizmetimden ve inancın
manevi gücünden ise, yanılmışsınız, elli bin değil, elli milyon gücündeyim, haberiniz
olsun. Çünkü Hikmetli Kur'an'ın gücüyle, sizin dinsizlerinizin de aralarında bulunduğu
tüm Avrupa'ya meydan okuyorum. Yazdığım ve yaydığım iman nurlarıyla, onların pozitif
bilim ve tabiat adını verdiği kaleleri paramparça etmişim. Onların en büyük dinsiz
filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizlerinizin dahi içinde bulunduğu
tüm Avrupa toplansa, Allah'ın yardımıyla, beni inancımın bir meselesinden geri çeviremezler.
Madem böyledir, ben, sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim ahiretime karışmayın.
Karışsanız da boşunadır. 'Takdir-i Huda, kuvve-i bazu ile dönmez/Bir şem'a ki Mevla
yaka, üflemekle sönmez' Benim hakkımda alışılmadık biçimde dünya ehli vehme kapılıyor
ve korkuyor. Bende olmayan, olsa bile siyasi bir kusur oluşturmayan, suçlanmayı
gerektirmeyen şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, etkin, bağlısı çok, hemşehrileriyle
görüşmek, dünyanın halleriyle ilgili olmak, hatta siyasete girmek, aykırı olmak
gibi bende bulunmayan şeyleri hayal ederek kuşkuya kapılmışlar. Hatta hapiste ve
dışarıdaki, yani kendilerince bağışlanması imkansız olanları bile affettiler ama
beni her şeyden alıkoydular. Fena ve fani bir adamın güzel bir sözü var: 'Zulmün
topu var, güllesi var, kal'ası varsa/Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.'
Ben de derim, 'Dünya ehlinin, yargısı var, şevketi var, gücü varsa/Kur'an'ın aydınlığıyla,
ona hizmet edenin de/Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır/Yanılmaz kalbi, sönmez ışığı
vardır.' Dostlarımın yanı sıra sürgünde benden sorumlu komutan ısrarla sordular,
'niçin belge almak için başvuruda bulunmuyor, dilekçe vermiyorsun?' Beş altı geçerli
nedenim var: Biri, dünyalarına karışmadım ki, onların mahkumu olayım, onlara başvurayım.
Ben İlahi kaderin mahkumuyum ve ona karşı kusurum var, sadece ona müracaat ederim.
İkincisi, bu dünya çabuk değişir bir konukevidir, buna inandım ve bizzat gördüm.
Bu yüzden gerçek yurt değildir, benim için her yer birdir. Madem yurdumda sürekli
kalmayacağım, boş yere ona karşı çabada bulunmak, ona karışmak işe yaramıyor. Madem
her yer misafirhanedir. O halde ev sahibinin rahmeti yar ise herkes yardır, her
yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır. Üçüncüsü,
başvuru, yasalar içinde olur. Oysa altı yıldır bana karşı tümüyle keyfi ve kanundışı
bir biçimde davranılıyor. Bana karşı yasadışı davrananlara kanun adına başvurulmaz.
Dördüncüsü, bu yıl, buranın müdürü, benim adıma, Barla'nın Bedre beldesinde hava
değişimi için birkaç gün kalmama ilişkin başvuruda bulundu, izin vermediler. Böyle,
önemsiz bir ihtiyacıma olumsuz cevap verenlere nasıl müracaat edilir? Beşincisi,
haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara başvurmak bir haksızlıktır,
hakka karşı saygısızlıktır. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı saygısızlığı işlemek
istemem. Altıncısı, dünya ehlinin bana verdiği sıkıntı, siyasi bir gerekçeye dayanmıyor.
Çünkü onlar da biliyor ki, ben asla siyasete karışmadım, ondan özenle kaçınıyorum.
Bana inançsızlıkları yüzünden ya da bilmeden dinsizlerin ekmeğine yağ sürerek azap
veriyorlar. Öyleyse onlara başvurmak, dinden pişmanlık göstermek ve dinsizleri okşamaktır.
Hem ben onlara başvurursam, İlahi kader beni onların zalim eliyle cezalandıracaktır.
Çünkü onlar bana, dine bağlılığımdan ötürü eziyet ediyorlar. Kader ise, ihlastaki
eksikliğimden ötürü bana acı veriyor. O halde bu sıkıntıdan şimdilik kurtuluş görünmüyor.
Eğer onlara müracaat etsem, kader, 'ey ikiyüzlü!' diyecek, 'zalimlere başvuruda
bulunmanın cezasını çek.' Başvurmasam, dünya ehli, 'madem bizi tanımıyor ve boyun
eğmiyorsun, sıkıntıda kal' diyecek. Yedincisi, bir memurun görevi, kamuya zarar
verenlere karşı çıkmak ve engel olmaktır. Oysa beni nezaret altına alan görevli,
kabrin eşiğine yaklaşmış olan bir adama, 'Allah'tan başka ilah yoktur'daki imanın
latif zevkini açıkladığım zaman, beni suçüstü yakalıyor gibi yanıma geldi. İçtenlikle
dinleyen o çaresiz adamı da yoksun bıraktı. Başka zaman olsa, o insanlara hiç önem
vermezlerdi. Zindanda yüz cinayeti olan bir kimseyle, her memur arada bir gelip
görüşürken, birkaç yıldır amir, nezaretten sorumlu memur ve hükümetten birkaç önemli
kişi hücremin önünden defalarca geçtikleri halde ne geldiler ne de durumumu sordular.
İlkin düşmanlıklarından sandım, sonra anladım ki, vehim yüzünden. Sanki onları yiyecekmişim
gibi benden kaçıyorlar. Böylesi kişilere başvurmak akıl kârı mıdır? Artık Eski Said
yok, Yeni Said ise dünya ehliyle konuşmayı anlamsız buluyor. 'Ne yaparlarsa yapsınlar,
onlarla ahiretin büyük mahkemesinde hesaplaşacağız' der ve susar. (…) Çoğu kimse,
bana, 'sen' diyor, 'dünya ehlinin dünyasına karışmadığın halde, niçin her fırsatta
onlar senin ötedünyana karışıyor? Oysa hiçbir yönetim, dünyayı terk etmiş ve münzevi
yaşayanlara karışmaz.' Yeni Said'in bu soruya cevabı, susmaktır, 'cevabı ilahi kader
versin' der. Bununla birlikte, zorunlu kaldığım için, Eski Said'in diliyle şöyle
derim: Bu sorunun muhatabı Isparta vilayetidir. Çünkü bu yönetim ve buranın halkı,
soruyla benden daha çok ilgilidir. Madem binlerce üye ve görevlisi bulunan bir hükümet
ve millet benim adıma bunu düşünmeye mecburdur, ben niçin gereksiz olarak konuşayım.
Çünkü dokuz yıldır bu ildeyim ve her gün biraz daha dünyalarından uzaklaşıyor, sırtımı
çeviriyorum. Hiçbir halim örtülü kalmamış. En gizli risalelerim bile hükümetin ve
bazı milletvekillerinin eline geçmiş. Eğer dünya ehlini kaygılandıracak ve telaşa
düşürecek bir girişimim olsaydı, vilayet yönetiminin anında haberi olacaktı. Oysa,
çekinmeksizin, yanıma gelenlere sırlarımı açıkladığım halde bana hiç ilişmeyip,
sessiz kaldılar. Eğer vatan ve milletin mutluluğuna ve geleceğine zarar verecek
bir suçum olsaydı, dokuz yıldır, valisinden tutun, köydeki karakol komutanına değin,
kendilerini sorumlu gördüklerinden bunu hemen belirleyeceklerdi. Onlar, üzerlerindeki
sorumluluk gereği, hakkımda çoğu zaman habbeyi kubbe yapıyorlardı. O halde, bu sorunun
cevabını onlara bırakıyorum. (…) Hakim, savcı olunca, kuşkusuz, 'kimi kime şikayet
edeyim, ben de şaştım' dedirtir benim gibi çaresizlere. Şimdiki durumum, hapisten
daha sıkıntılıdır. Bir günü, bir hücre hapsi kadar beni sıkıyor. Bu gurbet, yaşlılık,
hastalık, yoksulluk ve güçsüzlükle, kışın şiddetli soğuğunda her şeyden alıkonuldum.
Bir çocukla, hastalıklı bir adamdan başka kimseyle görüştürmediler. Zaten ben, hücre
hapsinde yirmi yıldan beri azap çekiyorum. Bu durumdan fazla bana sıkıntı verilecek
olursa, Allah'ın gayretine dokunur diye korkuyorum. Mahkemede dediğim gibi, nasıl
ki dört kez dehşetli depremler, bize zulmen saldırının zamanına denk gelmesi gibi
bir çok olay var. Hatta sanıyorum benim haklarımın korunması için çok güvendiğim
Afyon adliyesi, Denizli Mahkemesi’ndeki Risale-i Nur'a ilişkin başvuruma önem vermedi,
beni düşkırıklığına uğrattı, adliyenin yangınına vesile oldu ihtimali var. Hakkımda
vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükümetinin, zabıta ve adliyesiyle birlikte
beni tam koruması gerekir, diye düşünüyorum. Çünkü yirmi yılda yazdığım kitapları
ve mektupları, üç adliye ve Ankara'daki resmi makamlar dokuz ay incelediler ve beraatimize
karar verdiler. Fakat kimi yabancı odakların çıkarına, bu millet ve vatanın aleyhine
çalışan bazı gizli dinsiz komiteler, beraat kararımızı bozmak için, her tarafta
habbeyi kubbe yaparak kimi memurları aleyhimde kuşkulandırdılar. Amaçları, beni
yıldırmak, sabrımı tüketmek ve 'artık yeter' diye feryat ettirmekti. Bana, sessizliğimi
sürdürdüğüm için çok kızıyorlar. Sükutum, onları çileden çıkarıyor. 'Said'in çok
etkinliği var' diyorlar., 'Kitapları hem çok hem de etkili. Onunla tanışan ve dinleyen
hemen dost oluyor. O halde onu her şeyden soyutlayalım, herkesi ondan kaçıralım
ve dostlarını ürküterek nüfuzunu kıralım.' Ben de derim, 'evet, o münafıkların dediği
bir etki var, ama bu benim değil, Risale-i Nur'undur. Ve o asla kırılmaz, ona iliştikçe
güçlenir. Millet ve vatanın aleyhinde hiçbir zaman kullanılamaz. İki adliye, on
yıl arayla, şiddetli ve hiddetli yirmi yıllık belgelerimi incelediler ve hiçbir
zaman cezayı gerektirecek bir suça rastlamadılar. Evet, eserler etkilidir. Fakat
milletin ve yurdun çıkarına ve hiçbir zarar dokundurmaksızın yüz bin adama güçlü
bir iman dersi vermekle, ebedi saadetlerine hizmette etkilidir. Denizli tutukevinde,
ağır cezayla mahkum olan yüzlerce kişi, sadece Meyve Risalesi'yle dindarlaştı. Birkaç
cinayeti olanlar tahta bitini bile öldürmekten çekinir duruma geldiler. Beni her
şeyden soyutlamak, işkenceli bir azap ve zulümdür. Ve bu millete de hainliktir.
Otuz-kırk yıldır hayatımı bu milletin içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar
görmediğine ve bu dindar millet, çok muhtaç olduğu imanı bulduğuna kesin delil,
bu denli aleyhimdeki şiddetli propagandaya bakmadan, her yanda Risale-i Nur'a olağanüstü
bir yöneliş ve rağbet göstermesi ve iltifatıdır. Duydum ki, benim geçimime ve rahatıma
ilişkin buranın hükümeti bir başvuruda bulunmuş, kabul cevabı gelmiş. Onların insaniyetine
teşekkür eder ve derim ki: En çok muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı ilke özgürlüktür.
Asılsız kuşkular ve vehimler yüzünden eşi görülmedik bir biçimde özgürlüğümün kayıtlar
altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki
kabri bu duruma yeğlerim. Fakat iman hizmetinde aşırı sıkıntının bir o kadar sevaba
yol açması, dayanma gücümü artırıyor. Madem bu vicdanlı kişiler benim hakkımda zulmü
istemiyorlar, öncelikle hakkım olan özgürlüğümü savunsunlar. Ekmeksiz yaşarım ama
özgürlüksüz asla! On dokuz yıldır bu gurbette, sadece iki yüz lira ile, şiddetli
bir iktisat ve kanaatle, bir riyazet içinde yaşadım ve geçindim. İlmin izzetini
korumak için kimseden bir şey almadım ve istemedim. Minnet altına asla girmedim.
Maaş, zekat ya da sadaka kabul etmedim. Böylesi bir insan yiyecekten çok adalete
muhtaçtır.
Bu uzun alıntılar da gösteriyor ki, Bediüzzaman'ın 'sistem'le ilişkisi hem ilkesel,
hem de konjonktürün gerektirdiği biçimde gelişmiştir. O, 'ehl-i dünya' diye nitelediği
bu kadroya karşı, kişisel düzeyde 'şefkat ve merhamete' dayalı bir tutumdan vazgeçmezken,
aynı zamanda zorunlu ya da istemli bir münzevi olarak ileri sürülen seküler yasa
ve kuralların kendisine uygulanamayacağını belirtmiştir. Çabalarının dünyevi olmadığını,
tümüyle iman esasları üzerinde yoğunlaştığını belirtmiştir. İslam'ın evrensel bir
aydınlanma çağrısı olduğuna vurgu yapmış, bunun özünde ise adalet ilkesinin yattığını,
'öteki'yle ilişkinin bir bakıma bir tür 'politik konukseverlik' çerçevesinde gelişmesi
gerektiğini ima etmiştir. Gerçi bunu yaparken muhataplarının gözünü kin bürümüş
olmasını da hatırlatmaktan geri durmamıştır. Topuza karşı elimizde nur var, ifadesi,
bu tutumu özetler niteliktedir. Bediüzzaman'ın 'ben sizin dünyanıza karışmıyorum,
ne sizi ne de dünyanızı beğeniyorum' tutumunun izleyicilerince yeterince algılanabildiğini
söylemek ise oldukça güçtür. Bir dönem, O'nun DP yönetimine kısmi bir manevi destek
vermiş olmasından yola çıkılarak, o siyasal çizginin devamı olarak addedilen kimi
partilere abartılı bir yandaşlığa dönüşen bir tutum, kendisini giderek siyasi sisteme
entegre etme noktasına getirmiş ve tüm iddiası imani bir çaba olan bu geleneğin
mecrasından oynamasına yol açmıştır. Bu kırılma noktası aynı zamanda bize, iman
ekseninde yürüyen bir 'hareket'in niçin kendi tefekkürünü, bilimsel birikimini ve
estetik çabalarını oluşturamamış olmasını da açıklar mahiyettedir. O kaynaktan yola
çıkma iddiasında olan pek çok eğilimin farklı yerlere savrulmasında bu kırılmanın
etkisi ortadadır. Bediüzzaman'dan bir model olarak söz ediyorsak, bu, kuşkusuz O'nun
eylemleriyle sözleri arasındaki uyuma işaret etmeyi de zorunlu kılar. O, tüm çabasını
iman üzerine yoğunlaştırırken, imanın ihsanı (iyilik), ihsanın hüsnü (güzellik)
ve hüsnün de hakikati (gerçeklik) içerdiğini belirtmiş oluyordu. Yani, güzellik,
iyilik ve gerçeklik iç içedir. Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir. Bu indirgemeci
tutum, Bediüzzaman'ın tüm yaşamında mihverdedir daima. O halde, şunu öngörebiliriz
ki, Risale'den beslenen bir düşünce ortamı, bizi, gerçekliğin, iyiliğin ve güzelliğin
gelişkin formlarına götürmelidir. Bu iç içeliğin henüz gürbüz örneklerine tanık
olmuş değiliz. Bunda sanırım Bediüzzaman'ı ve Risale'yi mutlaklaştırma eğiliminin
ciddi oranda etkisi var. Oysa, O, 'bir sözü benim diye hemen almayınız, bir mihenge
vurunuz, altın çıktı ise koynunuzda saklayınız, bakır çıkarsa geri gönderiniz' türünden
bir ilkeyi de takipçilerine vermekten geri durmamıştı. Bu ilkenin ciddiye alındığını
söylemek fazla iyimserlik olacaktır. Bu, bir bakıma, O'nun eleştirel okunmasını
gerekli kılar. Ama sınırlı birkaç çaba dışında henüz bu okuma biçiminin örneklerine
tanık olmuş değiliz. Bediüzzaman'ın dünya ve sistemle ilişkisini doğru kavramak
ve bunu veri alarak geride bıraktığımız kırk yılın açığını kapatmak için her zamankinden
fazla bir çabaya ihtiyaç duyduğumuz kesin. Bediüzzaman'ın Aziz Nesefi'yi andırır
biçimde bir yorumu, insanların kimi hayvan suretlerinde görünmesi biçimindedir.
Zübdetü'l-Hakayık'ta, müritleri şöyle der: 'Bizim şeyhimiz, gördüğü şahsın batınının
ne sıfatta olduğunu haber verirdi. Şöyle ki, birkaç bin insanda ancak bir tane batını
insani olan bulunur, derdi. Mesela, bir kişinin tabiatında insanları incitmek varsa,
batını yılan ve akrep sıfatında, eğer koğucu ve gammaz ise kurt ve şempanze şeklinde,
eğer tembelse, eşek ve öküz şeklinde, eğer son derece açgözlü ise karınca ve mayısböceği
şeklinde, eğer dünyaya hırslı ise at ve katır şeklinde olduğunu ima ederdi.' Bunu
çağrıştıran bir yoruma da Bediüzzaman'da rastlarız. Sıkıntılı günlerinde, kendisine
zulmedenlerden birini yılan biçiminde görür. Bunu bir mektubunda şöyle anlatır :
Bazı arkadaşlarım bana soruyor, 'Cuma gecesi, nedensiz olarak, mübarek bir misafirinizin
gelmesiyle, caminize baskın yapılmış, bu olayın içyüzü nedir, niçin sana ilişiyorlar?'
O olayın özü şudur: Kanuna aykırı olarak, keyfi biçimde, dinsizler hesabına, Cuma
gecesinde kalbimize telaş vermek ve cemaati yıldırmak, beni, konuklarımla görüştürmemek
için şeytani ve münafıkane bir saldırıdır. Tuhaftır, o geceden bir gün önce, Perşembe
günü, gezinti için bir yere gitmiştim. Dönüşümde, iki yılan birbirine eklenmiş gibi
uzun, siyah bir yılanın sol tarafımdan geçtiğini gördüm. Geldi, benimle arkadaşımın
arasından geçti. Arkadaşıma, 'korktun mu?' diye sordum. 'Hayır' dedi. 'Görmedin
mi?' 'Neyi?' 'O dehşetli yılanı' 'Hayır' dedi, 'görmedim.' 'Fesübhanallah' dedim,
'bu denli büyük bir yılan, aramızdan geçti ve sen görmedin' 'görmedim' dedi. O zaman
hatırıma bir şey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki, 'bu sana bir işarettir,
dikkat et.' Düşündüm ki, kimi gecelerde gördüğüm yılanlar gibidir. Yani gecelerde
gördüğüm yılanlar ise, hainlik niyetiyle ne zaman bir memur yanıma gelse, onu yılan
biçiminde görüyordum. Hatta bir kezinde müdüre söylemiştim, 'kötü niyetle geldiğin
vakit, seni yılan suretinde görüyorum, dikkat et' demiştim. Demek bu görünen yılanlar,
birer işaretti, hainlikleri bu defa niyet düzeyini aşacak, meskenimize saldıracaklar,
bizi rahatsız edeceklerdi. Bu defaki saldırı, dıştan bakıldığında önemsiz ve küçük
görünüyor. Fakat vicdansız bir öğretmenin kışkırtması ve katılımıyla, memurun verdiği
emir, 'camide, namazın tesbihatındayken o konukları getirin' yönündeymiş. Amaç beni
kızdırmak, Eski Said damarıyla, bu kanuna aykırı, sırf keyfi uygulamaya karşı, onları
kovarak karşılık vermemi sağlamakmış. Oysa o bedbaht düşünemedi ki, Said'in dilinde,
Kur'an'dan gelen elmas kılıçlar varken, elindeki kırık odun parçasıyla karşılık
vermez. Jandarmalar aklı başındaydı. Hiçbir devlet, hiçbir hükümet, camide, namaz
gibi dini bir görev üstündeyken kimseye ilişilmez. Zaten bitene değin beklediler.
Memur hiddetlenerek, 'jandarmalar beni dinlemiyor' diye bağırıp çağırmış' ve kır
bekçisini arkadan göndermiş. Çok şükür, Cenab-ı Hakk böylesi yılanlarla beni uğraşmaktan
alıkoyuyor. Kardeşlerime de önerim şudur, zorunlu bir neden yoksa, bunlarla asla
uğraşmayın. 'Ahmaka verilecek en güzel cevap, susmaktır' ilkesince, tenezzül edip
konuşmayın. Şuna da dikkat edin: Canavar bir hayvana karşı kendini güçsüz göstermek,
onu saldırısında daha da kışkırttığı gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dalkavukluk
etmek ve zaaf göstermek, onları daha çok saldırıya özendirir. Öyleyse dostlarım
uyanık davranmalı, dikkatli olmalı. 'Zulmedenlere karşı en küçük bir eğilim dahi
göstermeyin, yoksa cehennem ateşi size de dokunur' ayetinin beyanıyla, zulme değil
araç olanı, belki en küçük bir meyli bulunanları bile şiddetle tehdit ediyor. Küfre
rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür. 'Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir/Köpektir
zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten.' Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları
köpeklik ediyor. Böylesi kutlu bir gecede, mübarek bir konuğu, mübarek bir duada
iken, hafiyelik yaparak, sanki cinayet işleniyormuş gibi rahatsız edilmesi ve baskın
yapılması, kuşkusuz bu şiirdeki tokadı hak ediyor. Bazen bana soruyorlar, 'Madem
Kur'an'ın feyziyle, en inatçı dinsizleri ıslah ve irşat edebileceğini söylüyorsun,
niçin sana saldıran o insanları çağırıp, düzelmeleri için çalışmıyorsun?' Şeriatın
önemli kurallarındandır, 'zarara kendi isteğiyle girene acınmaz, acınmaya da layık
değildir' İşte ben, gerçi Kur'an'ın gücüne dayanarak iddia ediyorum ki, çok alçak
olmamak ve yılan gibi dinsizlik zehrini vermekle zevk duymamak şartıyla, en inatçı
bir dinsizi, birkaç saat içinde ikna edemesem de, susturmaya hazırım. Fakat sonsuz
derecede alçaklığa düşmüş bir vicdana, bilerek dinini dünyaya satar ve bilinçli
bir biçimde hakikatin elmaslarını, pis ve zararlı cam parçalarıyla değişir şekilde
münafıklığa düşmüş insan suretindeki yılanlara gerçeği anlatmak, gerçeğe karşı saygısızlıktır.
'Öküzün boynuna inci takmak' deyimindeki duruma benziyor. Çünkü bu işleri yapanlar,
birkaç kez gerçeği Risale-i Nur'dan dinlediler. Ve bilerek, bu gerçeği, dinsizlik
hesabına çürütmek istiyorlar. Yani yılan gibi zehirlemekten lezzet alıyorlar. Bana
karşı bu yedi yılda yapılanlar, tümüyle keyfi, haksız ve yasadışıdır. Sürgün, tutsak
veya hücrede yatanlara uygulanması gereken kanunlar ortadadır. Onlar, yakınlarıyla
görüşebiliyorlar, hiçbir zaman yalnız bırakılmıyorlar. Her ülkede, ibadet hakkı
korunur. Benim gibi tutuklu veya sürülmüş olanlar, yakınlarıyla görüştürülüyorlar.
Haberleşme hakları var. Gezintiye çıkabiliyorlar. Ben, sürgün olmama rağmen, bütün
bu haklardan yoksun tutuldum. İbadette bulunduğum camiyi bile bastılar. Tesbihat
yapmamı engellediler. Hatta Burdur'da, eski göçmenlerden Şebab adındaki kişi, kayınvalidesiyle
birlikte hava almak üzere buraya gelmişti, hemşehrilik bağıyla beni ziyarete geldi.
Camideydik. Birden üç silahlı jandarma gelerek onu alıp götürdü. Sonra, o buyruğu
veren görevli, 'kusura bakmayın, görevimizi yapıyoruz' diyerek serbest bırakmış.
Bunun gibi onlarca olay yaşadım. Bu, birilerinin bana karşı keyfi ve haksız uygulamasıdır
ki, o yılanları ve köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de onlara tenezzül edip
bakmıyorum, onları Allah'a havale ediyorum. Zaten göç nedeni olan olayı çıkaranlar,
şimdi memleketlerindeler. Güçlü reisleri, aşiretlerinin başındalar. Herkes terhis
edildi. Başlarını yesin, dünyalarıyla en küçük bir ilişkim olmadığı halde beni ve
diğer iki kişiyi bu uygulamanın dışında tuttular. Buna da razı oldum. Sonra duydum
ki, o kişilerden biri müftü olmuş, memleketi dışında her yeri geziyor, hatta Ankara'ya
bile gidiyormuş. Diğeri, İstanbul'da, hemşehrileriyle rahatça görüşebiliyormuş.
Oysa beni bir köye hapsettiler, en vicdansız insanları da başıma diktiler. Yirmi
dakika uzaklıktaki köye, altı yılda iki kez gidebildim, soluklanmak için gezmeme
izin verilmedi. Kanunun herkese eşit biçimde uygulanması gerekir. Kişilere ve köylere
göre ayrı yasa olmaz. Demek ki, bana yapılan tümüyle kanun dışıdır. Buradaki görevliler,
resmi yetkileri, kişisel garazları doğrultusunda kullanıyorlar. Tüm bunlara karşı
Rahman ve Rahim olan Allah'ıma yüz binlerce şükrediyor ve diyorum ki, 'onların tüm
baskı ve eziyetleri, Kur'an'ın nurlarını ışıklandıran çabalarımın ateşine odun oluyor,
iyice tutuşturuyor ve yakıyor. O baskıları gören ve gayretin ısısıyla yayılan Kur'an
nurları, Barla yerine bu ili, belki ülkenin dört bir yanını bir medreseye dönüştürüyor.
Onlar beni bir köyde tutuklu sanıyor. Dinsizlerin rağmına, tam aksine, Barla bir
kürsüye dönüşüyor, Isparta gibi yerler bir medrese haline geliyor. Allah'a sonsuz
hamd olsun.'
Yine bir başka mektubunda, artık yapılanlara dayanma gücünün kalmadığını belirtir
ve belki de ilk kez bu denli sesini yükseltir:
Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki, artık yeter, sabrım ve dayanma gücüm kalmadı.
Yirmi iki yıl, gerekçesiz bir sürgünde, sürekli baskılar altında, hücre hapsinde,
beni sıkmakla birlikte, altı mahkeme, iki üç meseleden başka Risale'nin yüz kitabında
sorumluluk gerektiren bir şey olmadığı halde, kuşku yüzünden, olması mümkün şeyleri
olmuş gibi göstererek, kanunsuz bir şekilde, bizi üç kez hapse sokmanız, dünyada
benzeri görülmemiş bir zulümdür. Gelecek kuşaklar bunu hatırlayıp, zalim sorumlularını
lanetle anacaklardır. Ahiretin büyük mahkemesinde de cehennemin en aşağı düzeyine
atmakla o zalimleri mahkum edeceklerine inancımız tamdır. Şimdiye kadar tahammül
edip susuyorduk. Yoksa hakkımızı savunmaktan aciz değildik. İşte, on beş yıl içinde,
altı mahkeme, yirmi yıl Nur Risalelerini ve mektuplarımızı inceleyip, beşi, bize
her yönden beraat vererek ilişmediler. Sadece Eskişehir Mahkemesi, kadınların örtünmesine
ilişkin risalenin birkaç sözcüğünü bahane ederek, her yana çekilmesi mümkün olan
bir yasa maddesiyle küçük bir ceza vermişti. Temyizden sonra, itiraz dilekçemde
kanunsuzluğun bir örneği olarak Ankara'ya şöyle yazmıştım: Binüçyüz elli yılda,
üçyüzelli milyonun bir kutsal ilkesiyle sürekli ve güçlü bir İslami geleneği ders
veren ve emreden örtünme ayetini, eskilerde kalmış bir dinsizin bu meseleye ilişkin
itirazına ve uygarlığın eleştirisine karşı savunmak için üçyüzelli bin Kur'an yorumunun
yargılarına uyarak, o ayeti yorumlayıp, binüçyüz elli yılda, atalarımızın mesleğine
uyan bir kimseye, o düşüncesi için verilen ceza ve mahkumiyeti, dünyada adalet varsa,
elbette o yargıyı yalanlayacak ve bu tuhaf lekeyi, bu hükümetteki adliyeden silecek.
Bu yorumu, savcıya gönderdim. 'Buna gerek yok' dedi, 'zaten cezanız çok az.' Bu
örnekteki gibi, size ve Ankara'daki makamlara, sunulan itiraz dilekçesinde ve savunmamda,
çok sayıda ilginç değiniler bulunuyor. Afyon mahkemesinden ister ve umut ederim
ki, bu milletin ve vatanın çıkarına, bir ordu kadar hizmeti ve bereketi bulunan
Risale-i Nur'un tümüyle serbest kalmasına karar versinler. Bunu adaletin gerçeği
adına sizden rica ediyoruz. Yoksa, benimle ilişkileri yüzünden hapse giren birkaç
dostumun gidişiyle birlikte size bildiriyorum ki, beni, en büyük cezaya çarpacak
bir suç işleyip, böylesi bir hayattan ayrılacağıma ilişkin bir düşünce kalbime gelmiş.
Hükümet beni korumalı ve yardım etmelidir. Bunda milletin çıkarı ve vatanın yararı
vardır. Böyle yapılması gerekirken, baskılarla bana eziyet ediyorsunuz. Kırk yıldır
benimle mücadele eden gizli dinsiz komitesi, önemli bir makam elde ederek karşıma
çıkıyor. Hükümet ise, ya bundan habersiz veya izin veriyor. Reis bey, izninizle
çok hayret ettiğim bir şeyi soracağım: Siyasete hiç karışmadığım halde, niçin siyaset
ehli, benim tüm haklarımı elimden alıyor? Cinayet işlemişim gibi beni üç buçuk ay
soğuk bir hücrede tuttular. Defalarca zehirlediler. Bana yardımcı olmak isteyen
dostlarımı benimle görüştürmediler ve hücreme almadılar. Yaşlılık, gurbet, hastalık
ve yalnızlık içinde kitap okumama bile izin verilmedi. Savcıdan çok rica ettim,
'bana bir tek kitabımı verin' diye. 'Hayır' diye diretti. Yalnız olarak, büyük,
kilitli, soğuk ve nemli bir koğuşta kaldım. Memur ve görevliler, bana karşı düşmanca
davranıyorlardı. Müdüre, savcıya ve mahkeme başkanına bir dilekçe yazdım. Bir dostuma
gönderdim ki, yeni harflerle yeniden yazsın. Bir suç işlemişim gibi, penceremi çivilediler.
Duman beni sıkıyordu, pencerelerden birini çivilemeyin dedim. Şimdi onu da mıhladılar.
Hücre hapsi genellikle on beş gün idi ama beni üç buçuk ay, kanunsuz biçimde orada
tuttular. Hiçbir arkadaşımla görüştürmediler. Üç aydan beri, aleyhimde kırk sayfalık
bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni harfleri bilmiyordum, hastaydım ve yazım
güçsüzdü. 'Beni' dedim, 'iddianameyi okuyacak ve savunmamı yazabilecek bir öğrencimle
görüştürün' 'Hayır' dediler, 'sadece avukatınla görüşebilirsin' Kabul ettim. Ondan
da vazgeçtiler. Sadece bir arkadaşıma, 'iddianameyi eski yazıya çevir' demişler.
Oysa o, en az altı yedi gün sürerdi, bırakmadılar ki, birkaç saatte onu birisi bana
okusun. Bu, şiddetli bir baskıyla, yasal haklarımı engellemek ve elimden almaktır.
Dünyada yüz cinayeti bulunan ve asılacak olan birine bile böyle davranılmaz. Ben,
gerçekten bu, eşi görülmemiş işkencenin nedenini bilmediğimden çok ıstırap çekiyorum.
Bediüzzaman'ı bu ıstırabıyla baş başa bırakanlar, bugün o ilahi adaletin gerçekleştiği
'büyük mahkeme'de sorgularını bekliyorlar. O ise, (doğrusunu Allah bilir) kabrinden
açılan nurani bir pencereden cennetin güzelliklerini seyrediyordur. O'nu bir karmaşa
ve kaosun, bir çatışmanın, bir kavga ortamının içine çekmek isteyenler, bunu başaramadılar.
'Müsbet hareket' tutumu ise, giderek bir teslimiyet psikolojisini üretti. Bediüzzaman'ın
'dava'sından asla ödün vermeden, kendi meselesinin ortamında yaşaması ve karşısına
çıkan aşılması güç engelleri, büyük bir cehd ile aşması, çatışmaya girmemesi, buna
karşılık uzlaşmaya da düşmemesi, bugün hâlâ, üzerinde kafa yorulması gereken bir
mesele olarak duruyor. Yine, O'ndan bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Bu alıntı
bize, son derece kritik bir soruna ilişkin çok değerli bir uyarıda bulunuyor:
Bir zaman, kimi dostlarım bana sordular, 'yeryüzünü darmadağın eden ve İslam'ın
geleceğiyle ilgili olan Dünya Savaşı’nı hiç merak etmiyor ve ona ilişkin herhangi
bir şey sormuyorsun. Oysa bazı dindar ve bilgin kimseler, cemaati ve camiyi bırakıp
radyo başına koşarak savaşın seyrini izliyor. Acaba bundan daha büyük bir olay mı
var, yoksa onunla ilgilenmek zararlı mıdır?' Onlara şöyle dedim: Ömür sermayesi
çok az, zorunlu işler çok fazla. Birbiri içindeki daireler gibi, her insanın gönül
ve mide dairesinden, beden ve ev dairesine, mahalle ve kent dairesinden yurt ve
ülke dairesine, yeryüzü ve insanlık dairesinden canlılar ve dünya dairesine dek
daireler var. Her dairede, herkesin bir ödevi bulunur. Fakat en küçük dairede, en
büyük ve önemli bir görev bulunuyor. Ve en büyük dairede geçici ve önemsiz bir görev
bulunabilir. Ne var ki, büyük dairenin çekiciliği, küçük dairedeki gerekli ve zorunlu
hikmeti bıraktırıp, amaçsız ve anlamsız işlerle meşgul eder. Hayat sermayesini boş
yere harcatır. Ve bazen, bu savaş boğuşmalarını merakla izleyen, bir tarafa kalben
destek verir, onun zulümlerini hoş görür ve ortak olur. Evet, bu dünya savaşından
daha büyük olay var. Herkesin, özellikle Müslümanların başına öyle bir dava açılmış
ki, eğer İngiliz veya Alman kadar servetimiz ve aklımız olsa, o davayı kazanmak
için tereddüt etmeksizin harcamalıyız. İşte bu dava, yüz binlerce ünlü insanın ve
insanlığın yıldızları ve mürşitlerinin ortaklaşa biçimde haber verdikleri meseledir;
herkesin, iman karşılığında, yeryüzü kadar bağlar ve köşklerle süslü ve sonsuz bir
mülkü kazanma veya kaybetme davası. Eğer iman belgesi sağlam elde edilmezse dava
kaybedilir. Bu yüzyılda, maddecilik belasıyla çoğu insan o davayı yitirmiştir. O
büyük meseleyi, yüzde doksanına kazandıran ve yirmi yılda yirmi bin kişiye, o davanın
kazancının belgesini veren ve Kur'an'ın manevi mucizesinden gelen, bu zamanın birinci
dava vekili bulunan Risale-i Nur'dur.
Öz
Bu makalede, "müsbet hareket" kavramından yola çıkılarak, Bediüzzaman'ın 'dava'sından
asla ödün vermeden, kendi meselesinin ortamında yaşaması ve karşısına çıkan aşılması
güç engelleri, büyük bir cehd ile aşması, çatışmaya girmemesi, buna karşılık uzlaşmaya
da düşmemesi bir sivil itaatsizlik örneği olarak sunuluyor.
Anahtar Kelimeler: Müsbet hareket, sivil itaatsizlik, iman, şefkat, siyaset
Abstract
In this article, I suggest, in the light of his concept of "positive action",
Bediuzzaman's focus on his own "cause" without making concessions, his climbing
over hard obstacles with a great effort, his avoidance from fight but also from
compromise as an example of civil disobedience.
Key Words: Positive action, civil disobedience, faith, compassion, politics