Sincerity As a Basic Moral Theory in the Eyes
of Bediüzzaman Said Nursi

Giriş: Yaratılışla Birlikte Gelen Sözleşme

İnsan, her şeye kadir olan Allah tarafından yaratılmıştır. Yaratılmış olan insanın
yaratıcı karşısındaki durumu sonsuz bir zaafı ve aczi ifade etmekle birlikte, Yaratıcı,
insana özel bir değer atfetmiş, onu kendisine muhatap kabul etmiş, ona sorumluluk
vermiş ve deyim yerindeyse, onu yaratılmışların en kutsalı kılmıştır. Allah'ın insana
değer verdiğinin en büyük göstergesi onunla sözleşme akdetmiş olmasıdır. Aslında
"Lâ yüs'el"1 (Sorumluluğu bulunmayan) ve "Fa'alün limâ yurid"2 (İstediğini yapabilen)
olan Allah'ın insanla sözleşme akdetmesi ilk bakışta insana garip gelebilir. Ancak
Allah'ın insandan misak alması3 ve insana misak vermesinin4 gerisinde çok önemli
sebepler bulunmaktadır. Bunların başında da insan fiillerinin insana sorumluluk
yüklemesi ve son hesabın verildiği günde Allah'ın aleyhinde bir delilin öne sürülmemesi
gelmektedir. Nisa Suresinde yer alan "müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberleri
gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri kalmasın"
ayeti,5 Allah tarafından insana yüklenilen sorumluluğun önemini ve insanın hesap
gününde Allah'ın aleyhinde delil getirememesinin temel ilkesini ifade etmektedir.

Allah'ın insanlarla yaptığı sözleşmenin bir diğer önemli hedefi Allah'a inanmalarının
sağlanmasıdır. Başka bir deyimle, Allah insanların şeytana değil, kendisine ibadet
etmelerini talep etmektir. Çünkü Bediüzzaman'ın ifadesiyle "hilkatin en yüksek gayesi
ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billah'tır. Ve insaniyetin en ali mertebesi
ve beşeriyetin en büyük makamı iman-ı billah içindeki marifetullah'tır.6 Allah şöyle
der: "Ey Ademoğulları! Ben, 'şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana
ibadet ediniz, doğru yol budur' diye size and vermedim mi?7 Şu halde Allah ile insan
arasındaki sözleşmenin esası, Onun buyruklarına (kitabının içindeki hükümlere) riayet
edeceklerine dair insanların taahhütte bulunmaları ve ahitlerini tam olarak yerine
getirme konusunda azimli olmalarıdır. Kur'ân'ın ifadesiyle insanların maruf üzere
hareket etmesi ve münker olan her şeyi reddetmesidir. Bu tutum insanın, en üstün
iyilik, takva, hayır ve fayda demek olan "Birr"e ulaşmasıdır. Kur'ân şöyle der:
"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz birr değildir. Asıl birr, Allah'a, âhiret
gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış kimselere, isteyip dilenene ve özgürlükleri
için kölelere veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiklerinde ahitlerine
vefa gösteren ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin
tutumudur."8

Sözleşmeye konu olan bu ayette tek tek sayılan hükümler insan ilişkilerini düzenleyen
hukukun ruhu olduğu gibi daha önce din tebliğ etmiş olan bütün peygamberlerin de
tekrar ettikleri en yüksek ahlaki ilkelerdir. İşte insanlar bu ilkelere riayet ettikleri
zaman Allah'a verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar. Bu ilkelerin, Allah'ın kulu
olan insana yüklediği sorumlulukların tümünün en yüksek ifadesi ibadettir.9 Allah,
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan
rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum."10 buyururken, bu sözleşmenin
temel ilkelerinin özeti durumundaki iman ve ibadetin ahlakî bir sorumluluk olduğunu
vurgulamaktadır. Özellikle, "Onlardan rızık istemiyorum" ifadesi, rızık peşinde
koşmayı bahane ederek ibadeti terk etmenin ve adeta rızık peşinde koşmak için yaratılmış
intibaını vermenin gayri ahlaki bir davranış olduğuna işaret etmektedir.11 Hatta
Allah'ın "Bizim sizi boş yere bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin
bize döndürülüp getirilemeyeceğinizi mi sandınız?"12 ayeti insanın Allah ile olan
sözleşmesinden doğan ağır sorumluluğuna, yani imana ve ibadete vurgu yapmaktadır.
Bundan daha net olanı "insan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"13 ayetidir. Burada,
insanın dünyaya gönderilirken sözleşmeden doğan çok ağır bir ahlaki sorumluluğun
altında olduğu ve bu sorumluluğun gereği olarak Allah'a iman ve O'na ibadet etmekle
mükellef olduğu net olarak ifade edilmektedir.

Denebilir ki, Allah'a iman ve Ona ibadet etmek yaratılışın en önemli sırrıdır.
Hatta Bediüzzaman'a göre iman insan olmanın bir gereğidir.14 İbadet ise dünya ve
âhiret saadetine sebep olduğu gibi dünya ve âhiret işlerini tanzime de sebeptir.
İbadet, kişisel olarak insanın, ayrıca tüm insan nevinin kâmil olmasına bir vasıta
olduğu gibi, yaratıcı ile kul arasında pek yüksek bir nispet ve çok şerefli bir
rabıtadır. Çünkü insanın yüksek ruhunu ferahlatan ibadettir. İnsanın kabiliyetlerini
ortaya çıkaran, arzu ve isteklerini berraklaştırıp temiz hale getiren, emellerini
tahakkuk ettiren ve fikirlerini genişlettirip intizam altına alan yine ibadettir.
Aynı zamanda insanın şehvete ve öfkeye dayalı içgüdülerini sınırlayan, zahiri ve
batini uzuvlarını ve duygularını kirleten küfür paslarını silen ve insanı mukadder
olan kemalatına ulaştıran yine ibadettir.15

Şu halde yaratılışın asıl gayesi yaratıcıyı tanımak ve Ona ibadet etmektir. Eğer
insanlar Allah'ı tanıyıp Ona ibadet etmezlerse yaşamalarının hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Çünkü iman ve ibadet hayatın ve var olmanın ruhu hükmündedir. Peki, ibadetin ruhu
var mıdır? Varsa o ruh nedir? Bediüzzaman bu soruya şu cevabı verir: "İbadetin ruhu
ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer
başka bir hikmet ya da fayda ibadete illet gösterilse o ibadet batıldır. Faydalar
ve hikmetler yalnız tercih edici olabilirler, illet olamazlar."16 Hatta Bediüzzaman'a
göre ibadet, insan hayatında bir vesile değil, insan hayatının asıl gayesidir. Bu
itibarla ihlâssız ibadet ibadet sayılmadığı gibi, ibadet sevap kazanmak ya da cezadan
kurtulmak için de yapılmamalıdır. Görülüyor ki, insan fıtratına en uygun olan şey,
her türden insan fiilinin, ahlakın, iyiliğin ve adaletin tecellisini mümkün kılacak
şekilde ve insanın yaratılışına uygun olarak, yani ibadetin ruhu olan ihlâs çerçevesinde
yapılmasıdır.

A- İnsanın Sorumluluğu ve İhlâs

İnsanın iki türlü sorumluluğu vardır: Birincisi, insanın Allah ile olan sözleşmesinin
gereği olan ahdine bireysel olarak vefa göstermesidir. Allah insanın kendisine karşı
samimi davranmasını istiyor. Allah şöyle buyuruyor: "Bana verdiğiniz sözü tutun
ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun." İnsanın Allah'a
verdiği söz, daha çok iman ve ibadet şeklinde kendisini gösterir. Allah'ın insana
verdiği söz ise, insanı dünya ve âhirette mutlu bir hayata, Kur'ân'ın ifadesiyle
"sırat-ı müstakim"e götürür. Ayetin sonunda yer alan "sadece benden korkun" ifadesi,
insanın Allah'a karşı sorumlu olduğu fiillerine karşılık sevap kazanabilmesi için
tüm işlerinde samimi olması, yani ihlâslı davranması, ahlaki sorumluluğun gereği
olduğunu öngörüyor.

İnsanın ikinci sorumluluğu, hemcinslerine karşı olan sorumluluğudur. Bu durum,
insanın topluma karşı olan görevini ve işindeki samimiyet ve ihlâsı da içine almaktadır.
Kuşkusuz insanın Allah'a karşı olan sorumluluğunun yanı sıra hemcinsleri olan diğer
insanlarla da belli bir ilişki biçimi içinde olması kaçınılmazdır. Çünkü, insan,
fıtratı gereği medeni yaratılmıştır. Bu yüzden başkalarıyla bir arada yaşamak durumundadır.
Ancak toplumun refah ve mutluluğu insan ilişkilerinin belli bir düzen içinde şekillenmesine
bağlıdır. Aksi takdirde her toplumda kargaşa doğar. Başka bir ifadeyle, sosyal hayat
ya belli ahlakî ilkeler doğrultusunda düzene girip adaletin toplumda tecelli etmesini
mümkün kılar ya da kaos kendi özel dinamikleriyle adaletin ortadan kalkmasına ve
zulmün kurumsallaşmasına yol açar.

Allah bu konuda da insandan ahit aldığını ve insanın Allah'ın ahdine vefa göstermesi
gerektiğini talep eder. Burada Allah'ın ahdinin yerine getirilmesi, insanlar arasındaki
ilişkilerin adalet, iyilik, yardımlaşma, paylaşma vb. ahlaki ilkelere göre düzenlenmesidir.
Allah şöyle buyuruyor: "Yetimin malına yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı tam adaletle
yapın. Yakınlarının aleyhinde de olsa her olayda ve her durumda adil davranın."17
Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah'ın size olan nimetini 'duyduk ve kabul
ettik' dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O'na verdiğiniz) sözü hatırlayın
ve Allah'tan korkun. Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik
eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adil davranmamaya sevk etmesin."18
Bu konudaki bir diğer ayet ise şöyle: "Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta
tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa Allah için şahitlik
eden kimseler olun. Hislerinize uyup adaletten sapmayın."19

Dini ibadetlerden olan ve imandan sonra gelen abdest ve namaz dinin direği ve
insanın manevî hayatının temeli olduğu gibi, adalet ve adaleti ayakta tutan şahitlik
kurumu da sosyal hayatımızın teminatıdır. Bu ayetler, insanı adaletten ayıran ekonomik,
sosyal ve psikolojik sebeplere dikkat çekerek doğrudan yargının başında bulunan
ya da dolaylı olarak yargıçlara yardımcı durumunda olanların yalnız ve yalnız Allah'tan
korkmaları ve Onun tesirinde kalmaları gerektiğini vurgulamıştır. Ayetlerde geçen
"Allah'tan korkun", "Her durumda adil davranın", "Adalet titizlikle ayakta tutun"
ve "Hislerinize uyup adaletten sapmayın" şeklindeki ifadeler, Allah'ın ahdine riayet
etmenin sadakat, samimiyet ve ihlâsla iş yapmak anlamına geldiğini, bunların da
adil davranmak ve Allah'tan korkmakla eş anlamlı olduğunu, İslamiyet'in asıl sırrının
ihlâs ve rızâ-i İlâhî olduğunu göstermektedir.20

B- İhlâsın Kısımları

İhlâs ve samimiyetin, kişisel ve toplumsal olmak üzere iki boyutu vardır. Yani
ihlâs ve samimiyet insanın manevî hayatının temel dinamiği sayıldığı gibi toplumun
manevî hayatının da temel dinamiklerinden biridir. Bireyde ihlâs, toplumda "adaletin
tecellisi" şeklinde ifadesini buluyor. Eğer bir insanda ihlâs ve samimiyet hâkim
olmazsa o insanın nifak ve iki yüzlülük hastalığına yakalanmaması mümkün olmadığı
gibi, toplumda her şeyin başı ve yöneticisi durumunda olan adalet tecelli etmediği
takdirde kargaşanın baş göstermemesi mümkün değildir. Özellikle para ve ekonominin
adaletle yönetilmediği zamanlarda, insanlara parayla her şeyin elde edilebileceği
izlenimi verilmiş olur ki, bunun adı "rüşvet-i mutlaka" yönetimidir.21 Bu itibarla
denebilir ki, ihlâslı insanlardan meydana gelen toplumlarda mutlaka adalet tecelli
eder ve insanlar barış ve mutluluk içinde yaşarlar. Zira ihlâs ve samimiyet sayesinde
gerek fert gerek toplum bazında çalışmanın, işbirliğinin ve hayatın bir anlamı vardır.
İhlâssız olan, başka bir ifadeyle, iki yüzlülük hastalığına müptela olan insanlarda
ve ahlaki çöküntü içerisinde olan toplumlarda dirlik ve düzen olmadığı için refah
ve mutluluktan da söz edilemez. Çünkü samimiyetsiz işlerin, çalışmaların, düşüncelerin
ve hayatın bir anlamı yoktur. Böyle toplumlarda her şeyin başı ve yöneticisi paradır.

Bediüzzaman ihlâsı iki açıdan ele alır. Birincisi, İslâm toplumunun dini ve manevî
hayatında sorumluluk mevkiinde bulunan bir kişi veya elit bir zümre olmanın getirdiği
mükellefiyet açısından ihlâsın önemine işaret eder. İhlâsın bu kısmı hüküm değeri
bakımından "farz-i kifâye" derecesindedir. Bediüzzaman, bu noktada, İslâm dünyasında
aktif rol oynayan "ehl-i din, eshab-ı ilim ve erbab-ı tarikat" gibi dini gruplardan
ihlâslı olmalarını beklemektedir. Dini grupların birbirileriyle olan münasebetlerinde
ihlâsın önemine işaret eden Bediüzzaman, ihlâssızlığın bu gruplar arasındaki ihtilafın
da gerçek sebebi olduğunu vurgular. "Elim ve feci ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak
bir hadise-i müthişe" olarak kabul ettiği İslâmî cemaatler arasındaki ihtilaf hastalığının
yegane tedavisinin yine ihlâs ile mümkün olabileceğini dile getirir.22

İkincisi, İslâm dünyasında manevî bir şahsiyete sahip olan bir cemaatin üyesi
olmanın, başka bir ifadeyle, Kur'ân hizmetkarı olmanın getirdiği sorumluluk açısından
ihlâsın önemine işaret eder. İhlâsın bu kısmı daha çok "farz-ı ayn" hükmündedir.
Bu anlamda ihlâslı olmak kişinin imanını, takvasını ve gerçek kurtuluşunu garanti
altına alır. İhlâslı olmadığı takdirde öncelikle insanın kendisi yanar. Ancak burada
hemen belirtmeliyiz ki, farz-ı kifâyenin mükellefe yüklediği sorumluluk, farz-ı
aynın yüklediği sorumluluktan geri değildir. Üstelik farz-ı aynın kazası mümkün
olduğu halde farz-ı kifâyenin kazası farz olarak mümkün değildir. Meselâ, sabah
namazını kılmayan bir kimsenin bu hatasını kaza yoluyla telafi etmesi mümkün olduğu
gibi; kaza etmediği takdirde bile vebali sadece kendisine ait olur. Farz-i kifâyede
durum böyle değildir. Meselâ, cihad bir farz-i kifâyedir. Ne var ki, cihatta görev
alacak olanlar görevlerini terk ettikleri takdirde İslâm toplumu yok olmakla karşı
karşıya kalabilir. Bu anlamda farz-ı kifâye üyelere toplumsal bir sorumluluk yüklerken
farz-ı ayn daha çok ferdi sorumluluk yüklemektedir.

Şimdi ihlâsın bu iki kısmını Bediüzzaman'ın gözüyle ayrı ayrı ele alalım:

1-Toplumda Sorumluluk Mevkiinde Olanların İhlâsı

Bir toplumda ihlâslı insan olmak, barış, yüksek ahlak, birliktelik ve mutluluk
için ne kadar gerekli ise ihlâssız olmak da o denli yıkıcı ve sarsıcı sonuçlara
yol açmakta, üzücü ve gayri ahlakî olaylara sebep olmaktadır. Bediüzzaman sorumlu
mevkilerde olan ve toplumu dini ve manevî yönden etkileyen insanların ihlâssız olmalarının
İslâm dünyasında yol açtığı toplumsal acı sonuçlara bir soruyla temas etmekte ve
tedavi çarelerini de sıralamaktadır. Soru aynen şöyle:

"Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hatta ehl-i dalalet ve ehl-i nifak rekabetsiz
ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i
ilim ve ehl-i tarikat neden rekabetli ihtilaf ediyorlar?"

Bediüzzaman "ehl-i hamiyeti ağlattıracak bu müthiş hadisenin" pek çok sebeplerinden
yedisini dile getirir. Ancak Bediüzzaman tahlillerinde bazılarının bekleyebileceği
gibi kolay bir yol takip etmeyerek ehl-i ilim, ehl-i tarikat ve diğer dini grupları,
aralarındaki ihtilaf ve kavga yüzünden kötüleyerek değil, fakat onların ihtilaf
ve kavgalarının dini ve sosyolojik temelleri üzerinde durarak şaşırtıcı tahliller
sunmakta; ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet gruplarının da, kendi aralarında yaptıkları
ittifakın hak bir temele dayanmadığını özellikle vurgular. Bediüzzaman dini grupların
kendi aralarındaki ihtilaflarının sebepleri olabilecek yedi önemli nokta üzerinde
duruyor:

a) Vazife-ücret dengesizliği:

Genelde İslâm'ı ve Müslümanları tenkit etmek isteyenlerin sıklıkla dile getirdikleri
"Müslümanlık doğru ve gerçek bir temele dayansaydı Müslümanlar bugün bu durumda
olmazlardı." şeklindeki klasik suçlamayı reddeden Bediüzzaman'a göre dini grupların
ihtilafları hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i dalaletin ittifakları hakperestlikten
ve bir hakikate dayanmaktan ileri gelmiyor. Ona göre din adamlarının ihtilafı vazife-ücret
dengesizliğinden ileri geliyor. Çünkü ehl-i dünyanın sosyal hayattaki görevleri
ve bu görevler karşılığında alacakları maddî ya da manevî ücret belirlenmiş iken,
din adamlarının yaptıkları dini hizmet tüm topluma yönelik olduğu için bu hizmetler
karşılığında alacakları maddî ve manevî ücret tayin edilmemiştir. Bu durum, dini
tebliğ ederlerken dini grupların birbirileriyle rekabet etmelerine sebep olmakta
ve ihtilafa yol açmaktadır. Bu vazife-ücret dengesizliği rekabet ve ihtilaf hastalığına,
dolayısıyla ihlâssızlığa sebep olmaktadır. Bediüzzaman bu hastalığın çaresinin ihlâs
olduğunu vurgular. Bu noktada ihlâsın yönü şöyledir: Her şeyden önce dinî gruplar
hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek ve dini tebliğ etmenin bir görev olduğunu,
bu konuda muvaffak olmak ve dini insanlara kabul ettirmenin Allah'a ait bir iş olduğunu,
insanlara kabul ettirmek ve insanların teveccühlerini kazanmanın tebliğin bir parçası
olmadığını bilmek mecburiyetindedirler. İhlâs ancak bu şekilde kazanılır.23

b) Sevap kazanma hırsı:

Bediüzzaman'a göre diyanet ehlini ihtilafa ve rekabete sevk eden temel sebeplerden
biri de onların "hırs-ı sevap ve vazife-i uhrevîyedeki kanaatsizlikleridir. Bu sevabı
ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler" şeklinde
ifadesini bulan sevap kazanma hırsı, aslında âhiret açısından güzel bir haslet olmasına
rağmen, Müslümanlar arasında rekabete yol açtığı için ihlâsı kaçırmakta, riyâ ve
gösteriş kapısını açmaktadır. Bediüzzaman'a göre yanlış olan bu durum insanlarda
manevî bir yara açtığı gibi, ruhî bir hastalığa da sebep olmaktadır. Bunun tedavisi
de "Cenab-ı Hakk'ın rızâsının, kesret-i etba ve fazla muvaffakiyet ile değil, ihlâs
ile kazanıldığı"nı bilmek ve buna inanmakla olur.24

Bediüzzaman'a göre dinî cemaat liderlerinin "herkes beni dinlesin" şeklinde bir
kanaate kapılmaları yersizdir. Çünkü hak ve hakikati dinleyen sadece insanlar değildir.
Kâinatın her tarafında şuur sahibi mahlûklar, ruhaniler ve melekler vardır. Çok
sevap kazanmak isteyen bir kimse ihlâsı esas aldığı zaman ağzından çıkan mübarek
kelimeler ihlâs ile havada canlanır, şuur sahibi kulaklara girip onları nurlandırır.25

c) Uhrevî hizmetlerde benlikten kurtulamamak:

Bediüzzaman'a göre dinî gruplardaki ihlâssızlığın ve buna bağlı olarak gelişen
rekabet duygusunun en önemli sebeplerinden birisi de, diyanet ehlinin, âhirete ait
ve ileriye dönük sevaplara kalben ve ruhen yöneldikleri sırada benlikten kurtulamamalarıdır.
Bu önemli hastalığın ilacı "Allah için seviniz"26 prensibinden hareketle benliği
bırakmak ve kim olursa olsun, hak yolda yürüyen herkesle iftihar etmektir. Hatta,
benlikten kurtulabilmek için arkadaşlarına tabi olmak ve gerekirse imamlık şerefini
onlara bırakmak gerekir.27

d) Güçlü bir istinat noktasına dayanmak:

Bediüzzaman'a göre diyanet ehlinin sürekli ihtilaf içinde olup ittifak edememeleri
zaaftan değildir. Tersine onların ihtilafı, kamil imandan gelen güçlü bir istinat
noktasının var olmasından ileri geliyor. Ehl-i dalaletin ittifak içinde hareket
etmeleri ise, kalben dayanabilecekleri bir istinat noktasının bulamamasından ileri
geliyor. Çünkü zayıflar ittifaka muhtaç oldukları için kuvvetle ittifak ederler.
Güçlüler ise, bir araya gelmeye ve daha da güçlenmeye ihtiyaç hissetmediklerinden.
ittifakları zayıf oluyor. Bu tabiatta var olan bir kanundur. Meselâ, aslanlar tilkiler
gibi ittifaka muhtaç olmadıkları için tek başlarına gezerler. Yabani keçiler kurtlardan
korunmak için bir sürü teşkil ederler. Dolayısıyla zayıfların topluluğu ve şahs-ı
manevîsi güçlü olduğu gibi, güçlülerin cemiyeti ve şahs-ı manevîsi de buna göre
zayıftır. Sonuç olarak ehl-i hak olan dindarlar ittifaktaki gerçek kuvveti düşünmedikleri
hatta aramadıkları için zararlı bir ihtilafa düşerler. Ehl-i dalalet ise, aczleri
vasıtasıyla ittifaktaki gücün faydasını hissettiklerinden bir araya gelebiliyorlar.
İşte bu ihtilaf hastalığının çaresi "ihtilafa düşmeyin, sonra cesaretiniz kırılır,
gücünüz de elden gider"28 ayeti ve "iyilik ve takva konusunda işbirliği yapınız"29
ayetindeki ilâhî emirleri düşünerek riyâ ve gösterişten kurtulmaya çalışmaktır.30

e) Dünyevi işlere zaman ayıramamak:

Bediüzzaman'a göre ehl-i hak genellikle âhirete ait faydaları düşündüğünden dünya
hayatına ait meselelere yeterince eğilemiyor. Önemli bir sermaye olan vaktini bir
tek meseleye harcamadığı için meslektaşlarıyla ittifakları muhkemleşmiyor. Ehl-i
dünya ise yalnız ve yalnız dünya hayatını düşündüklerinden bütün hissiyatı, ruhu
ve kalbiyle dünyaya ait meselelere şiddetli bir şekilde sarılır. Gerçekte beş paraya
değmeyen bir cam parçasına beş lira değer verdiği gibi, beş yüz liralık vaktini
de o dünyevi meseleye hasreder. Elbette bu kadar fiyat verip şiddetli hissiyat ile
sarılmak batıl yolda bile olsa, samimi bir ihlâstan kaynaklandığı için muvaffakiyete
ve ehl-i hakka galebe etmeye sebep olur. Bu galebe sonucunda ehl-i hak zillete,
mahkûmiyete ve riyaya düşüp ihlâsı kaybeder ve ehl-i dünyaya dalkavukluk yapmaya
mecbur olur. Bunun çaresi ise, birbirinin kusuruna bakmamak, ayıpları görmemek,
"Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini
muhafaza ederek oradan kaçıp giderler."31 ayetinde yer alan edep prensipleriyle
edeplenmek ve harici düşmana karşı dahili münakaşalara son vermektir.32

Bediüzzaman'a göre müminler ehl-i dünyadan daha şiddetli bir şekilde birbirileriyle
ittifak etmekle yükümlüdürler. Çünkü yüzlerce ayet ve hadis uhuvveti, muhabbeti
ve müminler arasındaki işbirliğini emrediyor. O halde müminler meslektaşları ve
dindaşlarıyla, ehl-i dünyadan daha çok ittifak etmek zorundadırlar. Eğer bir mümin
"Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktini sarf etmektense o çok kıymetli vaktini
zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim" deyip ittifakı zayıflaştırırsa
büyük bir sorumluluk altında kalır. Çünkü müminlerin ittifakına çalışmak manevî
bir cihattır. Manevî cihatta ise, küçük mesele zannedilen şey bazen çok büyük olabilir.33

f) Müsabaka şartlarına riayet edememek:

Bediüzzaman'a göre ehl-i hakkın ihtilaflı rekabetleri kıskançlıktan ve dünya
hırsından değil, hak yolda güzel bir haslet olan müsabaka şartlarına riayet edememektendir.
Ehl-i dalalet, menfaatlerini kaçırmamak için her şartta arkadaşlarıyla ittifak edip
menfaat etrafında toplanabildikleri halde dindarlar ihlâsı kaçırıp sırf Allah rızâsı
için çalışmadıkları ve birbirileriyle hayırlı işlerde yarışacakları yerde kıskançlık
ve haset damarıyla hareket ettikleri için Müslümanların zillet ve mağlubiyetlerine
sebep olmuşlardır. Oysa dini ve uhrevî işlerdeki müsabaka şartları ile dünyevi işlerdeki
müsabaka şartları aynı değildir. Meselâ, dini ve uhrevî hizmetlerde haset ve kıskançlık
olamaz. Çünkü dünyada bir tek şeye çok kimseler talip olduğundan ve bu geçici dünya
insanın sınırsız arzularını tatmin edemediğinden ister istemez kıskançlık ve rekabet
ortamı doğuyor. İnsanlar arzu ve isteklerini tatmin edebilmek için birbirileriyle
yarışırlar. Âhiret ve âhirete ait işler ise kıskançlık ve rekabet konusu olamaz.
Çünkü âhirette bir tek insana beş yüz sene mesafelik bir Cennet veriliyor. Bu itibarla
âhiret işlerinde kıskançlık ve rekabeti doğuracak bir yarışma söz konusu olamaz.
Bediüzzaman'a göre uhrevî amellerde kıskançlık eden ya riyâkardır, amal-i saliha
suretiyle dünyevi neticeleri arıyor; veyahut sadık cahildir ki, amal-i salihanın
nereye baktığını bilmiyor ve a'mal-i salihanın ruhu, esası ihlâs olduğunu derk etmiyor.34

g) İzzet ve zillet dengesi:

Bediüzzaman'a göre ehl-i dünya ve ehl-i gaflet hak ve hakikate istinat etmedikleri
için zayıf ve zelildirler. Bu yüzden her zaman kuvvetlenmeye muhtaçtırlar. Ehl-i
hak ise hak ve hakikate istinad ettikleri için her biri gittiği yolda yalnız Rabbini
düşünüp tevfikine itimat ettiğinden manen kendisinde bir izzet ve arkasında büyük
bir güç hisseder. Za'af hissettiği vakit yalnız Rabbine yalvarır ve Ondan medet
ister. Kendi meşrebine muhalif olanlara karşı bir işbirliği ihtiyacını hissetmez.
Hatta eğer kendisinde benlik varsa kendisini daima haklı ve muhalifini haksız kabul
eder. Bu durum ittifak ve muhabbet yerine ihtilaf ve rekabete yol açar. Bediüzzaman'a
göre bu müthiş sebebin yol açtığı vahim neticeleri önlemenin yegâne çaresi dokuz
emirdir:

1- Müspet hareket etmek, yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek.

2- İslâm dairesi içinde hangi meşrepten olursa olsun medar-i muhabbet, uhuvvet
ve ittifak olacak noktaları düşünüp ittifak etmek.

3- Kişi "mesleğim haktır veya daha güzeldir" diyebilir. Ancak başka mesleklerin
çirkinliğini ima eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veya "güzel benim meşrebimdir"
diyemez olan insaf düsturunu rehber edinmek.

4- Ehl-i hak ile ittifak etmenin tevfik-i ilâhînin bir sebebi ve diyanetteki
izzetin bir medarı olduğunu düşünmek.

5- Ehl-i dalalet cemaat şeklinde ve kuvvetli bir şahs-ı manevî dehasıyla hücum
ettiği için, o sahs-ı manevîye karşı her türlü ferdi mukavemetin zayıf düştüğünü
anlayıp ehl-i hak ile ittifaktan bir şahs-ı manevî çıkarıp hakkaniyeti muhafaza
ettirmek.

6- Hakkı batılın hücumundan kurtarmak

7- Nefsini ve enâniyetini

8- Ve yanlış düşündüğü izzetini

9- Ve ehemmiyetsiz, rekabetkarane hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini
hakkıyla ifa eder.35

Dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi şudur ki, ehl-i diyanet
ve ehl-i dünya açısından başarı veya başarısızlığa baktığımız zaman sıfatların ve
nitelikli davranışların galip geldiğini göreceğiz. Yani güzel hasletler, yüksek
ahlak ve değerli sıfatlar kimde ise o başarılı olur. Bediüzzaman, Müslümanlarda
olması lazım gelen sıfatların gayri Müslimlerde olması halinde galibiyetin de yer
değişeceğine işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle, kâfirdeki Müslüman bir sıfat
kâfiri muvaffak kılar, aynı şekilde Müslüman'daki kâfir bir sıfat Müslümanı mağlup
eder. Onun için "Hak daima üstündür"36 hadisi netice ve sıfatlar itibariyle doğrudur.37
Çünkü sıfat-ı kelamdan gelen teşri'i emirlere karşı itaat ve isyan olabileceği gibi
sıfat-ı iradeden gelen tekvini emirlere karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde
ceza ve mükâfat genellikle ahirette olur. İkincisinde ise, ekseriyet itibariyle
dünyada galip olmak veya mağlup olmak şeklinde tecelli eder. Meselâ, sabrın mükâfâtı
zaferdir, tembelliğin cezası fakirlik ve sefalettir, çalışmak ve çalışmada sebat
etmenin mükafatı galebe etmek ve üstün gelmektir. Bu durumda kâfirin tekvini emirlere
karşı itaatte bulunması, ona galibiyet ve üstünlük gibi bir avantaj sağlarken, Müslüman'ın
aynı emirlere karşı isyan etmesi ve onları dikkate almaması Müslüman'ın mağlubiyetine
yol açmıştır denebilir. Eğer bugün Müslümanlar ittifak edecekleri yerde ihtilaf
ediyorlarsa başarmaları ve düşmanlarına galip gelmeleri mümkün değildir. Aynı şekilde
kâfirler işlerinde ve çalışmalarında samimi bir ittifak sergiledikleri zaman galip
gelirler. Bediüzzaman tüm bu açıklamalarıyla ihlâssızlığın bir hastalık ve bir ahlaki
zaaf olduğuna inanır ve bu hastalığın ancak ihlâs ile tedavi edilebileceğine işaret
eder.

2- Kur'ân Hizmetkarlarının İhlâsı

Bediüzzaman, "âhiret kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım" dediği
Nur Talebeleri için yazdığı 21. Lem'a'nın başına önemli bir not koymuştur: "Bu lem'a
la'akal her on beş günde bir defa okunmalı." Bediüzzaman bu sözüyle ihlâsın "Nur
Talebeleri" için ne kadar önemli olduğunu vurguladığı gibi, onların başarılarının
sırrının da ihlâs olduğuna işaret etmiştir. Bediüzzaman'ın bu sözleri aslında Kur'ân'a
hizmet etmeyi amaç edinen bütün İslâmî cemaatler için de geçerlidir. O, 21. Lem'a'da,
insan hayatında ve özellikle uhrevî hizmetlerde gerekli olan ihlâsın dokuz temel
özelliğine vurgu yapar:

1) En mühim bir esas,

2) En büyük bir kuvvet,

3) En makbul bir şefaatçi,

4) En mühim bir nokta-i istinad.

5) En kısa bir tarik-i hakikat

7) En makbul bir dua-i manevî

8) En kerametli bir vesile-i makasıd

9) En yüksek bir haslet ve en sâfî bir ubudiyet

Bediüzzaman'a göre bu kadar önemli olan ihlâsın iki önemli ayağı vardır: Birincisi,
amelde rızâ-i İlâhîyi gözetmek, ikincisi ise, kardeşlik hukukuna riayet etmektir.
Bediüzzaman, ihlâsı kazanmak, ihlâsın engellerini aşmak ve onu muhafaza etmek amacıyla
Nur Talebeleri için ikisi kardeşlik hukukunu muhafaza etmekle alakalı, birisi amelde
rızâ-i İlâhîyi gözetmekle ilgili, bir diğeri de ihlâsın ve doğru olmanın gücüyle
alakalı olmak üzere dört düstur ortaya koymuştur.

a) Birinci Düstur: Hizmet-i Kur'âniyede bulunanları tenkid etmemek:

Bediüzzaman, Hz. Peygamber'in "müminler bir ceset gibidir"38 hadisinden hareketle
hizmet-i Kur'âniyede bulunanların topluluğunu, tek bir vücut kabul ederek bir insanın
vücuduna ya da bir fabrikaya benzetmektedir. Bir insanın azaları birbirine rekabet
etmediği ve bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabet edercesine uğraşmadığı gibi,
Kur'ân hizmetinde bulunanların da birbirileriyle rekabet ederek uğraşmaları doğru
değildir. Aksi takdirde insan vücudu vücut olmaktan çıkacağı, fabrika da sonuçsuz
ve lüzumsuz kalacağı gibi, Kur'ân hizmetinde bulunanlar da ihlâsın verdiği manevî
kuvvetten yoksun kalarak dağılırlar. Hatta Bediüzzaman'a göre hakiki ihlâsın gereği,
kendisine rakip olabilecek bir kardeşi hakkında kardeşlik hislerini besleyerek onun
üstünlüğüyle iftihar etmektir. Bu hususla alakalı olarak şöyle der: "Sakın birbirinize
tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizin dışındaki dairede
çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorsam, siz de Üstadınızın nazarıyla
birbirinize bakmalısınız. Adeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz."39

b) İkinci Düstur: Dostluğu gözetmek:

Dostluğun, kardeşliğin ve arkadaşlığın hizmet-i Kur'âniyedeki önemine işaret
eden Bediüzzaman, Kur'ân hizmetinde bulunanların kendi arkadaşlarının faziletleriyle
iftihar etmeleri ve onların şerefleriyle şereflenmeleri gerektiğini ifade eder.
Ehl-i tasavvufun Hz. Peygamber'in veya şeyhin sevgisini temel alan "fenafi'r-Resul
ve fena fi'ş-şeyh" şeklindeki düsturlarına bağlı olmalarına karşılık Kur'ân hizmetinde
bulunanların, kardeş sevgisini esas alan "fenafi'l-ihvan" düsturuna bağlı olmalarının
daha doğru olacağını düşünen Bediüzzaman "fena fi'l-ihvan" düsturunu şöyle izah
eder: "Yani kendi hissiyat-i nefsaniyesini unutup kardeşlerinin meziyetleri ve hisleriyle
fikren yaşamaktır."40

c) Üçüncü Düstur: Amelde rızâ-i İlâhîyi gözetmek:

Bediüzzaman, bu düsturu açıklarken hizmet arkadaşlarına özetle şöyle der: "Amelinizde
rızâ-ı İlâhî olmalı. Eğer ameli dolayısıyla Allah bir insandan razı olursa bütün
dünya küsse ehemmiyeti yoktur. Eğer insanın amelini Allah kabul ederse, bütün halk
reddetse tesiri yoktur. Allah râzı olduktan ve kabul ettikten sonra isterse ve hikmeti
iktiza ederse halka da kabul ettirir, onları da râzı eder. Onun için bu hizmette
doğrudan doğruya ve yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızâsını esas maksat yapmak gerektir"41
Çünkü O'na göre amelin (ibadetin) ruhu ihlâs olduğu gibi42 ibadetin kabul edilebilmesinin
tek şartı da yine ihlâstır.43 Hatta Kur'ân'da "imanınızda ihlâslı olun" yerine "iman
edin" cümlesinin kullanılması ihlâslı olmayan imanın zaten iman sayılamayacağına
işaret etmektedir.44

Bediüzzaman, bu konuda en çok korkulan şeyin hizmet-i imaniye esnasında insanların
rızasını gizli de olsa talep etmeye çalışmaktır. Bir çok mektubunda bu konuya temas
etmekte ve talebelerini bu konuda uyarmaktadır. Hatta kendisine övgü yağdıran bir
çok mektubu, sırf Allah rızâsına aykırı olmasın diye ya reddediyor, ya Risale-i
Nur adına kabul ediyor veyahut üzerine bazı notlar düşerek düzeltmeye çalışıyor.
"Lütfi'nin arkadaşı Zeki" olarak imzasını atan bir talebesinin kendisine yazdığı
bir mektubunda, "Aziz Üstad! Hizmetin göklerde gezsin ve siz destanlarda geziniz"
şeklinde bir ifadeye yer vermesi üzerine Bediüzzaman'ın şu notunu görüyoruz: "Bu
kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rızâ-i İlâhî kafidir. Eğer O yar ise her
şey yardır. Eğer O yar değilse bütün dünya alkışlasa beş paraya değmez. İnsanların
takdiri, istihsanı eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal
eder. Eğer müreccih ise o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izale
eder."45

d) Dördüncü Düstur: İhlâstaki manevî gücü fark etmek:

Bediüzzaman bu düsturu açıklarken "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz."
diyerek konunun önemine işaret eder. Ona göre ihlâslı olmak ya da haklı bir konumda
olmak bizatihi insana güç kazandıran bir durumdur. İhlâsın insana ve topluma bu
kadar güç kazandırmasındandır ki, haksızlar bile haksızlıkları içinde gösterdikleri
ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.46 Çünkü başarı ve galibiyet için
vasıflar ve vesileler önemlidir. Başka bir ifadeyle, bir kâfirde bulunan Müslüman
bir sıfat, Müslüman'daki gayri meşru sıfatına galip gelir, neticede Müslüman değil,
kâfir başarılı olur.47

Bediüzzaman ihlâsta bulunan güç ve kuvvete kendi hizmetini örnek vererek, yüz
hatta bin misli fazla yardımcılara rağmen 20 yılda İstanbul'da ve kendi memleketi
olan Van'da yaptığı dini ve ilmi hizmetin yüz mislinin Barla'da 7-8 yılda gerçekleştiğini
ifade eder ve şöyle der: "… Burada (Barla'da) ben yalnız, garip, yarım ümmi ve
insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında yedi-sekiz sene sizinle ettiğim
hizmet yüz derece eski hizmetten daha fazla muvaffakiyeti gösteren manevî kuvvet
sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyyen şüphem kalmadı."

Bediüzzaman'a göre Allah da ihlâs sahiplerine özel bir önem atfetmektedir. Adeta
insanlardaki ihlâs gücü Allah'ın merhametini celbetmeye vesile oluyor, denilebilir.
Bu manada birçok yerde kendisinin ve Risale-i Nur Talebelerinin "istihdam edildiğinden"
söz ederek, ihlâs ve sadakat sahibi olanların Allah tarafından istihdam edildiklerini
dile getirir. Süleyman adında kendisine hizmet eden bir talebesinin yaptığı hizmet
karşılığında maddî hiç bir şey kabul etmediğine dikkat çeken Bediüzzaman, o talebenin,
hizmetini safi, halis ve lillah için yapmasından dolayı Allah tarafından istihdam
edildiğini söyler.48

Kur'ân-ı Kerim'de sabırlı yüz adamın bin insana bedel olduğu, başka bir ifadeyle
sabırlı bir tek adamın on adam kuvvetinde olduğu49 ifade edilmekle birlikte Bediüzzaman
"Bazen bir adamın ihlâsı 20 adam kadar fayda verir"50 diyerek ihlâsın verdiği kuvveti
bir misalle izah ediyor ve özetle şöyle diyor:

"Dört kere dört ayrı ayrı yazılsa on altı eder. Eğer sayısal değerleri itibariyle
bir çizgi üstünde omuz omuza verseler dört bin dört yüz kırk dört değerinde olur.
Aynı şekilde Kur'ân'a hizmet eden dört fedakar insanın manevî gücünün dört bin kişinin
gücünü aştığı pek çok tarihi vaka ile sabittir."51 Bediüzzaman uhuvvetin ve iman
kardeşliğinin yol açtığı hem matematiksel, hem manevî gücün sırrını şöyle izah eder:
"Hakiki ve samimi bir ittifakta her bir fert sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir
ve kulaklarıyla da işitebilir. Sanki on hakiki müttehit adamın her biri yirmi gözle
bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor ve yirmi elle çalışıyor." Hatta
O'na göre samimi bir dayanışma korkulara ve ölüme karşı bile önemli bir siperdir.
Çünkü ölüm gelse bir ruhu alır. Ama sırr-ı uhuvvetle, rızây-ı İlâhî yolunda ve uhrevî
işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, "Diğer ruhlarım sağ kalsınlar.
Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevî bir hayat idame ettirdiklerinden
ben ölmüyorum" der ve ölümü gülerek karşılar.52

Bediüzzaman yukarıda anlatılan ihlâs düsturlarına çok önem atfeder. Hatta Nur
Talebelerini sarsmak ve onları meşrep ve fikir ihtilafıyla birbirine düşürmek için
üç adamın tayin edildiğine dikkat çekerek, bu planı bertaraf etmenin tek çaresinin
ihlâs düsturlarına sarılmak olduğunu vurgular ve özetle şöyle der: "Bizler, imkan
dairesinde bütün kuvvetimizle lem'a-i ihlâsın düsturlarını ve hakiki ihlâsın sırrını
mabeynimizde istimal etmek vücup derecesine çıkmıştır. Bizler lüzum olsa birbirimize
ruhumuzu feda etmeye hazır olmalıyız."53

C- İhlâsın Muhafazası

Bediüzzaman ihlâsı kazanmanın ve onu muhafaza etmenin gerekliliği hususunda bir
çok noktaya temas etmiştir. Ona göre bazı sebepler insanı daha çok ihlâslı olmaya
sevk ettiği gibi ihlâsın muhafazasını da sağlamaktadır. Bunları şu şekilde sıralamak
mümkündür.

1- Rabıta-i Mevt

Bediüzzaman ihlâsı kazanmanın ve onu muhafaza etmenin en önemli vesilelerinden
birisinin rabıta-i mevt (ölümü düşünmek) olduğunu ifade eder. Ona göre ihlâsı zedeleyen,
insanı dünyaya ve riyâya sevk eden "tul-i emel" (hiç ölmeyecekmiş gibi uzun yaşama
ümidi) olduğu gibi, riyâdan nefret ettiren ve ihlâsı kazandıran da rabıta-i mevttir.
Yani ölümü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülahaza edip nefsin desiselerinden kurtulmaktır.
Bediüzzaman "Her nefis ölümü tadacaktır"54 ve "Muhakkak ki, sen de öleceksin onlar
da öleceklerdir"55 ayetlerine ve "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz"56
hadisine dayanarak ölüm düşüncesinin ihlâsı muhafaza etmenin en büyük vesilesi olacağını
söyleyerek, gaflet ve alışkanlık perdelerini insanın gözünden kaldıran şu ilginç
misali zikreder: "Evet insan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi
cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça
öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür, daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın
ölümünü de müşahede eder, ihlâs-i etemme yol açar."57

2- Tefekkür-Huzur

Bediüzzaman'a göre, insan tahkikî iman kuvvetiyle ve tefekkür-ü imanîden gelen
parıltılarla bir nevi huzur bulabileceğini ve bu imanî tefekkür sayesinde Allah'ın
her yerde hazır ve nazır olduğunu düşünerek Ondan başkasının teveccühünü aramanın,
Onun huzurunda başkasına bakıp ondan medet istemenin o huzurun edebine aykırı olacağını
düşünür, riyâdan kurtulur ve ihlâsı kazanır.58

3- Beşerin Zulmü

Bediüzzaman Kur'ân hizmetkarlarının, Kur'ân hizmetinde temel bir kural olan "müspet
hareket" prensibine bağlı oldukları için, her olayı hayra yorma ve her şeyde kader-i
İlâhînin olumlu bir cilvesini görmek istidadında olduklarını ifade eder. Kendi ifadesiyle,
"Risâle-i Nur'un meslek-i esası ihlâs-i tam ve terk-i enâniyet ve zahmetlerde rahmeti
ve elemlerde baki lezzetleri hissedip aramak ve fani aynı lezzet-i sefihanede elemleri…
göstermektir."59 Ona göre her hadisede iki sebep vardır. Birisi zahiridir ki, insanlar
buna göre hükmedip çok defa zulmederler. Birisi de hakikattir ki, kader-i İlâhî
ona göre hükmeder. Meselâ, bir adam yapmadığı bir hırsızlık suçu ile zulmen hapse
atılır; fakat gizli bir cinayetine binaen kader-i İlâhî hapsine hüküm verir. Beşer
zulmeder, kader adalet eder.60

Bediüzzaman yaklaşık on ay süren Denizli hapsini bir musibet olarak kabul eder;
ancak bu musibetin elması cam parçalarından, sadık ve fedakar insanları tereddütlü
ve sebatsızlardan, halis ve muhlisleri benlik ve menfaatini bırakmayanlardan ayırdığına
dikkat çekerek hapis musibetiyle imtihan olmanın iki önemli neticesini şöyle zikreder:
"Birisi, zulm-u beşer, ehl-i dünyaya ve siyaset evhamlarına dokunan kuvvetli bir
tesanüd ve ihlâsla fevkalade bir hizmet-i diniyeye yol açtı. İkincisi, kader-i İlâhî
birbirini çok seven fakat görüşmek imkanına sahip olmayan kardeşleri bir meclise
getirdi; zahmetleri ibadete ve zayiatları sadakaya çevirdi."61 Hatta Bediüzzaman
Denizli hapsinden arkadaşlarına yazdığı bir mektubunda, "Bu işkence neden oluyor,
hizmetimize ne faydası vardır?" diye kendi kendine bir soru sormuş, daha sonra bu
soruya cevap meyanında "zahmet içinde rahmet vardır" düşüncesinden hareketle şunları
yazmıştır: "Birden bu sabah kalbe geldi ki, sizin bu şiddetli imtihana girmeniz
ve altın mı, bakır mı diye mihenge vurularak her bakımdan insafsızca tecrübe edilmeniz
hizmetiniz için gereklidir. Çünkü böyle bir imtihan meydanında herkes anladı ki,
bu hizmette hiç bir hile, hiç bir garaz, hiç bir enaniyet, dünyevi ya da uhrevî
hiç bir şahsi menfaat yoktur."62

Görülüyor ki, Bediüzzaman, "zahmet içinde rahmet vardır" kaidesinden hareket
ederek ve her olayda kaderin adalet yönünü düşünme yönündeki iyimser ve hoşgörülü
karakteriyle beşer zulmünün Kur'ân hizmetkârlarını ihlâsa ve samimiyete sevk edip
riyadan kurtardığına inanmaktadır.

D- İhlâsın Alametleri

Bediüzzaman sık sık ihlâslı olmanın kolay olmadığını vurgulayarak bu konuda bazı
ipuçlarına ve alametlere temas etmektedir. Şöyle ki:

1- Sebat ve Metanet

Bediüzzaman birçok mektubunda Kur'ân hizmetinde ihlas-ı tammeden sonra en büyük
esasın sebat ve metanet olduğunu ifade eder.63 Davaya bağlılık ve deyim yerindeyse,
bulunduğu mevziyi terk etmemek anlamına gelen sebat ve metanet ihlâslı olmanın bir
alameti olduğunu söylemek mümkündür. Ona göre Nur hizmetinin verdiği manevî büyük
neticelere karşılık, Risale-i Nur da hizmetkârlardan sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz
bir metanet istemektedir. Bediüzzaman "Isparta Kahramanları" dediği ilk talebelerini
örnek göstererek onların gösterdikleri harikaların ve cihan değerindeki Nur hizmetinin
esasının onların harika sadakatleri ve fevkalade metanetleri olduğu ifade ederek
şöyle der: "Bu metanetin birinci sebebi kuvvet-i imaniye ve ihlâs hasletidir, ikinci
sebebi cesaret-i fitriyedir."64

2- Sadakat

Bediüzzaman'a göre ihlâsın önemli alametlerinden birisi de sadakattir. O, "sadakat
ve ihlâsın dahi velayet gibi kerametleri vardır"65 diyerek sadakat ve ihlâsın insanın
manevî hayatındaki yerine ve gücüne işaret etmektedir. Bediüzzaman bir çok mektubunda
Nur Talebelerinin "iman ve sadakat şartıyla"66 kendi dualarında dahil olduklarını
özellikle vurgular ve sadakatin ihlâsın en büyük alametlerinden biri olduğunu ifade
eder. Hatta ahirzamanda gelecek olan zatın (Mehdi'nin) en önemli üç vazifesinden
söz ederken bu üç vazifenin en büyüğü ve en ehemmiyetlisinin iman-ı tahkikiyi neşretmek
ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak olduğunu ifade ettikten sonra "ancak bu vazife
maddî kuvvetle değil, kuvvetli bir itikad ve ihlâs ve sadakatle yapılır" demektedir.67
Şu halde sadakat ihlâsın en önemli alametlerinden birisidir, denilebilir. Çünkü
sadakat olmadan ihlâstan söz etmek de mümkün değildir.

3- Muvaffakiyeti ve Hayırlı Neticeleri Öncelikli Hedef Yapmamak

Bediüzzaman ihlâsın alameti olarak Kur'ân hizmetkârlarının yaptığı işin karşılığında
maddî ya da manevî hiç bir makamı talep etmemeleri, Allah'a ait olan muvaffakiyet
ve hayırlı neticeleri de beklememeleri gerektiğine dikkat çekerek özetle şöyle der:
"Biz vazifemiz olan iman hizmetini ihlâsla yapmaya çalışmalıyız. Muvaffakiyet ve
hayırlı neticeleri beklemek yönünde Allah'ın işine karışmamalıyız."68 Ona göre Nur
Talebeleri, "en hayırlı iş en zahmetli olanıdır" kaidesinden hareketle hapishanedeki
sıkıntılara şükretmeli, hatta bu sıkıntılara, amellerinin Allah tarafından kabul
edildiğinin bir işareti olarak bakmalıdırlar."69

E- İhlâsın Kırılması

Kuşkusuz ihlâsı kazanmak kadar onu muhafaza etmek ve kırılmasına engel olmak
da çok önemlidir. Bu itibarla Bediüzzaman ihlâsın nasıl ve hangi hallerde kırılabileceğine
işaret etmiştir. Şöyle ki:

1- Kendini Methetmek

Bunun zıddı tevazudur. Mütevazı bir insan kendisini methetmeyeceği gibi başkasının
kendisini methetmesinden de hoşlanmaz. Bu yüzden Bediüzzaman bir insanın kendisini
methetmesinin ihlâsı kıracağına inanır. "Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri
asla sevmez"70 ayetinden ve benzeri birçok ayetten hareketle kendi nefsini seven
ve kendini beğenen insanın başkalarını samimi olarak sevmeyeceğini, sürekli bir
şekilde kendini beğendirmeye çalışacağını, mübalağa ve yalanlarla kendi nefsini
daima meth, hatta takdis edeceğini ve sonuçta uhrevî amellerde ihlâsı kaybedeceğini
ifade eder.71 Bediüzzaman toplumda imanın kuvvetlenmesi için hakikati hiçbir şeye
feda etmeyen ve nefsine hiçbir hisse vermeyen insanların bulunması gerektiğine dikkat
çeker.72

Bediüzzaman kendi eseri olan Risale-i Nur'un neşredilmesinin ve bütün dünyaca
tanınıp bilinmesinin nefsine verebileceği memnuniyetin enâniyete yol açacağı ve
ihlâsı kıracağı ihtimaline binaen hiç bir müellifin cesaret edemediği bir itirafta
bulunmuştur. Buna göre Risale-i Nur kendi eseri ve malı değil, Risale-i Nur Kur'ân'ın
malıdır. Şu sözler onundur: "Bunu katiyyen ilan ediyorum ki, Risâle-i Nur Kur'ân'ın
malıdır. Benim ne haddim var ki, ona sahip olayım; ta ki, kusurlarım ona sirayet
etsin. Belki ben o nurun kusurlu bir hadimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir
dellalıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunmaz."73

Bediüzzaman, Risale-i Nur'un verdiği dersin, ihlâs hakikati, enâniyeti terk etmek
ve daima kendini kusurlu bilmek olduğunu vurgulayarak, kusurların birer akrep gibi
insanın boynuna dolandığını, bu kusurları iyi niyetle haber verenlere minnettar
olmak gerektiğini dile getirir.74 Ancak Bediüzzaman kusurları haber verirken iyi
niyetin ve her zaman iyimser düşünmenin önemine işaret ederek şöyle der: "Bizler
kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar oluyoruz,
'Allah râzı olsun' deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa nasıl memnun
oluruz; aynı şekilde kusurumuzu -fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid'alara
ve dalalete yardım etmemek kaydıyla- kabul edip minnettar oluyoruz."75 Çünkü Risale-i
Nur mesleğinin esası "mahviyet, ihlâs ve terk-i enaniyettir."76

Bediüzzaman, kendisini methetmek isteyen bazı Nur Talebelerine yazdığı mektupta,
şan ve şereften, kendine güvenmek ve şahsını beğendirmekten ürktüğünü, kendisine
karşı yapılan övgülerden asla hoşlanmadığını açıkça ifade ederek şöyle der: "İki
ihlâs lem'ası ve mesleğimizin ihlâs, uhuvvet ve hillet esasları bu tarz medihlere
müsaade etmez."77 Nefsin çok gizli desiseleri bulunduğunu, insanın vakar perdesi
altında kendini büyük göstermek için benliğin zararlı ve fani zevklerini arayabileceğini,
bunun ise sırr-ı ihlâsa aykırı olduğunu açıkça belirtir.78

Bediüzzaman, kendisine sık sık övgüler dolu mektuplar yazan talebelerinin bir
kısım mektuplarını kabul etmesi üzerine Afyon mahkemesi tarafından "Neden senin
talebelerin seni methediyorlar?" diye suçlanmak istemiştir. Bediüzzaman bu suçlamaya
karşı yazdığı müdafaasında, talebelerin hüsn-ü zanlarını ve samimi medihlerini bütünüyle
reddetmenin onların hatırlarını kırıp Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçeceğini,
o elmas kalemli ve altın kalpli yardımcıları kaçırmamak için onların medh-ü senalarını
asıl mal sahibi ve Kur'ân'ın manevî bir mucizesi olan Risale-i Nur'a çevirdiğini
beyan ederek şöyle der: "Acaba hiç bir kanun müstenkif ve razı olmayan bir adamı
başkalarının onu methetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmi
memur beni suçlu yapıyor?"79

2- Makamlar

Bediüzzaman, maddî veya manevî makamların ihlâsı kırabileceğini, kendisinden
örnek vererek ihlâsın kırılmaması için siyasetten ve siyaset kokan maddî ve manevî
bütün mertebelerden kaçtığını açıkça ifade eder.80 Afyon mahkemesine yazdığı müdafaasında,
elinden geldiği kadar nefs-i emmaresini hodfüruşluktan (kendini satmaktan) menetmeye
çalıştığını, kendisine hüsn-ü zan eden talebelerinin hatırlarını yüz kere kırdığını,
defalarca "Ben mal sahibi değilim, Kur'ân'ın mücevherat dükkanının biçare bir dellalıyım"
dediğini söyledikten sonra özetle şunları kaydeder: "Ben değil dünyevi makamları,
şan ve şerefi şahsıma kazandırmak, hatta manevî büyük makamlar bana verilse bile,
hizmetteki ihlâsıma zarar gelmesin diye o makamları korkarak da olsa reddetmeye
karar verdim."81

Bediüzzaman, hiç bir zaman benlik, şahsiyet, şahsi makamları arzu etmek, şan
ve şeref kazanmanın Risale-i Nur mesleğinde bulunmadığını, Nur'daki ihlâsı bozmamak
için manevî makamların verilmesi halinde bile o makamları bırakmak zorunda olduğunu
ifade eder.82 Hatta ilk kez onda gördüğümüz bir fedakârlık biçiminden de söz etmek
gerekir. Bediüzzaman, sadece maddî ve manevî makamları değil, aynı zamanda uhrevî
makamları bile Kur'ân hizmeti için terk ettiğini dile getiren belki de ilk mümindir.
Talebelerinin "Neden haklı olarak sana verdiğimiz manevî makamları şiddet ve hiddetle
reddediyorsun?" şeklindeki sorularına özetle şöyle cevap veriyor: "Nasıl ki, ehl-i
hamiyet bir insan, dostlarının hayatını kurtarmak için kendini feda eder, öyle de
ehl-i imanın ebedi hayatını tehlikeli düşmanlardan korumak için lüzum olsa -hem
lüzum var- değil yalnız layık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin
makamlarını dahi feda etmeye hazırım."83

Bediüzzaman'a göre enâniyet çağı olan bu çağımızda büyük makamlar her şeyi kendisine
tabi kılar. Hatta dünyevi makamlar için mukaddesatı dahi feda ettirir. Bir adama
manevî bir makam verildiği zaman, halkın nazarında kendini muhafaza etmek ve o makama
kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini o makama basamak ve vesile yapar.
Böyle bir durumda olan bir kimsenin ihlâsı korumasının mümkün olamayacağını ifade
eden Bediüzzaman şöyle der: "Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî
ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. … Kemiyet keyfiyete
nispeten ehemmiyetsiz olduğundan halis bir hadim olarak hakikât-i ihlâs ile, her
şeyin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermeyi, büyük bir kutbiyetle
binler adamı irşat etmekten daha ehemmiyetli görüyorum."84

Bediüzzaman'ın, "Neden Nur Talebelerinin evliyalar gibi manevî zevkler ve maddî
kerametlere mazhariyetleri görünmüyor?" şeklindeki bir soruya verdiği cevap maddî
ya da manevî makamların ihlâsı nasıl bozduğunu açıkça ifade etmektedir: "Sebebi
sırr-ı ihlâstır. Çünkü dünyada muvakkat zevkler ve kerametler, tam nefsini mağlup
etmeyen insanlara bir maksat olup uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır.
Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevi maksatlar, zevkler aranmaz; aransa sırr-ı ihlâsı
bozar."85

3- Maddî Menfaat

Bediüzzaman "Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin"86 ayetine
dayanarak, maddî menfaatten kaynaklanan rekabetin ihlâsı kırdığını ifade eder. Ona
göre bu millet hakikat ve âhiret için çalışanlara, onların uhrevî hizmetlerine iştirak
etmek niyetiyle, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım etmiştir. Fakat
bu menfaat kalben dahi olsa istenilmemelidir. Eğer istenilse ihlâsı zedeler. Kur'ân'a
hizmet eden bir kimse, maddî menfaati kalben arzu edip beklenti içinde kaldığı zaman,
onu başkasına kaptırmamak için hizmet arkadaşına karşı duyduğu kutsiyeti de kaybolur.87

4- Şöhretperestlik:

Bediüzzaman, şöhretperestliğin, şan ve şeref perdesi altında insanlara hoş görünmenin
ve onların teveccühünü kazanmanın ve insanların nazar-ı dikkati kendine celbetmenin
enâniyeti okşadığını ve nefs-i emmareye bir makam verdiğini ifade ederek bunun önemli
bir ruhi hastalık olduğunu, hatta bu durumun "şirk-i hafi" (gizli şirk) denilen
riyâkarlığa bir kapı açtığını ve ihlâsı zedelediğini söyler. Bediüzzaman, bu durumun
Nur mesleğine bütünüyle aykırı olduğuna ve Nur mesleğinin uhuvvet mesleği olduğuna
dikkat çekerek şöyle der: "Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir,
o büyük şeref-i manevîyi şahsi, cüz'i bir şerefe ve şöhrete feda etmek Risale-i
Nur şakirtlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim."88 Ona göre Risale-i Nur
şarkirtlerinin kalbi, aklı ve ruhu böyle aşağı, zararlı ve süfli şeylere tenezzül
etmez. Fakat herkeste nefs-i emmare bulunduğu için ihtiyatlı davranmak gerekir.
Risale-i Nur'un mesleği şeyhlik olsaydı makam bir olur ve o makama müteaddit istidatlar
namzet olurdu. Fakat Risale-i Nurun mesleği uhuvvettir. Uhuvvetteki makam geniştir;
kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Olsa olsa kardeş kardeşe
muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.89

5- Dinin Dünyaya Alet Edilmesi

Bediüzzaman "Onlar dünya hayatını seve seve âhiret hayatına tercih ederler."90
ayetinden hareketle, 20. asrın, hayat şartlarını ağırlaştırması ve zaruri olmayan
ihtiyaçları zaruri ihtiyaçlar seviyesine çıkarmasıyla Müslümanlara dünya hayatını
âhiret hayatına bilerek tercih ettiren bir asır olduğunu ifade eder. Bediüzzaman
bizzat yaşadığı bir olaydan söz ederek dünya hayatında muvaffak olsun ve işi rast
gelsin diye diyaneti seven ve dini yaşayan bazı zatların kendisiyle alaka kurduklarını,
hatta tarikatı bile keşif ve keramet için istediklerini, böyle kimselerin dini vazifelerin
uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir basamak ve dirsek yaptıklarını söyleyerek
özetle şöyle der: "Oysa bunlar bilmiyorlar ki, uhrevî saadet gibi dünya saadetine
sebep olan dini hakikatlerin dünyevi faydaları sadece tercih edici ve teşvik edici
olabilirler. Eğer illet derecesine çıksa ve hayırlı bir işin yapmasına sebep ve
fayda olsa, o ameli iptal eder, en azından ihlâsı kırılır, sevabı kaçar."91

Bediüzzaman, bu noktadan hareketle salih amelin ücretini bu dünyada beklemenin
ihlâsa zarar verdiğini söyler. Kendisine, "Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum
ve manevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum" şeklinde mektup yazıp yardım isteyen
birisine özetle şu cevabı veriyor: "Bu dünya darü'l-hizmettir, ücret almak yeri
değildir. Salih amellerin ücretleri, meyveleri, nurları berzahta ve âhirettedir.
O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya
tabi etmek demektir. Bu şekilde bir amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet,
o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse teşvik için verildiğini düşünüp şükreder."92

Bediüzzaman kesin ve net bir dille Risale-i Nur'un dünya işlerine alet edilemeyeceğini
söyler. Çünkü Risale-i Nur önemli bir tefekkürî ibadet olması hasebiyle dünyevi
maksatlara alet edilmez. Alet edilse ihlâsı kırar. Bediüzzaman, kudsi hizmetleri
dünyaya alet edenleri, kavga ederken Ku'an'ı kendisine siper yapan çocuklara benzetmektedir.
Başına gelecek darbeleri önlemek için Kur'ân'ı başına koyan kavgacı çocuk misali,
"Risale-i Nur muannit hasımlara karşı siper edilemez."93 der.

6- Havf ve Tamah

Bediüzzaman'a göre insanda bulunan en önemli hislerden birisi korku damarıdır.
Dessas zalimler bu korku damarından çok istifade ediyorlar ve onunla korkakları
gemlendiriyorlar. Çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri onlara feda ettiriyorlar.
Halbuki, ona göre Cenab-ı Allah korku damarını hayatı tahrip etmek için değil, hayatı
korumak için vermiştir. Eğer insan her şeyden korkacak hale gelirse hayat yaşanmaz
bir hal alabilir. Bediüzzaman korku damarının ihlâsın kaybolmasına yol açtığı münasebetiyle
talebelerine şöyle der: "İşte ey kardeşlerim, eğer ehl-i ilhadın dalkavukları sizi
korkutarak kudsi cihad-i manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler onlara
deyiniz ki, biz hizbü'l-Kur'ânız 'Şüphesiz Kur'ân'ı biz indirdik ve onun koruyucusu
da biziz'94 ayetinin sırrıyla Kur'ân'ın kalesindeyiz. 'Hasbünallahu ve nime'l-vekil'
etrafımızı çevirmiş muhkem bir surdur."95

Kuşkusuz insanın önünde bekleyen önemli tuzaklardan birisi de tamahtır. Bunu
"derd-i maişet" ya da "hırs" olarak da ifade etmek mümkündür. Rızkın mahlûkat arasındaki
ilâhî taksimatını anlamayan insan genellikle rızkından endişe etmeye başlar. Bu
da, insanın rızk arama çabasında hırs ve tamah göstermesine sebep olur. İhlâsı kıran,
uhrevî amelleri zedeleyen ve insanı riyâya sevk eden en önemli faktörlerden birisinin
de hırs olduğunu ifade eden Bediüzzaman'a göre, hırs ve tamah insanı riyâkarane
bir vaziyete sokar. Çünkü ehl-i takvanın hırsı varsa insanların teveccühünü ister.
İnsanların teveccühünü isteyen bir kimse ise tam ihlâsı elde edemez.96 Bediüzzaman'a
göre hırs ve tamahın ilacı iktisat, kanaat, tevekkül ve kısmetine rızâdır.97 Çünkü
hırs ihlâsı kırdığı gibi kanaat da ihlâsın kapısını açmaktadır.98

Bediüzzaman, "derd-i maişetin" bir zaruret olarak kabul edildiğine dikkat çekerek,
ancak buna iktisat ve kanaatle karşı koymak gerektiğini söyler. Zaruret derecesine
düşen bir kimsenin zekâtı kabul edebileceğini, ancak bunu hırs ve tamah şeklinde
ve lisan-ı hal ile istememek gerektiğini ifade eder.99 Tamah ve maaş yüzünden bid'alara
giren ve bu yüzden ihlâsı kaybeden âlimlerin Hz. Ali tarafından tokatlandığına dikkat
çeken Bediüzzaman Emirdağ'ında bulunduğu sıralarda kendisine maaş teklif eden hükümetin
teklifini reddettikten sonra durumu talebelerine bildirir ve özetle şöyle der: "Eğer
kabul etsem yetmiş senelik hayatım gücenecek ve bu ahirzamandan haber verip tamah
ve maaş yüzünden bid'alara giren ve ihlâsı kaybeden âlimleri tokatlayan Hz. Ali
(ra) dahi benden küsecek ihtimali var ve Risale-i Nur'un hakiki ve safi olan ihlâsı
beni de ihlâssızlıkla itham etmek ciheti var."100

İnsanın en zayıf damarının derd-i maişet ve tamah olduğunu ifade eden Bediüzzaman,
ehl-i dünyanın bu damardan istifade ederek kendisini çürütmek istediklerini, ancak
muvaffak olamadıklarını anlatırken: "Nihayetinde o zayıf damardan bir şey çıkaramadılar.
Sonra onlarca tahakkuk etti ki, onların mukaddesatlarını dahi feda ettikleri dünya
malı nazarımızda hiç ehemmiyeti yoktur"101 diyerek, esasen ihlâs niyetini ihlal
eden ve içinde garaz ihtiva eden unsurları barındıran neseb (hanedanlık), nesil
(soy-sop), tamah ve havf (korku) ile hiç tanışmadığını dile getirir102 ve talebelerinin
kendisini örnek almasını tavsiye eder.

Sonuç

Allah insanla sözleşme akdetmiştir. İnsanın başıboş bırakılmayacağından söz eden
bir çok ayet-i kerime,103 insanın dünyaya gönderilirken sözleşmeden doğan çok ağır
bir sorumluluğun altında olduğunu ve bu sorumluluğun gereği olarak Allah'a iman
ve O'na ibadet etmekle mükellef olduğunu gösterdiği gibi, "Yalnız benden korkunuz",104
"Her durumda adil davranın"105 ve "Hislerinize uyup adaletten sapmayın"106 gibi
ayetler de Allah'ın ahdine riayet etmemin sadakat, samimiyet ve ihlâsla iş yapmak
anlamına geldiğini, ihlâsın, "Allah'tan korkmak" ve "Her durumda adil davranmakla"
eşanlamlı olduğunu göstermektedir.

İslamiyet’in esas sırrının ihlâs olduğunu kabul eden Bediüzzaman'a göre, yaratılışın
en önemli neticesi ve hilkatin en yüksek gayesi olan marifetullahın (Allah'ı hakkıyla
tanımanın), ibadetin ve amel-i salihin ruhu da ihlâstır. Ona göre ihlâsta o kadar
önemli bir güç vardır ki, haksızlar bile şer işlerinde gösterdikleri ihlâstan dolayı
muvaffak olmaktadırlar. Hakiki bir validelik şefkatini taşıyan kadınların ihlâsta
ve kahramanlıkta erkeklerin çok ilerisinde olduklarına dikkat çeken Bediüzzaman107
"her olayın iyi tarafına bakmak gerekir" prensibinden hareketle beşer zulmünün arkasında
kaderin bir cilvesi bulunduğunu ve insanı ihlâsa sevk ettiğini ifade eder.

Gerçek ihlâsın elde edilebilmesi ve güzel ahlakın zirvesine ulaşabilmek için
hakikatin (dinin) hiç bir şeye feda edilmemesi ve insanın kendi nefsine hiç bir
hisse tanımaması gerektiğini savunan Bediüzzaman'a göre, insan kendi vazifesini
Allah'ın vazifesiyle karıştırmamalıdır. Zira muvaffak etmek ve hayırlı neticeleri
ihsan etmek Allah'ın işidir. Dünyevi veya uhrevî işlerde birbirine rekabet etmenin
ihlâsı zedelediğine işaret eden Bediüzzaman, kendisine rakip olabilecek bir mümin
kardeşi hakkında kardeşlik hissini öne çıkarmanın gerçek ihlâsın bir gereği olduğunu
ifade eder.

Risale-i Nur dairesine ihlâsla girenlerin ulvi ve külli bir ubudiyete ve yüksek
bir ahlaka sahip olduklarına, "iştirak-i amal" kaidesiyle kazançlarının külli olduğuna
dikkat çeken Bediüzzaman, ihlâs kuvvetinden sonra en büyük kuvvetlerinin iştirak-i
amal-i uhrevîye (ahirete ait işlerde ortaklık yapmak) olduğunu ifade eder.108 İhlâs
sırrının insanı siyasetten, maddî ve manevî bütün makamlardan, hatta uhrevî lezzetlerden
dahi vazgeçirdiğini söyleyen Bediüzzaman, velayet yollarının en mühim esasının109
ve tarikat şeyhlerinin asıl mesleğinin yine ihlâs olduğunu,110 Müslüman'ın hayatında
ihlâsın önemli bir esas olduğunu açıkça dile getirir. Risale-i Nur'un asıl mesleğinin
hakikat-i ihlâs, terk-i enâniyet ve daima kendini kusurlu bilmek olduğunu kabul
eden Bediüzzaman'a göre ihlâs, şan, şeref, maddî ya da manevî rütbelere vesile olabilecek
her şeyden daha üstündür. Çünkü ihlâs, insanın kurtuluşuna vesile olan ibadetin
ve amel-i salihin ruhu hükmündedir ve insanlığın temel ahlaki umdesidir.

Öz

Yaratılışın temel esası, yaratıcısını tanımak ve O'na ibadet etmektir. Eğer insanlar
Allah'ı tanımasalar ve ibadet etmeselerdi, hayatlarının bir anlamı olmazdı denilebilir.
Çünkü, iman ve ibadet hayatın ve varlığın ruhudur.

Sonra, ibadetin ruhu var mıdır? Eğer varsa, bu ruh nedir? Bediüzzaman bu soruya
şöyle cevap vermektedir: "İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız
emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet
gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler,
illet olamazlar." Aslında Bediüzzaman'a göre ibadet, insanların hayatında bir vasıta
değil insan hayatının gerçek amacıdır. Bu nedenle, ihlassız ibadet ahlaki olmadığı
gibi, ibadet de sonsuz bir mükafatı kazanmak ya da cezadan kurtulmak için yapılmamalıdır.

Bu yüzden, fıtrat için esas ve en münasip olan şey erdem, iyilik ve adaletin
gerçekleştirilebilmesini mümkün kılabilmek için her türlü faaliyette bulunmasıdır,
bu da, ibadetin ruhundan oluşan ihlas çerçevesinde olacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sorumluluk, ihlas, ibadet ve ahlak

Abstract

The main purpose of creation is to get to know the creator and worship Him. It
can be said that if human beings do not know Allah and not worship Him, their lives
would mean nothing. Because faith and worship are the spirit of life and existence.

Then, is there a spirit of worship? If so, what is that spirit? Badi' al-Zaman's
reply to this question is this: "The spirit of worship is sincerity. Sincerity is
doing a worship only for the fact that it was commanded. If any other reason or
benefit is shown as the rationale behind a worship, that worship becomes invalid.
Benefits and reasons can only be preferabilities but not rationales. In fact, according
to Badi' al-Zaman, worship is not a means in the life of human beings but it is
the real purpose of human life. Thus, insincere worship is not only without a moral
basis, but worship should not also be done to gain eternal reward or to relieve
from the punishment.

Hence, what is basic and most suitable for the human nature is to do every kind
of action to make possible the realisation of morality, goodness and justice, that
is, within the framework of sincerity that comprises of the spirit of worship.

Key Words: Responsibility, sincerity, worship and morality

Dipnotlar

1. Enbiya, 21/23

2. Buruç, 85/16

3. Bakara, 2/63,93

4. Taha, 20/115

5. Nisa, 4/165

6. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyâtı, I, 448, Nesil Basım-yayım, İst., 1996.

7. Yasin 36/60-61

8. Bakara, 2/177

9. Ali Bulaç, Sözleşme, Kasım 1997, sayı, 1.

10. Zariyât, 51/56-57

11. Said Nursi, Lem'alar, 267, Yeni Asya Neş., İst., 1996

12. Müminun, 23/115

13. Kıyame, 75/36

14. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyâtı, I, 134

15. A.g.e., II, 1216

16. A.g.e., II, 1216

17. En'am, 6/152

18. Maide, 5/7,8

19. Nisa, 4/135

20. Risale-i Nur Külliyatı, I, 546

21. Rüşvet-i mutlaka için bkz. A.g.e., ,1773, 1813. (Bediüzzaman şöyle der: Hatta
eğer bir Müslüman dinini terk edip dine karşı "lakayt" olsa, anarşist olur ve hiçbir
kayıt altına alınamaz. İstibdad-ı mutlak ya da rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir
terbiye veya tedbirle idare edilemez, A.g.e. a.y.)

22. A.g.e.,I, 662

23. A.g.e., I, 662

24. A.g.e., I, 663

25. A.g.e., a.y.

26. Hadis için bkz. Münavi, Feyzü'l-Kadir, II, 28

27. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 663

28. Enfal, 8/46

29. Maide, 4/2

30. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 655

31. Furkan, 25/72

32. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 655

33. a.g.e., I, 1666

34. Risale-i Nur Külliyâtı, a.y.

35. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 663

36. Buhari, Cenaiz, 79

37. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 332

38. İbni Maceh, Zühd, 38

39. Risale-i Nur Külliyâtı, II, 1459

40. A.g.e., I, 670

41. A.g.e., a.y.

42. A.g.e., II, 1216

43. A.g.e., II, 1222

44. Bakara, 2/13 "Onlara, insanların iman ettiği gibi siz de iman ediniz, denildiği
vakit…."

45. A.g.e., II, 1197

46. A.g.e., I, 669

47. A.g.e., I,333

48. A.g.e., II, 1491

49. Enfal, 8/65

50. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 1079

51. A.g.e., I, 669

52. A.g.e., a.y.

53. A.g.e., I, 1082

54. Al-i İmrân, 3/185

55. Zümer, 39/30

56. Tirmizî, Zühd,4, Kıyâme, 26; Neseî, Cenâiz, 3; İbnu Maceh, Zühd, 31

57. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 670

58. A.g.e., a.y.

59. A.g.e. I, 1002

60. A.g.e., I, 1001

61. A.g.e. a.y.

62. A.g.e., II, 1491

63. A.g.e., II, 1667

64. A.g.e., II, 1630

65. A.g.e., II, 1514

66. A.g.e., II, 1633

67. A.g.e., II, 2020

68. A.g.e., I, 1074

69. A.g.e., a.y.

70. Lokman,31/18

71. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 741

72. A.g.e., I, 1046

73. A.g.e.,II, 1695-1696

74. A.g.e., a.y.

75. A.g.e., a.y.

76. A.g.e., II, 1725

77. A.g.e., II, 1747

78. A.g.e., II, 1764

79. A.g.e., II, 1068

80. A.g.e., II, 2197

81. A.g.e., I, 1045

82. A.g.e., I, 1068

83. A.g.e., II, 1708

84. A.g.e., a.y.

85. A.g.e., II, 1713

86. Bakara, 2/41

87. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 670

88. A.g.e., I, 671

89. A.g.e., I, 672

90. İbrahim, 14/3

91. Risale-i Nur Külliyâtı, II, 1615

92. A.g.e., II, 1626

93. A.g.e., II, 1674

94. Hicr, 15/9

95. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 547

96. Ag.e.,I, 660

97. A.g.e., II, 1639

98. A.g.e., I, 661

99. A.g.e., II, 1656

100. A.g.e., II, 1684

101. A.g.e., II, 1784

102. A.g.e., II, 1957

103. Kıyame, 75/36

104. Bakara, 2/40

105. Nisa, 4/58

106. Nisa, 4/135

107. Risale-i Nur Külliyâtı, I, 690-691

108. A.g.e., II, 1633

109. A.g.e., I, 565

110. A.g.e., II, 1952