Oratorio, Novel, Drama and Bediuzzaman

Sanat türlerinin kaynağından çok, içerikleri, işlevleri ve söylemleri önemlidir.

Önce, koro müziğinin bir türü olan oratoryonun ne anlama geldiğini anlayabilmek
için sözlüklerde küçük bir gezinti yapacağız.

Ali Püsküllüoğlu'nun hazırladığı Türkçe Sözlük'te (Doğan Kitap, İstanbul 2004)
oratoryo şöyle tanımlanıyor: "Orkestra, koro ve solo sesler için bestelenmiş, kutsal
nitelikli müzik yapıtı."

Mehmet Bahaettin Toven'in Yeni Türkçe Lügat'inde (Hazırlayan: Abdülkadir Hayber,
Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2004) ise şöyle deniyor: "Dinî bir mevzu üzerine
tertip edilen, alelekser yarı facialı bir muzika parçası."

Kemal Demiray'ın hazırladığı Temel Türkçe Sözlük'te (İnkılâp Kitabevi, İstanbul
1988) oratoryo için şu açıklamada bulunulmuş: "Solo sesler, korolar ve orkestra
için yazılı, oyun ögesi bulunmayan, kutsal nitelikte müzik yapıtı."

Türk Dil Kurumu'nun hazırladığı Türkçe Sözlük'te (Ankara, 1988) oratoryo şöyle
tanımlanıyor: "Solo sesler, koro ve orkest-ra için yazılmış, oyun ögesi bulunmayan,
kutsal nitelikte müzik eseri."

Seyit Kemal Karaalioğlu'nun hazırladığı Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü'nde (İnkılâp
ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1978) ise şu tanıma yer verilmiş: "Kutsal konu üzerine
yazılmış manzume veya müzik."

Ahmet Say'ın Müzik Sözlüğü (Müzik Ansiklopedisi Yayınları, İstanbul 2002) oratoryo
hakkında zengin bilgiler içeriyor. Ahmet Say, oratoryonun tanımını, "Solo şarkıcılar,
koro ve orkestra için, belirli bir metin üzerine bestelenen çok bölümlü sahne eseri."
şeklinde yaparak oratoryonun tarihçesini, önemli simalarını da veriyor. Başlangıçta
dinsel özellikte olan ve tiyatro ögelerini de içeren oratoryonun, opera sanatının
din dışı konuları işlemesine seçenek olarak kilisenin desteğiyle 17. yüzyılın başlarında
'dinsel eser' yönüyle biçimlenmeye başladığını ifade eden yazar, İtalyan besteci
Giacomo Carissimi'nin (1605-1674) sahnede hareketi, dekor ve kostümü tümüyle terk
ederek oratoryoyu tiyatro ögelerinden arındırdığını ve ona bilinen biçimini verdiğini
belirtir.

"Çeşitli müzik tarzlarını içinde barındıran oratoryo, temel ilkeleri itibariyle
tiyatro ögelerinden uzaktır. Bu yüzden 17. yüzyıl oratoryolarında historicus (anlatıcı)
konumundaki kişiler, konuyu açıklama, olayları aydınlatma bağlamında açıklama yapıyorlardı.
Anlatma görevi bazen de koroda oluyordu. Koro, dramatik ve destansı ilkelere dayanan
oratoryoda önemli bir işlev görür.

"Oratoryo, J.S.Bach ve G.F.Haendel'in eserleriyle çıkış yapmış, sonra da 'kilise
müziği' geleneklerinin ötesinde bir yol izlemiş, din dışı konulara da yönelmiştir.
Oysa terim, bu formun doğuş nedenlerine uygun olarak Latince 'orare' (dua etmek)
sözcüğünden kaynaklanır.

"İtalyanca oratoria, 'dua salonu'" (bkz. Ahmet Say, Müzik Sözlüğü)

20. yüzyılın en önemli oratoryoları arasında Elgar'ın 'Gerontius'un Düşü' (1900),
Stravinski'nin 'Oedipus Rey' (1927), Benjamin Britten'in 'War Requiem' (1962) adlı
eserleri anılır.

İtalya'da doğup gelişen oratoryo, başlangıçta Hıristiyanlık ögeleri içeriyor
ve âdeta kilise müziği olarak inkişaf ediyordu. Fakat sonraları bu özelliğinden
sıyrılarak evrensel bir form kazanmıştır. Adnan Saygun, Yunus Emre (1946), Ali Doğan
Sinangil, Mevlâna (1973) adlı oratoryoları yazmışlardır. Eğer içeriği sonsuzluğa
uzanıyor, ebedî olan'ı, aşkın (müteal) olan'ı terennüm ediyorsa, oratoryo modern
bir mesnevîdir bir anlamda.

Bugün okullarda müzik, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerince çeşitli oratoryolar
sergilenmektedir. İstanbul'un Fethi'ni, İstiklâl Savaşı'nı, Çanakkale Destanı'nı,
Mehmet Âkif Ersoy'un hayatını ifade eden oratoryolar hazırlanıp sunulmaktadır.

Oratoryo gibi, roman türü de bize Batıdan gelmiştir. Fransızca bir sözcük olan
'roman', Latince 'romance'den türemiştir.

Roman için, genel olarak şu anlamlar veriliyor: "(1) Roma İmparatorluğu'na bağlı
olan halkların kullandığı konuşma dili olan halk Latincesi ile yazılmış manzum ve
mensur hikayelere, Roman dilinde kaleme alınmış manzum ya da mensur, gerçek veya
uydurma bir olaya 'roman' deniyordu. (2) Yazarın, töreleri, serüvenleri ya da tutkuları
tasvir ederek okuyucuların ilgisini çekmeye çalıştığı, mensur olarak kaleme alınmış,
uydurma hikâye. (3) Roma'da yaşayanlar ve Roma devletine bağlı olanlar. (4) Uzun
macera. (5) 12. yüzyılda Latince'den Romancaya (halkın konuşma dili) çevrilen eserlere
'roman' deniyordu." (Nurullah Çetin, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2003)

Batı edebiyatının ürünü olan roman Rönesans, Reform hareketleri, Aydınlanma Felsefesi'nin
sonucunda ortaya çıkan pozitivist, materyalist, akılcı, seküler bir anlayışın egemen
olduğu bir dünya görüşüne yaslanarak ortaya çıktı. Romanın 1789 Fransız İhtilâli'nden
sonra burjuva sınıfı ile feodal sınıfın mücadelesi sonucunda burjuvaların üstün
gelmesiyle oluşan atmosferde doğduğu kabul edilir. Roman 17. yüzyılda ortaya çıkmış,
ilk örneklerini Cervantes'in Don Kişot (1.cilt: 1605, 2.cilt: 1614) ve Daniel Defoe'nun
Robinson Crusoe (1719) adlı eserleriyle vermiştir. Roman türü için üç ana evre kabul
edilmektedir: (1) Klasik Roman (Yansıtmacı Roman, Dış Gerçekliğe Yönelik Roman,
17. yüzyıl-1914). (2) Modern Roman (İç/Psikolojik Gerçekliğe Yönelik Roman 1914-1960)
(3) Postmodern Roman (Sanal Gerçekliğe Yönelik Roman 1960) (bkz. Nurullah Çetin,
Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2003)

Tiyatro sözcüğü Grekçe Theatron'dan gelmektedir (İtalyanca teatro). İlk başta
'temsil verilen yer', sonraları 'temsil edilen yer', 'dramatik eser', 'dram, komedi,
vodvil vb. edebiyat türlerinin oynandığı yer' anlamlarında kullanılmıştır. Tragedyanın,
komedyanın doğuş yerleri eski Yunanistan olarak bilinir. Grek tragedyalarında 'tanrıların,
tanrıçaların, kralların, kraliçelerin' arasındaki ilişkilerin anlatıldığını biliyoruz.
Tiyatronun kaynağının yabancı olması, Necip Fazıl'ın vicdan ürperişleriyle dolu
Siyah Pelerinli Adam'ı veya "İnsanlar zulmeder; kader adalet eder." hakikatini terennüm
eden Reis Bey'i, Nuri Pakdil'in, insanı ruhuna çağıran uyumsuz tiyatroları yazmasına
engel olamamıştır. Bu arada Bediüzzaman'ın sözlerine kulak verelim:

Dalâletin insanda oluşturduğu ruh ıstıraplarına bu edepsizlenmiş edeb (müsekkin,
hem münevvim) hakiki fayda vermez.

Bediüzzaman, sinema ve tiyatroyu da roman kategorisine sokar söylemi itibariyle:
"Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema
gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenâsühvârî, mazi
denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevî romanlarıyla hiç de utanmaz." Burada
roman, sinema ve tiyatronun "ilâç" olarak sunulması, Batı âleminde ve kısmen bizde
bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde algılanması sorununa parmak basan Bediüzzaman,
hikmetsiz bir sanatın karşısına çıkmanın yanı sıra, sanatın dinin yerini alma çabasına
da bir eleştiri getirmektedir.

Batı sanatına ve edebiyatına karşı eleştirel bir söylem getiren Bediüzzaman,
bu edebiyatı Batı uygarlığının bir parçası, bir sonucu olarak görür. Buraya Sözler'den
bir alıntı yapalım: "Hem, nasıl medeniyeti hâzıra, hikmeti Kur'an'ın ilmî ve amelî
i'cazına karşı mağlup oluyor; öyle de medeniyetin edebiyat ve belagatı da Kur'an'ın
edep ve belagatına karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz
ağlayışı; hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı
demektir) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümitkârane
bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk
etmek için teşvikkârane kasâidi vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü edep ve belâgat,
tesiri üslûp itibariyle ya hüzün verir, ya neşe verir. Hüzün ise iki kısımdır: Ya
fakdü'lahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir
hüzündür ki, dâlaletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının
verdiği hüzündür. İkinci hüzün, fırakü'l ahbaptan gelir. Yani ahbap var; firakında
müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayetedâ, nurefşan Kur'an'ın verdiği
hüzündür. Amma neşe ise, o da iki kısımdır: Birincisi nefsi hevesata teşvik eder;
o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neşe
nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maaliyata, vatanı aslilerine, makarr-ı
ebedilerine, ahbabı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli mâsumâne bir teşviktir
ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i Cemalullaha beşeri sevk eden ve
şevke getiren Kur'an-ı Mu'cizü'l Beyan'ın verdiği neşedir." (25. Söz)

Çok kuşatıcı bir düşünsel derinlikle böyle bir tahlil ve karşılaştırma yapan
Bediüzzaman, genel anlamda Batı medeniyetini "tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyet"
diye vasıflandırmaktadır. Kanaatimce Üstad burada adı geçen sanat türlerine cephe
almamakta, bu tür eserler vererek çevreye "yetimane hüzün" saçan, "tabiatperest"
bir anlayışı telkin eden, insanı "gafletpîşe" uçurumlara atan, nefsi "hevesat"a
teşvik eden sanatçıları sorgulamaktadır. Bu edebiyat , beşerin ağzına "yalancı bir
dil" koymuş, insanın yüzüne "fasık bir göz" takmış, dünyaya "âşüfte fistanı" giydirmiştir.
Şayet güneşi gösterse onu "sarı saçlı güzel bir aktristi" hatırlatarak tasvir eder.
Böyle bir anlayışın amacı, sefahatin kötü, zararlı olduğunu göstermek, bunun insanlara
yakışmadığını telkin etmektir. Ne ki, sefahet öyle anlatılır ki "ağız suyu akıtır,
akıl hâkil kalamaz."

İman boşluğunu sanatla doldurmaya çalışan böyle bir anlayışın karşısına, İlahî
ilkelerle çıkarak beşeri asıl vatana, uhrevî dostlara, rü'yet-i Cemalullah'a yönlendiren,
insana bu konudaki ihtiyacını hissettiren müsbet eserlerin önemini ve işlevini vurgulamaktadır.

Sanat, bir formdur, bir sesleniştir, bir çığlıktır. İbrahim Ethem hakkında tiyatro
(Necip Fazıl), Mevlâna hakkında oratoryo (Ali Doğan Sinangil), Muhyiddin-i Arabî
hakkında roman (Sadık Yalsızuçanlar) yazılmıştır. Bediüzzaman, sanat türlerine değil,
söylemlerine karşı çıkmıştır eleştirileriyle.

Öz

Bu makalede bir sanat dalı olarak oratoryonun anlamı, kökeni, kazandığı yeni
formlar örnekleriyle anlatılacak; bununla birlikte Bediüzzaman'ın sanata bakış açısı
genel hatlarıyla ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Oratoryo, roman, tiyatro, sanat, edebiyat

Abstract

In this article, I explain with examples the definition, the origin and the new
forms of oratorio as a branch of art, and also discuss Bediuzzaman's view of art
in general.

Key Words: Oratorio, novel, drama, art, literature