The language of religion and Risale-i Nur

Yüce Allah, kendisini Rahman ve Rahim isimleri ile tanıtır;
Besmele içinde Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerini öne çıkarmıştır. Rahman
suresinde de “Rahman olan Allah Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı,
ifade etmeyi ve dili öğretti”1 buyurarak beyan ve ifadenin ne derece
Allah’ın rahmetinin belirtisi olduğuna dikkatleri çekmektedir.

Dil müşterek bir iletişim vasıtasıdır. Bu da insanın dünyayı
anlaması ve eşyayı algılaması ve ifade etmesi demektir. İnsan dil vasıtası ile
anladığını anlatır ve dil yoluyla kimlik kazanır. Yine insan dil vasıtası ile
duygu ve düşüncelerini ve böylece kendini ifade eder.

İlimlerin ortaya çıkmasının dil ile doğrudan ilişkisi vardır.
Allah, kelamını peygamberlerinin dilinden bize ulaştırmıştır. Kur’an’ı okuyanlar
da ondaki ilahî mesajları ve anladıkları derin incelikleri dilleri ile ifade
ederek neşretmektedirler. Sonra dilin ifade ettiği manaları yazarak daha geniş
kitlelere ulaşmasını sağlamaktadırlar. Bu ifadelere biz “ilim” diyoruz. İlimler
böylece kendilerini ifade etmektedirler.

Her ilmin kendi literatürü ve ifade dili vardır. Dinin de
kendini ifade eden bir dili vardır. Günlük dil “bizi bize” anlatır ve
ihtiyaçlarımızı dile getirir. Günlük konuşulan ve gündelik hayatın ihtiyaçlarını
anlatan dil, elbette dinin ifade etmek istediği yüksek ve ruhani manaları
anlatmaktan uzaktır.

Dinin değerlerinin aslî hüviyeti ile devamlılığının sağlanması
ve insanlar arasında etkili iletişimin kurulması dini değerleri ifade etmeye
bağlıdır. İlâhî mesajları algılama, yorumlama ve ifade etmemiz dil ile
mümkündür. Bu durumda din dili, inananların dini anlayışlarını yöneten, dini
tutum ve kanaatleri ortaya koyan bir yapıyı oluşturur.

Din, maneviyat demektir. Maneviyatın sahası ruhun cevelan ettiği
çok geniş ve binlerce alemi içine alan geniş bir sahadır. O sahanın başı ezel,
sonu ise ebeddir. Yani her iki ucunda da sonsuzluk vardır. Dil, o manevi
alemlerde akıl, kalb ve ruhun binlerce hissiyatını dile getiren bir ifade
şeklidir. Bu engin ve zengin manevi manaları ifade edecek olan dilin de ona göre
geniş, engin ve zengin olması gerekir. Dini anlamak ve dini tasavvuru oluşturmak
ancak dini sembolleri dil ile ifade etmeye bağlıdır.

Din ilahi kaynaklıdır. İlahi hakikatleri ifade eden dilin de
ilahi kaynaklı olması gerekir. İlahi manaları elbette ilahî sözler ifade
edebilir. Bizim de bu manaları anlamamız için aklımızı ve ruhumuzu onları
anlayacak seviyeye çıkarmamız gerekir. İnsanın ruhen terakkisi bu şekilde mümkün
olur.

Din dili de dinin kendisi gibi, ilâhî olan vahiy ve ilhamdan
kaynaklanır. Zira dinin amacı Allah’ı isim ve sıfatları ile tanıtmak, ahireti
anlatmak ve ahirete layık manaları ders vermek, nefsi gemlemekle ruhu yüceltmek
üzerinedir. Ulvî manaları elbette ulvî kelimeler ifade eder. Bundan dolayıdır ki
ibadet dili de bu ulvî ve yüce manaları ifade eden ilâhî kelimeler olmak
zorundadır. Allah’ı şanına layık şekilde övmek ve tesbih etmek, onun nimetlerine
karşı hamd ve şükretmek, onun şanını yüceltmek için tekbir ve tehlil ile sena
etmekten mürekkeb olan ibadet, elbette bu yüce manaları ifade edecek olan
tesbih, hamd, tekbir ve tehlil kelimeleri ile olacaktır.

İman, ihlas, takva, şükür, tövbe, af, birr, infak, adalet,
sadakat, haya, doğruluk gibi ahlakî, manevi kavramlar hep vahiy ve ilhama tabi
olan kavramlardır. Bunun için din dili bir kavramlar bütünü olmakla beraber,
sosyal hayattan da ayrı değillerdir; ancak ahirete ve ebediyete yönelik bir yönü
vardır. İnsanı ahiretin ebedi hayatına ve saadetine hazırlama gibi de bir
fonksiyonu mevcuttur. Çünkü dinin amacı uhrevî saadettir. Uhrevî saadet ise
aklın ve ruhun kemali, nefsin de süflî ve basit şeylerden uzaklaşması iledir.

İşte bütün bu gerekçelerden dolayı maneviyatı ders veren,
insanın manen terakkisini sağlayan dinin de bunu sağlayacak olan dini ifade ve
terimleri bulunacaktır. Biz buna “din dili” diyoruz.

İnsan dini anlamaya, bunun için de dinin dilini öğrenmeye
çalışmalıdır. Bunun aksine dinin yüksek manalarını ifade eden dilini
değiştirerek dini o manalardan yoksun bırakmak, dini değerleri ve manaları
basite indirmek olur.

İnsanların çoğu avam dediğimiz halk tabakasıdır. Halkın dini
anlaması için halkın dilini kullanmamız gerekir, şeklinde bir bahane ile
sadeleştirme gibi düşünceler dile getirilmektedir. Bunun iki yönü vardır.
Birincisi dinin özünde ve ifadelerinde avamın anlayacağı ve kendisine yeterli
olacak kadar halk dili vardır. İkincisi dinin akla hitap eden ilmî yönü, kalbe
hitap eden ulvî ciheti, ruhu kemale erdirecek olan ulvî yanı ve nefsin
tezkiyesine bakan ahlakî değerlerini ifade eden kelime ve kelamlarıdır ki
üzerinde çalışmayı ve derin manalara nüfuz etmeyi sonra da onları halkın dili
ile ifade ederek avama anlatmayı gerekli kılar. İşte bu dilin, ihtisas
gerektiren ve bu konuda ihtisas yapanları avama üstün kılan yönü budur. Âlimler,
vaizler, müftüler bu yönü ile halk üzerinde imtiyaz sahibi olurlar. Avam da
onlara bu cihetle saygı duyar, onlar da halkın anlayacağı şekilde bu manaları
ders verirler. Böylece insanlar terakki ve tekâmül ederler.

İslam tarihi boyunca yazılan binlerce cilt tefsirler, ilmî
kitaplar ve din üzerinde ihtisas sahibi olan binlerce muhakkikler, müçtehitler
ve mücedditler din dilini anlayıp anlatarak bu makam ve mevkilere çıkmışlardır.
Din dili ile binlerce cilt kitapları yazarak her biri dinin ifade etmek istediği
yüksek manaları ders vermişlerdir. Din dilini yok saymak veya sadeleştirmek
aslında dine yapılacak en büyük yıkım ve tahrifattır. Vazifemiz dini anlamaya
çalışmaktır, anlamadığımızı cehaletimiz ile inkâr etmek değildir. İman ve ilim
aklın, inkâr ise cehaletin gereğidir.

Kur’ân-ı Kerim’in ve Risale-i Nur’un Dili

Bediüzzaman, Kur’an’ın tercümanı olarak Kur’an-ı Kerim’i asrın
idrakine uygun tefsir etmiştir. Kur’an-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur; ama
saf Arapça değildir. Yani Arap halkının kolaylıkla anlayacağı dilden değildir.
Kur’an-ı Kerim’de Arapların bilmediği, duymadığı ve anlamadığı pek çok kelime
vardı ve Sahabeler Peygamberimize (sav) gelerek “Bu ne demektir?” diye
soruyorlardı. Hatta Peygamberimize gelerek “Rahman nedir?”2 diye
sorduklarını Kur’an bize haber vermektedir. Peygamberimiz (sav) bile Kur’an
nazil olmadan önce “Rahman ve Rahim”i bilmiyor, yemek yerken “Bismillahi’l-Ahad”
diye yemeğe başlıyordu. Kur’an nazil oldukça, okundukça, yeni yeni kelimeleri
öğrenip hayatta kullandıkça hayata hâkim oldu. Herkesin anladığı ama manasını
tam bilemediği kelimeleri biliyor gibi kullanmaya başladılar. Mesela “Selamün
Aleyküm” Kur’anî ve İslami bir tabirdir. Devamlı selam veririz; ama anlamını
yine bilemeyiz. Bu bir deyimdir, açılımı iki kelime ile ifade edilemez. İzahı
sayfalara sığmaz.

Kur’an’ın dili “Din Dilidir.” Her ilmin bir dili vardır. O dil
bilinmezse o ilmin ifade ettiği yüksek manalar anlaşılamaz. Matematiğin,
hukukun, tıbbın, biyolojinin, astronominin, tabiat bilimlerinin, sosyolojinin,
felsefenin velhasıl her ilmin kendine has bir dili vardır. İlim adamlarının
kitaplarının zor anlaşılması bundandır. İnsanların genellikle zorlanmadan
anladığı dil, hikâye ve masal dilidir. İlim ise hikâye ve masal değildir ki
herkes zorlanmadan anlasın. Bir şeyi gerçekten öğrenmek isteyen onu öğrenmek
için çaba göstermelidir. İngilizce için “Bu dil ağır, ben anlamıyorum” diye
karşı çıkana hiç rastlamadım. Öğrenmek isteyen zaten zorluğunu kabul ederek
öğrenmek için çaba harcayanlardır. Talebeler de her dersten zorlanırlar.
Zorluğunu bilerek öğrenmek için gayret gösterenler başarılı olurlar. Yeni
kelimeleri öğrenmekten kaçınanlar asla başarılı olamazlar.

Kur’an’ı anlamak, imanı ve dini öğrenmek isteyenler de dinin
yüksek, ilâhî, ruhanî ve uhrevi kelimelerini öğrenmek durumundadırlar. Bunların
ne Arapçada ne de bir başka dilde karşılığı yoktur. Kur’an’da ne ise odur ve
Peygamberimiz nasıl bildirmiş ise öyledir. Bunların izahı olur ama bir başka
dile tercümesi olmaz. Çünkü hiçbir dilde karşılığı yoktur. Değiştirmeye çalışmak
dini tahrip ve bozmaktır. Bunun için dini bozmak isteyenler önce dilini tahrif
ederek işe başlıyorlar.

Meseleyi misallerle anlatalım: “Bismillahirrahmanirrahim”
ifadesinin hiçbir dilde karşılığı yoktur. Türkçeye “Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adı ile” diye tercüme ediliyor. Bu tercüme midir yoksa tekrar mıdır? Bu
tekrardır. Burada Rahman, Rahim, Allah lafızları aynen duruyor. “Esirgeyen ve
bağışlayan Allah’ın adı ile” deniyor. Bu da Besmele’nin ifade ettiği anlamı
karşılamaktan çok uzaktır. Besmele ile hiç alakası yok, tamamen tahriftir.
Esirgemek “Selam”, “Mü’min” kelimesinin ifadesine yakındır. Bağışlamak ise
“affetmek”, yani “Afuv” kelimesinin karşılığıdır. “Rahman ve Rahim” ile alakası
yok gibidir.

Allah’ın bin bir ismi vardır. Bunların hepsi yeni kelimelerdir.
Allah’ın adıdır. İsimler değiştirilemez ve tercüme edilemezler. Ancak ilim
adamları insanların anlayacağı şekilde kendi bilgilerine göre bunları izah
ederler. Ayrıca ibadete ait tabir ve terimler ilâhîdir ve dolayısıyla onları
inzal edildiği gibi öğrenmek ve okumak gerekir. Bundan dolayı ibadet dili olan
“Vahiy dili” dışında ibadet yapılamaz. Bunun için Türkçe veya bir başka dilde
ezan okunamaz ve namaz kılınamaz. Kur’an-ı Kerim’in tercümesi veya meali ibadet
amacı ile okunamaz. Ancak manasının anlaşılması için okunabilir, bu da ibadetten
ziyade ilim olur. İlmin ibadet yönü vardır; ama ibadetin ilim yönünün olması
gerekmez.

İbadet dili olan “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Lâ ilâhe
İllallah”, “Allahu Ekber” kelimeleri özel isimdir, değiştirilemez ve hiçbir dile
tercüme edilemez. Tesbih, tekbir, tehlil, tahmid ulvi birer hakikattir, onların
unvanı olan kelime ve kelamlar dışında bu ulvî hakikatleri anlatmak imkânsızdır.
“Allahu Ekber”, Allah büyüktür, demek değildir. Bu cismaniyata izafe edilen bir
kelimedir. Allah cisim değildir ki büyüklüğü büyük diye ifade edilsin. Allah
Ekberdir. Allah rahmeti, inayeti, ilmi, iradesi, kudreti büyük olandır. Böylece
Allah’ın büyüklüğü bin bir esma ve sıfatı içine alacak şekilde anlaşılması
gerekir. Bunun ifadesi ise “Allahu Ekber”dir. Aynı şekilde Allah birdir demekle
“Lâ ilâhe İllallah” hakikati ifade edilemez. Bu hakikatin, bütün mahlûkatın
şahadetini tazammun eden ve her şeyin delaletini içine alan ve tüm kâinat ve
kâinat ötesi âlemleri ihtiva eden bir anlamı vardır. Bediüzzaman bu hakikati 130
risale ile izaha çalışmıştır. Nasıl tercüme ile kısır bir anlama hapsedilebilir?
Sübhanallah, tesbihin adıdır; Elhamdülillah ise tahmidin. Her birisi satırlar ve
sayfalar ile ifade edilemeyen hakikatlerin tercümanıdır. Dar bir manaya hasrını
asla kabul etmez.

Bunların dışında ahiret âlemlerine, Cennet ve Cehenneme ait
isimler, mekân isimleri ve meleklerin isimleri isim oldukları için hiçbir dile
tercüme edilemez. Çünkü “özel isim”dirler. Özel isimler tercüme edilemez. Şahsa
ait “Ali” ismi veya mekâna ait “İstanbul” ismi bir başka dile mana olarak
tercüme edilemez. Ali’nin anlamı “yüksek”, İstanbul’un anlamı “Bizans İmparatoru
Konstantin” şeklinde tercüme edilemez. Artık bu isimler “alem” olmuş ve kelime
anlamı dışında başka manaları ifade eder hale gelmişlerdir. Bu bakımdan dine ve
imana ait kelime ve kelamlar bir başka dile tercüme edilemezler.

Bir ilmi anlamak için o ilmin dili olan terimleri iyi bilmek
gerekir. Bir felsefe öğrencisi hocasına “Ben kitabınızı okudum; ama hiçbir şey
anlamadım” demiş. Hocası: “Evladım bir daha oku” diyerek onu kitabı yeniden
okumaya yönlendirmiş. “Yine anlamadım” deyince yine “bir daha oku” demiş. Talebe
üçüncü okuyuşunda “Biraz anladım efendim” demiş. Bunun üzerine hocası “Seninle
felsefe üzerine artık konuşabiliriz” diyerek ona felsefeyi öğretmeye başlamış.
Felsefeyi anlamak için defalarca okumak gerekirse iman hakikatlerini anlamak
için Risale-i Nur eserleri neden defalarca okunmasın?

Risale-i Nur’un dili çok sadedir ve anlaşılır bir Türkçe ile
yazılmıştır. İslami ve imani hakikatleri bundan daha sade ve anlaşılır şekilde
ifade ve izah eden bir başka kitap yoktur. İlmihal ve kelam kitapları ile Kur’an
tefsirleri daha karmaşık, ağdalı ve anlaşılmaz bir dille yazıldıkları halde
Kur’an’ın ifade ettiği yüksek hakikatleri izah etmekten de maalesef çok
uzaktırlar. Sadeleştirme çalışmaları da yapılmakta; ama o zaman da yüksek
hakikatler feda edilerek kısır bir mana ile işin hakikatinden uzaklaşılmaktadır.
Risale-i Nur’u okuyanlar anlaşılır bir Türkçe ile bu ulvî hakikatleri anlayacak
ve kavrayacak yüksek seviyeye çıkıyorlar. Bediüzzaman’ın devamlı olarak
nazarları Risale-i Nur’a çevirmesi ve okumaya teşvik etmesinin sebebi Kur’an’ın
dine ve imana, ilâhiyata ve ahirete ait yüksek hakikatlerinin anlaşılmasını
sağlamaktır.

Sonuç

Konuyu özetleyecek olursak, din ve iman insanın ruhî ve manevi
yönüne hitap eden yüksek hakikatler mecmuasıdır. Manevi ve ruhî, melekûtî ve
uhrevi âlemleri ve bunlardaki ulvî hakikatleri anlatan kelime ve ifadeler de
elbette buna uygun ulvî manaları ifade eden kelimeler olacaktır. Yüksek ve ulvî
hakikatler günlük ihtiyaç dili ile ifade edilemezler. Bunun içindir ki her ilmin
kendine has dili ve bu dilden meydana gelen literatürü vardır. Bu dil bilinmezse
o ilme ait hakikatler akıl tarafından anlaşılamaz. Bir ilimde bilgi sahibi olmak
isteyen mutlaka onun dilini bilmek durumundadır. Din ve iman da böyledir. Dini
anlamak ve imanı elde etmek isteyenler de bu ilmin dilini ve literatürünü
öğrenmek durumundadırlar. Hiçbir ilmin dili sadeleşme kabul etmediği gibi, din
dili de sadeleşme kabul etmez. İlim dili, hangi ilim olursa olsun kendi dili ile
öğrenilebilir. İlim dili beynelmileldir. Tüm milletlerin ortak dilidir. İlim
dilini sadeleştirmek o ilmi yok etmek anlamını taşır. Bundan dolayıdır ki, ilmî
terim ve tabirlerin bir başka dilde karşılığı da bulunmaz ve bunlar tercüme
kabul etmez.

Öz

Dil müşterek bir iletişim vasıtasıdır. Bu da insanın dünyayı
anlaması ve eşyayı algılaması ve ifade etmesi demektir. İnsan dil vasıtası ile
anladığını anlatır ve dil yoluyla kimlik kazanır. Yine insan dil vasıtası ile
duygu ve düşüncelerini ve böylece kendini ifade eder. İlimlerin ortaya
çıkmasının dil ile doğrudan ilişkisi vardır. Allah kelamını peygamberlerinin
dilinden bize ulaştırmıştır. Her ilmin kendi literatürü ve ifade dili vardır.
Dinin de kendini ifade eden bir dili vardır. Bu yazıda din dilinin özellikleri
ve Risale-i Nurların bu dildeki yeri ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Din, dil, din dili, sadeleştirme

Abstract

Language is a common tool for communication. This implicates
man’s understanding of the world and things and his expression of them. Through
the language, men express his thought and gain his identity. Through the same
vehicle, people express his feelings and ideas. Even the emergence of sciences
has a direct relationship with the language. God send us His Word through the
language of His prophets. Every science has its specific literature and
narrative. Thus, even religion has its specific language. This article studies
the features of the language of religion and the place of Risale-i Nur in this
language.

Keywords: Religion, language, language of religion,
simplification

Dipnotlar

1. Rahman, 55:1-4

2. Furkan, 25:60