The Begging Style from Tazarru’nâme to Münacat

Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra meydana
getirdikleri edebiyatın önemli türlerinden bir münacattır. Genel olarak divan ve
mesnevilerde tevhidden sonra yer alan münacatlar, Allah’a yakarmanın işlendiği
manzumelerdir. Ancak mensur olarak da yazılan münacatlar vardır. Bu yazımızda
türünün en güzel örneklerinden biri olan Sinan Paşa’nın kaleme aldığı
Tazarru’name ile Bediüzzaman’ın Münacat’ını karşılaştırmaya çalışacağız.
Tazarru’name ve münacatın tanımı hakkında kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Tazarru’name: Bir şey istemek için kendini alçaltıp yalvararak
yazılan tezkire, mektup ve manzumeler için kullanılır bir tabirdir. Arapça bir
kelime olan tazarru’; tevazu ve tezellül ile yalvarmak demektir.1
Kamus Tercümesi’nde şu tanım vardır: “Teffa’ul vezninde bu dahi bir nesneye
nihânîce varup yaklaşmak ma’nâsınadır…Ve cân u dilden tezellül ile yalvarmak…
Bir hâcet niyâz eylemek ma’nâsınadır.”2

Münâcât: “Lügatta fısıldamak, kulağa söylemek demektir. Kamus
Tercümesi’nde deniliyor ki:

“Niyâz-ı dergâh-ı İlâhîye münâcât ıtlakı ihfâ cihetiyle olduğuna
mebnidir.”

Evet bir kimse ellerini kaldırıp dileğini Allah’dan gizlice
istemesi münâcât olmakla berâber Vehhâb-ı Kerîm’den bir şey istemek için yazılan
manzûmelere de münâcaât denilmiştir.”3

Cenâb-ı Hakk’ın af ve mağfiretini niyaz yollu yazılan şiirler
hakkında kullanılır bir tabirdir. Lügatte fısıldamak, kulağa söylemek manasına
gelen münacat ıstılah olarak İlâhî dergâha niyaz, dua demektir. Kamus’taki izahı
şöyledir: “Niyaz; dergâh-ı ilâhiye niyaz, münacat eltafı ihfa cihetiyle olduğuna
mebnidir. Bir kimsenin ellerini kaldırıp dileğini Allah’tan gizlice istemesi
münacat olmakla beraber Vehhâb-ı Kerîmden bir şey istemek için yazılan
manzumelere de münacat denilmiştir.” 4

“Münâcâtta, dinî konular daha fazla ele alınır. En büyük güç,
kudret ve azamet sahibi olan Allah’ın ululuğu karşısında çaresiz, zavallı ve
küçük kullar olarak Allah’a yakarışta bulunan şairler, öncelikle kulun âcizliği
ve Allah’a muhtaç oluşundan bahsederler ve bu fikirlerini âyet ve hadisler
iktibas ederek kuvvetlendirirler.”5

Münâcât: Kelime anlamı “Allah’a dua etme, yakarma”dır. Edebî tür
terimi olarak münâcât, Allah’a yakarışı konu edinen türe verilen addır.
Genellikle manzum olarak yazılan münâcâtlar, tazarru, tazarru-nâme adlarıyla da
anılmışlardır.”6

“Bir edebiyat terimi olarak ise münâcât, Allah’a yalvarmak, duâ
etmek gayesiyle kasîde, gazel, mesnevî, murabba muhammes, müseddes, müsebbâ,
müsemmen, mütessâ, muaşşer, musammat, kıt’a, rubaî, beyt gibi hemen hemen bütün
nazım şekilleriyle yazılan, konusu Allah’a yakarış olan şiir türüdür.”7

“İnşâ”, yani sanatlı nesrin öncülerinden olan Sinan Paşa’nın
ölümsüz eseri Tazarru’nâme8 münâcât türünün en güzel mensur
örneklerinden biridir. Fatih Sultan Mehmed’in veziri Sinan Paşa, çok iyi bir
eğitim almış; daha büluğ çağına varmadan kürsüye çıkıp vaz etmiş; Dârü’l-hadis’e
müderris olarak tayin edilmiş; ardından padişah hocalığına getirilerek taltif
edilmiştir. Bu sırada henüz 21 yaşındadır. 1474’te vezirlik rütbesi tevcih
edilmiş; ardından Gedik Ahmed Paşa’nın ölümünden sonra veziriazamlığa
getirilmiştir. Aynı yıl gözden düşerek sürülmüş; hatta delilik isnadıyla bir
hayli hırpalanmıştır. II. Bayezid devrinde tekrar eski itibarına kavuşan Sinan
Paşa, ünlü mutasavvıf Şeyh Vefâ’ya bağlanmış; tasavvuf terbiyesini bu zattan
almıştır. Derviş tabiatlı bir bilgin olan Paşa, cömert ve tavizsiz bir kişiliğe
sahiptir. İlmî tartışmalardaki yetkinliğiyle dikkatleri çekmiştir.
Tazarru’name’nin yazılış amacını şu cümlelerle belirtir:

“Bu risâleyi anun-içün halka virürem ve bu Tazarru’ât’ı
anun-içün ile bildürürem ki, kâh bir ışk erine tuş gele ve bir ağzı kutluya şeş
gele. Nazar idüp himmet ide; esirgeyüp rahmet ide. Çün bizden du’â dilemiş,
idelüm; çün Fatihâ taleb itmiş, okuyalum diyüp, ihlâs-ile Hak’dan du’â ve
derûndan bu fakîr –içün istid’â ide. Umaram ki makbûl ola; ümîdüm ol ki kabûl
ola. (Tazarru’nâme, s. 175)

A. Mertol Tulum eserin yazılış sebebini şu ifadelerle
değerlendirir: “Sinan Paşa, bütün eserde görüldüğü gibi, tam bir teslimiyetle
çıktığı ahiret yolculuğunda, önce Hak’tan lütuf, sonra peygamberlerden, Hz.
Muhammed’in âli ve eshâbından, dört imamdan ve nihayet tarîkat ehlinden duâ ve
mânevî yardım dilemekte, nihâyet öldükten sonra kitabını okumaya himmet
edeceklerden rahmet ve fâtiha ile, âhirette kurtuluşuna sebep olmalarını
istemektedir. Çünkü “ayruk dilden olan du’â ve gayrı gönülden olan himmet ziyade
te’sirli” olur.

Tazarru’nâme mâhiyet îtibâriyle bir gönül kitâbıdır. Onda, korku
ile ümit arasında dolaşan bir kalbin feryâdları, iniltileri, tevbe ve
istiğfârları ile, varlığın künhüne erişmek, hakîkatin derinliğine ermek isteyen
bir zekânın çâresizlikle gönle dönen zavallılığı ve âcizliğinin, bir isyân ve
nisyânının mütemâdî çalkantısı görülür ve hissedilir.”(Tazarru’nâme, s. 15.)

Tazarru’ât, aşağıdaki ifade ile başlar:

Hamd-i nâ-ma’dûd ve senâ-yı nâ-mahdûd ol hazrete sezâ-vârdur ki,
her zerre-i mevcûd ve her dâhil-i dâyire-i vücûd ol hazretün vücûb-ı vücûdına
delîl-i kâtı’dur, ve minnet-i bî-kıyâs u şükr ü sipâs şol cenâba nisârdur ki,
terkîb-i mümkinât ve nizâm-ı mevcûdât ol cenâbun vahdâniyet-i zâtına bürhân-ı
sâtı’dur.9

Yazar, âdet olduğu üzere Allah’a hamd ve sena ile eserine
başlamıştır. Hamdele, Allah’ın sıfat ve esması ile tezyin edilmiş uzun bir
cümledir. Şükredilen zatın varlığının aklen ispatı sadedinde söylenen bu cümlede
görüleceği gibi, Allah’ın varlığına bütün mevcudat şahittir. Sinan Paşa maddenin
en küçük parçası zerreden, vücut ortamına çıkan her mevcuda kadar bütün
varlıkların kendisine şehadet ettikleri bir zata şükürle başlamıştır.
Varlıkların terkibi ve nizamı mükemmel bir nazıma işaret etmektedir diyen Sinan
Paşa, böylece yakarışın ilmî ve fikri gerekçelerini oluşturmuştur. Hamdele,
müellifin, Allah’ın kudret ve hikmetine dair daha geniş ve tafsilâtlı bilgileri
içeren ifadelerle sürüp gider; Allah’ın zatının akılla kavranamayacağı, ancak
esma ve sıfatının tecelliyatı ile varlığının bilineceği ifade edilmiştir. Sinan
Paşa, araştırıcı gözlerle âdeta bütün kâinatı tarar ve bütün varlıkların
Allah’ın varlığına ve birliğine şahit olduklarını dile getirir. Bu da Paşa’nın
felsefe ile meşguliyetinin bir neticesi olsa gerektir. Yine sözlerini Allah’ın
isim ve sıfatlarının anlam ve gereklerinin ifade edildiği cümlelerle
sürdürmüştür. Her ismin gereği olan hususiyetler çarpıcı şiirsel ifadelerle
bezenmiştir. Bu cümlelerden bazı örnekler sunmak yararlı olacaktır:

Bir Alîm’dür ki, ilmine gâyet yok; bir Kadîr’dür ki, kudretine
nihâyet yok.
Kadîm’dür ki, ukûl-i mütekaddimîn ve müte’ahhirîn dâyire-i kıdemine kadem
basamaz; Hakîm’dür ki, hükemâ-yı evvelîn ü âhırîn hikmeti ma’rifetinden dem
uramaz. (Tazarru-nâme, s. 32).

İlâhâ, Melikâ, Pâdişâhâ! Sen ol evvelsin ki, sana ibtidâ yok ve
sen ol Ahir’sin ki, sana intiha yok.
Sen ol Zâhir’sin ki, kimse ne-y-idügün bilemez; ve sen ol bâtınsın ki kimseden
gizlenmez.
Bir Hayy’sın ki, cemî’-i hayler hayâtı senden alur; bir Kayyûm’sın ki, cemî’-i
muhtâclar hâcetin sende bulur. (Tazarru-nâme, s.36)

Tazarru’nâme, hamdeleden sonra Tevhid’le sürdürülmüştür. Bu
bölümde Sinan Paşa, önce bir mesnevi formu içinde tevhidi anlatır, ardından
mensur olarak Allah’ın insanları ahsen-i takvimde yaratmasını ve yaratmanın
sebebini dile getirerek tevhidin aklî ve naklî delillerini sıralamıştır:

“Sen ol Alîm’sin ki âyine-i ma’rifetünde esrâr-ı nihânî ve
mugayyebât-ı dü cihânî, çehre-i rûz-ı rûşen gibi lâyihtür, ve sen ol Rahîm’sin
ki, nesîm-i rahmetün, dimâğ-ı cân-ı ins ü cân ve meşâm-ı ervâh-ı âlemiyânda
râyihâ-i anber-i eşheb gibi fâyihtür. (Tazarru’nâme, s. 42)

Yukarıdaki cümlelerde seciler dikkati çekmektedir. Sinan Paşa,
nihânî, cihânî; lâyihtür, fâyihtür; cân, ins ü cân kelimeleriyle cinaslar ve iç
kafiyeler yapılmıştır.

Tevhid’den sonra Hz. Muhammed’in nübüvveti ve fazileti yine
şiirsel ifadelerle dile getirilmiştir:

“Ve hâtem-i nigîn-i nübüvvet ve dürr-i sadef-i fütüvvet, gül-i
bâğ-ı risâlet ve serv-i bustân-ı celâlet, hocâ-i cihân u cân ve cihân-ı ins ü
cân hazret-i Risâlet’ten ‘salla’llâhu aleyhi ve sellem’ menkûldür ki, rumûz-ı
mukatta’ât-ı evâyil-i sûrede hazret-i Risâlet ança esrâr bilürdi ki, Cebrail
hazreti bilmezdi. Hattâ ba’zısını indürdüği vakit, hazret-i Risâlet
‘aleyhi’s-selâm’

didi. (Tazarru’nâme, s.55)

Sûrette son-ise, ma’nîde evvel idi, ve vücûdda müte’ahhir ise,
mertebede efdal idi.
Anun vücûdı-y-ile cihân bâğına zîver geldi, ve anun şefa’ati-y-ile nev’-i insâna
zîb ü fer geldi. (Tazarru’nâme, s. 56)

Yukarıdaki cümlelerde nübüvvet, fütüvvet, risâlet, celâlet;
cihân u cân, cihân-ı ins ü cân; zîver, fer kelimeleri ile zengin cinaslar göze
çarpmaktadır.

Sinan Paşa, Tazarru’nâme’de nesrin bütün imkânlarını kullanarak,
eserini yer yer manzum parçalarla süsleyerek kalbinin derinliklerinden yükselen
bir yakarışla Allah’a yakarır; aczini itiraf eder. Paşa’nın yakarış dilini ve
üslûbunu anlamak için bu cümlelerden bazı örnekler sunuyoruz:

“İlâhî! Ben seni ne dil-ile ögem ki, dil, hakîkatün bahrinden
bir katre. İlâhî! Ben seni ne vücûd ile vasf edem ki, vücûdum, mihrün şu’â’ından
bir zerre.
Her akl-ı derrâk, celâlün idrâkinde hîre; her rây-ı rûşen, cemâlün vasfında
tîre.

İlâhî! Sen ol Azîz’sin ki, cemî-i azîzlerün alnına, izzetün rakam-ı zül
çekmiştür ve sen ol ulusun ki, cemî-i ulularun yüzine, azametün dâğ-ı horî
komıştur. Ve sen ol kâmilsin ki, cemî-i kâmillerün gözine, kemâl-i bî-nihâyetün
hâk-i noksân ekmiştür. (Tazarru-nâme, s. 69)

Her mümkinden münezzehsin, kemâl-i bî-niyâzlıgundan, ve her
mevcûd ile bilesin, temâm-ı bende-nevâzlıgundan. (Tazarru’nâme, s. 73)

Bekâ isteyen cândan vücûd âfetlerini sen def’ it; dirlik uman
gönülden varlık hicâbını sen ref’ it. (Tazarru-nâme, s. 76)

İlâhî! Gönül gözüni hikmet ravzasınun envâr-ı ezhârı-y-ile
münevver kıl, ve cân dimâğını ma’rifet bustânlarınun nesîm-i eshârı-y-ile
mu’attar kıl. (Tazarru-nâme, s. 80)

İlâhî! Asîlere azâb itmek adl-ise, afv itmek dahı ahdündür.
İlâhî! Mücrimlere ikâb itmek hakk-ise, bağışlamak dahı va’dündür. (Tazarru’nâme,
s. 82)

İlâhî! Sen sakla cemi’-i belâlardan. İlâhî! Sen kurtarıvir
ibtilâlardan. İlahî! Hidâyetüni refîk it. İlâhî! İnâyetüni şefîk it. İlâhî! Sen
istemeyince kimse seni bulamaz ve senden olmayınca kimse vasluna iremez.
(Tazarru’nâme, s. 95)

İlâhî! Gizlüsün, gâyet zuhûrundan. İlâhî! Görünmezsin, ziyâde
nûrundan.
İlâhî, Seyyidî ve Mevlâyî! Her ne kadar günahkâr isem, afvünden nevmid degülem.

Ne kadar günahum çirki var-ise, umaram keremün deryâsı mahv ide, ve ne kadar
a’mâlüm çürügi var ise, ümidüm ol ki rahmetün sıfatı afv ide. (Tazarru-nâme,
s.113)

İlâhî! Nem var-ise, cümle senün keremün. İlâhî! Neye mâlik isem
hep senün ni’amun. Ben ne olam, benüm nem olur; kul kimün ise mülk anun olur.
Mâlikü’l-mülk’sin küllî senün milketün; Hâliku’l-halk’sın, cümlesi taht-ı
kudretün. (Tazarru-nâme, s.113)

İlâhî! Kapundan gayrı varacağum yok. İlâhî! Senden gayrı
yalvaracağum yok. İlâhî! Ölüm vaktinde elüm tut. İlâhî! Tayanacak yirde kolum
tut.

İlâhî! Bî-kesem, senden gayrı kimsem yok. İlâhî! Fakîrem, sana yarar nesnem yok.
İlâhî! Dermânde kaldum, mededüme iriş. Üftâde kaldum, feryâduma yitiş.
(Tazarru-nâme, s. 226)

Yukarıdaki cümleler âdeta yüksek sesle yakarmak için kurulmuş;
Sinan Paşa, devrik ve kurallı cümleleri, zengin seci ve aliterasyonlarla ard
arda, belli bir ritim ve ahenk oluşturacak biçimde sıralayarak üslûbuna akıcılık
ve müzikal bir hareket kazandırmıştır. Cümlelerin çok uzun olmaması, yer yer
sadece özne ve yüklemden oluşan kısa cümlelerin seçilmesi yakarışlara vurgu
sağlaması açısından yerinde ve isabetli olmuştur. Tazarru’nâme’de yakarış
cümleleri ayet ve hadislerle zenginleştirilmiş, Sinan Paşa, Kur’an ve hadis
bilgisini burada sergileme imkânı bulmuş, dualar âyet ve hadislerin ışığında
çarpıcı ifadelerle dile getirilmiştir. Kuşkusuz, Paşa, samimi yakarışlarını
seslendirirken nesir sanatındaki maharet ve becerisini göstermeyi de ihmal
etmemiştir.

Münâcât:10 Bediüzzaman’ın, Kur’an ve
Cevşenü’l-Kebîr’den aldığı dersle yazdığı bu risâle, son dönemde telif edilen
çok önemli bir münacattır. Gerek üslûbu, gerekse muhtevası bakımından oldukça
önem arz eden bu eserin dili ve üslûbu hakkındaki tespitlerimizi ifade etmeye
çalışacağız. Dil ve üslûp bakımından diğer risâlelerden önemli ölçüde ayrılan
Münâcât, muhteva olarak külliyatın hülâsası gibidir. Çünkü bu eserde, Nur
Külliyatı’nın temel muhtevası olan tevhid, nübüvvet ve haşir konuları üzerinde
durulmuş; büyük bir kitap olan kâinatın ve kâinatta cereyan eden olayların ve
varlık sahasındaki cisim ve hareketlerin tanıklığında Allah’ın varlığı, birliği,
şeriksiz ulûhiyet ve rububiyeti nazara verilerek onun rahmet, merhamet ve
mağfiretine sığınılarak yakarışta bulunulmuştur.

İlk okuyuşta insanı derinden kavrayan Münâcât’ın şiirsel dilinin
ve üslûbunun dikkati çeken hususiyetlerini tespite çalışacağız. Eser, “Yâ İlâhî
ve yâ Rabbî!” ünlemiyle başlar. Giriş bir münâcât girişidir; Rab ve İlâh
kelimelerinin sonundaki “î” aidiyet ifade eder: Ey benim Rabbim, ey benim
İlâhım… Hitap, kuldan Rabb’ine yönelen mahrem bir niyazın başlangıcıdır. Bundan
sonraki ilk cümle münâcâtın kaynağını, amaç ve niyetini ifadeye yöneliktir:
Bakış, iman gözüyle; Kur’an’ın öğretmesi ve Hz. Muhammed’den alınan dersin
sonucudur. Bu ifade bize Münacat’ın bu sacayağı üzerinde şekilleneceğini
gösterir. Münâcat’ta rehber Allah’ın Hakîm ismidir. Esma-i Hüsnâ’dan “Hakîm”
isminin seçilmesi rast gele değildir. Çünkü kâinat kitabını okumak, ancak bu
ismin rehberliğinde mümkündür. Bu girişten sonra Üstâd bakışlarını makrokozmosa
çevirir: “Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyle Senin
mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin. (s.111)”.

Bediüzzaman münacata, Allah’ın varlığını dikkatlere sunmakla
başlıyor. Çünkü samimi bir yakarış, samimi bir imanın sonucu olabilir. Önce
kâinatı yaratana iman edilecek ki ondan istimdat edilsin. Bu cümlede dikkat
edilirse, anlamı pekiştirmek için “yoktur ki… etmesin” tarzında bir ifade kalıbı
seçilmiştir. Bu seçim anlamı vurgulamak ve pekiştirmek içindir. Düz cümlenin
tekdüze akışı bu kalıpla sarsılarak dikkat olumlu sonuca çevriliyor. Bu kalıp
münacat boyunca sürdürülerek vurgu sağlanmış, esere şiirsel bir güç katılmıştır.

İlk paragrafta kâinat kitabının okunması büyükten küçüğe doğru
sürdürülüyor: Önce varlıkta hükümferma olan nizam ve intizam hatırlatılıyor,
ardından gök cisimlerinin bu nizama uymaları Rububiyet ve vahdet (birlik)e delil
olarak gösteriliyor. Yıldızlar ve gezegenler arasındaki mükemmel nizam ve uyum,
uyum içinde yörüngeden sapmayan hareket, bu delillerin başlıcalarıdır. İkinci
paragrafta da gökyüzü sayfasının okunması sürdürülüyor. Gökyüzünün öne alınması
sebepsiz değildir; insan başını kaldırıp baktığında uçsuz bucaksız bir boşluk ve
onu ışıltılarıyla dolduran sayısız gök cismi karşısında hayret duymaz da ne
yapar… Bu sebeple Bediüzzaman önce bakışlarını göklere çevirir ve okuyucuyu
uyarır: Her cisim tek başına Allah’ın varlığına ve birliğine şahadet ettiği gibi
hepsi birlikte sergiledikleri ortak nizam ve intizamla bu şahadetlerini
birleştirir, cerh edilmesi imkansız bir vahdet delili oluşturur. Feza
sahifesinin okunması üçüncü paragrafta da sürer. Nazar, genelden özele doğru
kayar: Yıldızlar, aylar, güneşler sırasıyla münacat satırları arasında tefekkür
gözünden gönül kulağına vahdeti fısıldar. Bütün büyük gök cisimleri dönüşleri,
hareket ve sükûnetleriyle bir yaratıcının varlık delilleri olarak dikkatlere
sunulur.

Gök cisimlerinden sonra atmosfer olaylarına gözler çevrilir:
Uzaktan yakına doğru bir fikri yolculuk görünür bu satırlarda. Bulutlar,
şimşekler ve gök gürültüleri, insanın gözleri önüne çekilen ülfet perdelerini
parçalayıp darmadağın ederek Allah’ın varlığını haykırır adeta. Bulut,
cansızdır, akıl ve şuur sahibi değildir; ama yeryüzüne yağdırdığı yağmur son
derece şuurlu bir ilim ve iradenin yansımasıdır. Muhtaç olan canlılara bulut
vasıtasıyla yağmurun, suyun gönderilmesi, aklı gönderene çevirmek için bir
uyarıcı değil de nedir? Bütün bu atmosfer olayları tek tek Allah’ın varlığının
gerekliliğine işaret ettikleri gibi, hepsi birlikte sergiledikleri uyum ve düzen
ile de bunu pekiştirir. Bunlar her şeyi kuşatan bir ilim, irade ve kudret
sahibini işaret eder, gaflet içindeki gözlere gösterir, gönülleri teyakkuza sevk
eder.

Gökyüzü ve atmosfer olayları bir yaratıcıyı gösterdikleri gibi,
öldükten sonra dirilmenin de delilleridir. Çünkü her an atmosferi kuşatan
değişiklikler, bir anda yazın kışa, kışın bahara dönüşmesi, bir âlemin gelip bir
diğerinin gitmesi, insanda haşir inancını pekiştirir. Bir anda gökyüzünü
değiştiren kudret, insanın önündeki kabir engelini kaldırarak haşri
gerçekleştirebilir.

Gökyüzü sayfası ibret gözüyle okunduktan sonra, gözler, üzerinde
yaşanılan yeryüzüne çevrilir: Gökyüzü gibi yeryüzü de barındırdığı canlı cansız,
ruhlu ruhsuz bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, ilim, irade ve
kudretini gösterir. Önce yerküre, ardından onun üstünde yaşayanlar; Münacat’ta
sürekli büyükten küçüğe, küçükten büyüğe doğru bir tefekkür, uruç ve nüzulü
anlatılır. Bediüzzaman bu yöntemle yakaran insanın gaflete dalmasını önler. Bu,
adeta çağlayanlar, çavlanlar oluşturan, mecrasında zikzaklar çizerek tekdüzeliği
bozan bir ırmak manzarası gösterir. Bediüzzaman, rahmetin kuşatıcılığını
anlatmak için bütün canlıların rızıklarının verilmesini bir bir sayıp dökerek
hatırlatır; bu rızıklandırmanın, Allah’ın şefkat, rahmet ve merhametini
göstermesi yanında, ilminin kuşatıcılığını ve hikmetini de nazara verdiğini
söyler. Ancak bütün bu kâinat ve kâinatta cari olan nizam, güzellikler ve
rahmet, ilim ve hikmet insana yöneliktir. İnsana büyük bir görev yüklenmesine
rağmen kısa bir hayat verilmiştir. Sonsuza ayarlı insan, muvakkat bir ömürle
sınırlandırılmıştır. Bu kadar yetenek, duygu ve duyular kısa bir hayat için
olmasa gerek… Bu, haşri akla getirir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:

“Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören; ve hadsiz
bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevî cihazat ile techiz edilen; ve zemin
mevcudatına tasarruf eden insan için, bu talimgah-ı dünyada ve bu muvakkat
ordugah-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf,
bu nihayetsiz tecelliyat-ı Rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniyye ve bu
gayetsiz ihsanat-ı İlâhiye, elbette ve herhalde; bu kısacık ve hüzünlü ömre ve
bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz.” (s. 343)

Bediüzzaman’ın en çarpıcı ifadelerinden biri de şüphesiz “Ey
şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan
Zât-ı Akdes!” ifadesidir (Benzer bir ifadeyi Sinan Paşa da kullanır.) Onun
varlığı o kadar açık, o kadar gözler önünde, o kadar ihtişam içinde kendini
gösteriyor ki adeta onu gözlerden gizliyor. Bediüzzaman, bu ifadeleri yer yer
tekrarlayarak Münacat’a bir canlılık kazandırır, bununla insana, silkinerek
kendine gelme imkanı sağlar. Kul, hüzün, tezellül ve acz içinde yakarırken
birden bu ifadelerle silkinerek muhatabının kudret ve hikmetini yeniden
hatırlayarak tazelenen bir vecd ve imanla yalvarışını sürdürür. Ardından
denizler, nehirler, göller ve çeşmelere gözler çevrilir; bu büyük su
kütlelerinden su damlasına dönülür ve su damlalarındaki muhteşem kudret
eserlerine düzen ve intizama bakılır. Sonra kumda ve suda yaşayan ve rızıkları
mükemmel bir biçimde verilen varlıklara dikkat çekilir. Bu tefekkürî münacatta
adeta bütün kâinat teftişten geçirilir. Her varlık hatırlatılarak üzerlerindeki
tevhid sikkeleri okunur, okutulur; kalb ve akıl kulağına kimi zaman gök
gürlemesi, kimi zaman bir meltem esintisi gibi fısıldanır.

Okyanuslar, denizler, ırmaklar, çaylar ve dereler derken gözler
dağlara, yeryüzünün üzerine çakılan hazineli direklere çevrilir. Dağların
yaratılış hikmetleri, insanlara ve canlılara faydaları, barındırdıkları maden ve
maddelerle yararları bir bir sayılır; bunların ardındaki hikmet, ilim, şefkat ve
merhamet gösterilerek Tevhid’e ulaştırılır. Dağlardan sahralara, ovalara, bağ ve
bahçelere dönülür Münacat’ta; adeta bir gezgin gökyüzünden başlayarak yeryüzüne
ve dünyanın dört bucağına bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculukta görülen her
varlık, müşahede edilen her hadise bir Vahid-i Ehad’in bir Kayyum-ı Bâki’nin
varlığını ve birliğini gösterir. Sonra bitkilerin, ağaçların yaratılmasına
dikkat çekilir. Akılsız ve ruhsuz topraktan sanat harikaları olan bitki ve
ağaçların yaratılışı hatırlatılır; bunlardaki müşterek nizama işaret edilir. Bir
avuç toprağın içine ekilen tohumlardan şaşırmadan, karıştırmadan farklı bitkiler
yeşertmesindeki harika sanata gözlerin çevrilmesi sağlanır. Bitki ve ağaçların
duruşları, yaprak, çiçek ve meyveleriyle yaratıcılarını aczden ve kusurdan
tenzih ettikleri hatırlatılır.

Tabiatın dört bir tarafını gezdikten sonra insan ve hayvanlara
bakışlar çevrilir; bu varlıkların fiziki görünümleri ve yaratılış bakımından
harika oluşlarıyla onun varlığına ve birliğine tanıklık ettikleri vurgulanır; bu
mükemmel varlıkların tesadüfe verilemeyeceği canlı bir üslupla dile getirilir.
Bütün varlık âlemini seyirden sonra “hayat” kavramına dönülür: Çünkü kâinatın
münteha neticesi hayat, hayatın hülasası ruh, ruh sahiplerinin en camii
insandır. Bütün kâinat hayata musahhar yaratılmıştır. Bütün varlıklar basamak
basamak buna hizmet etmektedir. Hepsi insanın hizmetine sunulmuştur. İnsan
yaratılıştan yaratanını sever. Allah da onları seviyor ki yaratmıştır. Zaten
hilkat-i âlemin sebebi de bu muhabbet değil mi? Bediüzzaman sözü yine haşre,
öldükten sonra dirilmeye getirir: Allah, bu kadar sevdiği insanları yokluğa
mahkûm etmeyecek, kendisini cidden seven ve yeryüzünde halifesi olan insanı
gücendirmeyecek, ebedî bir hayatla ödüllendirecektir. Çünkü insanda tecelli eden
esma, onun baki bir hayat için olduğunu apaçık göstermektedir.

İnsan söz konusu olunca, bu nevin en seçkini olan peygamberler,
veliler ve asfiyalar da onun varlık ve vahdetinin delilleri olarak Münacat’ta
hatırlatılır; mu’cize ve kerametlerinin de bunu tasdik ettiği vurgulanır. Ve
özellikle Hz. Muhammed (SAV) nazara verilerek muhteşem bir ifade ile: “Ve
bilhassa, bütün Enbiya ve Evliya ve Asfiya ve Sıddîkînin imamı ve reisi ve
hulasası olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın ihbarını tasdik eden hiçbir
mu’cizat-ı bahiresi… ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-ı âliyesi… ve
bütün mukaddes ve hakikatlı kitabların hulasat-ül-hulasası olan Kur’an-ı
Mu’ciz-ül-beyanın hiçbir âyet-i tevhidiye-i katı’ası.. ve mesail-i îmaniyeden
hiçbir mes’ele-i kudsiyyesi yokdur ki, Senin vücûb-ı vücûduna ve kudsî
sıfatlarına ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ ve Sıfâtına şehadet
etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın!…”(s. 351)

Münacat’ın devamında bütün peygamber ve velilerin şahitliğinde
Tevhid ifade edildikten sonra kader konusuna vurgu yapılarak insanların ebedî
bir hayata namzet olduğu ve iyilerin kötülerden ayrıldığı bir Cennet ve
Cehennem’in bulunduğu hatırlatılır. Cennet ve Cehennemin celâl ve cemâl
sıfatlarının bir gereği olduğu ifade edilir. Allah’ın, kendisine inanan, iman
eden sayısız dostlarının ebediyete dair dualarını reddetmeyeceği, emirlerine
itaat eden kulları için mükâfat; isyan edip karşı gelenler için bir ceza
vereceği iç ürpertici ifadelerle anlatılır. Hak isminin bir gereği olarak haşrin
vuku bulacağı güçlü bir dille, adeta haykırma derecesinde bir eda ile
vurgulanır. Münacat’ın sonunda bütün varlıkların Allah’ı zikir ve tesbih ettiği
anlatılarak nefis ve şeytanın şerrinden istiaze, kabir ve Cehennem azabından
muhafaza ile talebelerinin Firdevs Cennetinde mesut kılınması dilenir. Münacat
bir ayetle bitirilir.

Münâcat, salt bir yakarış metni olmayıp, kalpleri ve akılları
pozitivizmin serpintileri karşısında sarsılan insanlara tefekkürî bir iman aşısı
olarak hitap için zikredilen Esma-i Hüsnanın anlamlarına göre zengin bir muhteva
gösterir. Esma ve muhteva arasında tam bir uyum, münacatın en belirgin
özelliklerindendir. Aşağıda sunacağımız münacatın hitap cümleleri bize eserin
dili ve üslûbu hakkında önemli ipuçları verecektir:

Yâ İlahî ve yâ Rabbî (s. 339).

Ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı! Ve ey zerratı, muntazam
mürekkebatiyle tedbirini gören ve idare eden; ve bu seyyâre yıldızları manzum
peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren! (s. 339)

Ey Vâcib-ül-vücûd ! Ey Vâhid-i Ehad!(s. 340)

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş! Ve ey azamet-i kibriyâsından
ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl! Ey Kâdir-i mutlak!(s.340)

Ey Mutasarrıf-ı Fa’âl! Ve ey Feyyâz-ı Müte’âl (s. 341)

Ey Fa’âlün Limâ Yürid!(s. 341)

Ey Kadîr-i Zülcelâl! (s. 341)

Ey Arz ve Semâvâtın Hâlik-ı Zülcelâli! (s. 341)

Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettâh-ı Alâm! Ey Fa’âl-i Hallâk! Senin ey
Vâhid-i Ehad! Ey hannân-ı Mennân! Ey Vehhâb-ı Rezzâk! (s. 342)

Ey Hâlik-ı Külli Şey! (s. 343)

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından
istitâr etmiş olan Zât-ı Akdes! Ey Rabb-ül- Berr-i ve-l-Bahr! (s. 343)

Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i
Zülcelâl! (s. 345)

Ey Kâdir-i Külli Şey! Ey Hâlik-ı Rahman! Ve ey Rabb-i Rahîm! (s.
346)

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş! Ve ey Kibriya-yı azametinden
tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hâlik-ı Rahîm! Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey
Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm! (s. 348)

Ey Rahmanürrahîm! Ey Sâdık-ul-Va’d-ül Emîn! Ey Mâlik-i
Yevmiddin! (s. 349)

Ey Kadîr-i Kayyûm! (s. 350)

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş! Ve ey azamet-i kibriyasından
perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! (s. 351)

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadık-ul- Va’d-ül Kerîm!
Ey izzet ve azamet ve celâl sahib-i Kahhar-ı zülcelâl! Ey Rab-ül enbiya
ve-s-Sıddîkîn! (s. 353)

Yâ Rabbî ve yâ Rabb-üs-Semavatı Vel-Aradin! Yâ Hâlikî ve yâ
Hâlik-ı Külli Şey! (s. 354)

Yukarıda verilen cümleler, Münâcat’ta adeta kâinatta Rabbini
arama yolculuğuna çıkan insanın karşılaştığı şüphe ve tereddütlere karşı savunma
silahı, görülen tabiat varlıklarını ve olayları tefekkür için birer hazırlık,
birer işaret fişeği durumundadır. Bu cümleler gelecek tefekkür paragraflarının
hazırlığı işlevini yapmıştır. Çünkü her cümlede geçen esma ve sıfat-ı İlahîye’ye
uygun tefekkür paragrafı/paragrafları gelmiş, okuyucu çıktığı tevhid
yolculuğunda bu işaret meşalelerinin ışığında imanı artarak göklerden arza,
okyanuslardan denizlere, göllere, ırmaklar, ağaç ve bitkilerden yaratılmış bütün
varlıklara uğrayarak onların lisan-ı hâlinden aldığı dersle imanı basamak
basamak artarak sonunda bu dünyanın sadece bir bekleme salonu, bir uğrak yeri
olduğu gerçeğinden hareketle, Allah’ın sevdiği ve onların da Allah’ı sevdiği
mümin kullarına bir ahiret hayatı hazırladığı gerçeği kuvvetli aklî delillerle
akla ve kalbe kabul ettirildikten sonra kendisi ve talebeleri için istiazede
bulunularak Cennet talep edilmiştir. Seçilen üslûp, konuya tamamen uygun olup
Bediüzzaman’ın eserlerinin ana ekseni olan iman vurgusu, her cümlede kendini
gösterir. İfadelerin, münacat üslûbuna uygun olarak yüksek tonda, fakat kulun,
Rabbi karşısındaki acz ve fakrını gösterecek biçimde kurgulanması da dikkat
çekicidir.

Ayrıca her hitap cümlesinden sonra, çoğu yerde “Ben imanın
gözüyle Ve Kur’an’ın ta’limiyle ve nuriyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü
Vesselamın dersiyle…” ifadeleriyle başlayan cümlelerle de sürekli olarak
yakaranla Allah arasındaki iman bağının hatırlatılmış olması, münacatın önemli
özelliklerindendir. Yakaran, kime dua ettiğini, bu duada kimi ve neyi rehber
edindiğini bilerek istek ve dileklerini bilinçli bir biçimde ifade etme
durumundadır. Kul, sarsılmaz, sağlam bir imanla, Kur’an ve Hz. Muhammed
rehberliğinde dua eder de o dua kabul edilmez mi? Bu hassasiyet külliyatın hemen
her sayfasında kendini gösterir. Her ders, mutlaka Kur’an ve Hz. Muhammed’e
göndermeler ve onlara muhabbet ifadeleriyle sonlandırılır. Metinde yer yer seci
ve aliterasyon ve tekrarlarla şiirsel bir eda yakalanmıştır. Ancak bu eda,
eserin asıl amacını perdelemeyecek, gölgelemeyecek bir sıklıktadır. Çünkü
Bediüzzaman’ın amacı edebî bir eser yazmaktan çok, imanı pozitivizmden
rahnelenen Müslümanların inancını güçlendirmek, onlarla Rableri arasındaki bağı
sağlamlaştırmaktır.

Münacat’ın dili, konuya uygun olarak özellikle din dili Arapça
kelimeler bakımından zengindir. Ancak kullanılan kelimeler genel olarak Esma-i
Hüsna başta olmak üzere daha çoğu dinî kaynaklıdır. İlk bakışta kelimeler zor ve
anlaşılmaz gibi görünse de, az çok dinî metinlerle meşgul olan insanların
bunlara pek de yabancı olmadığı söylenebilir. Zaman zaman kelimelerin Türkçe ya
da Farsça müteradifleri söylenerek metin daha anlaşılır hale getirilmiştir. Bu
eserin, bin yıllık kültür birikimimizin bir ürünü, bir neticesi olduğu gözden
uzak tutulmamalıdır. Böyle eserler geçmişle günümüz arasında bir köprü
niteliğindedir.

Sonuç olarak aralarında neredeyse beş yüz yıl mesafe bulunan iki
münacattan sunmaya çalıştığımız örneklerle bu eserleri karşılaştırmaya çalıştık.
Sinan Paşa, belki de felsefî vehim ve tereddütler içinde kıvranan ruhunu bu
Tazarru’name ile arındırmış, Rabb’i ile arasına sağlam bir yakarış bağı
oluşturarak huzura ermenin hazzını yaşamıştır. Paşa son derece samimi; o oranda
edebî olan ve hacimli bir kitap muhtevası içinde Rabb’ine yakarmış, kalbinin
yaralarına merhem olan içli yakarışlarını, benzer tereddütler yaşayanların
yaralarına ilaç olarak kaleme almıştır. Sinan Paşa’nın cümleleri Bediüzzaman’ın
cümlelerine göre daha kısa, seci ve aliterasyonlarla daha yüklüdür. Yine, devrik
cümleler Tazarru’name’nin önemli bir özelliğidir. Eserine çokça manzum parçalar
ekleyerek şairliğini de gösteren Paşa, 15. yüzyıldan günümüze ses verecek bir
eser bırakarak değerli bir hizmette bulunmuştur. Tazarru’nâme’nin birçok bölümü
günümüzde de rahatça okunabilecek, anlaşılabilecek niteliktedir. Gönül, zaman
zaman minberlerden bu eserden yankılanan dualar işitmeyi diler.

Münacat Risalesi, bir yakarış olmanın ötesinde mensur bir şiir
özelliği gösteren bir tefekkür eseridir. İnsan ancak tefekkür ve dua ile
ruhunun, günlük hayattan gelen tozlarını silkeleyip yaratanının huzurunda gönül
ve vicdan esenliğine kavuşabilir. Her iki eserde de görüşler ayet ve hadislerle
desteklenerek sunulmuştur. Sinan Paşa’nın bir kitap hacmi içine eriterek yaydığı
tefekkürü, Bediüzzaman on sayfalık bir risaleye derc etmiştir. Bu sebeple
Münâcât’ta yoğun, derin bir tefekkür atmosferi insan ruhunu kuşatır. Münâcât,
salt bir dua olarak görülmemeli, bir düşünce, bir tefekkür metni olarak da
değerlendirilmelidir. Kelam ve felsefe ile uğraşanlar bu risalede bir düşünürün,
şüphe ve vesveseler karşısında şahlanan muhakeme ve tefekkürünün seçkin
örneklerini bulabilirler.

Öz

Bu yazıda 15. yüzyıl nesir ustası Sinan Paşa’nın yazdığı
Tazarru’name ile son yüzyılın büyük alimi Bediüzzaman’ın kaleme aldığı Münâcât
karşılaştırılarak yakarış üslubu hakkında bazı değerlendirmeler yapılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Tazarru’name, Münacat, dua, yakarış,
tefekkür, dil, üslup

Abstract

This text compares two texts from their styles of begging: one
is the Tazarru’name written by the great master of prose Sinan Paşa from the
15th century and the second one is the Münacat by Bediüzzaman.

Keywords: Tazarru’name, Münacat, prays, begging,
contemplation, language, style

Dipnotlar

1. Mehmet Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, C. III, İstanbul 1993, s.427.

2. Kamus Tercümesi C. II,1268, s. 627.

3. Tahir’ül –Mevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s.
107.

4. Mehmet Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, C. II, İstanbul 1993, s. 615.

5. İskender PALA, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul
2004, s. 340.

6. Ahmet MERMER vd.. Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara
2006, s. 273.

7. A.Koçin, “Münâcât”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve
Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, Ankara 2004, s. 452.

8. Tazarru’name, Haz. A. Mertol Tulum, Ankara 2001.

9. Age, 2001, s. 31.

10. Bediüzzaman Said Nursî, “Münacat”, Lem’alar, Sinan
Matbaası İstanbul 1959, ss. 339-354.