Kültür kavramını karşılamaya çalışan birçok tarif
yapılagelmiştir. Bazıları, "kültür"ü bir kişiyi ötekilerden ayıran bilgi, görgü
birikimi, kimisi ise belli bir alana has geniş bilgi birikimi, kimisi ise
muayyen bir etkin gruba, bir medeniyete özelliğini veren ve başka bir kavimde
bulunmayan maddî ve fikrî oluşumların bütünü olarak yorumlamışlardır.

Bu tariflerin herbirinin ayrı ayrı doğruluk payının olduğu
muhakkaktır. Latin kökenli bu kelimenin yüklenmiş olduğu mânâlarm karşılanması
ya da tam olarak bir kelimeyle ifade edilmesi gayet müşkil bir problemdir. Ziya
Gökalp’ın "hars" diye adlandırmaya kalkışması, ya da muhafazakârlarm kelimeyi
"soğuk" bularak yerine "irfan"ı koymaları da beyhudedir. Çünkü modern dilbilimin
de ortaya koyduğu bir dünyada tam eş anlamlı kelime yoktur. Bunu bir misalle
açarsak "ekmek" dendiği zaman umumiyetle undan yapılmış belli bir şekil
verildikten sonra pişirilmiş gıda maddesi akla gelirken, kelimenin kapsadığı
mana insanların kafalarında değişik tedailere sebep olmaktadır. Köylü bir insanm
aklırıa sacda pişirı en ince ekmek gelirken, bir şehirli ekmek kelimesini
kafasında türlere ve şekillere göre sınıflandırma şansına sahiptir. Ya da bir
İngiliz için "bread" kelimesiyle karşılanan ekmek kavramı bir Türkün anladığı
ekmekten farklıdır.

Kelimeler arasmdaki mana nüanslarının derecesi medeniyet
dairelerinin farklılığıyla doğru orantılı olarak artar. Yukarıdaki ekmek
misaliyle anlaşılması gerektiği gibi, maddî kavramada farklılıkların olduğu,
medeniyet dairelerinin, terbiye ve dinlerin kavrayışları büyük oranda
belirlemekte olduğu gerçeğinden hareketle denilebilir ki; daha soyut kavramların
anlaşılmasında ve algılanmasında nedeniyet dairelerinin belirleyiciliği ve buna
bağlı olarak farklı kavrayışlara sebep oluculuğu daha güçlüdür. Bu, bizi her
dünyanın kendine göre bir anlayışı, bu anlayışa bağlı olarak isimlendirme tarzı
olduğu ve buna bağlı olarak da her dünyanm kendine has bir terminolojisi olması
gerektiğini kabule götürür. Bunu biraz daha açarsak; Batı terminolojisi, İslâmın
ya da Şarkın mefhumlarını karşılamaya yetmez. Bunun tersi; Doğunun terminolojisi
(olması gereken) de Batılı kavramların anlatılmasmda kullanılamaz. Meselâ
"vahdet-i vücud" hadisesini "panteizm" diye adlandırdığımızda, Allah’ı kâinatm
ruhu külli ya da kâinatın enerjisi kabul eden Batılı felsefe akımıyla, Allah’m
büyüklüğü karşısında kainatın bir şey edemeyecek kadar küçük olduğunu,
dolayısıyla yok farz edilebileceğini söyleyen tasavvufî akideyi aynı kefeye
koymuş oluruz.

İşte kültür de yukarıda izah etmeye çalıştığımız kavramlar gibi
bizim dünyamızın mefhumlarından değildir. Dolayısıyla ona ad bulxxıaya değil,
kültür tarifleri üzerinde durmaya ve düşünmeye mecburuz.

Kültürün tariflerinden birisi de; bir milletin yaşam biçimi,
hayatı anlama tarzı, hayat görüşüdür. Olaya bu açıdan yaklaştığımızda karşımıza
bir çok problem çıkar. Yaşama biçimi, hayata anlama tarzı dediğimizde, meselâ
Cahiliye Araplarmm kız çocuklarını diri diri gömıziesi, ya da canlı bir devenin
bedeninden bir parça et kesip yemesi, o zamarıki Arap kültürünün bir parçasıydı.
Böyle düşünüldüğünde Ebû Cehil bir kültür milliyetçisi, buna karşılık Hz.
Muhammed (a.s.m.) en büyük mücahedesini Cahiliye (millî) kültürüne karşı vermiş
bir peygamberdir.

Kur’ân-ı Kerim insanlara yepyeni bir yaşama biçimi, hayatı
anlama ve kavrama tarzı getirmi,stir. En küçük günlük hadiselerden, en küllî
hayat düsturlarına şamil bir hayat düzeni olan İslâm şeriatı böylece milli
kültürlere karşı, Kur’anî hayat biçimini, yani Kur’ânî vahiy kültürünü hâkim
kılmaya uğraşmıştır.

Said Halim Paşa İslâmm Asr-ı Saadetten sonra bu çağa kadar, tam
bir hakimiyet kuramamış olmasını ve daha sonra-maddî açıdan-Batı medeniyeti
karşısmda mağlup olmasını, İslâmın şefkatinden kaynaklanan hoşgörüyle İslâm
dairesine girmiş olan milletlerin eski kültürlerini unutturamamış olmasına
bağlar.

Ona göre; kendilerine Müslümanlık teklif edilen milletlerin
asırlardan beri varlıklarına hâkim olmuş ve ruhlarında kökleşmiş bir takım
yanlış telakkiler vardı. Şeriatın çeşitli sebeplerle tam olarak tatbik
edilememesinden dolayı şuuraltlarma yerleşen bu yanlış telakkiler, İslâm dinine
karışmış oldu. Böylece din ve millî kültür tezinden ortaya çıkan yanlış
itikadlar, İslâmın hâkimiyetini engellemiş oldu.

Millî kültürlerin İslâmda açmış olduğu bir yara da "İsrailiyyat"
dediğimiz Yahudi mitolojisinin tefsir usulüne karışması sonucu birçok hurafe ve
efsanenin ayn-ı hakikat gibi görülrxıesine sebep olmuş, akıl ve düşünceye büyük
ehemmiyet veren İslâm dininin adeta hikaye ve olağanüstülüklerle dolu bir
itikadlar zinciri gibi görülmesi tehlikesini doğurmuştur. Millî kültürün
İslâmdan sapmalara yol açtığı diğer bir mevzu da Şiîlik hadisesinin doğuşudur.
Bediüzzaman Said Nursî, Şiîliğin ortaya çıkışında İranlıların Hz. Ömer zamanında
İslâm ordularmca ülkelerinin ele geçirilmesinden dolayı "gurur-u millileri"nin
incinmesinin büyük bir payı olduğunu vurgulamaktadır ki; İranlılar İslâmın
kendilerine teklif ettiği hayat biçimine karşı çıkmış ve bu sırada ortaya çıkan
Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki ihtilafın da saikiyle kendi kültürleriyle
çatışmayan bir din anlayışını benimsemişlerdir. Nitekim Şair Firdevsî, İslâm
öncesi İran mitolojisini konu edindiği, Farslılığı ve Fars dilini dirilttiğini
iddia ettiği Şehnam adlı eserinde "İran’ı fethe gelen İslâm ordusuna deve sütü
içen, kertenkele eti yiyen bir yığm baldırı çıplak" olarak niteler. Yine devrim
sonrası İran’da İslamizasyon politikasına karşı çıkan milliyetçiler bu
politikayı Araplaşma olarak nitelemişlerdir.

Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız din ve millî kültür
bahsinden anlaşılması gereken şu olmalıdır: Kültürleri belirlemesi gereken
dindir. Yoksa dini belirleyen kültür değildir. Hele İslâmın cihan-şümullüğü göz
önüne alındığında kültürlerin dine dahlinin olmaması gerekmektedir.

Hıristiyanlık, muharref şekliyle siyah ırka takdim edilip,
beyazlarla kardeş olması gereken siyahların ikinci smıf insanlar olarak
görülmesinden, siyahlar Hıristiyalığı kendi millî kültürlerine uydurmaya
çalıştılar. Meselâ, siyahların kiliselerindeki Meryem ve İsa’nın kuzgunî
renklerle tasvir edilmesi, Hz. Âdem’in siyah olduğu görüşünün ortaya atılması,
bu millî kabul şeklinin yansımalarıdır.

İslâmda bütün insanların Müslüman olmak şartıyla-kardeş
sayılması, Hıristiyanlığın düştüğü duruma varan sapmaların ortaya çıkmasına
engel olmakla birlikte; iktidar boşluğu, siyasi emellerin dine dayandırılmaya
çalışılması ya da dini, kültürün bir öğesi kabul eden ılımlı milliyetçi
akımların tesiriyle mahallî dinin anlayışları ortaya çıkabilmektedir.

Türkiye’de din-kültür ilişkisi üzerinde çok şey söylenmiştir.
Milliyetçi, muhafazakar diye adlandırılan çevrelerin, muhafaza ederek
muhafazakar payesini aldıkları mefhum, din değil din ile katıştırılmış millî
kültürdür. Buna bâğlı olarak "Anadolu Müslümanlığı"(?) gibi tamlamalarm da
ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Halbuki, Anadolu’da yaşanan Müslümanlığın öyle fazla abartılacak
tarafınm olmadığı âşikârdır. Meselâ, hemen hemen bütün Anadolu’da yaygm olarak
görülen, erkekli kadmlı karışık icra edilen folklorik dansların, Doğu
Anadolu’nun bazı yörelerinde görülen zifaf odasının gözlenmesi, çengi oynatma
gibi hadiselerin dirıden değil, kültürden kaynaklandığı göz önündedir.

Şüphesiz ki, her milletin millî kültüründe İslâma uygun ve
onunla çatışmayan bir öğe bulunabilir. Anadolu kültürü de böyledir: Bundan
dolayı, İslâm şeriatı "örf"ü tamamen ortadan kaldırmamıştır.

O halde, kültür muhafazakârlarına düşen görev; kültürlerinin
şer’î muhasebesini yapmaktır. Buna bağlı olarak asırlarm getirdiği ve
oluşturduğu âdet, an’ane, örf gibi kültür öğelerini Kur’ânî hayat biçiminin
sunduğu mihenklerden geçirerek, İslâmî olanı, İslâmın özüne ters düşmeyeni
kabul, İslâmın dışmda ve İslâm öncesi kalıntısı ya da gayr-ı müslim komşulardan
edirıilen örf, âdet ve itikadları reddetmektir.