Allah; bizim görebildiğimiz ve sezebildiğimiz varlık âleminin
yüce ve tek yaratıcısıdır. Varlığı inkâr etmemize aklen imkân olmadığı için;
Allah’ı şüphe edemez. Kimbilir belki aslında yokumda, düş görüyor ve kendimi var
zannediyorum," sözünü söyleyebilmek, ancak üç ihtimalde mümkün olabilir: Bu sözü
söyleyen; ya söylediğinin mantıksız ve saçma olduğunun bilincindedir, şaka
yapıyor veya düşünmeksizin kendisine inanacak olan saf insanları kandırmak
istiyordur, yahut aklı gelişmemiştir, akıl zayıfıdır veya akıl hastasıdır; aklı
gelişmiştir de sonradan hastalanmıştır. Varlığını idrak etme, algılama bilinci
bozulmuştur.
Bu türden akıl hastalarının, kendilerini belirli bir kişilik, devlet
adamı, doktor, mühendis, vs. değil de tanrıtanımaz bir feylosof sananların akıl
hastası olduklarının farkına varılmaz, bunlar da "Deli deliden hoşlanır" sözü
gereğince ancak "materyalist ve tanrısız düşünür"lerden, diğer bir deyişle akıl
hastalarından hoşlanırlar ve en fazla düşman oldukları kimseler de gerçek
düşünürlerdir. İdeal bir toplum düzeninde; ne bu biçarelerin sözlerine uyularak
gerçek düşünürlere zulmedilir, ne de bu biçareler cezalandırılır. "Divâneden
kalem kaldırılmıştır,’ bunların cezâi sorumlulukları yoktur, en uygun şekilde
tedavi imkânları sağlanmalıdır.
Varlığını inkâr etmek aklen imkânsız olan Allah;
Vedûd’dur. Güzel adlarından birisi budur ve Onun bütün adları güzeldir. Bu
adların her biri, Yaradılış Âleminde tecelli eden sıfatlarına delâlet eder, Allah
adı ise bütün bu sıfatların sahibi olan tek gerçek Tanrı’nın özel adıdır.
Âdem’den (a.s.) Resûl-i Ekreme (a.s.m.) kadar bütün gerçek Tanrı elçileri Onu bu
ad ile anmışlardır. Yirminci yüzyıl sonlarında İran Devriminden sonra, İslâm
âlemi ile Hıristiyanlık arasına fitne ve düşmanlık sokmak isteyen bazı kara
sesler; Allah’ın-hâşâ-Arap Panteonunun en büyük tanrısı olduğunu, yoksa
Hıristiyanların "üçlü" inanışındaki "baba" olmadığını ileri sürmüş iseler de, çok
şükür, aklı başında olan Hıristiyan hakîmleri; bu çok tehlikeli ve şeytanî
fitneye düşmemişlerdir. Bu fitneden önce vefat eden ve bir süre İstanbul’da
görevi olan Papa 23. jean (Johannes); İstanbul’da iken kiliselerdeki, vaazlarda
"Allah" adının kullanılmasını istemişti. Nitekim Hıristiyan Araplar ve
Maltalılar da "Allah" adı ile dua ederler.
Allah; Vadûddur, sonsuz sevgi
kaynağıdır. Seven ve sevilendir. Rabat’da 1995 Haziran’ı başlarında toplanan
"İslâm Konferansı-İslâm Tasavvurunu Düzeltme Çalışmaları Toplantısında, "Vedûd"
ismi karşılığı olarak, esasen Fransızca Kur’ân-ı Kerim çevirilerinin bazılarında
yer verilmiş olan "Aime et Aimant" (sevgili ve seven) ibaresini kullanmıştım. Tebliğleri
eşzamanlı olarak Arapçaya nakleden çevirmen; daha sonra yanıma gelerek,
özellikle bu ibareden çok hoşlandıını söylemiş ve benden bir suret istemişti.
İnsanın fıtratında; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna verilen
"Elbette!" (Belâ!) cevabından beri, hiç değilse o "bilinç"ten beri, Yüce
Yaratıcı’ya sevgi ile yönelme eğilimi vardır, akıl hastaları bu eğilimi
köreltmek isterler, fakat böyle vesilelerle, insan, özündeki bu eğilimi sezer ve
açıklar. Rumî (Mevlevî) güzel söylemiştir: Peygamberimizin yolu; Sevgi yoludur!
Bunun böyle olduğu aklen sabittir. Allah’ın, Yüce Yaratıcı’nın sıfatları
birbirinden ayrılarak sınırlanamaz. Bu yanılgıya düşenler; her sıfata, her
kudrete ayrı bir tanrı niteliği vererek çok-tanrıcılığa düşmüşlerdir. "Hâlik" ve
"Fâtır" olan Yaratıcı; Kâinatı yarattığında, aynı zamanda "Vedûd" olarak
yaratmıştır. Şu halde, "Yaradılış bir sevgi tecellisidir" demekle, yanılgıya
düşmüş olmayız, gerçeği söylemiş oluruz.
Hıristiyanlık ile İslâm âlemi arasına
fitne düşürmede yarar umanların başvurdukları bir tezvir de şudur: Hıristiyanlık,
Yaratıcı Tanrı ile insan arasında, "oğul" İsa vâsıtası ile bir kişisel ilişki
kurmaya elverişli bir dindir. Buna karşılık; İslâm dini; "Korkudan titreme,
cezadan, Cehennemden korkma" esasına dayanır.
Oysa bu da bühtandan ibarettir.
Allah’ın tahrif edilmemiş kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’e göre; tertemiz Tanrı
elçileri olan peygamberlerin tebliğleri arasında fark yoktur. Aklı başında olan
bir mü’min; Adem’i, Nûh’u, İbrahim’i, Musa’yı, Davud’u, Süleyman’ı, Yahya’yı,
İsa’yı, Resûl-i Ekrem Muhammed’i (a.s.m.) aynı saf sevgi kaynağından kaynayan
sevgi ile sever. Yoksa; meselâ "Musa bir Yahudi idi, Süleyman da öyle!" gibi
gerçeklerle bu sevgililere saygısızlık etmediği gibi, tam aksine bir tutum ile
"Davud, Süleyman, Musa, hattâ İbrahim ile sizin ne ilginiz var? Bunlar bizim
atalarımız ve millî önderlerimizdir" hezeyanına da değer vermez. Allah’ın
tertemiz peygamberlerinden Hazret-i Yahya; bu ırkçılık hastalığına düşenleri;
"Yılan dölü!" diyerek azarlamış ve "Atamız İbrahim’dir diye boşyere böbürlenmeyin! Allah isterse İbrahim’e bu gördüğünüz taşlara, kayalara can vererek
evlât yaratır" demişti (İncil). Irkçılık; hangi ırk sözkonusu olursa olsun,
tehlikeli bir akıl hastalığıdır ki, "ruh hastalığı" dediğimiz "gönül
hastalıkları"na da yol açar. Bu hastalığa kapılanlar, "zenci, çingene, Yahudi,
Yahudi olmayan, Aryen, Aryen olmayan, Slav, Slav olmayan" gibi ayırımlarla,
kendilerinden saymadıkları insanlara hınç, gayz duyarlar; kendilerinden
saymadıkları insanları yok edilmesi gereken tehlikeli ve zararlı bir varlık
olarak gördükleri için de ellerinde imkân olursa, bu insanların Yüce Sevgili
Muhammed’in (a.s.m.) deyişi ile "İslâmda doğan," "fıtrat dinine elverişli ve
eğilimli" günahsız yavrularını bile öldürecek kadar tehlikeli bir "hasta"
konumuna düşerler. Kendi kızları yaşında olan "düşman" kızlarına nârin bir çiçek
özeni gösterecek yerde, onlara tecavüz etme alçaklığını, bir kahramanlık
sayarlar. Bütün bunlar tehlikeli bir ruh hastalğı, bazen de akıl hastalığıdır.
İnsanın ruh ve akıl hastalığına düşmesinden ve birbirinin canına, ırzına,
malına el uzatmasından memnun olan varlık kimdir? O da bir Tanrı mıdır? Aslâ ve
hâşâ! Bu varlık; Allah’ın, insandan farklı bir yapıda yarattığı, bu sebeple,
"insan"ın teknolojide ilerlemesinden önce, yapısının özelliği dolayısı ile bir
yerden diğer yere gitmede, uzayda yer değiştirmede ve kendisi görünmeksizin
insanın iç âlemine "vesvese" sokmada yeteneği olan İblistir. İblis’e "Şeytan" da
denir (Satan). Ancak; "İblis" özel addır, "şeytan" ise, İblis’in ayarttığı diğer
varlıklara da, başkaları için ayartıcı oldukları andan itibaren, kullanabilecek
bir deyimdir, "ayartıcı" gibi. İblis; bir "Kötülük Tanrısı" veya bir "melek"
değil, Allah’ın "cinn" cinsinden bir yaratığıdır. Kendisini Adem’den üstün
gördüğü için; Allah’ın Âdem’e "hilâfet" vermesini kıskanmış ve Allah’a itaat
etmemiştir. Çünkü onun da "insan" gibi "irade özgürlüğü" vardır ve iyiyi değil
kötüyü seçmiştir. Daha sonra; Allah’dan, yeryüzünde Adem soyunu ayartabilmek,
İlâhî hilâfet ödevini yerine getirmeden alıkoyabilmek için, kendisine "mehil"
vermesini, ecelini geciktirmesini, ertelemesini istemiş, Allah da ona bu mehli
vermiştir. Ancak; kendisi ile sevgi bağını kurabilen insanları; lblis’in
ayartamayacağmı da açıklamış, özellikle belirtmiştir. iblis’in; Allah’ın
yarattığı insanlar üzerinde bir "güc"ü, gerçek bir "tasallut"u yoktur. O ancak
ayartıcıdır. Kendisine kapılanları da yardımcı kullanarak insanı sonsuz ve
sınırsız Sevgi Kaynağı’ndan yoksun kılmaya, Yüce Yaratıcı ile sevgi bağına
girilmesini önlemeye uğraşır.
"Takva" demek; Allah’dan, korkunç birşeyden korkar
gibi korkmak değil, "lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh"ı bilinçli olarak
söylemek, her türlü kuvveti de Sevgi Kaynağı’ndan, Vedûd, Râhim ve Rahman olan
Allah’dan beklemek demektir. Allah’ın rahmetinden ümid kesmemek, onunla sevgi ve
ümid ilişkisine girmek demektir.
Bu "takva" ilişkisi; Yüce Yaratıcı Allah ile nasıl kurulabilir?
Allah; Rabb olarak, aynı zamanda Rahman ve Rahim isimleri ile yaradılış âlemine
tecellî eder, ancak, Allah’ın sevdiği, özel olarak sevdiği, dar anlamı ile
sevdiği kişilerden olmak, bazı şartları gerektirir. Allah’ın "şefkat" yönü ağır
basan rahmetinin kapsamı daha geniştir; Allah "Erhame’r-Râhimîn"dir. Bu sebeple
de; inanan kimse; "Rahman ve Rahîm Allah adı ile" sözünü her vesile ile
tekrarlar. (Besmele). Allah’ın kendisi ile "sevgi"
ilişkisine girmiş olan insanlara "Vedûd" ismi ile tecellisi ise en üstün
ni’metdir. Hıristiyanlar bu ayırımı yapmadıkları için, "Rahmet" ve "Meveddet"
kavramlarını da daha geniş bir kavram olan "sevgi" kavramının adı ile
karşıladıkları için, İslâmda "sevgi" olmadığını ileri sürerler. Oysa bu ifade
biçimini seçmiş olmaları da İslâma yaptıkları haksızlığı mazur gösteremez.
Çünkü; âdil davranmak için; Kur’ân-ı Kerim’deki bütün "rahmet" terimlerini de
"bağışlama" değil "sevgi"ye çevirmeleri gerekir ki, bu takdirde de Kur’ân-ı
Kerim’deki "sevgi" ibaresinin çokluğu; eldeki İncil ile mukayese dahi kabul
etmez. "Vedûd" ismi tecellisi ise; özel anlamda sevgidir. Allah’ın "Vedûd"
isminin tecellisinden olan bu sevginin beşerî düzeyde ortaya çıkışı; iki insan
arasında da görülebilir. Meselâ; eşler arasında, başarıya ulaşmış bir evlilikte,
sevgi (meveddet) ve rahmet (şefkat), karşılıklı olarak bir arada bulunur.
(Kur’ân-ı Kerim, Rûm Sûresi, 30/21).
Allah ile insan arasında bu sevgi bağı nasıl
kurulabilir? Allah; yarattığı insanların kayıtlı oldukları zaman ve mekân
kayıtlarından münezzeh olan Yüce Yaratıcıdır. "Aşkın" olan zat alanı ile
aracısız ilişki; özel olarak aracı seçilmemiş kimseler için mümkün olabilir mi?
Bu sebeple; Allah, kendi seçtiği kimselerin sevilmesini buyurmuştur ki, onlara
tecellî eden İlâhî sevgi akımı devresine bizim de gönlümüz katılabilsin. Bu
seçilmiş kimselerin en önde geleni Resûl-i Ekrem Muhammed (a.s.m.), Allah’ın son
peygamberidir. Allah’ın ve yine özel bir yaratılış da olan meleklerin sevgi ve
esenlik akımı; Resûl-i Ekreme (a.s.m.) yansır. (Ahzâb Sûresi, 33/56). Resûl-i
Ekremden (a.s.m.) de, bu eşsiz sevgi devresine dahil olan bütün peygamberlere,
velîlere, bu sevgi devresine gönüllerini katabilmiş olanlara, oradan da Resûl-i
Ekrem (a.s.m.) sevgisi dolayısı ile Resûl-i Ekreme (a.s.m.), yine oradan da Yüce
Yaratıcı’ya döner. (Kevser,108/1). Allah; Ehl-i Beyt sevgisini de Resûl-i Ekrem
(a.s.m.) sevgisinin ayrılmaz bir parçası kılmıştır. Ehl-i Beyt’i Resûl-i Ekrem
(a.s.m.) sevgisinden ayırarak Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevdiklerini, fakat
Ali’yi, Fâtıma’yı Hasın ve Hüseyin’i sevmediklerini söyleyenler; Resûl-i Ekremi
(a.s.m.) de Allah’ı da sevmiyorlar, içlerinde Resûl-i Ekreme (a.s.m.) kin
duydukları halde münafıklık ediyorlar demektir. (Kevser Sûresi, son âyet). Oysa
Ehl-i Beyt sevgisine ne Ehl-i Beytin, ne Ehl-i Beytin başında gelen Resûl-i
Ekremin (a.s.m.), ne de Allah’ın—Hâşâ!—ihtiyacı vardır. Mutlak irade, mutlak
kudret, mutlak varlık Allah’ın olduğu gibi, sonsuz ve sınırsız sevgi kaynağı ve
Allah’ın rahmet ve bereketi de Allah’ındır ve bizim bu sınırsız ve sonsuz sevgi
devresine kendi gönüllerimizi de katmamız, bu sonsuz sevgi kaynağına hiçbir şey
ne katar, ne de eksiltir. Sadece bizi "âb-ı hayât"a kavuşturur. Hâfız-ı
Şirazî’nin dediği gibi: "Hergiz’ne-mîred ân-ke dileş zinde şod be-aşk/Sebt-est
ber cerîde-i âlem devâm-i mâ!" (Gönlü aşk ile dirilenler asla ölmezler. Âlem
cerîdesinde bizim sürekliliğimiz yazılmış, kaydedilmiştir). Biz, yeryüzü
imtihanında yüce anlamda başarıya kavuşmuş oluruz. Ehl-i Beyt sevgisi; Kur’ân-ı
Kerim’de açıkça buyurulmuştur. (Şûra Sûresi; 42/23) Ehl-i Beyt’in başı da
Resûl-i Ekremdir. (a.s.m.). Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi taşımayan hiç kimse,
istediği kadar "âlim" tanınsın, istediği kadar "âbid ve zâhid" tanınsın, Allah
velîsi olabilmiş, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi olmaksızın Allah ile sevgi
ilişkisine girebilmiş değildir. Allah’ı şiddetli bir sevgi ile sevenler (Bakara,
2/165); ancak Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevenlerdir. Sevgi devresine girebilmenin
başka yolu yoktur. Resûl-i Ekremi (a.s.m.) tanıyamamış, ne var ki meselâ
Hazret-i İsa ve Musa’yı severek Allah’a ve âhiret hayatına îman etmiş ve ahlâklı
bir hayat sürmüş kimseler de, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevmeyişleri "inat
inkâri"ndan değil çevre şartlarının yetersizliğinden ileri geliyorsa,
mükâfatlarını alacaklardır. Bunlar; imkânsızlıklardan dolayı İslâm tebliğine
erişemeyen, ancak yine imkân dahilinde yapılacak olanı da yapmış olan
kimselerdir. (Bakara, 2/62). Resûl-i Ekremi (a.s.m.) tanıyacak ve sevecek bilinç
ve bilgi seviyesine ulaşanlara ise İblis ve yardımcıları üşüşür ve bu sevgiyi ve
dolayısı ile kurtuluşu önlemek için uydurma rivayetler ortaya atar, "Şeytan
Âyetleri" türünden kitaplar yayımlarlar. Bunlar; dünya hayatındaki tutum ve
davranışları ile "Cehennem"i hakeden kimselerdir. Cehennem ise; bir işkence
ve—Hâşâ—zulüm yeri değil, dünya hayatında Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve Ehl-i Beyt
sevgisi ile; tekâmül etme yolunu değil, "kötü"yü seçenlerin tedavi yeridir.
Resûl-i Ekremi (a.s.m) severek Allah sevgisinin hayat akımına, âb-ı hayat
akımına, sonsuz sevgi akımına gönüllerini katmayıp, üstelik Resûl-i Ekreme
(a.s.m.) ve Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenler; Cehennemi hakederler. Âhiret
âleminde, nâdim olur, ânî bir bilinç uyanması ile, "Ne olurdu, ben de Resûl ile
birlikte yol tutsa idim! Yazıklar olsun bana, keşke filânı dost edinmese idim!
Andolsun beni Kur’ân’dan saptıran, hem de bana tebliğ edildikten sonra saptıran
odur" derler. (Furkan, 25/27-29.)
İblis ve yardımcıları; insanı Kur’ân-ı
Kerim’den saptırmak için önce Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden saptırmaya
çalışırlar. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini önlerler ise, Kur’ân ve Allah
sevgisini de önlemiş olurlar. Yahut sevgi devresini Ali (r.a.) ve Ehli Beyt
düzeyinde keserler ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini de sözde bırakmış
olurlar. Ali sevgisinden mahrum kalanlar, "İlim ve Hikmet Medînesi" olan
Resûl-i Ekreme (a.s.m) de uluşamazlar. Çünkü Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisine
ulaştıran Emîru’l-Mü’minîni bırakarak, bir alay münâfık eşkıyânın sevgisi ile
gönüllerini İlâhî sevgi devresinden çıkarmış, "kısa devre"ye yol açmış olurlar.
İnsan için bu İlâhî sevgi devresine katılmadan kalmak büyük kayıp, büyük yük
hüsran demektir. Allah’ın varlığını; her aklı olan tasdik eder. Ne var ki bu
İlâhî sevgi akımına gönlünü dahil edebilmek için Ehl-i Beyt sevgisi ve dolayısı
ile Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi ve Allah’ın Nebî ve velilerinin sevgisi
zorunludur. Bu sevgi akımına dahil olan; akıl ve ruh hastalıkları bakımından da
kendisini emniyete almış demektir.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bütün insanlığın
peygamberidir, Arap milletine gönderilmiş değildir. (A’râf, 7/158.) Resûl-i
Ekremin (a.s.m.) atası İbrahîm (a.s.) yetmiş yaşından sonra bir oğul sahibi
olduktan ve oğlu İsmail (a.s.) de on dört yaşını tamamladıktan sonra, bir insan
için oldukça zorlu bir imtihan ile karşılaşmıştır: Biricik oğlu İsmail’i; Allah
şehit olmasını istediği takdirde, gönül rızası ile şehit verecek, verebilecek
midir? Bu soru karşısında yalnızca o sıralarda seksen beş yaşlarında olan yaşlı
baba değil, çocukluktan gençliğe yeni adım atmakta olan oğul İsmail de de
tereddütsüz hazır olduklarını söylemişlerdir. Bunun üzerine, İsmail soyundan Yüce
Sevgili Resûl-i Ekremin (a.s.m.) geleceği bildirilmiş, İlâhî sevgi yolunun büyük
şehîdi olma görevi de İsmail’e değil Resûl-i Ekremin (a.s.m.) torunu, Fâtıma ve
Ali’nin oğlu, üçüncü İmam; Hüseyin’e takdir edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’deki
"Büyük Kurban"ın anlamı budur. Ne var ki Tevrat’ı tahrif edenler bu anlamı
bozmuşlar, İsmail soyunun değerini inkâr etmişler, bu imtihanın, İsmail ile
değil, bu imtihandan sonra doğan ikinci oğul İshak ile yapıldığını söyleyerek
İsmail soyundan gelecek Yüce Sevgiliyi gizlemişler. Onun torunu
"Seyyidu’ş-Şühedâ"yı (Büyük Kurban) da gizleyerek "Büyük Kurban"ı, gökten
indirilen alacalı-bulacalı, allı-pullu koç ile değiştirmişlerdir. Sadece; İsmail
soyundan gelecek "On İki İmam"ı Tevrat’da gizleyememişler, ne var ki bunu da "On
İki Prens, hükümdar" olarak çevirmişlerdir. "Büyük Kurban" "Ali" ve "Son
Peygamber" bekleyişini de tam olarak ortadan kaldıramadıkları için de, Hazret-i
Mesih İsa zuhur ettiğinde, Hazret-i İsa’yı "Büyük Kurban" sananlar çıkmış ve
sonra da "Çarmıhda insanlığın günahı için can verme" efsanesi ile birleşen bu
inanç, Hıristiyanlığın temel inancı olmuştur. Oysa Hazret-i İsa "Büyük Kurban"
değildir; ""Mesih"dir. Devrinin zalimlerine ve zâlimin işbirlikçilerine karşı
çıkarak Mâbed’deki "borsa"yı tehdit edince, ortadan kaldırılması için düzen
kurulmuş, bu sebeple, Son Yemek sırasında havarilerine şu soruyu sormuştur: "Kim
benim yerime geçerek şehit olmayı göze alır?" Havarilerden İsa’nın yaşıtı olan ve
iyi tanımayanlar için ona en çok benzeyen birisi şehadete talip olmuş,
Pilatus’un huzuruna—kendisini İsa gibi gösteren—bu havari çıkmış ve çarmıha
gerilmiştir. Sonra bu şehidin hatırası da kötülenmiş, onun, Hazret-i İsa’yı
ihbar ettiği söylenmiştir. Oysa havarilerini Allah’ın emri ile İsa bizzat seçmiş
idi.
İkinci oğul İshak’dan İsrailoğulları peygamberleri gelmiş, İsmail’den ise
Son Peygamber gelmiştir. Son Peygambere (a.s.m.); kendisine verilmiş olan
"Kevser" nimetinden "infak" edilecek fedâkarlık, Hüseyin’in şehadeti
hatırlatılmıştır. (Kevser Sûresi). Yoksa, nasıl Hazret-i İbrahim’e gökten koç
indirilmiş değil ise, Resûl-i Ekreme (a.s.m.) de, "Sana verdiğimiz Kevser
ni’metine karşılık olarak deve boğazla." denmekte değildir. Bugün
"postmodernist" ulemâ, kurbanın amacının insanın sadist hislerini tatmin demek
olduğunu ileri sürecek kadar garipleşebilmektedirler.
Âdem (a.s.) yeryüzüne
Allah’ın elçisi olarak gönderildiğinde, Milâddan önce 5594 yıllarında, insanlığı
uygarlığı, yerleşmeyi, tarımı ve değiştokuşu öğretmiş, Şeriat’n temel ilkeleri
olan tabiî (fıtrî) İlâhî hukuk kurallarını insanlığa tebliğ etmiş, ilk insanlık
mâbedi, dolayısı ile ilk "insanlık evi" olan Kâbe’yi Mekke’de, bugünkü yerinde
inşa etmiş idi. Evcil hayvanlar da bize onun emanetidir ve yazık ki biz bu
emanete de hıyanet etmekteyiz. Daha sonra İblis’in ayartmaları ile insanlığın
birçoğu doğru yoldan sapmış, güçlü ve zorbalar; Âdem’den iki bin yıl kadar sonra
Nuh ile mücadele etmişler, Nuh’dan iki bin yıl kadar sonra İbrahim (a.s.),
Mezopotamya yöresinden güneye, Arap Yarımadası’na doğru göçmüş, Kudüs yöresinde
İsrailoğulları peygamberlerinin ocağını kurarken, Adem’in inşa ettiği ilk
insanlık evi olan Kabe’yi de büyük oğlu ve Resûl-i Ekremin (a.s.m.) atası İsmail
ile birlikte yeniden inşa etmiş, Âdem’in peygamberlik delili olarak geldiği
yerden getirdiği "Hacer-ulesved"i; insanlığa verilen hilâfet ödevi ve Allah ile
insan arasındaki ahdin simgesi olarak Kabe’nin duvarı köşesine yerleşmiştir.
İsmail soyundan gelen seçkin kişiler, M.S. 569 yıllarına kadar Kâbe’yi
koruyacaklar, ne var ki çoğunluğun sapması ile bu ilk Tevhîd dini mâbedi çeşitli
putlarla doldurulacaktır. M.S. 569 yılının 25 Mayıs Cuma günü, gece sabaha
karşı, beklenen Son Peygamber (a.s.m.), Yüce Sevgili, Ahmed Muhammed Mustafa,
insanlık mâbedinin çevresinde yeryüzünü şereflendirecektir. Hazret-i İsmail
soyundan gelen Adnan soyundan Kureyş’in Haşimoğulları soyundan olan Son
Peygamber’in geleceğini ve nerede zuhur edeceğini esasen bilen biliyordu. Babası
Abdullah ve annesi Âmine; bu bilenler arasında idi. Dedesi Abdülmuttalib de onu
korumakla ödevlendirilmiş bir mü’min idi. Abdülmuttalib’in ölümü ile bu yüce
emanet; yine seçkin bir mü’min olan: Resûl-i Ekremin (a.s.m.) amcası ve
Emîrü’l-Mü’mininin babası olan Ebu Talib’e geçecektir.
Gönlünde hastalık olan;
Resûl-i Ekremden (a.s.m.), onun sevgisinden meded ummalı, o "Gönüller Tabibi"ne
baş vurmalı, onun sevgisi devresine girerek İlâhî sevginin hayat kaynağında
ölümsüzlük kazanmalıdır. (Yunus, 16/57; Isrâ 17/82; Fussilet, 41/44.) Gönlünü
yokladığında orada Resûl-i Ekrem Ahmed Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) sevgisini
bulamayan bir kimsenin Ali’yi sevmesine de imkân yoktur. Nitekim gönlünde Ali
sevgisi olmayanın Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevdiği iddiası da yalandır.
İblis’in;
insanlığı Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden uzaklaştırmak için başvurduğu her
türlü tertip ve tezvire karşı uyanık olalım. Ali ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.)
sevgisi gerçek ise, insanın ruh hastalığına ve ahlâksızlığa düşmesine imkân
yoktur. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bizim üzerimize titremesi, bize şefkati ve
özeni; doğduğu günkü gibi bir 25 Mayıs günü, 632 yılının 25 Mayıs Pazartesi günü,
güneş doğduktan bir süre sonra aramızdan çekilmesi ile son bulmuş değildir. Onun
sevgisini gönlümüzde yerleştirerek Allah ile sevgi ve takvâ ilişkisine
girebiliriz, gönül hastalıklarından kurtularak iç huzuruna varabiliriz.
Şimdi
onun kutlu hayatı ve varlığı üzerinde biraz daha yakından bilgi edinelim. Şunu
da önceden bilelim ki, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) en yüce yaratılmış olarak
sevmek—Hâşâ!—Allah’a şirk koşmak değildir. Nitekim meleklerin varlığına iman etmek
de Allah’a şirk koşmak, ortak tanımak değildir. Allah ve meleklerin sonsuz sevgi
ve esenlik akımının Resûl-i Ekreme (a.s.m.) yansıdığı ve Resûl-i Ekremden
(a.s.m.) de Rabbine bu "salâtın" döndüğü; esasen Kur’ân-ı Kerim’de
buyurulmaktadır. Bizim bu sonsuz sevgi akımına gönlümüzü katmamızın; ancak Resûl-i
Ekremi (a.s.m.) ve onun başında bulunduğu Ehl-i Beyt’i sevmemiz ile mümkün
olabileceği de yine Kur’ân-ı Kerim buyruğudur. Buraya kadar, esasen şirk yok,
kâmil îman vardır. Şirk, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) veya Mü’minler Emiri Ali’nin
(r.a.)—Hâşâ!—tanrılaştırılması ile başlar, sevilmesi ile değil!
Resûl-i Ekrem
(a.s.m.) sevgisi; Allah’ın varlığını bilmek için değil, sonsuz sevgi kaynağı
olan Allah sevgisine erişebilmek ve Allah tarafından sevilebilmek için
zorunludur. Bilmek için değil bulmak, yaşamak içindir. İnsan; bir merkezde güçlü
bir elektrik akımı olduğunu bilmesine rağmen, bu merkezin karşısında arada
kibrit çakarak veya onu da bulamayıp Şimşek çakmasmı bekleyerek durabilir
(Bakara, 2/20.) Bu sonsuz sevgi akımının insanlık âlemindeki merkezi; Resûl-i
Ekrem Muhammed Ahmet Mustafâ’dır (a.s.m.). İblis "cinn" denen yaratılmışların
yapısında olmasına rağmen; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) "cinn"e de peygamberdir. (Cinn
Sûresine bakınız.) Kur’ân-ı Kerim; âlemlere kurtuluş ve esenlik bildirisi;
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) de âlemlere Rahmet olarak gönderilmiştir. (lbrahîm,
14/52; Tekvir, 81 /27; Enbiya, 21 / 107.) İnsan bu sonsuz sevgi odağından bir
kez "salât" akımı almaya başlayınca, devreye dahil olunca; bu akımın devamlı
olması için kendisinin de "salât"a (namaz) devam etmesi, arada mazereti dolayısı
ile kaçırsa dahî "salât"tan (namaz) yüz çevirmemesi, aynı zamanda, kalbinde
(gönlünde) Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden Allah sevgisine geçen irtibat
noktasındaki teması muhafaza etmesi, Ehl-i Beyt sevgisini de Resûl-i Ekrem
(a.s.m.) sevgisinden ayırmaması gerekir. Aksi takdirde, "salât"an (namaz)
tamamen yüz çevirirse, "kısa devre" (kontakt) tehlikesi vardır. Namazı şeklen
yerine getirmesi de, gönlü bu sevgi akımına dahil olmamış ise, ona fayda vermez.
(Mâun Sûresine bakınız.) Akım geçmez olur. "Lâ ilahe illallah, Muhammedûn
Resulullah"a bir kez iman ettikten sonra, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi veya
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) başında olduğu Ehl-i Beyt’in diğer ferdlerinin sevgisi
gönlünden çıkarsa, "La ilâhe illâllah" bilgisi, sevgi yaşantılarından yoksun
kuru bir bilgi olur. Bundan sonra da Allah’dan başkasını Rabb edinme tehlikesi
belirir (Şirk). "Rabb" edinme; "Hâlik ve Fâtır" olarak "bilme"den ayrıdır.
"Müşrik"lerin tamama yakın çoğunluğu; yaradılış alanında sadece tek gerçek
Tanrı’yı; Allah’ı kabul eder, Ona iman ederler. Ne var ki "değer yargıları"
(normlar) ve "olması gereken"in buyruk ve yasakları alanında, "etnik" alanında;
"Hâlik ve Fâtır"ın, müsbet ilim ve dolayısı ile toplumbilim kanunlarının
koyucusu olan Allah’ın yetkisini kabul etmez veya Ona ortak koşarlar. Bu konuda
"şirk"e düşüldü mü, bir süre sonra, müsbet ilimler alanındaki imanları da önce
bir nevi mekanik "panteizm"e, oradan da "materyalizm’e kayar da farkında
olmazlar. Nitekim Musevî muvahhidleri; Hazret-i Musa ve diğer Benî İsrail nebî
ve resûllerinin yeryüzüne teşrifleri sırasında, kendi dönemlerinin "müslim"leri
idiler. Hazret-i İsa’yı kabul etmemekle, gönüllerinde bu tehlikeli "kısa devre"
meydana geldi. Hazret-i İsa’ya da —Hâşâ!—"Tanrı oğlu" veya "oğul Tanrı" olarak
değil de Allah’ın Resûlü olarak iman eden havarileri ve havariler ile îman eden
Hristiyanlar; kendi dönemlerinin müslim ve mü’minleri idiler. Paulus’un;
Hıristiyanlığı pagan dünyaya kabul ettirebilmek için gerçekleştirdiği
Musevî-pagan sentezi; Hazret-i Mesih’in (a.s.) gerçek tebliğinin yerine geçince,
bu acaip sentez de sonsuz sevgi akımına doğru ve gerçek bir iman ile
katılabilmeyi engelledi. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) dünyaya teşrifinden sonra ona
iman edenlerin de sonsuz sevgi devresinin dışında kalma tehlikesinden
korunabilmeleri için, Allah’ı tanımaları yetmez. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi
olmaksızın Allah’a îman; bir süre sonra tatsız-tuzsuz bir mekanik panteizme,
oradan materyalizme, oradan da —siyonizm sürecinde olduğu gibi— ırkçılık putunu
tanrı edinmeye müncer olur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi de Ehl-i Beyt ve
dolayısı ile Ali sevgisinden ayrılmaz. Bunları ayırmaya kalkanın da gönlünde
kısa devre meydana gelir. Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevip de Ali’ye buğz ettiğini
söyleyen veya gönlünde bu buğzu taşıyan kimse; gönlünde hastalık olan kimsedir
ve "münafık"tır. Ali’ye sürekli düşmanlık eden, şehadetinden sonra ona minber ve
mihraplarda—neûzü billâh—lânet ettiren, onun sâdık dostlarını izyelerek ve
koğuşturarak şehid eden, İmam Hasan’ı zehirleyen Muaviye’yi hayırla anan kimse
ya münâfık, ya kafasızdır. Hele "Büyük Kurban"ı şehîd ettiren ahlâksız ve fâsık
zâlim Yezid’i dahî sevmeye cür’et eden bir kimsenin; bu sonsuz sevgi akımına
dahil olmasına imkân var mıdır? İnsanın seçimi özgür bırakılmıştır, şu halde
Allah’ın velîlerini sevmeyi değil İblis’i seçenler, İblis’in dostları olmuş
demektir, bunlar nâdim olmadıkça, tövbe etmedikçe, bir yandan sonsuz sevgi
devresine dahil olmak isterken bir yandan da İblis’in menfî âkımına dâhil olan
bu gibi kişileri sevmeye kalkışanlar, farkında olmaksızın, sevgi devresinin
dışında kalırlar. Şu halde sonsuz sevgi akımı devresine dâhil olmanın şartı; bir
yandan "tevellâ;" diğer yandan "teberrâ"dır. Bu "tevellâ" ve "teberrâ"
olmaksızın insanın "mekanik bir panteizm" kabilinden garip ve tatsız bir
"inanç"ı olabilir, ne var ki iman tatlılığına erişebilmiş değildir. Mevlevî
Fasîh Dede güzel ve doğru söylemiştir: "Tevellâsın teberrâsın bilen uşâka aşk
olsun/ Tarîkat’de budur erkân buna illâ ve lâ olmaz!" Ehl-i Beyt; Resûl-i
Ekremin (a.s.m.) buyurduğu gibi, "Nuh’un gemisi" hükmündedir, "Urvetu’l-vuska"
hükmündedir, Urvetu’l-vuska’ya, sağlam halkaya tutunarak kendisini "Nuh’un
gemisi"ne dahil edemeyenler; Sirâc-ı Munîr (İlâhî nur odağı, sonsuz sevgi
kaynağının odağı) olan Resûl-i Ekrem (a.s.m.) vasıtası ile sonsuz sevgi kaynağına
erişemezler, bâtılın propaganda baskını karşısında önce îman tatlılığını duyamaz
hale gelirler; bir süre sonra da önce şirke, sonra mekanik panteizme, oradan da
ırkçılık maskeli materyalizme veya oportünizm maskeli bencilliğe kayarlar.
Bu
alanda lâf insanı kurtarmaz, "kaal" ile değil "hâl" ile kurtulunur. "Havl"
Allah’dandır. La havle ve lâ kuvvete illâ billâh! Halleri değiştiren, gönülleri
sonsuz sevgi akımına dâhil eden; Allah’dır. Allah’dan ilk isteyeceğimiz, ilk
duamız, "salât" akımına, sonsuz sevgi kaynağının Resûl-i Ekremden (a.s.m.)
Ravza-i Mutahhara’dan geçen devresine dahil olmayı niyaz etmek olsa gerektir.
Rabbü’l-Âlemîn olan Allah; Rahman ve Rahimdir. Sırat-ı mustakıym de Resûl-i
Ekremi (a.s.m.) tam bir sevgi ile severek, onun devresine giderek kurtulmaktır.
(Fâtiha Sûresi.)
"Tevellâ ve teberrâ," imanı yaşamak, gönlünü sevgi ile ölümsüz
kılmak için şarttır.
Bu iş lâf ile olmayacağı için; lâfda "Alevi" olduğunu
söylemek de yeterli değildir. Teberrâ; belirli kişilere bilinçsiz bir düşmanlık
duyup da sonra düşmanlık duyduğumuz kişilerin davranışlarını ve tutumunu benimsemek
değildir; Hüseyn’in, Hasan’ın, Ali’nin, Fâtıma’nın mübarek dudaklarına, Resûl-i
Ekremin (a.s.m.) müberek dudaklarına, On İki İmam’dan hiçbirinin
mübarek dudaklarına alkollü içkinin damlası değmiş değil iken, buna karşılık
Yezid "Şeytan amelinden bir pislik" demek olan (Maide, 5/90.) içkiyi sürekli
içtiği gibi, Zamanın İmamı, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) halifesi ve torunu olan
Hüseyn’e Fırat suyunu dahî yasaklayan bir fâsık ve zâlim idi. Ahlâk dışı bir
yaşayış süren, Yezid ve babasının yolunu izleyen birisi; "eline, beline, diline
mukayyed" olmayan bir kimse; üstelik o da farkında olmaksızın gerçek sevgi
akımına dahil olamamış, "urvetu’l-vuskaa"yı (Ehl-i Beyt sağlam halkası) elinden
kaçırarak "materyalist Alevîyim" deme durmuna düşmüş ise, onun da gerçekten Ali
sevgisine sahip olmasına imkân yoktur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini kalbinde
bulamıyorsa; Ali sevgisi de yok demektir. Ali sevgisinin Resûl-i Ekrem (a.s.m.)
sevgisinden ayrılmayacağını bilen İslâm düşmanlarında, bu gibilerin eserlerinde;
Ali buğzu hâkimdir. Esasen bu gibi münâfıklar; Kâ’bul-Ahbâr örneğinde olduğu
gibi, Ali’nin düşmanları ile işbirliği yapmışlar; İslâmî rivayetler kaynağına
da, "Resûl-i Ekremin (a.s.m.) Benî Kurayza Yahudilerinin bütün erkeklerini
Ali’ye katlettirdiği" gibi yalanlar katmışlardır ki; bundan sonraki nesillerde
hiçbir Musevî, Resûl-i Ekreme (a.s.m.)—Hâşâ!—maddî zevklerle dolu bir Cennette,
Hazret-i Meryem ile evleneceği gibi "hadîs"ler uydurmuşlardır ki, sonraki
nesillerde hiçbir Hıristiyanın gönlü de Ahmed’e (a.s.m.), Paraklit’e ısınamasın.
Alevîler arasında da sonsuz sevgi akımının devresi Ali ile Resûl-i Ekrem
(a.s.m.) arasından kesilmeye çalışılmış ve ferdî düzeyde, bazı akılsızlar söz
konusu olduğunda, başarıya da ulaşılmıştır. Bazıları da Resûl-i Ekremi (a.s.m.)
de sevdiklerini çünkü Âli’nin ona sevgisi olduğunu söyleyecek derecede bir kafa
karışıklığı içindedirler. Oysa sonsuz sevgi akımının başta gelen merkezi Resûl-i
Ekremdir (a.s.m.) Ali de o nurdandır. Abdülmuttalib’e kadar birlikte gelen
nübüvvet ve risalet nûru ile velâyet nûru; Abdullah ve Ebu Talib’de ayrılmış;
velâyet nuru Abdullah’ın anababa bir kardeşi Ebu Talib vasıtası ile
Emîru’l-Mü’minîne intikal etmiş, onun "Ehl-i Beyt imamları"nın başı olduğu
anlaşılsın diye; tarihde yalnızca Ali’dir ki Kâbe içinde, insanlığın Beyti,
insanlık adına Adem tarafından ilk kurulan bv içinde doğmuştur. Kendisinden otuz
yıl önce dünyaya teşrif eden amcası oğlu Resûl-i Ekrem (a.s.m.); onun tek
öğretmeni olmuştur. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) tek öğretmeninin Allah oluşu gibi.
Merhum Muallim Naci de güzel söylemiştir: "Bir mektebe oldu ki müdavim/Allah
idi Zatına muallim!" Emîru’l-mü’minîn de Resûl-i Ekremden (a.s.m.) bütün
ilimleri öğrendiği için; Resûl-i Ekremi (a.s.m.) kasdederek, "Bana bir harf
öğretenin kulu olurum!" buyurmuştur, yoksa Öğretmenler Günü
törenlerine—Hâşâ!—slogan yetiştirmek için değil! Öğretmene saygı gösterilir,
ancak, Allah’dan başka kimseye "abd" olmaya imkân yoktur. Ancak "Ma’bud"a "abd"
olunur, ibadet edilir. Bu "abd" "köle" demek değildir, kendisine ödev verilmiş
"mahlûk" demektir. "Abd-Ma’bud" ilişkisi de ancak Allah ile olur.
Kısaca
tekrarlayalım: Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini, Ehl-i Beyt sevgisini; Allah
sevgisinden koparan, sonsuz sevgi akımınm devresini bozan, sadece kendi gönlünü
bu kapalı devreden çıkarmış olur. Yoksa devreyi gerçekte bozamaz. Allah’dan
meleklerine ve Resûl-i Ekreme (a.s.m.) gelen salât akımını; devresine Fâtıma’yı,
On İki İmamı ve önceki enbiyayı, bu arada kendi gönlünü Allah velilerinin
sevgisi ile bu devreye katmış insanları kapsamına alır ve Resûl-i Ekremden
(a.s.m.) yine Allah’a döner. Tevellâ ve teberrâ bizim gönül pilimizin artı ve
eksi noktalarıdır. Tevellâ noktasından bu devre ile irtibatımız kesilmiş
olabilir. Yahut teberrâ noktasından, şeytan devresine de açık olduğumuz için
sonsuz sevgi akımı devresi dışında kalmış olabiliriz. Oysa Allah bize Ehli Beyt
sevgisini Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisine; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini de
Allah sevgisine ulaştırmamızı buyurmuştur. (Bakara, 2/27.)
Resûl-i Ekrem
(a.s.m.); bir yandan dış bukağı ve zincirlerimizi, bir yandan da iç âlemimizdeki
zincirleri, kompleks noktalarını gidermek için gelmiştir. "Aşk gelicek cümle
eksikler biter" (Yunus). Şu halde bir an önce bu halkaya, sonsuz sevgi akımı
devresine biz de dâhil olalım. Gençler; Şeytan Hizbi’nin yaldızlı sözlerinden
sakınsınlar. Bâtil dinlere, tümü de İblis’in yaldızlı, fakat gerçekte korkunç ve
iğrenç tebliğinden, propagandasından ibaret olan öğretilerine kapılmasınlar.
Psikiyatri alanından İblis muzahrefatını kovsunlar. Bunun yerine de "medyumlar"
vâsıtası ile yeni iblis oyunları getirmesinler. "Reincarnation" (Yeniden
bedenlenme) yalanına aslâ kapılmasınlar. (Kur’ân-ı Kerim’de bu iddianın
yalanlığı açıkça belirtilir.) Sonsuz sevgi akımına dahil olsunlar ve ardında
namaz kılacakları, bu sevgi akımına dâhil olduğunu yüzünden ve davranışından
anladıkları bir "imam" bulmadıkça "salât" (namaz) rabıtasını kendi başlarma
yerine getirsinler. Sema gibi din folkloru tezahürlerini de aslâ namaz yerine
ikame etmesinler.
Ye’se ve hüzne kapılmayalım. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) vasıtası
ile sonsuz sevgi akımı devresine dahil olabildi isek, Allah bizimledir. O ne
güzel Mevlâ, O ne güzel Vekildir!
Ayrıca; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve Ehl-i Beyt
sevgisini Yüce Yaratıcımız Allah’ın sevgisine ulaştırarak nasıl en üstün anlamda
mutluluğa, "Allah velîsi" olma, Allah tarafından da sevilme mutluluğuna
erişebilir isek, bu mutluluğa erişmesek, sonsuz sevgi akımının dışında kalsak
bile, imkânlarımız dahilinde hiç değilse Allah’a ve âhirete iman etme, temel
ahlâk kurallarını ihlâl etmeme ve özellikle başkalarına ağır zarar vermeme ve
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile Ehl-i Beyt’e düşmanlık beslememe şartı ile, kapsamı
daha geniş olan rahmet akımı devresine "duâ" yolu ile dahil olabiliriz. Sonsuz
sevgi akımı devresine dahil olmanın şartı; gerçek anlamda salât; rahmetden feyz
almanın şartı Allah’ı çağırma, Allah’dan niyaz, "duâ etme" dir.
Hazret-i İsa’yı
iyi tanıyamadan kalmış Hıristiyan misyonerleri; sadece Hıristiyanlıkta Allah ile
insan arasında dua ve icabet (çağırma ve cevap) ilişkisi olduğunu sanırlar. Oysa
Allah insana şah damarından daha yakındır ve dualara cevap verir. "Dua edin ki
icabet edeyim," buyurur, "Şüphe yok ki ben size yakınım!" buyurur. (Mü’min,
"Gaafir" 40/60; Bakara, 2/ 187). Şu halde; Allah’a dua edileceği ve cevap
alınacağı; daha açık nasıl ifade edilebilir ki; bazı kimseler, Allah ile dua
ilişkisine girmenin ancak Hıristiyanlığa özgü olduğunu zannetmektedirler?
İhtiyaçlarımızı, dileklerimizi; Erhame’r-râhimîn olan Allah’a açalım. Dua etmek
için vâsıtaya muhtaç değiliz, rahmet tecellileri için değil; Allah tarafından
sevilebilmek için Resûl-i Ekremi (a.s.m.), Ehl-i Beyt’i, önceki peygamberleri
sevmemiz gerekir.
Eğitim ve çevre şartlarımızın kötülüğünden dolayı Allah’ın
rahmetinden uzak kaldı isek, birikimimiz kötü ise; Allah’tan ümidi, keserek dua
etmememiz çok yanlış olur. Büyük günahlar işleyen birisi; güçlü bir sevgi ile,
geçmişi ile ilgisini kesebilir ve sonsuz sevgi devresine girebilir. Eşsiz
sevgili Allah; "Ey kendi nefislerine zulm eden kullarım! Rahmetimden ümit
kesmeyin! duâ edin!" buyurur. Allah; gözyaşları ile kendisine el açan, "Ya
Allah! Ya Erhamerrâhimin! Lâ ilâhe illâ ente subhaneke innî küntü
mine’z-zâlimin!" diyerek kendisine sığınan kullarının günahlarını bağışlar ve
nâdim olarak tövbe eden insanın; bu rahmet tecellisinden sonra, sonsuz sevgi
akımına dâhil olması dahî imkânsız değildir, hele bir Allah velîsi elinden
tutmuş ise…
Yukarıdaki iltica ve bağışlanma niyazı duasının anlamı şudur:
"Allah’ım! Ey merhamet, Şefkat sahiplerinin en yücesi, rahmeti en geniş olan!
Senden başka Tanrı yoktur. Sen mutlak güzellik ve olgunluğun sahibi olan Tek
Tanrısın. (Ben ise senin yarattığın ve seçim imkânı verdiğin bir âciz kimse
olarak günaha düştüm), zâlimlerden oldum, beni bağışla! Beni yarlığa!"
Allah’a
sığınıp günahlarını bağışlattıktan sonra tekrar günaha düşmemek için; derhal
urvetü’l-vuska ve habl-i İlâhîye; Kur’ân-ı Kerim’e ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.)
sevgisine yapışmak, insanı kurtarır, felâha ve necata erdirir. Bu kurtuluş
reçetesi de hergün tekrarlanan ezandadır. Ali’nin yazdığı kurtuluş reçetesi de
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) yazdığı ile, bir noktalama farkı dahî olmaksızın,
aynıdır ve ondan alınmıştır. Mü’minler Emîri Ali, "Suyu bulanık olmayan
kaynaktan alın!" buyurmuştur. Oysa "kendisi muhtâc-ı himmet" nice dedeler;
başkasına himmet etmeye kalkışarak onları yoldan çıkarmaya çalışabilir. Gönül
devresinin teberrâ noktasını tevellâdan keserek şeytanî akımda da yeri olmasına
çalışan nice şeyhlerin de yoldan çıkarmaya çalışması gibi! Tekrar ediyorum:
Tevellâ ve teberrâ; sonsuz sevgi akımma dahil olmanın şartıdır. Yunus’un dediği
gibi, "Ali gibi er gerek işbu sırra eresi!" Ne var ki, gerçek Ali’ye, Ali
gerçeğine de Kur’ân-ı Kerim’e aykırı yoldan erişilemez. Resûl-i Ekrem (a.s.m.),
632 yılının 6 Mart gününde (Hicrî 10. yıl, 8 Zilhicce), Veda Haccı sırasında,
"Ben size iki ağır emanet bırakıyorum ki; Kevser Havuzu başında bana ulaşıncaya
kadar birbirlerinden aslâ ayrılmazlar, bunlardan birisi Allah’ın ipi hükmünde
olan Kur’ân, ikincisi ıtretimdir (Ehl-i Beytimdir)" buyurmuştur. Kur’ân-ı
Kerim’in tahrif edilemeyeceğini, esasen Allah temin etmektedir: (Hıcr Sûresinin
9. âyetine bakınız.) Bunun da hikmeti vardır: Resûl-i Ekrem (a.s.m.) son resûl
olduğu, Allah’ın dini tamamlandığı ve artık başka peygamber gelmeyeceği için;
Kur’ân-ı Kerim’in tahrif edilebilmesi, Allah’ın lûtuf ve inayetine aykırı
olurdu. Oysa; Resûl-i Ekremden (a.s.m.) önce gelen yine yüce bir resûl, Hazret-i
Mesih; esasen, ümmetinin çok ezilmiş ve yabancılaştırılmış, sersemleştirilmiş
olduğunu, Kur’ân vahyine takat getiremeyeceklerini, ileride Ahmed’in
(Paraklit’in) (a.s.m.) gelerek hakkı tebliğ edeceğini tebşîr etmiş,
müjdelemişti. Din tamamlandıktan sonra ve başka bir resûl gelmeyecek olduktan
sonra Kitabın yine tahrif edebilmesi ve insanlığın İblis propagandası karşısında
ışıksız bırakılması; Allah’ın adaletine, lûtfuna ve inayetine uygun değildir.
Kur’ân-ı Kerim’in tahrif edilmeyeceği vaadi, İlâhî hikmete uygun olduğu gibi bu
vaad elbette aynen korunacaktı ve korunmıştır. "Ehl-i Beyt" emaneti ise, Resûl-i
Ekremin (a.s.m.) güzel örneğini, sünnetini, "mâsûm" imamlar, Ehl-i Beyt imamları
vâsıtası ile, insanlar arasında bir süre devam ettirmek içindir. Ehl-i Beyt
imamları "nebî veya "resûl" değildirler, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) sünnetinde
"halife" konumundadırlar. Esasen bunun için Resûl-i Ekrem (a.s.m.) "Hulefâ-i
Râşidînimin sayısı on ikidir" buyurmuştur. "Hulefâ-i Raşidîn" on iki imamdır.
"Hulefâ-i Raşidînimin sünneti benim sünnetimdir," hadîs-i şerifî de bu sebeple,
sakaleyn hadîsi ile aynı hikmete dayanarak buyurulmuştur. "Hulefâ-i Râşidîn’
"mâsûm" oldukları için, onların sünneti Resûl-i Ekremin (a.s.m.) sünneti
olabilir. Aksi takdirde, "Hulefâ-i Râşidîn"e "on iki imam" anlamı verilmediği
zaman; sayının on iki oluşuna da ve mâsûm olmayan kimselerin davranışlarının
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sünneti sayılmasına da anlam verilemez.
Özetleyelim:
Hüküm Allah’ındır, mülk Allah’ındır, müsbet ilim kanunlarının da koyucusu Odur,
temel değerlerin ve normların belirleyicisi de! Ondan başka ilâh yoktur. Resûl-i
Ekrem (a.s.m.) Onun mâsûm ve son resûlüdür. Kızı Fâtıma, amcası oğlu, dâmadı
ve kardeşi Ali, torunları Hasan ile Hüseyn soyundan gelen dokuz imam da Resûl-i
Ekremin (a.s.m.) güzel örneğini sürdüren, insanlığa önder olan mâsûmlardır.