Irkçılık zatında ilmi çalışmalara konu olacak bir değere sahip
değildir. Ancak toplumların önemli bir problemi olma noktasında bilimsel
çalışmaların ilgisine ve bilgisine ihtiyaç vardır.

Bu çalışmada, insan millet, milliyet, ırkçılık kavramları,
bunların nitelikleri toplumsal yaptırımları dini referans eşliğinde, bir ikame
kavram olarak "Müsbet Milliyet" yaklaşım sürecinde ıkçılığın profili çıkarılmak
suretiyle vasat düzlemde incelemeye tabi tutuldu.

Vasat Düzlemde Milleti Sevmenin Psiko-Sosyal Boyutu

İnsan bir çok nitelikli duygu ve kabiliyetle donatılmış kompleks
bir yaratılışa sahiptir. İnsanla ilgili bu öğeler insan olarak hayatın devamı ve
tekâmülü için gerekli temel değerlerdir. İlgi ögelerden insana özgü olan biri de
sevgi, sorumluluk, ilgi, ilişki vb. motifleri içine alan sosyal duygudur. Sosyal
duygu insanın esasını oluşturan nefis-kalb-akıl kümesinin ortak bileşimi olarak
hayata yansımasıdır. İnsanda varolan sosyal duygu bütün hayat boyunca kendini
gösterir. Bu duygu yalnız aile çevresinde kalmayıp, millete, bütün insanlığa
yönelir. Hatta sınırlarını daha da aşarak hayvanlara bitkilere ve diğer
varlıklara ve nihayet evrene yönelir.(1) Sistematik deyişle insanı oluşturan bu
temel duyguların bir gereği olarak insan, evvela nefsini (kendini), sonra
akrabalarını, sonra milletini ve sonra hayat sahibi (insanları, hayvanları
bitkileri vb.) mahlukları daha sonra dünyayı ve kâinatı sever.(2) İnsan sosyal
boyutlu bir varlıktır. Varlığını ancak bir toplum içinde devam ettirebilir.
Sevgi ferdin çevresiyle olan ilişkisinin sigortası olan çok yönlü duygu bağıdır.
Hakikatte sevmek, sorumluluk duymak demektir ki hayatın uyumluluğu bu
sorumluluğun hayata yansımasının diğer bir ifadesidir.

Sosyo-psikolojik açıdan insan için bir şeyi sevme ve gereği olan
sorumluluğun derecesini, kendi ihtiyaçlarının yoğunluğu ile ilgili olan ilişki
noktasının niteliği belirler. İlişki önceliği bu değer ölçüsüne göre kendisini
gösterir. Örnekte, ferdin kendisinde, evrene uzanan bir ilişkiler zinciri
mevcut. İnsan dışında başka bir varlıkta olmayan "ben" duygusunun bir tezahürü
olan aidiyet duygusu ile sahiplenmek anlamında ilişki niteliğine göre "şahsım"
"ailem", "milletim" vs. şeklinde bu tabii eğilimini dışa vurmakta ve onlarla
bütünleşmektedir. Çünkü bu tarzda ki aidiyet ve mensubiyet durumları insana has,
insana özel durumlardır. Doloyısıyla bu duyguların gereğinin yerine getirilmesi
uygun olanıdır. Kişi milletini sever ve sevmelidir de. "Kişi kavmini sevmekle
kınanmaz" hadisi İslâm’ın bu konuya yaklaşımının müsbet bir ifadesidir.

Burada problem ilgili fenomenlerin gerçekleşmesindeki ölçüsüzlük
sorunudur. Bu ise insanın temel duygularını biçimlendiren hakim felsefe ve
sistemin karakteri gereği tefrit ya da ifrat sapma boyutları ile ilgili bir
durumdur. Meselâ özel mülkiyet ve aile kurumunu yok sayma espirisinde
Marksizm’de millet kavramı yerine sınıf kavramı vardır. Kişinin milleti ve tabii
ki sevilmesi gereken, mensup olduğu sınıftır, yani işçi sınıfı. İleri derecede
bir tefrit sapması gösteren bu öğretiye göre ancak "çalışanlar kardeştir".(3)
Kapitalizm de ise başka ırkların rağmına ifrat sapmanın bir eseri olarak bütün
şubeleriyle ırkçılık vardır. İş bu ırkçlık sadece şimdilerde olduğu gibi
sömürgecilik zamanında girmiş bir anlayışı yansıtan bir kabul değil; bir
ifrat-tefrit medeniyeti olan Batı medeniyetinin temel bir rüknü olan ırkçılık,
Grekler ve Romalılar zamanında ırkçı, ayrımcı, köleci bir toplum yapısına
dayandığını biliyoruz. (4)

Yine bilgimiz bir şey var ise o da sözü edilen ırkçılığın manevi
zaafiyet eseri olduğudur. Hemen belirtelim ki başta İslâm olmak üzere diğer
semavi dinler (her ne kadar bozulup değiştirilse de bilhassa Hıristiyanlık), özü
itibariyle insanlar arasında sun’i ayrılıklar oluşturulmasına müsaade etmez;
ırk, renk ve vatanlarından dolayı insanlar arasında fark gözetmez.(5) Din,
insanlara ifrat ve tefritin ötesinde vasatı öngörür ve tabilerine bu seyirde
yaptırımda bulunur. Vasat yaptırımın kaynağı din, yani semavi dinlerdir. Din
dışı olan, beşeri demektir ki bu insanın doğasında olan ifrat ve tefrit eğilimli
özellikleri içerecektir. Dolayısıyla din dışı bir yaklaşımla milleti sevmenin,
milliyeti ifade etmenin aşırılığı (ırkçılık) ister istemez karşımıza çıkar.

Dini Dışı İnancın Yapılanması: Irkçılık

Irkçılık toplum bünyesindeki ciddi hastalığın keskin bir
belirtisidir. Özellikle dini inancın yitirildiği veya zayıfladığı-bozulduğu
durumlarda oluşur. Manevi değer ve sembollerin etkisizleştirildiği ortamlarda
insan maddi dinamikleri kutsallaştırma eğilimi gösterir. Manevi değer yokluğunu
ve tatminsizlik boşluğunu doyurma amacıyla manevi alan duyguları, diğer alana
kayma gösterecektir. Bu ise insanı, yönelinen maddi dinamiklerin veya
varlıkların kutsanması sonucuna götürmektedir. Böylece ırkçılık bir üst anlam
eşliğinde manevi değerlerin zayıfladığı ortamda yer yer manevi değerlere karşı
tez olarak şekillenir. Eski bürokratlardan Lord Lothian’ın 1938 yıllarında
söylediği doğruydu. Dinin gerilemesi ahlâk ve dinî esasların değerini yitirmesi
sonucunda milliyetçilik ve ırkçılık kefesi ağır basmaya başladı.(6)

Irkçılık maneviyatın yokluğunun (yokluğu ve etkisizliğinin) bir
varlığı olarak ortaya çıkması insanla ilgili ve bir insanlık sorunudur.
Açıklayıcı olması bakımından konu, insanın ilk çocukluk devresinde ele
alınabilir. İlk yaşlarında çocuk ebeveyni ile organik ve psikolojik iletişim
içerisindedir. Gerekli eğitim-öğretimi alabilecek melekeleri gelişmediğinden
dolayı bu devrede, çocuk farkında olmasa bile, ebeveynine olan yönelimi tipik
bir ırkçı karakter arzeder. Zamanla "nereden geldiği" sorusuna cevap aramaya
başlayan çocuk (7) kendisini, ebeveynine bağlayan organik bağlantının direk
etkisiyle irtibatlandırmaktadır. Ona "seni kim yarattı" sorulduğunda alınacak
cevap, "annem" ya da "babam" olacaktır. Bu yaşlarda çocuğun babası hakkındaki
hükmü şudur: "Babam her şeyi biliyor".(8) Manevi duygular olsa bile manevi
bilgilere ulaşabilecek öğretim mekanizması gelişmemiştir. Dolayısıyla maddi
ihtiyaçlar-bağlantılar ve psikolojik durum ve Allah’ı öğrenememiş olması çocuğu
irrasyonel davranmaya; yani ebeveynirıe bir üst anlam verme, ilah konumunda
görme sonucuna götürür. Çocuğun bu cahil ve maneviyatsız dönemine benzer
özellikle insanlığın tarihinde de ırkçılığın görüldüğü gözlenmektedir.
Hıristiyanlık öncesi Roma halkında görülen ırkçı yapı, İslâmiyet öncesi
"cahiliye devri"nde atalarının mezar sayısıyla övünülebilecek akılalmaz
boyutlara ulaşmıştır. Tahrif edilmiş dinle hükmeden Orta Çağ da yer yer ırkçı
iken; Orta Çağla heseplaşan pozitivist çağda "Tanrı öldü" yargısı doğrultusunda
hareket edilmesi, modern çağı ırkçılığın cenneti yapmıştır. Osmanlı Devleti’nin,
özü boşaltılan manevi değerlerin şekli kavramlardan başka manidarlığı olmayan
yoz ortamda, İslâm alemini ırkçılığın sarması tesadüf olmasa gerek. Gerek
ülkemizde gerekse yeni oluşan müslüman ülkelerde katı ırkçılığın ortaya çıkması,
Osmanlı sonrası adeta sıfırlanan manevi hayat ile doğru orantılı olduğu bu
bakımdan önemlidir. Dikkat edilirse Marksist felsefeye sahip PKK aynı kuralın
bir tezahürü olarak ırkçılık-Kürtçülük ile sahnededir.

Tarih modern çağın ilginç yanlarından sözederken <<19-20 yy.
ırkçılığın altın çağı>> diye bahsedecektir. Irkçı olmaması için bir sebep yok;
çünkü çağın maneviyatı yok. Irkçılık materyalist anlayışın (Mana-yı İsmi)
"milliyet" konusunu nasıl ele aldığının bir ifadesidir. Irkçılığa yüklenilen
anlam onun karakterini tayin eder. Anlam ve amacın insanda soyutlanmasıyla insan
adına ortada organik bir varlık kalmıştır ki yüzyılın ırkçılığı bu nicelik
üzerine inşa edilmiştir. Almanların, Profesörleri Eterny’in diliyle
"Çocuklarımız niçin yabancı milletlerin tarihini okuyor ve onlara niçin İbrahim
ve İshak’ın kıssaları anlatılıyor? Tanrımızında aynı şekilde Alman olması
gerekir." itirazı, çağımızda ıkçılığın boyutlarını, karakteristiğini ve
ırkçılığın gölgesinde kalan dinin konumu hakkında bir şeyler anlatıyor
olmalı.(9), Batının ırkçılık tasallutunun Osmanlı Imparatorluğuna yaydığı viros
Batı lehine beklenen neticeyi vermiştir. Osmanlının dağılmasını hızlandıran ve
daha sonra oluşan İslâm ülkelerinde boy veren bu ırkçılık iki fonksiyon icra
etmiştir: Tefrika ve inkâr. Burada ırkçılık birilerinin adına bölücülük ve inkâr
aracıdır. Diğer şıkkıyla İmparatorluğun dağılmasıyla yapılanan yeni ülkelerde
oluşan ırkçılık organizeleri maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir; yani
batı hümanizmasında olduğu gibi insanı-milleti kutsamak değil bütün kurumlarıyla
dini hayattan elimine etmek suretiyle yerine ikame olmaktır. Dinin etkisinin
azaldığı ortamda baş gösterip, kutsala rağmen bir nevi kutsalcılık oluşumu
olmuştur. Arap ülkelerinde Hz. Muhammed (a.s.v.) Araplarla Acemler arasında fark
görmediği ve dini temsil ettiği için, buna karşılık Ebucehil bayraklaştırıldı.
(10) Mısır’da Arapçılık "biz firavunun çocuklarıyız" tezi çevresinde
şekilleniyordu. Iran’da Fas milliyetçiliği ateşperestlik ve zerdüştlükle kendini
bulurken,(11) Türkiye’de ise en yakın önderler eşliğinde "biz Türküz, kâbemiz
Turandır bizim" sloganlarıyla Cengiz’ler ve Hülagu’lara yönelinerek (12) "ne
mutlu Türküm diyene" erdemliğin temel ilkesi şeklinde formülleştirilmiştir.

Bu makalenin yazıldığı ikibine beş kala zaman diliminde, din
dışı bütün ihtimallerin fazlasıyla denenmesi sonucu ve ağır fatura karşılığında
insanlığın ısrarla telaffuz ettiği şeyin dinin öngördüğü hayat ve ölçüsüdür. Ne
var ki manevi değerlerin yok edildiği veya sekülerleştiği Batı coğrafyasında
maneviyata olan özlem adresini bulmayınca, ırkçılığa kayma göstermektedir.
Tahrif edilmiş ve sekülerleşmiş veya etkisiz hale getirilmiş bir dinin olduğu
(daha doğrusu olmadığı) ortamda ırkçılık, gizli,-açık hep vardır. Manevi
değerlerden soyutlanmış günümüz "bencil" insanı, değil geniş dairedeki
"millet"ine olan alakasızlığı, en yakını "ebeveyn"ine ve hatta kendine karşı
yabancılaşmış bireydir. Bütün değerlere yabancılaşmış fertlerin milliyetle ne
ilişkisi olabilir? Doğru gerçekte hiçbir ilişki olamaz fakat yabancılaşmış bu
fertler olması gerekenin dışında her şey olabilir ve her tür deviyantlığı
yapabilirler. Çünkü ırkçılık anlam ve amacın zayıfladığı ve ortadan kalkmaya yüz
tuttuğu bünyelerde ve ortamlarda baş gösterirdi. Böylece insan, yaratılışına ve
varlık gayesine uygun gerçek anlam ve amacı bulamayan zümrenin bir anlam ve amaç
sapması olarak ırçılığa sığınır. İnsanın yaratılıştan yer yüzünde kendisine
biçilen misyonuna baktığımızda ırkçılık insanın bir yabancılaşma sorunu olarak
karşımıza çıkar. Burada farklı bir yöntemle ifade edecek olursak, "ancak
kendisine ibanet yapması için yaratılan insan" bir şeyi yani Allah’a "kulluk
görevi"ni yapmadığı zaman, o bir şeye bedel insanı maskaralaştıran çok şeyleri
yapmaya eğilimli oluyor. Bir’e kul olmayan herkese-herşeye kul olmak tapınmak
mecburiyetinde kalıyor. Bu yönüyle ırkçılık, gerçekte Bir’e olan kulluk borcunun
yapılmaması durumunda ortaya çıkan beşer sapmalarından sadece ve tabiki
önemlilerinden biridr. Bu durum insanın varlık misyonuna yabancılaşmasıyla
açıklanabilir. Bütün sapma olgularda olduğu gibi ırkçılığında ne bir ölçüsü ne
de bir sınırı vardır. Sözgelimi iyi insan tanımın dışında bir homoseksüel,
esrarkeş olabileceği gibi Almanya’da dazlak olur, ırkçı tutkuyla masum insanları
yakar, Türkiye’de PKK militanı olur, Kürtçülük adına önüne rastgelene saldırır.
Çünkü ırkçılık, yabancılaşma sürecinde müntesiplerinin kendilerini bir
irrasyonel ifade biçimidir. Pozitivizmin tortusu iliklerine kadar işlemiş batı
(ve batıcı insanın) bu mahzurlu yapısı devam ettikçe ırkçılık, onun mecburi
istikametidir.

Oysaki bugün yaşanılan süreç dinin, insan hayatıyla ilgili
fenomenler hakkında ne söylediği, onlara nasıl bir anlam yüklediği doğrultusunda
bir manevi duyarlık sürecidir. İnsanın kendisini, ailesini, milletini ve evreni
nasıl anlamlandırdığı konuları yeniden insanlığın gündemindedir. Bu olumlu
gelişmeden "milletini sevme" noktasında ifrat eseri olan ırkçılığın da payına
düşen ölçüyü alması insanlık adına bir erdemlik ölçüsü sayılmalıdır. İnsanlık
yararma mikro plânda çocuk için dini eğitimin gerekliliği ne ise, makro plânda
insanlık için dinin vahyi ve topluma yönelik eğitiminin gerekliğide odur.
Unutulmamalıdır ki toplumun yapıtaşı olan her bir ferd, dini eğitime mutlak
ihtiyacı olan büyük bir çocuktur. Toplumların yararına motivasyon dinamiği
olarak "milliyetçilik mi, yoksa din mi?" sorusu ise cevabını çoktan bulmuş eski
bir söylem olmasına rağmen günümüzde yer yer ırkçı kıpırdanışlar, ilgili sorunun
cevabının (iyi niyet sahiplerince) tam anlaşılmadığını göstermektedir.

Toplumsal Motivasyonun Dinamiği Milliyet(çilik) mi Din mi?

Irkçılığın dayatmasına rağmen milliyet ve dinin kesin hatlarla
ayrılmasının doğru ve gerçekci bir ayrım olmadığı aklın yoludur. Beden ve ruh
gibi birbirinin lâzımı olan iki ögenin farklılığını ırkçılığın irrasyonel
mantığının dışında hiç bir disiplin dalını onaylamamaktadır. Önceden geçtiği
gibi ırkçılık genelde kendini, dine karşı bir kavga taşı olma veya en azından
onu marjinal bırakma gayretiyle bir anlamda kutsala karşı bir kutsalcılık
formunda tanımlamaya gitmiştir. Böyle bir ayrımla insanlığa helaket ve felaket
getirmenin ötesinde yararlı bir yaptırımı pek vaki değildir. Bunun karşılığında
dinin, savaşta ve barışta, sosyo-ekonomik hayatta toplumsal motivasyonu
gerçekleştirmede olmazsa olmaz kabilinden faydaları bilimsel çalışmaların
verileriyle ortadadır.(13) Her değerin "fayda" esasma ve rasyonellik ilkesine
göre değerlendirildiği bir çağda, art niyetsiz bir yaklaşımla cevab arayan
herkes (her millet) kendisine şu soruyu sormalıdır. Ama niçin ırkçılık?

Bir kere ırkçılık evrensel değerlerin önünde çapsız ve zararlı
bir kavram olduğu gibi küreselleşme ideali ile hedeflenen dünya düzeninin önünde
en önemli ayak bağıdır. Avrupa Topluluğu ülkelerinde ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının ciddi bir sorun olarak ortaya çıkması sonucu 1985’de Avrupa
Parlamentosu bu konuya eğilme gereği duyması ve topluluk ülkelerini kapsayan bir
araştırma yaptırması bundandır.(14) Her ne kadar içe dönük bu ırkçı oluşumlardan
batı zarar görmüş ve hala da rahatsız olsa da, sömürü politikalarının önemli bir
ilkesi olan dışa yönelik ırkçı kışkırtmalarından gayet memnun olduğunu bir
ayrıcalık olarak ve altını çizerek belirtmiş olalım! Farklı ırklara mensup
milletlerin öncelikleri arasında ırk unsuru olduğu müddetçe bir "birlik"
kurmaları mümkün olmazken, aynı dinin önceliğin de global birlikteliğine tarih
çokça şahittir. İslâm âlemini simgeleyen hilâl ve Hıristiyan dünyasını
simgeleyen haç, hâlâ iki ayrı milleti geniş yelpazede temsil eden dini
sembollerdir. Yakın tarihin gösterdiği şu iki ırkçı temele dayanan yapılanmalar
ne kendine ne de insanlığın yararına olmuştur. Mısır’lı başkan Nasır’ın dine
rağmen Arap milliyetçiliği ekseninde bayraklaştırdığı Arap Birliği tezinin
tutarsızlığı ile, Hitler’in ırk kuramına dayanan Alman Faşizmi bu bakımdan
bilinen örneklerdir. Milliyetçiliğin, dine karşı daha birleştirici olduğunu
savunan görüş sahiplerinin öncelikle cevaplandırmaları gereken soru; aynı
ülkede, aynı dine fakat farklı ırka mensup bu zümrelerin birlikteliğini nasıl
sağlayacakları sorusudur? Sözgelimi toplum için dinin önemini gözardı ederek
güdülen ırkçı politikanın yanlışlığının bir sonucu olan Güneydoğu-Kürt sorunu
hangi milliyetçilik yaklaşımıyla çözülebilir?

Milliyetçilikten maksat bir takım toplumsal yaptırımlar
konusunda gerekli motivasyonu sağlamak ise bunun dinamiği manevi değerlerdir.
Gerek iş hayatında gerekse onun etrafında oluşan ilişkilerde yaşandığı gibi
günlük hayatın kapsamlı bir dünyevileşme noktasına ulaştığ zaman bile, devlet
veya aile kurumu gibi kurumlara hâlâ dini sembollerin iliştirildiği görülebilir.
Sözgelimi "din fabrikanın kapısına gelince durur" yargısının (bir veri olarak)
"olduğu gibi kabul edildiği bir yerde", geleneksel dinî sembolleştirmeler
olmaksızın ne bir savaşa ne de bir evliliğe başlamak da mümkün olmaktadır.(15)

Savaşta manevi motivasyonun yerini alabilecek henüz bir kaynak
icad edilmemiştir. Bir savaş ortamında kişi "Ben ölürsem şehidim, öldürürsem
gaziyim" inancıyla severek ve korkusuzca ölümün kucağına atılmaktadır.
Düşünülsün ki sıradan bir neferin ruhunda bu şekilde üstün fedakârlığa sebep
olabilecek hangi değer gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame
edilebilir?(16) Bu şekilde dini inançların etkisiyle "ölürse şehit, kalırsa
gazi" olmak güdüsü, bu ideal düşünce, manevi motivasyonun eseridir.(17) Bütün
gayretle din dışı hayatı savunanlar bile dinin referansalarına yönelmekten
kendilerini geri alamıyorlar. Dine karşı demir kapılarla yapılanan zamanın
Komünist Rusya’nın da II. Dünya savaşında halka ve askerlere gerekli motivasyon
için Stalin tarafından mabedler serbest bırakılması dinin manevi motivasyon
gücünü gösteren çarpıcı bir örnektir.

Ayrıca iktisadi kalkınmanın temelinde en etkili faktör manevi
motivasyon dinamikleri olduğu bilimsel verilerin ortaya koyduğu bir sonuç
olduğudur. Buna karşılık salt ırkçılığın hiç bir motivasyon değeri yoktur.
Sadece karanlıkta ateş böceğinin parıltısı gibi cüz’i, ancak onuda manevi
faktörlerle ilgili sembolleri ödünç alarak gerçekleştirmek gayretinden veya
manevi bir formasyona bürünerek olumsuzlukla noktalanacak geçici bir etkinlikten
söz edilebilir. İktisadi kalkınmada manevi motivasyon faktörleri bugün için
özellikle üzerinde durulan konu durumundadır. Enteresandır insanlık tarihinde
günümüze kadar ırkçılıkla abad olan bir kavim olmadığı gibi, ırkçılıkla payidar
olan bir devlet de yoktur. Irkçılığın aksine, fertleri harekete geçirecek daha
güçlü, büyük, toplum hayatında köklü hedefler gerekir. Bunlar ise ilk görünen
yüzü maddi olsa da, onların arkasında bulunan değerlerdir ve bu değerler
toplumdan topluma değişebilir; Batı’da Protestanlık, Japonya’da "Kokutai", yani
Japon ideali, başka bir toplumda başka değerler olabilir. Bunlar fertlerin
ruhlarına işlemiş inanç ve değerlerdir.(18) İslâm’ın din ve dünya diye bir ayrım
yapmaması, insanlara bu dünyada ne kadar iyi işler yaparlarsa, ahirette o derece
mükâfat göreceklerini bildirmesi, çalışıp kazanmaya büyük önem vermesi,
kalkınmada (verimlilikte) büyük bir manevi güç sağlar.(19) Yaşadığımız çağın
sosyal laboratuarında sonuçlanan Alman ve Japon örneği "milliyet(çilik) mi, din
mi?" konusunda anlatılmak istenileni yeterince açıkladığı kanaatindeyim.
Bilinmektedir ki; Almanya ve Japonya’nın çöküşlerine ırkçılık neden olduğu gibi,
silkinip kalkınmalarında da manevi motivasyonun büyük payı vardır. Konuyu biraz
daha geriden ele alırsak görülen şudur: Alman Sosyolog M. Weber’in de üzerinde
durduğu gibi, modem kapitalizm meydana gelmeden önce, protestan dinin yanında
yetişmiş ve hazırlanmıştır. Modern kapitalizmin ruhu protestanlığın ruhudur (20)
Genel sanayileşme hareketinden sonra bugünkü modern Japonya’da geleneksel değer,
inanç ve motiflerin kalkınmada büyük rol oynadığı, yöneticilerin bu değerleri
ısrarla korumaya çalıştığı ve hatta kalkınmada itici dinamikler olarak
kullanıldığı, fertlerin bunlarla motive edildiği ve toplum çözülmesinin de bu
şekilde önlendiği ısrarla vurgulanmaktadır.(21)

Genel itibarla dinin toplum üzerindeki olumlu yaptırımı böyle
iken, İslâm dini dışında diğer hiç bir dinin, olması gereken çözümü getirdiği ve
başarılı olduğu söylenemez. Bu farkı farkeden Arnold Toynbee, batının ırkçılık
hastalığını şimdiki kültürü ile yenemiyeceğini, bu hastalıkla başa çıkabilmesi
için İslâm’ın yardımına ihtiyacı bulunduğunu, itiraf edebilmiştir. Diğer din ve
ideolojilerin başaramadığını başaran İslâmiyet, bu bakımdan ilgi odağı olmayı
devam ettirmektedir.(22)

Vasat Yaklaşımın Pratiği: Müsbet Milliyet

I-Asr-ı Saadet Modeli Ya da İdeal Model

İnsanlık tarihinde gerçek hayatın tarihi İslâm ile başlar. İslâm
öncesi (Cahiliye devri) insan, insanlık adına ölü ve öldürücü bir hayat
yaşıyordu. Arap Yarımadası ile tüm dünyanın birbirinden pek farklı olmadığını
tarihten biliyoruz. İçki, kumar, hırsızlık, vurgunculuk oldukça yaygındı.
Yetimlerin dulların, acizlerin ve kimsesizlerin malları ellerinden alınır,
zengin ve güzel kadınlar kaçırılır, para kazanmak için umuma açık özel
mekanlarda ticari bir meta işlevi yaptırılırdı.(23) İnsanın hayvana üstünlüğüne
rağmen bir takım sapmalar göstermesi ve fizyolojik ihtiyaçlar kapsamında organik
hayat yaşaması, insan olma adına ölü bir hayat demektir. Diğer bir ifadeyle
Allah’ın arzu ettiği "ameli hayat" dışı bir yaşantıyla hayatı var kılmak,
yaşayan ölü olmaktan farksızdır. Bugün bile yaşadığı cahiliye hayatını bırakıp
İslâm’ı seçen her muhtedinin ilk itirafının hayata yeniden doğdum" şeklinde
olması bu bakımdan manidardır. Ontolojik bakımdan hayat başlı başına bir
değerdir, ancak bir değeri bir diğerinden farklı kılan onlarm eylemleridir.
Ameli hayat, ebedi hayatın bir önşartı olduğu gibi, organik hayatta ameli
hayatın bir ön şartıdır, yoksa organik hayat başlı başına bir amaç değildir.
Kısaca insanın "organik hayat"ının yanmda sosyal-manevi boyutlarının gereği olan
"ameli hayat"a geçiş İslâm’la başlamıştır. Bu anlamda İslâm (ameli hayat)
vasat-denge sistemi olarak hayatın (organik hayatın) hayatı (sosyal-manevi
hayat) ve esası olmaktadır. Ameli hayat, tevhidin, sosyo-manevi açılımlarıyla
fert-toplum-kurum bazında başlı başına bir sistem olarak yeryüzünün halifesi
olan insan tarafından her yerde ve her an yaşanmasıdır. Allah’ın rızasına
muvafık böyle bir sistem ilk kez, cahiliye devrini Asr-ı saadet olarak
hayatlandıran İslâm dini ile gerçekleşmiştir.

İnsanın tarihinde cahiliye devri bütün değer, birim ve kurumları
ile ifrat düzleminde hayatı anlamsızlaştıran insanlık sapmasının bütün
versiyonlarmı kendisinde temsil eden sembolik bir kesittir. Buna karşılık Asrı
Saadet, evreni bütün varlık değerleriyle ve tabiki hayatı anlamlı kılan
"mananın" yaşandığını simgeler. Asr-ı Saadet toplumu, Rabbanî pedogojik metodun
şekillendirdiği ideal toplumdur ve bu gerçekleşmiştir. Weber öngördüğü "ideal
tip"i sadece tanımlayabilmiştir. Onun "ideal tip"i, ütobikliği içinde taşıyan
farazi bir olgu iken, Saadet devrinde fert ve toplum bazında ideal tip örneği
yaşanan bir gerçek olarak tarihe, referans kaynağı olarak insanlığa mal
olmuştur. İslâm cemiyeti aşırılıklardan kurtulur ve doğruluk sebebiyle her hangi
bir yönde aşırılıklardan sakınma fazileti ile tam olarak dengeye gelir.(24)
İslâm öncesi ve sonrası dönemini kişi bazında somutlaştıracak olursak, bir ideal
tip olarak İslâmdan önce ve sonrasıyla Hz. Ömer bunun ideal bir örneğidir. Bir
önceki yaşantısında kız çocuğunu diri diri kuma gömen, yediğine tapan,
kabilecilik, kavmiyetçilik ve benzeri negatif özelliklerin timsali Ömer, diğer
taraftan karıncaya basmaktan çekinen, Fırat kenarındaki keçiyi kurdun
kapmasından sorumluluk duyan, tüm insanların yaratılış noktasında eşit olduğunu
sosyal hayat uygulamasıyla ortaya koyan ve Tevhid inancında kendini bulan halife
Ömer olarak karşımıza çıkar. Tevhidî imanın, insanı insan ve sultan kılmasının
bir "ideal tip"idir, Hz. Ömer. Üstünlüğün "ancak takvada, Allah’tan korkmakta"
olduğunu öngören İslâmiyet, halife ile kölenin eşit hakka sahip olmasını mecbur
kılmıştır. Bu ideal modelin anlamında, çağlar sonrası pozitivist bir çağda
kendini bu ideal tipde bulan Garaudy’nin ifadesiyle "bir deve olayı vardır ki,
bu, kralların kılıçlarından daha meskin bir hadisedir. Hz. Ömer ile kölesi bir
şehirden bir şehire giderken deveye sıra ile binerler, devenin yularını halife
ve köle fasılalarla çekerler. İşte adalet ve hukukta aklın devrimidir bu?" (25)

Kısaca İslâm, cahiliye devrindeki en bedevi ve asi kavim ve
kabileleri, Kur’an’ın öğretisiyle en medeni ve mûti yapmıştır. Bir araya
gelmeleri mümkün olmayan o vahşi kabileleri, birlik ve kaynaşmaya motive ederek,
her konuda tüm insanlığa muallim ve üsdad kılmıştır.(26) Bu anlamda İdeal İslâm
toplumuna ümmet denir. Değişik dil ve kültürden insan topluluklarını gösteren
"toplum", "ulus", "ırk", "halk", "kabile", "klan" vs. gibi kelimelerin yerini
alan ümmet, ilerici bir ruhla doludur ve dinamik, inançlı ideolojisi olan bir
toplumsal görünüş arzeder.(27)

II-Irkçılıktan Bir Çıkış Denemesi

Cahiliye devrinin ilkel ilkelerine karşılık İslâm hayatın
tamamını kuşatan bir değerler seti ile kendini gösterir. Bu değerler setinin
etkin ve yetkinliğini anlamanın en kestirme yolu bu muhkem değerlerin kaynağının
insanı kusursuz mükemmellikte yaratan Allah olmasıdır. Kudret sıfatı kemal
manada insanın yaratılışını netice verdiği gibi, Kelam sıfatı da kemal manada
İslâmın temel kaynağı olan Kur’an’ı (dolayısıyla nassı hadisi) netice vermiştir.
Hayatta ebedi varolmanın formülü, kanunu bu kaynaklardır. Hep var olmak isteyen
insan buna mecburdur. Bunun yolu ise ifrat ve tefrite kaçmadan insanla ilgili
duygu ve fenomenlerin "Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden
sakınmaktan ibaret olan ibadetle" intizam altma alıp vasat-dengede
anlamlandırmaktır. Kişinin kendisine, akramasına, milletine ve evrene bu
düzlemde ilgi duyması varlığının bir parçası olarak görülür. Mesela akraba ile
olan ilgi ölçülü düzeyde tesbit edilirken bu ilgi aynı zamanda kişiye bir
sorumluluk yüklemektedir. Bilindiği gibi akrabayı ziyaret etme, onlarla görüşme
ve mektuplaşma; alakayı devam ettirme, arkabaların kusurunu affettirme anlamına
gelen sıla-yı rahim böyle bir sorumluluğun kendisidir.(28) Daha geniş alanda
aynı ölçü millet içinde geçerlidir.

Danya tarihinde ilk defa millet kavramı ve görüşünü getiren ve
tam anlamıyla bir milletin doğuşunu sağlayan, Kur’an ve İslâm olmuştur. Eldeki
İncillerde, Saint Paul’un arkadaşlarıyla tartışmasında geçen ve bugünkü Türkçe
tercümelerinde "milletler" diye çevrilmiş bulunan kavram "millet" kavramıyla
ilgisiz ve sırf İsrail ırkının dışındaki toplulukları anlatan bir kelimedir. Bu
topluluklar İncil’de, dinin yayılmasına konu edilip edilmeme bakımından ele
alınmışlardır. Yoksa millet olma anlamında bir bütünlük göstermeleri bakımından
değil.(29) Kavram olarak millet, din, dil ve tarih beraberliği bulunan yani
maddi ve manevi unsurdan sayılan insan cemaatı olmaktadır.(30) Bu bağlamda hiç
bir zaman "kişi kavmini sevmekle kınanmaz". Keza, bir kimsenin milletini sevip
sevmemesi durumu ile "kavmiyetçilik" birbiriyle ilgisiz şeylerdir. Yani kişinin
kavmini sevmesinin müsade ve mabah kılmması, aynı zamanda kavmiyetçiliğin mübah
kılındığı anlamına gelmez. Bir hükmün bir uygulamanm İslâmi olup olmadığını
söyleyebilmek için başlıca kıstasımız, o hükmün Allah’ın rızası uğrunda yapılıp
yapılmadığına bakmaktır. Rıza ne ifrat ve ne de tefritte değil vasat
olandadır.(31)

Irkçılığın kötü olduğu genel bir kabuldür. Bir yönüyle Irkçılık
diğer ırklara savrulan bir küfürdür (inkar). İnsanların renk, deri, biyolojik
soyları ile övünmeleri, bu övünme adına başka ırkları en azından küçümsemeleri
bir batıl ve kadercilik anlayışına hapsetmek demektir. İslâm dışı bazı dinlerde
olduğu gibi insanların daha doğuştan günahkâr olduklarının batıl inanç
benzerliğinde, üstün ırkların dışındaki diğer bütün ırkların yaratılıştan aşağı
oldukları batıl inancına götürür insanı. Her şeyden önce burada insanın
iradesini kullanma özgürlüğü yoktur. Yani ihtiyari bir durumun dışında ıztırari
bir durum söz konusudur. Böylelikle insan kendi iradeleri dışında, farklı
ırklardan yaratılma durumundan kalkış yaparak, diğer ırkları aşağılamak bahasına
kendilerinin üstün olduklarını söylerken de bir anlamda onları sakat bir
"kadercilik" anlayışına hapsetmiş olmaktadırlar. İnsanın seçme hakkı olduğu
durumu aynı zamanda onun meleklerden olan bir farkını ortaya koymaktadır.
Melekler Allah’ın kendilerine öğrettiğinden başkasını bilmedikleri gibi
yaptıklarıda belirlenmiş standart işlerdir. Yani melekler ızdırari bir konumu
işgal ederler. İnsanların meleklere olan üstünlüğünün önemli bir yönü talim ve
teşhis gücüne sahip oluşuna dayanır.(32) İnsanın meleklere ait ıztırarî
boyutunun yanında insana has olan bir de ihtiyarî boyutunun olmasıdır. Bu şu
demektir; insan ihtiyarî (cüz-i irade) bilinçle seçme hakkına sahiptir. İnsanın
sorumluluğu ve derece farkı, sözkonusu bu ihtiyarî alan içerisindedir. Bundandır
ki insanırı, ıztırarî boyutu olan cinsiyet farkı, gözünün mavi, saçının
sarı/siyah, teninin beyaz vb. özelliklerden dolayı kimse Allah indinde iyi,kötü
addetilmediği gibi; bu alanda insanların ihtiyarî bir etkileri olmadığı için de
ilgili özellikler üstünlük veya noksanlık olarak değerlendirilemez. Çünkü bu
ıztırarî boyutuyla insan, meleklerde olduğu gibi seçme hakkına sahip değildir.

Dolayısıyla sözkonusu mantığa sahip olan, ırk, renk, doğum yeri
esasına dayanan milliyetçilik, çok ilkel (asabiyet-i cahiliye) bir şeydir. Çünkü
bu hallerde insanın seçme hakkı yoktur. İslâmın milliyetçilik anlayışı çok
ileridir ve insanın seçimine bağlıdır. Kişinin irade dışı faktörleri dikkate
almadan, aynı fikre inanmış bütün insanların birleşmesini ister.(33)

Böyle bir yaklaşım Millet konusunda ileri sürülen Akılcı ve
İracedi Kuram ile kısmi bir benzeyiş göstermektedir. Bu kuram milletin, başta
ırk olmak üzere biyolojik öğelere dayanarak oluştuğu iddiasını reddetmektedir.
Bir kişi kendisini hangi millete ait hissediyorsa, o millete aittir.(34) Fakat
kişinin iradesiyle ait olduğu millette kendini hangi unsurlar önceliğinde ve
hangi düzlemde ifade edebileceği konusu net olmadığı gibi bu anlamda Batı
toplumunda bir pratik örneğide yok gibidir. 0ysa ki İslâm Peygamber’i. (s.a.v)
sürekli olarak öne südüğü Saadet Asrı uygulamasıyla da göstermiştir ki: Bütün
insanlar/insanlık Adem’in neslinden gelir ve Adem topraktan (balçıktan)
yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayan üzerinde üstünlüğü yoktur. Takvadan başka ne
beyazın siyah üzerinde bir üstünlüğü, ne de beyazın siyah üzerinde bir üstünlüğü
söz konusudur.

III-"İslâm Milliyeti"nin Yedeğinde "Müsbet Milliyet"
Yaklaşımı

Asrı saadet modeli, organik hayatı "ameli hayat" ile
anlamlandırdığı gibi milliyet duygusunu da "din, milliyetin hayatı ve ruhudur"
espirisinde canlı kılmıştır. Daha doğrusu milliyet bir vücut ise İslâm onun ruhu
olmuştur. Burada böylece ırk kökenine dayanan ifrat yapılanmalar yerini, Üsdat
Bediüzzaman’ın kavramlaştırmasıyla daha geniş ve nitelikli bir anlam ifade eden
"İslâm Milliyeti"ne bırakmıştır. (36) İslâm, insanların ırkını ne hakim unsur
olarak görmüş ne de inkara gitmiştir. Milliyet, İslâm’ın Rahmani ruhu ile vasat
düzeyde imtizaç etmek suretiyle anlamlandırılması sonucu İslâm Milliyetini
netice vermiştir.

İslâm Milliyeti kavramıyla örtüşen veya onun diğer bir ifadesi
olan kelime "ümmet"tir. Ummet kelimesi "ümm" kökünden gelir ve yol, niyet gibi
anlamları vardır. Bu yüzden ümmet ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan
insanların ortak amaçlarına doğru birlikte yürümek niyetiyle, ahenkli bir
biçimde bir araya geldikleri toplum demektir.(37) Yani İslâm milliyeti, tevhid
merkezli bir inanç birliği ve İlâ-yı Kelimetullah eksenli amaç birliği olarak
iki esasa dayanır. Burada tevhid, vasat düzeyde milletin birliğini gerektirdiği
gibi İlâ-yı Kelimetullah bu birliğin amacını tayin eder. Bu amaç insanları
fert-Allah-çevre ilişkisi etrafmda sorumlu tutar. İlgili bu sorumluluğu yerine
getirmek insanın performansını (takvasını) gösterir, ki; bu bakımdan "üstünlük
ancak takvada, Allah’dan korkmaktadır". (Veda hutbesi) Böylelikle üstünlüğün
ölçüsü, ihtiyarî olan içerisinde marifet-amel-takva gibi insana has nitelik
performans ve eylemler olmaktadır.

İslâm Milliyetini öngören Üsdat Bediüzzaman’a göre milletin
varlığını "dil, din, vatan" ilişkisi belirler.(38) İslâm Milliyeti mensuplarının
ırkları içinde tam olarak mezcolmuş, ve tamamiyle din-milliyet birbirinden
ayrılması mümkün olmayan bir bileşim meydana getirmiştir.(39) Mesela Türk
milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları
İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil Türk, Müslüman demektir. Hakiki
milliyetleri İslâmiyettir.(40) Bediüzzaman’ın millet konusundaki ilgili
yaklaşımı milletin romantik kuramı ile bir yönüyle benzerlik arzetmektedir. Bu
kuram kişinin belirli bir toplumun dili, kültürü, tarihi içinde doğduğunu ve
kişinin milliyetini kendisinden önce varolan bir toplumsal değerler bütününün
belirlediğini söyler.(41)

Diğer taraftan Ulusçuluk konusunda eser sahibi Ernest Gellner
benzer şekilde fiziksel ya da genetik olarak geçen özelliklerden, derin dinsel
kültürel özelliklerin genetik yapımızdaki kökleşmiş olan bazı alışkanlıklara
eşit düzeyde bir canlılığa ve değişmezliğe sahip olmalarının son derece önemli
ve ilginç olduğunu söyler. Bosnalı, Slav eski müslümanların "milliyet"lerini
"müslüman" olarak tanımlamalarını dinin milliyeti belirleyiciliği açısından
örneklendirmektedir. Hatta Rus hikayecisi A. Çehov’un hikayesinden sunduğu
kesitle konuya kesinlik kazandırmaktadır. Hikayede Rusya’da oturan şahsın,
muhtemel, Alman kökenine rağmen Almancayı pek bilmediğini ve Ortodoks dinine
atıfta bulunarak Slav olduğunu savunmasını Gellner, dilin ve özellikle de dinin
milliyeti belirlediğine delil olarak sunar.(42) Bu konuda şunu da söyleyebiliriz
ki, Türkiye’yi ortaklığa kabul etmek istemeyen Avrupa Topluluğu tarafından; "Siz
Asyalı (Müslüman) bir ülkesiniz ve aramızda din farkı var" denilmesi, dinin
toplumlar üzerinde belirleyiciliğini dolaylı olarak ifade edilmesidir.(43)
SosyoAntropolojik bir yaklaşımla özetlersek ırkî özellik, biyolojik olarak
doğuştan kazanılır. Kalıtımın da inkâr edilemez özellikleri bulunmasına rağmen
önemli olan kültür özelliği, daha doğrusu din-kültür (birde vatan) birliğidir.
Din-kültür birliği belirli bir kültürü taşıma anlamına gelir.(44)

İslâm Milliyetinin eşliğinde telaffuz edilen diğer bir tanımlama
"Müsbet Milliyet" kavramıdır. Şu farkla ki müsbet milliyet bir yaklaşım olarak
diğer dinlerin tabileri tarafından örnek alınabilecek bir genellemeye sahiptir.
İslâm milliyeti bir "ümmeti" tanımlarken, müsbet milliyet ortam gerçeğini
dikkate alan ve islam milliyeti için bir ön basamak niteliğinde, genele ait
önemli bir yaklaşım modeli özelliğindedir.

Bediüzzaman’ın tanımlamasıyla Müsbet milliyet, hayat-ı
içtimaiyyenin ihtiyacı dahilisinden ileri geliyor, teavüne, tesanüde sebeptir.
Menfaatli bir kuvvet temin eder.(45) Burada Müsbet milliyet, sosyolojik bir
yaklaşımla ele alınıp ihtiyaçlar boyutuyla fert-toplum ilişkisinin bir lazımı ve
bir motiv gücü olarak tanımlanıyor. İbn Haldun’un yaklaşımıyla Allah’ın, insanı,
hayatını sürdürebilmesi için bir çok şeye muhtaç olarak ve çevresindeki
şeylerden ancak onları bir üretim işleminden geçirdikten sonra yaralanacak
şekilde yaratmış olması, insanları bir araya gelerek belirli üretim dallarında,
zanaatlarda işbölümüne gitmeye zorlamak, böylece toplumlar halinde ve işbirliği,
yardımlaşma ve dayanışma içinde yeryüzünü imar etmeye yöneltmek içindir. Çünkü
en basit ve ilkel seviyedeki ihtiyaçlarını karşılamak için bile, insan
başkalarıyla işbirliği ve yardımlaşmaya gitmek zorundadır.(46) Gerek iş birliği
yardımlaşma dayanışma ve bu suretle işin verimliliğini ve bilahare toplumun
kalkınmasını netice veren bu vakıa, fert-toplumun motivasyonu ile ilgilidir.
Müsbet milliyetin, ırkçılığın olumsuz fonksiyonunun aksine "menfaatli bir kuvvet
temini" şeklindeki öngörüsü, böylece kalkınmanın güdüleyicisi olan önemli bir
manevi motivasyon faktörü olarak karşımıza çıkar. Müsbet milliyetçilik böyle
insani zorunluğun bir karşılığı ve sosyoekonomik kalkınmaya yönelik eğilime
"milliyet" bazında cevabıdır.

Bir başka boyutta müsbet milliyet, "İnsanların milletler
şeklinde yaratılmış" olmasının hikmet ve amacının bir tanımlamasıdır. Daha
doğrusu bu konudaki âyetin ruhuna uygun bir formudur. Çünkü Allah, Kur’an’da
öyle buyurmaktadır. "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım;
ta birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait
münasebetlerinizi bilesiniz ve birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile
kabile yaptım ki yek diğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve
adavet edesiniz değildir." (47) Anlaşıldığı gibi Mikro plânda insanların
simalarının farklılığı, insanlık hukuku açısından gerekli ve anlamlı olduğu gibi
makro plânda milletlerin farlılığıda sosyal hayat için böyle bir anlamlığa
sahiptir. Müsbet milliyet, milletlerin farklılığındaki anlamlığı anlamaya
çalışır ve ırkçılıkta olduğu gibi farklılığı "adavet" olarak değil "muavenet"
olarak (olması gerekeni) görür. "Milliyet" konusundaki bu "müsbet" yaklaşım tüm
insanlığa, eşyayı yaratılışına uygun, yerli yerinde kullanılmasını, bir takım
ben merkezli çıkarlar uğruna manipüle edilmemesini, "milliyet"i ifrata sapan
"ırkçılık" oluşumuyla diğer milletlere karşı bir düşmanlık aracı olarak
kullanılmamasmı öngörmektedir. Çünkü müsbet milliyetin yapısında erdemlik,
uygulanmasında adaletli yardımlaşma ve tabiki sonucunda başarı vardır. Yedi
milleti bünyesinde sükûnetle yaşatan Osmanlı uygulamasının bunun tarihe adanmış
örneği olarak anılabilir. Bu arada müsbet milliyetin ideal modelinin İslâm
milliyeti olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. Islâm milliyeti, ırkçılığın
irrasyonelliğinin, güdük mesajının ve negatif eğiliminin aksine rasyonel ve
evrensel nitelikli müsbet yönlü bir değere sahiptir.

IV-Çağın Beklentisini Karşılayabilmek

Asrı saadet insanlık tarihinin bir mirası olarak günümüze
tevarüs eden bir ideal modeldir. Bu ideal modelin yegâne dinamiği aynı
tazeliğiyle çağm insanının önündedir. Yaşanılan modern çağın bu son limitinde
Cahiliye Devrini temsil eden çekilmez problemleri, Saadet Asrının manevi
dinamiğine ivedi ihtiyaç duymaktadır. İnsanlık tarihe, hayata ve kutsala dönüş
özlemi içerisindedir.

Irkçılık, çağdaş insanın problemlerinden yalnızca biri ve onun
da vasat yolun "müsbet"ine ihtiyacı var. Konu gelip İlahi-evrensel mesajın
taşıyıcılarında düğümlenmektedir. İslâm’ın hükümleri, gene İslâm’ın emrettiği
vasatı gözeterek uygulamalıyız. Bize bu uygulamalarımızda ne kadar katı olmamız
emrediliyorsa o kadar katı olmalıyız, daha fazla değil, daha eksik de değil.
Yoksa ifrata veya tefrite düşme tehlikesi önümüzdedir.(48) Taşıdığı değerin
idrakiyle ebediyete göçen Amerikalı zenci müslüman Malcolm X, yaşadığı ortamın
asabiyet-i cahiliye hastalğına karşı, Asr-ı Saadet ruhuna yatkın şu çözümü
öneriyordu: Biz eğer İslâm’ı, yalnız zenciler arasında değil, bütün Amerikalılar
arasında yaymayı başarırsak, bu, beyazlarında ırkçı heveslerinden kurtulmasını
sağlayacağından sonuçta mevcut çekişme büsbütün ortadan kalkacaktır. Fakat
öncelikle bu yolun doğruluğuna sözde müslüman olmuş ırkçı eğilimli zencilerin
inanması gerekir.(49)

Dipnotlar

1. ADLER, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Dertay Yayınları,
İstanbul 1981, s. 40.

2. NURSİ, Said, B. Sözler Yayınevi, İstanbul s. 332.

3. AÇIKGÖZ, Halil, Cemil Meriç ile Sohbetler, Seyran,
İstanbul 1993, s. 2.

4. GAFFAR, Taşkın, Zaman Gazetesi (30 Aralık 1993).

5. EN-NEDVİ, Ebul-Hasen, Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler
Kaybetti, Bir Yayıncılık, İstanbul 1986, s. 311.

6. A. e, s. 312.

7. SONGAR, Ayhan. Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul
1981, s. 96.

8. (Efe).

9. En-Nedvi, s. 314.

10. BULAÇ, Ali, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, 6. B. Düşünce
Yayınları, İstanbul.

11. En-Nedvi, a.g.e., s. 318.

12. A.e., s. 317.

13. BERGER, Peter L. Dinin Sosyal Gerçeği, Çev. A. Coşkun,
İnsan Yayın.

14. CANATAN, Kadir, "Avrupa’da Irkçılık ve Şiddet
Hareketleri" Bilgi Hikmet, Sayı 3, Yaz 1994, s. 74.

15. ELİADE, M. "Din, Mit, Şiir Üzerine" Kon. K. Erdem,
İkisat ve İş Dünyası, s. 11, Mayıs 1993.

16. NURSİ, Said, B. Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul
1977, s. 302.

17. SABUNCUOĞLU, Zeyyat, Çalışma Psikolojisi, Uludağ Ü.
Basımevi, Bursa 1987.

18. ATALAY, Beşir "İktisadi Kalkınmada Geleneksel Değerlerin
Yeri (Japon Örneği) "İktisadi Kalkınma ve İslam, İslami İlimler Araştırma Vakfı
Yayını, İst. 1987, s. 72.

19. GÖNGÖR, Erol. "Din Gerçeği Üzerine", Din Gerçeği,
Hazırlayan, V. Vakkasoğlu, Cihan Yayınları, İst. 1984, s. 205.

20. TÜRKDOĞAN, Orhan, Toplum Kalkınması, Dede Korkut
Yayınları, İstanbul 1977, s. 59.

21. Atalay, A.g.e., s. 72.

22. TAŞKIN, Gaffar, "1993, Irkçılığın Hortladığı Yıl" Zaman
Gazetesi, 30 Aralık 1993.

23. ÜNAL, Ali, Mekke Ressuller Yolu, Pınar Yayınları,
İstanbul 1985, s. 21-22.

24. MUSLUHİDDİN, Muhammed, İslam ve Sosyoloji, Akabe, İst.
1987.

25. CANER, Mustafa, "Roger Garaudy", Zafer, s. 81 Eylül,
1983 s. 11.

26. KIRKINCI, Mehmed, İslam’da Birlik (Irkçı Bölücülüğe
Karşı), Cihan Yayınları, İstanbul 1987, s. 78.

27. ŞERİATİ, Ali, Toplum Bilim Üzerine, Çev. K. Sökmen Bir
Yayıncılık, İst. 1988, s. 123.

28. Büyük Lûgat (Osmanlı-Türkçe Ansiklopedik) Türdav,
İstanbul, 1985.

29. KARAKOÇ, Sezai, Diliriliş Çevresinde, Diriliş Yayınları,
İstanbul, s. 100.

30. Büyük Lûgat, A.g.e.

31. ÖZDENÖREN, Rasim, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler,
İnsan Yayınları, İst, 1985. s. 137.

32. ŞERİATİ, Ali, İslam Nedir, Çev. Ali Seyidoğlu, Bir
Yayıncılık, İst. (ty), 129.

33. DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Türkiye’de İslam ve Irkçılık
Meselesi, 3. b. Türdav, İst. 1983, s. 290.

34. KIRCA, Coşkun, 21. Yüzyılda Toplum Yapısı ve Devletler
Arası İlişkiler" 1. Yüzyıl Ansiklopedisi, Milliyet Yn. İst. 1991, s. 181.

35. MUSLUHİDDİN, Muhammed, İslam ve Sosyoloji, Akabe, İst.
1987, s. 84.

36. Nursi, A.g.e., s. 298.

37. ŞERİATİ, Ali, Toplum Bilim Üzerine, s. 123.

38. NURSİ, Hutbe-i Şami’ye, s. 65-66.

39. NURSİ, Emirdağ Lahikası 11. s. 222.

41. Kırca, A.g.e., s. 181.

42. GELLNER, Erenest, Uluslar ve Ulusçuluk, Çev. B.E. Bahar
ve G.G. Özdoğan, İnsan Yayınları İst. 1992, s. 129-130.

43. YALÇINTAŞ, Nevzat, "At Karşısında Türkiye’nin Cevabı"
At’nun Cevabı ve Yeni Tercihler, Aydınlar Ocağı Yayını, İst. 1990, s. 24.

44. ERKAL, Mustafa, Sosyoloji, Karadeniz Ü. İkt. ve İdar.
Bil. Fak. Yayını, Trabzon, 1982, s. 27.

45. Nursi, Mektubat, s. 299.

46. KOZAK, İ. Erol, İnsan Toplum İktisat, (İbn. Haldun’a
göre), Pınar yn. İst. 1984, s. 110.

47. NURSİ, A.g.e., s. 297.

48. ÖZDENÖREN, Rasim, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler,
s. 132.

49. ÖZDENÖREN, Rasim, Yeniden İnanmak, Nehir Yayınları, İst.
1986, 75.