Risale-i Nur’un gereği gibi anlaşılmasının, bazı engelleri
aşmayı gerektirdiğini söylemek sanırım mümkündür. Kimi durumlarda, Risale-i
Nur’u anlama yönündeki çabalar bu engellere takılır. Bu ise, eksik ve hatta
yanlış anlamalara yol açar. Sonuçta, hepsi Risale-i Nur’a atıfta bulunmakla
birlikte, birbirinin zıddı olan anlayışlar dahi zuhur eder.

Bu problemi aşabilmek için ise, en başta sözkonusu engelleri
tesbit edebilmek, aşılmaları için dikkat ve gayret sarf etmek elzem ve zarurî
bir görev olarak belirmektedir.

"Milliyetçilik" konusunun, bu yoğun dikkat ve gayreti gerektiren
en kritik konulardan biri olduğu kanaatindeyim. Milliyetçiliği esas edinmiş bir
millî devletin millî eğitiminden geçmiş insanlar olduğumuz bir gerçektir. Ve
özellikle son on yılda insanların iç dünyasını iki ayrı milliyetçilik akımından
birine veya öbürüne meylettiren gelişmeler yaşanmaktadır. Böylesi bir vasatta,
Risale-i Nur’un "milliyet" ve "milliyetçilik" meselesine bakışının gerektirdiği
bir çizgide durmak, Risale-i Nur üzerinde temellenen yoğun bir tefekkür çabasını
gerektirmektedir. En başta sözünü ettiğimiz "engeller"i tesbit ederek aşmak ise,
bu çabanın kaçınılmaz bir parçası hükmündedir.

Yolumuzdaki engeller

Bu engellerden ilkinin, Eski Said-Yeni Said ayrımında yattığı
kanaatindeyim. Bir asra yakın bir ömür yaşamış olan Risale-i Nur müellifi, bu
uzun ve bereketli ömrü içerisinde çok farklı hallere, çok farklı ortamlara, çok
ciddî "kırılma"lara ve dönüşümlere muhatap olmuştur. Bu farklı ortamlarda,
belağatın özeti olarak belirtilen "mukteza-yı hale mutabık" bir davranış
sergilemiştir. Eski Said-Yeni Said ayrımı bir yanda Risale-i Nur müellifinin
yaşadığı bir terakkiyi ve dönüşümü gösterirken, öte yanda onun yaşadığı
ortamdaki değişmeyi işaretler. Risale-i Nıır müellifinin yazdıklarını gerek
şahsındaki bu dönüşümü, gerek yaşadığı ortamda gerçekleşen çok keskin değişimi
ihmal ederek ele almak, çok ciddî anlayış problemleri doğurmaktadır.

İkinci bir problem, Yeni Said’in okunmasıyla ilgilidir. Yeni
Said, "yalnız ve yalnız imana hizmet hususu"1 üzerinde yoğunlaşmış;
"hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"den uzak durmuştur. İzahı bu yazının hacmini aşan
bu haklı ve hikmetli tavrına mukabil, cumhuriyet idaresince bilmecburiye
"hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"ye muhatap kılındığı anlar olmuştur. Meselâ,
mahkemelere çıkarılmış, birçok tazyike uğramış, hakkında birçok soru ve iftira
ortaya atılmış; tüm bunlara karşı iman hizmetini ve Kur’ân hakikatlerini müdafaa
için mukabelede bulunma dıırumunda kalmıştır. Bu mahiyetteki mektup ve
müdafaalarında doğrudan Risale-i Nur’daki Kur’ânî derslerin ve imanî
hakikatlerin muhatabı olan, hakikat taliplerine yönelik "söylem’den farklı bir
üslub kullanmaktadır. Îmanî ölçülerden uzak, dünyevîliği yol edinmiş bu "ehl-i
hüküm"e karşı konuşmaya mecbur kaldığında, deyim yerindeyse, onların anlayacağı
dilden konuşur Said Nursî.2 Bir örnekle açıklarsak, bir talebesine,
meselâ Abdullah Çavuş’a veya Hâfız Ali’ye konuşması ile, bir mahkeme reisine,
bir emniyet müdürüne veya İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a konuşması bir değildir.
Çünkü muhatabı bir ve aynı değildir. Bu fark, hikmeten olması gereken bir
farktır. İkinci durumda, muhatabının kabul etmediği imanî ölçülere doğrudan
atıfta bulunmaktan ziyade, onun dünyasını dolduran "Türklük," "devletin bekası,"
"asayişi muhafaza" gibi hususlar sözkonusu edilerek konuşulmaktadır. Sözgelimi,
Türklüğü meslek edinen bir ehl-i siyasete, Türklere asıl şerefini kazandıran
İslâmiyeti ders veren eserlere ve müellifine cephe almanın, mesleğiyle ne derece
uyuştuğu sorulmaktadır. Devletin bekasını meslek edinenlere, imansız bir gençlik
vücuda getirmeye çalışıp, imanın talimine yönelik eserlere düşman olmanın
anarşist, kural tanımaz bir nesli netice vereceği; eğer dâvâlarında samimi
iseler Risale-i Nur’a cephe almamaları gerektiği söylenmektedir. Bu bakımdan,
özellikle lâhikalarda ve mahkeme müdafaalarında rastlanan bu "söylem," Nur
Talebeleri için, "ehl-i dünya"ya, hususan "ehl-i siyaset"e nasıl muhatap
olunacağının usul ve üslubunu sunar. Fakat, onlara yönelik bu sözleri, doğrudan
Risale-i Nur’un asıl muhatapları için söylenmiş olarak okumak, meselâ Risale-i
Nur’un telifini Türklük, devletin bekası veya asayişi temin gibi sebeplerle
açıklamak, karşımıza ikinci anlama problemini çıkarmaktadır.

Bu iki problemle irtibatlı üçüncü bir problem daha sözkonusudur.
Bu problem, Risale-i Nur’a bir bütün olarak muhatap olma yerine, Risale-i
Nur’dan "kendimize göre" seçmeler yapmamızdır. Böylece, "kendimize uygun"
düştüğünü zannettiğimiz yerler alınıp, diğerleri devre dışı bırakılmaktadır. Bu
ise, dördüncü bir probleme zemin hazırlar: Risale-i Nur’a Risale-i Nur’un
terimleri ile değil; kendi terimlerimizle muhatap olmak. Açık bir örnek verecek
olursak, Risale-i Nur’un hiçbir yerinde şu içinde yaşadığımız "âlem-i şehadet"
için "tabiat" kelimesi kullanılmaz. Kâinat, mevcudat, masnuat, mahlukat
kelimeleri, nüanslarıyla birlikte, şu âlemi ifade için kullanılan başlıca
kelimelerdir. "Tabiat" ise Risale-i Nur’da reddedilen, mevhum olarak görülen bir
mefhumdur. Kâinatı ifade etmez. Bilakis, kâinatta işgören "şeriat-ı fıtriye-i
İlâhiye"ye yanlış olarak takılan bir isimdir. Yanlıştır; çünkü bir Hayy-ı
Kayyûm’un daimî tasarrufunu cilvelendiren şu mevcudat alemini, mekanistik ve
deterministik bir anlayışla açıklayanların terimidir. Risale-i Nur’da "tabiat"
kelimesine yüklenen anlam bu iken, bugün pekçok insan "tabiat"ı yaşadığı şehrin
beton duvarları dışındaki her yer olarak görür. Tabiatı böyle tanımlayıp hafta
sonları "tabiatı dolaşmak"tan söz eden biri, Risale-i Nur’un kâinat ve tabiat
ile ilgili bahislerini nasıl anlayabilir? Sözgelimi, kendi "tabiat" kavramını
esas alarak okuduğunda, tabiatı "mevhum" olarak niteleyen Risale-i Nur’u kâinatı
madum ve yok kabul eden Vahdet-i Vücut anlayışıyla aynı çizgide görürse, bu
doğru mu olur? Bu durumda, "O da bunu anlamış" diyerek mazur görülmesi mi, yoksa
"anlamadığı," "yanlış anladığı" hükmüne ulaşılması mı gerekir?

Diğer bir problem, "paradigma"larla ilgilidir. Bu terim, kişinin
düşünce yapısını ve düşünme tarzını belirleyen unsurları ifade eder. Sözgelimi,
bir Marksistin paradigması "sınıf çatışması"dır, "ekonominin herşeyi
belirlediği"dir, "emeğin sömürülmesi"dir. Herşeye bu paradigma ile bakan bir
Marksist, Hz. Peygamberin hayatını dahi bir "sınıf çatışması" olarak görür ve
"feodalizme karşı bir mücadele" olarak alkışlar. Ele aldığı konunun Fahr-ı
Kâinatm (a.s.m.) hayatı olması, o paradigmasmı değiştirmediği sürece, ona imanî
hiçbir kemalât kazandırmaz. Bilakis, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) her saniyesi
ubudiyet şuuruyla nurlanmış nuranî hayatını kendi kısır ve dünyevî nazarıyla
kendisi için lekedâr eder. Aynı paradigma problemini başka herşey, bu arada
Risale-i Nur noktasında görmek de mümkündür. Nitekim bir "radikal" onu devrimci
gibi görmeye çalışırken, bir modernist modernist, bir devletçi ise devletçi diye
görebiliyorsa, sebebi budur: yani, her birinin kendi paradigması ile Risale-i
Nur’a bakması. Risale-i Nur’un paradigmasmı değil, kendi kafasına yer etmiş
paradigmayı esas alması.

Tüm bunlardan sonra, şu söylenebilir. Herkesin kendi
paradigmasıyla, kendi tutturduğu yoldan Risale-i Nur’a bakmasına karşı belki
söylenecek bir söz yoktur. Sonuçta, böyle biri, kendi bildiğini okuyacaktır.

Fakat, kendimizi Risale-i Nur talebesi tarifi içinde görmeyi
arzuluyorsak, "kendi bildiğimizi" değil, "Risale-i Nur’un bildirdiğini" okumamız
icab etmektedir. Bu bakımdan, Risale-i Nur’a bir sosyolog, bir modernist, bir
radikal, bir milliyetçi olarak muhatap olanlar hanesinde yer almayıp, onu bir
Risale-i Nur talebesi olarak okumayı ve ona göre yaşamayı isteyen; niyeti ve
özlemi bu olan herkesin, bu engelleri aşması gerekmektedir. Yani, en başta, (1)
yaşadığımız asrın, yaşadığımız toplumun ve aldığımız eğitimin-bu arada, bilhassa
nefsin dünyamıza aşıladığı paradigmaları aşmamız; (2) Risale-i Nur’a Risale-i
Nur’un terminolojisi içinde muhatap olmamız; (3) Eski Said ile Yeni Said
arasmdaki, içinde bulunulan ortam ile de kesinlikle ilgili farkı fark etmemiz;
(4) Risale-i Nur’un hakaik-i imaniye taliplerine yönelik hitap tarzıyla, "ehli
hükûmet," "ehl-i siyaset" ve "ehl-i dünya"ya hitap tarzı arasındaki farkı
anlamamız gerekir. Bu hususlar gerçekleşmeyince, iyi niyetli olunsa bile,
Risale-i Nur’un tutarlı ve insicamlı tavrının dışında tavırlar
gelişebilmektedir. Daha da üzücü olanı ise, bu yaklaşımları geliştirenlerin
yalnızca kendi tavırlarını isbat ettiğini düşündükleri bahisleri serdetmeleri,
muhalif yaklaşım sahiplerinin de sadece onları çürütüp kendilerini haklı çıkaran
bahisleri almaları; her iki halde de bir bütün olarak Risale-i Nur’un rehber
alınmamasıdır. Sonuçta, iki farklı yaklaşım kendini isbata çalışırken, ortaya
Risale-i Nur birbiriyle çelişik sözler ve tavırlar içeriyormuş gibi bir durum
çıkmaktadır.

Nitekim, bugün aynı eserleri okuyup aynı eserlere atıfta
bulunarak bir Kürt milliyetçiliği geliştirenlerin de, bir Türk milliyetçiliği
geliştirenlerin de mevcut olması; aynı eserlere atıfla devletçiliğin de,
devrimciliğin de savunulması ciddî bir bakış ve anlayış probleminin
habercisidir. Zannımca, Risale-i Nur ne orada, ne buradadır. Böylesi zıt
anlayışlarm sebebi Risale-i Nur’un kendisi değil; ayrılmaz bir bütün olan
Risale-i Nur’un kısmen okunması, kısmen üstad ve mürşid seçilmesidir. Ki bu
durumda, Risale-i Nur üstad ve mürşid konumundan kaçınılmaz olarak düşmekte;
yalnızca kendi görüşlerimizi, ardına sığınarak savunduğumuz bir payanda konumuna
düşürülmektedir.

Risale-i Nur’un Milliyete Bakışı

Bu uzun girişten sonra, sözkonusu engelleri akılda tutarak
"milliyet" meselesini değerlendirmemiz gerektiğini belirtme durumundayım.
Risale-i Nur’u okurken şu veya bu milliyetçiliğin, şu veya bu milliyetin
üstünlüğü anlayışının izini üzerimizde hissediyorsak, bunun pekâlâ yanıltıcı ve
akıl karıştırıcı olacağının şuurunda olmamız gerekir. Hele hele millî devletler
çağında milliyetçiliği anayasanın değişmez ilkesi olarak benimsemiş bir millî
devletin millî eğitim çarkından geçmiş isek, bu hususta daha bir dikkatli
olmamız gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Risale-i Nur’un milliyet veya
milliyetçilik meselesine bakışını anlamamız için gerekli atıf noktası, ne
aldığımız eğitimdir, ne âit olduğumuz ırk. Bilakis, Risale-i Nur’un kendisidir.
Ki, kendine Kur’ân’ı rehber edinen Risale-i Nur’un en temel esası imandır,
ubudiyettir. O milliyet meselesine de bu temel üzere bakmaktadır. Bizim onun
milliyet meselesine bakışımız da, aynı temele oturtulmalıdır. Bu konunun Kur’ân
felsefe ayrımının ele alındığı On İkinci Söz, Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Söz,
Otuz İkinci Söz gibi imanî bir tefekkürün temellerinin atıldığı bahislerde bu
çerçeveye oturtulması, dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husustur.3

"Milliyet"ten kasdımız nedir?

İkinci önemli husus ise, "milliyet" ve "millet" terimleriyle
ilgilidir. Bu terimler Risale-i Nur’da ne anlamda kullanılır? Nerede hangi
anlamı taşır? Hususan Eski Said’in eserlerinde yoğun bir şekilde karşılaşılan
"millet" ve "milliyet" ifadesine yüklenen anlamlar nedir? Yeni Said, "milliyet"
ve "millet"ten hep Eski Said’in kasdettiği şekilde mi söz etmektedir?

Bu sorulara cevap bulmak, öncelikle Eski Said’in içinde
bulunduğu ortamı anlamayı gerektirmektedir. Eski Said, tanım itibarıyla Şeriata
dayanan, "farz-ı kifaye-i cihadı deruhde eden" bir "devlet-i İslâmiye"
içindedir. Ve bu devletin, devlet olmanın ötesinde ve üstünde bir konumu da
vardır: hilâfet. Dolayısıyla, Eski Said’in içinde yaşadığı coğrafya bütünüyle
dârü’l-İslâmdır. Sınırları içinde yaşadığı devlet, bütün Müslümanları temsil
eden ve hangi ırktan, hangi kavimden olursa olsun bütün mü’minlerin aynı
milletten sayıldığı bir devlettir. Kısacası, hepsi de İslâm milliyetinin
mensubudur. Eski Said’in yoğun "milliyet" tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık
sık "Milliyetimiz de yalnız İslâmiyettir" diyerek bunu netleştirmektedir.4

Bu bakımdan, Eski Said’in milliyet anlayışını, Türkiye adlı bir
millîdevletin (diğer bir deyişle, ulusdevletin) temelini oluşturan ırka, kavme
dayalı milliyet anlayışıyla iltibas etmek, çok net bir yanlışlıktır; ve hususan
Eski Said’in mesajını bulanıklaştırmaktadır. Bir kez daha vurgularsak, Eski Said
din üzerinde temellenen, esasını inanç birliğinin oluşturduğu bir devletin
çatısını oluşturan "kudsî İslâmiyet milliyeti"ne atfen konuşmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti ise, dinin yerine Türkçülüğün ikame olunduğu, "milliyet" ile de
Türklüğün kasdolunduğu bir yapıdır. Bu yapının "millî"liği "kudsî İslâmiyet
milliyeti"ni ifade etmemekte; bilakis İslâm milleti yerine ırka dayalı bir
milliyet anlayışını ikame çabasını yansıtmaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir
yapının aşıladığı "milliyet" tanımı hiçbir şekilde aynen alınıp Eski Said’in
tefekkürüne uyarlanamaz. Meselâ, Eski Said’in "Yaşasın ittihad-ı millî! Yaşasın
muhabbet-i millî"5 sözü, bir kavme hasredilerek okunamaz. Açıkçası,
bu sözü "Yaşasın Türklerin millî birliği! Yaşasın Türklük sevgisi!" diye okumak
imkânsızdır. "Yaşasın Kürtlerin millî birliği! Yaşasın Kürtlük sevgisi!" diye
okumak da imkânsızdır. Bu söz "Yaşasın Arapların millî birliği! Yaşasın Araplık
sevgisi" diye de okunamaz.

Aynı şekilde, Eski Said’in "Kimin himmeti milleti ise…"6
diye başlayan meşhur sözü, "himmetini Türk veya Kürt kavmine hasretme" şeklinde
anlaşılamaz. Zira bu sözün hemen altındaki paragrafta, milleti "kudsî İslâmiyet
milliyeti" olarak açıklamaktadır. Bu sözü "Bediüzzaman… terakki hadisesinde
milliyetçiliğin yerini vurgulamış olmaktadır. Ona göre milliyetçilik, İslâm ve
imanın bir gereğidir ve her Müslümanın tabiî malıdır"7 diye
yorumlamanın da imkânı yoktur. Zira, Said Nursî "müsbet milliyet"ten bahsetmekle
birlikte, "milliyetçilik"ten hiçbir yerde müsbet bir şekilde bahsetmemektedir. O
kadar ki, "Milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar"8
demektedir. Bir insanın "milliyetin mabud ittihaz edildiğini" söylediği
milliyetçilik anlayışını, öte tarafta "İslâm ve imanın gereği" görmesi
kesinlikle imkânsızdır. Böyle bir yorumlama, farklı bir anlayışın ifadesi
olmaktan öte, bir yanlış anlayışın ifadesidir. Ve bu yanlışa düşülmesinin en
önemli sebeplerinden biri Eski Said’in milliyet tanımının, bugün genellikle
kullanılan ırka dayalı "milliyet" tanımı ile ve dolayısıyla "milliyetçilik"le
karıştırılmasıdır.

Bir kez daha vurgulayalım: Eski Said’in milliyet derken kasdı,
"kudsî İslâmiyet milliyeti"dir. Millet derken kasdı, Kur’ân’da hususan "millet-i
İbrahim" şeklinde ifadesini bulan hangi kavimden olursa olsun mü’minler
cemaatidir.

Said Nursî’nin kendi ifadesiyle "Eski Said ile Yeni Said’in
beraber yazdığı" ve "Risale-i Nur’un fidanlığı" hükmündeki Mesnevî-i Nuriye’de
ise, Risale-i Nur’daki birçok meselenin gerçekten kısa cümleler ve paragraflar
içerisinde ele alındığı görülür. Milliyet meselesi de, aynı eserde, Yeni Said’de
gelişip serpilecek yeni bir tanımlamaya kavuşur. Yeni Said’in dünyasında, iki
ayrı "milliyet" tanımı vardır: (1) Eski Said’in "milliyet" tanımının aynen
devamı hükmündeki "müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti," (2) Cumhuriyeti
kuran kadronun benimsediği ve eğitim yoluyla hükümferma kıldığı "unsuriyet"e,
yani belli bir ırka, belli bir kavme dayalı "menfî milliyet." Bu yeni "milliyet"
kavramıdır ki; daha Mesnevî-i Nuriye’de, "Asabiyeti cahiliye gaflet, dalâlet,
riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud
ittihaz ediyorlar"9 dedirtecektir. Aynı eserde, milliyetçilik
nübüvvete râm olmayıp emanete ihanet eden "ene"nin bir uzantısı olarak
anlatılır. İslâmiyet milliyetine dayalı dârü’l-İslâmda "milliyet"i ırk esasma
dayandırma çabasının acı meyvelerinin devşirildiği bir dönemde yazılan Mesnevî-i
Nuriye, "ene"yle birlikte, "milletin enaniyeti" kavramını da getirir.10
Bu kavramın, "ene" kavramıyla birlikte Risale-i Nur’da açıldığı; her türlü
"asabiyet"in "ene"nin menfî kullanımı paralelinde zikredildiği görülmektedir.
"Otuzuncu Söz"de yaratılış hikmetini unutan, fıtrî vazifesini terk eden, kendine
mânâ-yı ismî ile bakan, kendini malik itikad eden ve böylece emanete hıyanet
eden "ene"nin, kaçınılmaz olarak "asabiyeti nev’iye ve milliye"yi de getirdiği
söylenir. Bu asabiyet "o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye
istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl’in evâmirine karşı mübareze eder."
Burada, Mesnevî-i Nûriye’nin asabiyet ile milliyetçiliği özdeşleştiren; ve
"gaflet, dalâlet, riya ve zulmet" karışımı olarak sunan anlatımıyla tam bir
paralellik vardır. Ve mahiyetirıi unutup vazifesini terk eden bu ene "Otuzuncu
Söz"de felsefe çizgisi ile özdeşleştirilir. Felsefe ise, Risale-i Nur’da esasen
Kur’ân’la karşı karşıya sunulur. Risale-i Nur’da sık sık vurgulanan
felsefe-Kur’ân ikilemesi içinde, "menfî milliyet"in ve "unsuriyet"in daima
felsefenin bir ürünü olarak vurgulandığı görülür. Nübüvvet yolunda, Kur’ân’ın
hikmetinde asabiyet yoktur. Bilakis, Risale-i Nur’un ilk talebesi olan
Hulusi’nin yorumuyla, "menfî milliyetçilik hissi yerine… peygamberlere imanı"11
ikame etmektedir-dikkat edelim, "müsbet milliyetçiliği" değil! Bu bâbda, Resul-i
Ekremin "İslâmiyet cahiliyet asabiyetini keser atar" hadisi, Risale-i Nur’un
birçok yerinde zikredilir. "On Beşinci Mektup"ta ise, hadisin devamı olarak, Hz.
Peygamberin "Habeşli bir kölenin bir Kureyşli efendi ile İslâmiyet nokta-i
nazarında farkı yoktur" mealindeki sözü de beyan edilir. Ki devamla gelen bu
söz, imanî ıstılah içinde "asabiyet" ile kasdolunan hususlar içerisinde
Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık gibi kavim ve kabileye dayalı asabiyetlerin başı
çektiğinin delilidir. Sözkonusu risalede "Unsuriyet ve milliyet esasları,
adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gidemez. Çünkü,
unsuriyetperver bir hâkim milletdaşını tercih eder, adalet edemez…" der Said
Nursî. Devamla, yukarıda zikrolunan hadisi kaydeder ve bu hadisin "kat’î
fermanı"nın şu olduğunu bildirir: "Rabıta-i diniye yerine, rabıta-i milliye
ikame edilmez; edilse, adalet edilmez, hakkaniyet gider."

Yine aynı risalede, net bir tanım ortaya konulmaktadır: "din ile
milliyet muharebesi." Ne var ki, bu açık ayrımı görmeyip, "dini milliyetle
takviye etmeye çalışanlar" vardır. Ayrıca, "millet namına, milliyet hesabına,
unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, ‘Milleti İslâmiyetle aşılamak
istiyoruz’ diye konuşanlar da vardır.12 Dillere umumen hakim olan
"Müslüman Türk"lük kimliği ve "Türk-İslâm" anlayışı ile sonuçlanan bu teşebbüsün
sahiplerini, Said Nursî "tahribatçı ehl-i bid’a" olarak tanımlamaktadır.
Tahribatçıdırlar; çünkü, kudsî İslâmiyet milliyetini "mevhum, muvakkat, cüz’î,
hususî, menfî.. belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına
dikme" çabası, onu kudsiyetinden koparmak anlamına gelmektedir. Bu teşebbüs
"ahmakâne ve tahribkârane, bid’akârane bir teşebbüs"tür. Aynı şekilde,
"Millet[fikrin]i İslâmiyetle aşılama" teşebbüsü, "ebedî ve daimî olan İslâmiyet
milliyetini, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlama" çabasıdır. Bu çabanın
mensupları tahribatçıdırlar; çünkü bu teşebbüs de kudsî ve ebedî Islâmiyet
milliyetini kudsiyetinden koparmakta, "İslâm milletini ifsad" etmektedir.

Bütün bu tanım ve tahlillerden, Risale-i Nur’da, bir yanda Eski
Said’in "kudsî İslâm milliyeti" tarifinin muhafaza edildiği; öte yanda, yeni
rejimin sunduğu "milliyet" tanımına açıkça cephe alındığı görülmektedir.
"Milliyet"in müsbet anlamda kullanıldığı bütün bahisler, "kudsî İslâm milliyeti"
tanımının esas alındığı yerlerdir. Cumhuriyet rejiminin sunduğu ve bugün tüm
zihinlere hakim olan ırk veya kavim temeline dayalı "genetik" bir milliyet
anlayışına ise, menfî bir anlam yüklenmektedir.

Milliyetçilik, İman Zaafının Tezahürüdür

Bütün bunlara mukabil, Yeni Said’in mahkeme müdafaalarında,
resmî zevatla muhatap olduğunda veya ehli dünyaya karşı, "menfî milliyet"in çok
zararlarından söz etmekle birlikte, "Milliyetçiliği terk edin" demediği görülür.
Bu tavrının sebebi, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasında net bir şekilde
açıklanmaktadır:

"Fikr-i miliyette bir zevk-i nefsânî var; gafletkârâne bir
lezzet var; şeametli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile
meşgul olanlara, ‘Fikr-i milliyeti bırakınız’ denilmez."13[Vurgular
bana ait. M.K.]

Buradaki tavır açıktır. Kesinlikle "Milliyet fikri iyidir,
hoştur, güzeldir; dolayısıyla kimseye ‘Fikr-i milliyeti bırakın’ demeyin"
şeklinde bir anlayışa ulaşmanın imkânı yoktur. Bilakis, kullanılan ifadeler,
Risale-i Nur’un genelinde çizilen tablonun özeti mahiyetindedir: Milliyet
fikrinde var olan nedir? Nefsanî bir zevk. Gaflet yüklü bir lezzet. Uğursuz bir
kuvvet. Bu tariflerin hiçbirinde "müsbet" bir boyut yoktur. Fakat, yine de,
içtimaî hayatlâ meşgul olanlara fikr-i milliyeti bırakınız denilmemelidir.
Çünkü, milliyetçilik bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Enenin emanete
hıyanetinin, nübüvvet çizgisinden sapınanın, felsefe çizgisine saplanmanın
kaçınılmaz sonucudur. Temeldeki bir zaafın tezahürüdür. Temeldeki hastalıklardan
dolayı milliyet fikrine saplanmış bir insana milliyetçiliği bırak demek,
vücudunu saran kanser illetinden dolayı başı ağrıyan bir hastayı, başağrısı
ilâcıyla tedaviye kalkışmak gibidir. Veya temeli sarsılmış bir binayı pencere
çerçevelerini değiştirerek tamire kalkışmak gibidir. Milliyetçilik, derinlerdeki
bir yaralanmanın sonucu ve belirtisidir; tedavisi, derinlerde bir çabayı, imanî
bir şuurlanmayı, enenin emaneti bihakkın eda eder hale gelmesini, felsefe
batağından kurtulup nübüvvet çizgisine râm olmayı gerektirir. Açıkçası, milliyet
fikri imandaki zaafın sonucudur; tedavisi ise, imanın talimi ve takviyesi ile
olur. Yani, insan, milliyetçilikten kurtulabileceği âlet ve ilâçları ancak iman
dersleriyle bulabilir. Meselâ, kendisiyle aynı soydan olan birinin başarısıyla
övünmek bir yanda milliyetçiliğin bir ifadesi olınakla birlikte, öte yanda
Kur’ân’ın ders verdiği "Size her ne güzellik isabet ederse Allah’tandır" imanî
sırrından gafletin de ifadesidir. Kul kendi üzerinde görünen güzelliği, hayrı
Allah’tan bilir ve böylece Ona teveccüh eder, Onun bu ihsanına karşı ubudiyet ve
şükürle mukabele eder. Kendi üzerinde görünen, kendisine verilmiş olanı
sahiplenmemekle yükümlü olan insanın, kendisiyle yetinmeyip başkasının üzerinde
görüneni dahi sahiplenmesi iman noktasında çok ciddî bir hastalıktır. Tedavisi,
ancak "biyedihi’l-hayr/Her hayr Onun elindedir" kudsî ilâcıyla mümkün olabilir.
Keza, kendi kavminden olan biri ile başka kavimden biri arasındaki bir kavgada
kavminin tarafını tutmak; dahası birinin hatasıyla onun kavmini de mahkûm etmek
milliyetçiliğin bir ifadesidir. Oysa Kur’ân adaleti emretmektedir. Adaletin iç
dünyamıza gerçekten yer etmesi ise, gerek kâinatın, gerek Kur’ân’ın ders verdiği
üzere, her fiili ve her emri adalet üzere olan bir Adili Hakîm’e bağlanmakla
mümkündür.

"Müsbet milliyet" vardır

Kudsî İslâmiyet milliyeti yerine, Türklük, Kürtlük gibi ırk
esasına dayalı milliyet tanımlarının Risale-i Nur’da genelde böylesi bir menfî
anlamla yüklü olmasıyla birlikte, "müsbet milliyet" tanımının da kullanıldığı
görülür. Bu satırların yazarı, "müsbet milliyet"ten asıl kasdın "İslâm milleti"
olduğu kanaatindedir. Nitekim, aynı risalede "müsbet ve kudsî İslâmiyet
milliyeti"nden14 söz edilmektedir. Bu sözün velev ki ırka dayalı
milliyet anlayışında da "müsbet" cihetler bulunduğu şeklinde anlaşılabileceği
düşünülsün, ortada çok ciddî uyarılar ve çok kesin kayıtlar sözkonusudur: "Şu
müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı..
yerine geçmemeli… Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını,
kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak
nev’inden ahmakâne bir cinayettir."15 (Bu noktada, İslâmı milliyetle
aşılama veya güya milliyetle, güçlendirme gibi teşebbüslerin Risale-i Nur’da
"bid’a," "tahrip," "ifsad" olarak görüldüğünü bir kez daha belirtelim.)

"Müsbet milliyetçilik" olur mu?

Risale-i Nur’un birçok yerinde "milliyet" meselesi ele alınmakla
birlikte, "milliyetçilik" kelimesinin ancak birkaç yerde geçtiği görülür. Bu
bahislerin birinde "menfî milliyetçilik,"16 diğerinde "menfî
milliyetçiler"17 denilmektedir. Sadece "milliyetçiler" kelimesinin
geçtiği iki bahisten birinde "milliyetçiler" "tahribatçı ehl-i bid’a" tanımıyla
özdeşleştirilmekte;18 diğerinde ise şöyle denilmektedir:

"Asabiyet-i cahiliye, gaflet, dalalet, riya ve zulmetten
mürekkeb bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz
ediyorlar."19

Bu ifadelerin hiçbirinde "milliyetçi"lik için müsbet bir
kullanım sözkonusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un
milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet
milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Oysa,
Risale-i Nur’un hiçbir yerinde "müsbet milliyetçilik"ten söz edilmemektedir.
Sözkonusu olan, "müsbet milliyet"tir ve bununla da hususan "kudsî İslâmiyet
milliyeti" kasdolunmaktadır. Ki, Risale-i Nur, "İslâm milliyetçiliği" dahi
önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya
Ermeni saatçiyi tercih gibi, "Emaneti ehline tevdi edin" İlâhî emrine dayanan
hakkaniyetli bir tavrı sunan Risale-i Nur’un "Müslümancılık" dahi yapmazken,
"müsbet milliyetçiliği" sözkonusu etmesi elbette düşünülemez.

Bu makalenin yazarı, en başta belirtilen hususlara dikkat
çekmekte ve Risale-i Nur’un tedavisine çalıştığı bir hali âdeta mazur ve meşru
duruma getiren "müsbet milliyetçilik" ifadesini aşılması gereken ciddî bir
yanılgı olarak görmektedir. Risale-i Nur’da "müsbet milliyet" vardır, "müsbet ve
kudsî İslâmiyet milliyeti ‘ vardır; ama "müsbet milliyetçilik" yoktur. Çünkü,
Risale-i Nur, her nevi asabiyetin tedavisine çalışmaktadır. Zira, Resul-i Ekrem
(a.s.m.) şu hadisiyle, iman hakikatlerinin kalblerde tam bir ma’kes bulmasının
asabiyetin aşılmasıyla mümkün olacağını ders vermektedir: "İslâmiyet cahiliye
asabiyetini kesip atar."

Dipnotlar

1. Tarihçe-i Hayat, s. 604

2. Yeni Said’in ehl-i dünya ile muhatap olması gereken
durumlarda, Eski Said’i vekil tutup onu konuşturması, üzerinde çalışılması
gereken mânidar bir husus olsa gerektir. Örnek olarak, bkz. "Yirmi İkinci
Lem’a," Lem’alar, s. 159; "Yirmialtıncı Mektup, Üçüncü Mebhas," Mektubat, s.
297.

3. Milliyetçiliğin "ene"den nasıl çıkıp nasıl beslendiğinin
Risale-i Nur Ekseninde bir tahlili için, Kertenkele Çukuru adlı kitabımızın
13-51. sayfalarına bakılabilir.

4. Hutbe-i Şâmiye, s. 83. Eski Said’in Yeni Said’in
tashihiyle neşrolunan tüm tüm eserlerine kabaca bir göz gezdirmek dahi, bu
vurguyu açıkça gösterir. Meselâ Hutbe-i Şamiye’ye bkz. "İslâmiyet milliyeti," s.
49, "kutsî milliyet" s. 49, "kutsî İslâmiyet milliyeti" s. 51, İslâmiyet
milliyeti" s. 57 vd.

5. Divan-ı Harb-i Örfî (yeni baskı), s. 89.

6. Hutbe-i Şâmiye, s. 51.

7. Prof. Dr. İbrahim Canan, Bediüzzaman’dan Çözümler,
İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1993, s. 121. Bu tarz bir anlayışta Sayın
Canan’nın yalnız olmadığını özellikle belirtmek gerekiyor.

8. Mesnevî-i Nuriye, s. 103.

9. a.g.e., s. 103.

10. a.g.e., s. 182.

11. Barla Lâhikası, s. 84. Ayrıca, bu mektuba konu olan,
"Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım"a bkz. Mektubat, s. 386 vd.

12. Mektubat, s. 410-411.

13. a.g.e., s. 297.

14. a.g.e., s. 297.

15. a.g.e., s. 298.

16. Barla Lâhikası, s. 84.

17. Mektûbat, s. 302.

18. a.g.e., s. 411.

19. Mesnevî-i Nuriye, s. 103.