"Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki,
Nihâyet kabirleri ziyaret ettiniz."
Kur’ân-ı Kerim,102/1-2.

Kader ve determinizm arasındaki bağ yeterince incelenmemiş ve
ele alınmamıştır. Bununla birlikte kaderin çoğu zaman determinizmi parçaladığı
ya da içerdiği söylenebilir. Aynı şartlar altında, aynı materyallerle yapılan
tecrübelerin aynı sonucu ortaya çıkardığı varsayımına benzeyen önermelerin tarih
ve tarihi olayların yorumunda kullanılması mümkün görünmemekle birlikte,
maalesef, genellikle şark toplumlarında "Tarih bir tekerrürden ibaret"
gözükmektedir.

Tarihin tekerrürü ya da bir nevi düşlere dönme tarihçiliğinin
nedeni-statik toplum yapısının yanında-tarihin bir inanç ve akide alanı hâline
getirilmesinin büyük rölü olsa gerektir. Başka bir deyişle "insann tarih
zindanı" anlayışının hükümfermalığı ile tarih ve tarihî hadiseleri toptan red
veya kabul şeklinde algılamanın tabiî bir sonucudur.

Özellikle şark toplumlarında "ders alınmadığı için tekerrür eden
tarih"in ve tarih anlayışının yansımalarını hayatın her alanında görmek
mümkündür.

Düşlere dönme tarihçiliği olarak adlandırdığımız tarih
anlayışını ve buna bağlı olarak türeyen etnik milliyetçilikler üzerinde
durmamızın asıl sebebi milliyetçiliğin kriz ideolojisi, tarihe duyulan özlemin
ise kriz zamanların afyonu olduğuna inanmamızdan kaynaklanmaktadır.

Fransız İhtilâlinin getirmiş olduğu kavga ve karmaşanın ve
pozitivizmin getirdiği maddi dünya görüşlerinin Hıristiyan Avrupalı ruhu üzerine
getirdiği baskının sonucu olarak doğan ve san’atta derin izler bırakan
romantizm, özellikle Fransız sanatçılarını tarihe ve millî kahramanlık
hikâyelerine geri döndürmüş bir nevi tarihî duygusallık hastalığı doğurmuştu.

Bir nevi marazi bir sapma olan bu durum ilerleyerek ataların
ruhunu kutsamaya vardı. Bu durum; romantizmin tarihçilik ve tarihî milliyetçilik
açısından "Kemalizm"in evrenselliğine ve evrensel insanına karşı yerlilik ve
milliliği ile karşı çıkması olarak yorumlanabilir. Avrupa’da romantik akımın son
bulduğu yıllarda ortaya çıkan Nietzche, milliyetçi tarihçiliğin insanlar
arasında doğurduğu düşmanlıklara dikkat çekmiş, bununla da Avrupa’nın lânetli
çocuğu ünvanını almıştı. Nietzche’nin milletleri birbirinden ayırdığını
düşündüğü tarihin kendisinden sonra aynı milletin "etnoslarını" ayıracak
seviyede düşmanlıklar doğuracağını kestirmesi mümkün değildi.

Avrupa’yı birbirine düşüren tarihî milliyetçiliğin bizim
dünyamızda yerini alışı da câlib-i dikkattir: Batının askerî ve mâli
teknolojisinin ilerleyişi karşısında başarısız duruma düşen Osmanlı devleti bir
türlü dikiş tutmayan bir seri ıslahat denemesinden sonra adeta ölümünü beklemeye
başladığında tarih romantizmi ile karşı karşıya gelmiş, münevverler tarihe ve
tarihin ruhuna sığınmaya başlamışlardır.

Namık Kemal, ilk tarihî roman olarak kabul edilen Cezmi’yi
tarihin tekerrürüne olan özleminden dolayı kaleme alır. Bu onun "Cihângirâne bir
devlet çıkardık, bir aşiretten" mısraının nesre, romana yansımasıdır. Bu yansıma
orjinal ve kendiliğinden oluşmuş bir yansımadan ziyade o nesilden başlayarak
günümüzde cinnete varan adaptasyon ve Batıda görülenin akislerini arama
hastalığının başlangıcıdır. Romanının konusunu seçerken Osmanlı tarihine
başvuran Nâmık Kemal’in sâiki ne yazık ki Batılıdır. Zaten kendisi Gülnihal
romanıyla Victor Hugo’nun Sefiller’inin eteklerine tırmandığını söyleyecek kadar
Batı edebiyatına hayrandır. Bu sebeple kendi tarihine dair yazdığı romanı ile
başka bir romanın ve romancının eteklerine yükselmek arzusu duymadığı
söylenemez. Zaten o dönemde penceresini Batıya çeviren Osmanlı münevverinin
gördükleri penceresinin büyüklüğü kadardır.

Namık Kemâl’den sonra da birçok tarihî roman yazıldı. Bu
romanların çoğunda da muharrirler okuyucuya tarihin "şanlı" devirlerinde
yolculuklar yaptırdılar. Gâyemiz tabiî ki, Türk romanı üzerinde fikir beyan
etmek değildir. Bu konuyu nazar-i dikkate sunmamız şu kaziyemizin gereğidir:
Eğer hâl, yani şimdiki zaman iyi ise tarihe ya da mâziye kaçmak, başka bir
deyişle tarihin tekerrürünü beklemek aklımıza gelmez. Misal vermek gerekirse;
Osmanlı devletinin en parlak dönemi olarak kabul edilen Kanûnî devrinde II.
Murad devrine dönme arzusu duyulduğuna dâir tek bir belge bile bulmak güçtür.
Oysa inhiraf ve inhizâmların arttığı IV. Murad devrinde padişaha bir ıslahat
paketi sunan ve bilinen adıyla Koçi Bey Risalesinin muharriri Koçi Bey, IV.
Murad’a Kanûnî devrine dönmeyi tavsiye eder. Oysa Bediüzzamân’ın deyişi ile
"Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl" olacaktır. Fakat, izmihlâlin
önlenmesi, yeni hâlin oluşmasına; yeni hâlin oluşması ise tarihin yeniden
yorumlanmasına bağlıdır.

Yukarıda bahsettiğimiz Nâmık Kemâl ve arkadaşları hâlin
kötülüğüne karşı tarihe ve mâziye kaçarken zaman ve devletin yapısı gereği
evrenselliği elden bırakmamış, etnik kökene bağlı olmayan bir Osmanlı
vatancılığını ve toprak milliyetçiliğini tarihî misallerden yola çıkarak
yüceltmişlerdi.

Osmanlıcılık evrenselliği ya da yarı evrenselliği Osmanlı
devletini yıkılmaktan kurtaramayıp Balkan kavimleri bağımsızlıklarını ilân
edince Osmanlı münevverleri iki değişik fikir akımına doğru sürüklenmiştir.
Bunlardan birisi İslâmcılık olarak adlandırılan ittihâd-ı İslâm fikri, diğeri
ise özellikle Rusya’nın Pan-Slavizmi ve Bismark Almanya’sının siyasî ideolojisi
olarak beliren Pan-Cermenizm’in kötü bir adaptasyonu olan PanTuranizm ya da Türk
milliyetçiliğidir. İslâmcılık akımı üzerinde durmamakla birlikte, adaptasyon
olduğunu söylediğimiz Pan-Turanizm’in ortaya çıkışında Osmanlı bünyesinden
ayrılıp bağımsız olmak isteyen Müslüman kavimlerin ihânet olarak kabul gören
hareketlerinin İslâm dini ile olan ilgisizliğinin iyi tahlil edilmeyerek,
Müslümanlığın birleştiriciliğinin gözardı edilmesinin rolünü de unutmamak
gerekir.

Pan-Cermenizm’in vara vara ırk üstünlüğü fikrine vardığını
müşahe etmekteyiz. Bismark ve diğer Alman ideologlarının Fransa karşısındaki
yenilgilere karşı geliştirdikleri PanCermenizm başka bir kriz, yani I. Dünya
Savaşının Almanya’da meydana getirdiği belirsizlik, yenilmişlik ve maddî sefalet
döneminde şekil değiştirerek etnik bir vandalizme dönüşmüş, Alman üstünlüğü tezi
ile ortaya çıkan Hitler’in elinde Cermen olmayanların itlâfma dönüşerek sonuçta
II. Dünya Savaşının patlamasına sebebiyet vermiştir.

Balkanlarda 1912’den başlayarak günümüze kadar süren süreç
içerisinde Pan-Slavizm binlerce Müslümanın kanına mal oldu ve olmakta devam
ediyor.

Her ne kadar Pan-Turanizm arkasına büyük bir askerî gücü
alamamış olmasından dolayı Pan-Cermenizm ve Pan-Slavizm’in açtığı yaralara
benzer yaralara yol açmadıysa da PanTuranizm mantık itibariyle sözü edilen
milliyetçiliklerden çok farklı değildir.

Türk milliyetçilerinin tarih yorumunda evrensellikten adeta bir
kaçış belirmistir. İlerleyen zaman içerisinde her ne kadar daha fazla dinî
motifleri bünyesine katmışsa da Türk milliyetçiliği başlangıçtan beri kavim
temeline oturtulmuştur. Adeta bin yılı aşkın bir süre devam eden İslâmî devir ve
tarih tayyedilerek nazarlar İslâm öncesi imparatorluklarına ya da eski
efsanelere döndürülmüştür. Bu durum Farsların Şahnâme, Almanların Nicbelungen
ruhuna karşı Oğuz Destanı ruhudur.

Türkçüleri bu ruha götüren asıl sebep İslâm öncesindeki
Türklerin sâf ve katışıksız olduğu ön kabûlüdür. İlk Türk milliyetçilerinin bu
atlamacı ve görmezlikten gelici bakış açılarından farklı görülmekle birlikte
aslında aynı gâyeye matûf olarak, Osmanlı tarihine eğilen milliyetçi yazar ve
tarihçiler Osmanlı realitesini Türklük üzerine kurma gayretine girişmişlerdir.
Meselâ; belki de Osmanlıyı asırlarca ayakta tutan devrişme sistemini sırf kavmî
endişelerden yola çıkarak inhitat ve yıkılış sebebi göstermeye çalışmışlardır.
Bunun yanında, meselâ Türk olmasına rağmen Osmanlı devletine fetret devrini
yaşatan Timur Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordusuna ihanet eden Murat Giray’ın
Türk olduklarını göz ardı ederek kavim birliğinin ille de siyasî birliğe
götürücü olmadığını anlamamakta ısrar etmişlerdir.

Her fırsatta Arapların Türkleri arkadan vurduğunu ileri sürerek
din birliği tezini tezyif etmeye çalışan milliyetçiler, Mısır valisi Kavalalı
Mehmet Ali Paşanın ordularının—ki Kavalalı öz be öz Türktü—Anadolu’da Osmanlı
ordusunu önüne katarak İstanbul’u ele geçirecekken, Ruslardan alınan yardımlarla
engellendiğini görmezlikten gelmektedirler.

Dünyada, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra bloklaşan
ortamda bir nevi donma karakteri gösteren milliyetçilik yerini ideoloji ve
ideoloji savaşlarma bırakmakla birlikte Tükiye’de milliyetçilik Marksizme karşı
çıkışı Marksizmin evrenselliğine di renme şeklinde belirmiştir. Türkiye’de
Ortadoğu’daki milliyetçi akımların varlığı nasyonal sosyalist senteze—çok küçük
belirtiler hariç—varamamış bunun tersi nasyonal dini sentezler ortaya çıkmıştır.
Birbirini sürekli doğuran milliyetçi akımların bir yansıması olarak Türkiye’de
Kürt milliyetçiliği ise Türk milliyetçiliğinin dinîliğine karşı Ortadoğu’daki
nasyonal Arap sosyalizmine benzer bir yönelişle genelde Marksist bir görünüm
sergilemiştir.

Sovyetler Birliğinin biraz da Şarklı karakterinden kaynaklanan
dogmacı Marksizmi üzerine kurulan yapısının çökmesi, maalesef dünyanın büyük bir
kısmmı tarihin tekerrürü çizgisine doğru sürüklemektedir. Bu süreçte
milliyetçiliğin, özellikle de etnik milliyetçiliğin yeniden patlak vermesi bizi
üzerinde ısrarlı olduğumuz noktaya, yani milliyetçiliğin kriz ideolojisi iyi
olmayan şimdiki zamanın tarihi milliyetçiliğe yol açtığı varsayımına
götürmektedir.

Bu durumun akislerini öncelikle, dağılan Sovyetlerin şimdiki en
büyük parçası olan Rusya’da görmek mümkündür. "Büyük Çöküş"ün hemen ardından,
özelde Türklere, genelde Müslümanlara olan düşmanlığı dile getiren ve gizlemeyen
Jirınowsky’nin Milliyetçi Partisinin ülkenin ikinci büyük partisi durumuna
gelmesi, Lenin posterlerinin yerini Deli Petro posterlerinin alması tesadüfî
değildir. Hatta Başkan Yeltsin "Lenin’in başarısız olmasını, Marks’ın hiç
doğmamış olmasını dilerdim. Bizim için önder Petro’dur" demesi milliyet
duygusunu ortaya koymaktadır.

Rusya’nın hortlayan Slav ruhunun bir göstergesi de
Bosna-Hersek’te Sırpların Boşnaklara karşı giriştikleri etnik vandalizme
verdikleri destektir.

Etnik vandalizm, ne yazık ki, sadece bir mensubiyet problemi
olarak görünmemektedir. Hür dünya diye empoze edilen Avrupa’nm özellikle bu
ilkel duyguyu körüklediği görülmektedir. Tabiî ki bu bölünen ve bölündükçe
zayıflayan ulus devletçiklerin maddî ve ekonomik gayelerle büyük ekonomilerin
pazarı olmaya sürüklendikleri aşikardır. Bir taraftan Avrupa Birliği adı altında
birleşen Avrupa ülkeleri ya anlaşarak ya da birbirlerine, yani ortakları olan
birlik ülkelerine münafıklık edercesine etnik yongalar üzerine yeni fabrikalar
inşası gayretine girişmiş gözükmektedirler.

Dağılan Yugoslavya’nın mirasçılarından Hırvatistan’ın Almanlar
tarafından himaye edilmesinin Ruwanda gibi geri kalmış bir ülkede iki kabile
arasındaki savaşın Fransa tarafından kışkırtılmasının başkaca anlaşılması mümkün
olmasa gerektir.

Sanayileşmiş Batının ve Amerika’nın ve yeni büyük süper güç
Japonya’nın ekonomik endişelerle ucuz iş gücü cenneti olan Çin rejimini
korudukları gerçeği de göz önüne alınacak olursa, blokların yok olduğu yeni
dünya ortamında, ekonomik büyük güçlerin gerektiği yerlerle etnik bunalımları ve
gerektiğinde kâr güdüsüyle statükoların da devamı yolunda gayret
gösterebildikleri ve gösterdikleri ortaya çıkmaktadır.

Eğer dünyada yeni büyük ortak değerler ya da ideolojiler doğmaz
ve bu günkü ortamda beliren etnik vandalizm milliyetçilikleri devam edecek
olurlarsa, insanlık belki de destan devirlerine geri dönecek, kabilesinin şecaat
ve üstünlüğünü dile getiren şâirler, düşman kabilelerinin ve düşman kabileleri
üzerine kurulmuş kulelerde, kendi kabilelerini öven kasideler okuyacaklardır.

Kendileri için tarihin tekerrürden ibâret olduğunu söylediğimiz
tâifelerin tarihten ders alarak tekerrürüne müsaade etmemeleri, "örs ya da
çekiç" olma dışında alternatiflerin de olabileceğini düşünmeleri gerekir.