Bilindiği üzere insanoğlu diğer varlıklardan çok daha gelişkin
olarak varlıklarını, kendilerini sosyalleştirebildikleri ortamlarda
sürdürebilirler. Bütün sosyalleşme biçimleri, içerisinde bulunulan kültürel,
psikolojik, inanç temelli, hatta coğrafi şartların etkisi çerçevesinde
şekillenir.

Sosyal bir varlık olarak yaşamak zorunda olan insanların aile,
topluluk, cemaat, millet hatta tartışma konumuzun ötesinde bulunan ümmet
sürecindeki gelişimi ve yapılaşmasında birlikteliği ifade eden bu kavramlara
verilen anlamların tartışılmaz bir önemi vardır. Birlikteliğin birlikteliği,
yani bağlanmayı gerektirecek bağların yokluğu halinde gerçekleşmesi mümkün
olamaz. Şu halde bütün toplu yaşayışa ilişkin kavramların ardında "bağ"
anlamlarını Bediüzzaman’ın terminolojisine göre "rabıta" unsurlarını aramak
gerekir. Aile kavramının oluşturduğu yapının coğrafyalar arasında
farklılaşmasının sebebi, bu kavrama yüklenen bağlanma biçimine ilişkin
anlamlardaki farklılıklardır şüphesiz. Bu noktada vurgulayalım ki, insan
cemiyetlerine oranla çok daha karmaşık, sistematik ve harmonik ilişkiler içeren
bazı hayvan taifelerinde rastalanan sosyal guruplar, ancak Yaratıcı’nın takdir
ettiği proğramlanmış hayatın tartışılmaz bir sonucudur. Oysa insan fıtratı
kendisini sosyal olmaya zorladığı halde bu sosyalleşmenin yapısal ve ilişkisel
özellikleri konusunda insan iradesi "ızdırari", karşı çıkılmaz kurallarla
kısıtlanmamış; sadece Külli İrade "Kitabi Şeriat" kanalıyla mükemmeli,
doğrularla yanlışlar arasında bir çizgi çizerek ortaya koymuş ve insana takdim
etmiştir. Belki bu irade serbestisi içindir ki bugün kesin ve genel kurallar
oluşturabilmekten en fazla uzak olan bilim dallarından birisi sosyoloji
olmuştur.

Sosyal oluşu ifade eden, insanları toplu halde tanımlayan
"millet" kavramını irdelerken ve buradan hareketle bir "milliyetçilik"
kavramlaştırması ortaya koyarken, bu kavramı anlam ve kapsamları farklı olan
başka benzer kavramlarla karşılaştırmamız gerekir. Aşiret, kavim, ırk, cemaat,
toplum (cemiyet) gibi kavramların millet ile ilişkisi hemen dikkatimizi çeker.
Dikkatimizi çeken bir diğer hususta birlikte oluşu ifade eden bu kelimelerin
içlerinde taşıdıkları bağlanma faktörleri arasındaki farklılıklardır. Örneğin
"aşiret"te tamamen aile ilişkileri, kan bağı gibi dar bir çerçeve belirirken,
aşiret içerisinde ırka vurgu yoktur. "Irk" ta ise bedenlerin bio-fizyolojik
özellikleri belirleyici olur. Öte yandan cemaat kaynağı cismani olmayan kültürel
eğilimler bazında oluşmuş bir birlikteliği kasteder. Cemaatçilik ya da ırçılık
bu kelimelerin taşıdıkları anlamlara ilişkin bağların savunulması, canlı
tutulması suretiyle kendi içlerinde sosyalleşme amacını taşıyan kavramlardır.
Ümmet kavramı ise sadece din bağlamında oluşmuş bir bütünlğü ifade eder.

Acaba millet ve milliyetçiliği yukardaki çerçeve içerisinde
nereye oturtmamız gerekir? Bu kavrama İslami bir gözlükle nasıl bakabiliriz? Adı
geçen kavramı geçmişte veya bugün farklı coğrafyalarda kullanan insanların, bu
kavrama yükledikleri anlamlar arasında birlik gözlemlenebilir mi? Hepsinden öte
Bediüzzaman’ın yaklaşımını nasıl sistematize edebiliriz? Herhalde bu sorunların
muhtelif cevapları, millet kavramına yüklenen anlamların sınıflandırılmasıyla
ortaya çıkabilecektir.

Sosyal yapı ve ilişkileri tanımlamaya dönük, diğer bütün
kavramlar gibi milliyetçiliğin de değişik versiyonlarıyla karşılaşabiliriz.
Demokrasi ya da laiklik kavramına bütün insanlığın üzerinde müttefik olduğu
anlamlar yüklenemediği gibi benzer bir konsensüs ortamı yer yer farklı rabıta
unsurlarıyla ilişkilendirilen milliyetçilik için de sağlanamamıştır.

İsim veya resimin değişmesi geri plânda gizli anlamın da
değişmesi anlamına gelmez. Kezâ, değişmez isimlerin arkasında değişen anlamların
da gölgesinden bağımsız olarak tahlil edilmesi gerekir. Demek istediğimiz
milleti ırk bağlamında tanımlayanların milliyetçilikleriyle, aynı varlığı insan
topluluklarının yerleşmiş bulundukları coğrafî alan bağlamında tanımlayanların
milliyetçiliklerinin çok farklı olduğu gerçeğidir. Şu halde milliyetçilik
tartışılmaz bir tabiat kanunu değil, insanların ürettiği bir ideolojidir.

Herhalde, bu kavramı ilk ortaya atanların getirdikleri tanımlara
bağlı kalınsaydı, aynı kavram farklı toplumlarda farklı bağlanma biçimlerini
ifade etmek için kullanılamazdı. Alman ırkının saf anmalda üstünlüğünü savunan
Hitler’in Nasyonel Partisiyle; örneğin Türkiye’nin Milliyetçi Partisi tam olarak
aynı felsefi esarlar üzerine kurulu değildir.

Toplu oluşları ifade eden kavramların üzerine bina edildiği bağ
(rabıta) unsurları sözkonusu topluluğa tabi olmayı şeref addeden insanlar
tarafından değerli şeyler olarak görülmek zorundadır. Tartışmaların,
boğuşmaların çıktığı yer, değer atfedilen unsurların hem nitelik hem de kapsam
yönünden taşıdıkları anlamlardır. Çünkü insanlar var olan bütün değerlere
taliptirler ve bu değerleri diğerleriyle beraber veya diğerlerinin rağmına elde
etmek isterler. Çatışmanın bütün bağ unsurları için çıkması mümkündür ama,
çatışmanın boyutunu bağ unsurlarının "tükenirlik" durumu belirler.

Bağ unsurları dünyevî veya uhrevî olabilir. Uhrevî unsurların
cismani bir sınırı olmaması ayrıca bunların herkese açılabilir birer kapıya
sahip olmaları, bu çerçevede doğabilecek çatışmaları sınırlar. Ayrıca tarihte,
bu tarz çatışmalar çok genel gurupların oluşturduğu cepheler arasında doğmuştur;
tıpkı eski din savaşları gibi… Oysa dünyevi bağ unsurları örneğin "bir ırkın
üstünlüğü" tezine bina edilen bağlanma biçiminde üstünlüğü iddia eden bütün
ırklar ki hiç bir ırk başka bir ırkın kendisinden üstün olduğunu kabul edemez
küçük cepheler halinde aynı sınırlı değeri elde edebilmenin mücadelesini
verecektir.

Belli bir bağlanma biçiminin vurgu ve şiddet kazanmasını ifade
eden milliyetçiliğin fertler arasında değil toplumlar arasında ne gibi
çatışmalar oluşturulduğu veya oluşturabileceğine bulunabilecek cevap,
milliyetçiliğin üzerine bina edildiği millet tabirinde yatar.
Cepheleşme-globalleşme çizgisinde milliyetçiliğin bulunduğu yer kadar
"çatışma-bütünleşme" eğilimlerinde olduğu gibi milliyetçilik kavramının da
oluşturduğu psikolojik bir düzlem vardır ve bu düzlem zaman içerisinde
psikolojik boyutu da aşarak olgusal dünyaya, fiili tutumlar ve durumlar halinde
yansır.

Sıklıkla kullandığımız soyut kavram millet, ilk bakışta
zannedildiği gibi birlikte tanımlandığı bir ırkı ifade etmez. Yani çoğu zaman
Türk milleti ile Türk ırkı ifadelerinden aynı anlam kast edildiği halde gerçekte
bu iki ifade, kullanımlarına göre çok farklı anlamları yansıtırlar. Esasen
kavgalar da çoğu zaman bu anlam kargaşasından ortaya çıkmaktadır. Ayrıca muğlak
ifadelerin-laiklik kavramında olduğu gibi-gerçek niyetlerinin gizlenmesinde çok
iyi birer kamuflaj vasıtası olabilmeleri, bu ifadelere olan eğilimleri
arttırmaktadır. Din bağına dayalı bir yapısal modelin, yani ümmet tanımının
karşısında geliştirilen laiklik modeliyle birlikte oluşan boşluğun doldurulması
hedefindeki milliyetçilik (ulusçuluk) aslında yeni bir yapısal model olarak
önümüde sunulmuştur. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin tartışılması bu
kavramın negatif sonuçları deşifre edilerek zararsız hatta mümkünse faydalı hale
getirilmesinin yollarının tespiti amacını taşıyabilir.

Şu halde milliyetlere ilişkin tartışmaların, millet kavramına
ilişkin tanımlamalarla başlatılması gerekir. Vazgeçilmez kültürel yapımızı
oluşturan İslâmın sosyal bağ olarak ırkı şiddetle reddettiğini görüyoruz. Arap
ile Acem arasında üstünlük olmadığını, üstünlüğün ancak takva ve fazilete göre
gelişebileceğini vurgulayan hadis ya da cahiliye döneminin kötü ve çirkin bir
geleneği olan "asabiyetin" kaldırılışını belirten ifadeler önümüzde tartışılmaz
birer gerçek olarak bulunuyor. Kendisini Hz. Peygamberin (a.s.m) huzurunda Fars
ehlinden (Minehli Faris) tanımlayan İran asıllı bir azatlı olan Hz. Abdurrahman
lbn-i Ebi Ukbe’nin babasına Hz. Peygamber (a.s.m) "Niye ben Ensari bir köleyim
demedin? Bir kavmin kızkardeşlerinin oğlu o kavimden sayılır." derken (Ebu
Davud, Edep 121, 5/32) kişinin kendisini ırk birliği olan insan topluluğuyla
değil, kültür birliği olan insan topluluğuyla tanımlaması gerektiğine vurgu
yapıyordu.

Milletin tanımlanma biçimi, çeşitli ideolojilerin de can damarı
olmuştur. Çünkü bütün sosyal ilişkiler bu tanımlama esası üzerine bina
edilecektir.

Millet tanımlanırken kapsamları ve nitelikleri farklı muhtelif
rabıta unsurlarıyla karşılaşırız. Bunlar, mensup olunan ırk ortamında yaşanılan,
sınırları belli toprak parçası (vatan), konuşulan dil, inancı taşınılan din ve
son olarak daha yeni geliştiğini söyleyebileceğimiz dinden soyutlanmış şekliyle
ortak etkisi altında bulunulan homojen karakterli kültürel atmosfer… Bu
unsurların ilk ikisinin cisimsel vücudun varlığı, boyut ve karakterlerin sınırlı
olması hemen dikkat çeken son üçünün zihin ve kalp boyutunda fizik dışının
sınırsızlığında yer aldıkları görülmektedir.

Bağ unsuru olarak sadece vatan ele alındığında milletin
tanımlandığı alanın coğrafi boyutu kesin bir çizgiyle ortaya konabilir. Böyle
bir coğrafi alan içerisinde yaşayan insanlar için alan dışında milliyetlerinden
olan başka insanlar bulunamayacağı gibi bağlılıkları da sadece dünyevi olan
zayıf bir temel üzerine kurulacaktır. Öte yandan tek başına dil unsuru, kültürel
bir içerik oluşturması ve iletişimin en önemli vasıtası olması sebebiyle,
"vatan"dan daha güçlü olarak karşımıza çıkar ve boyutlarının belil bir vatan
alanı ile sınırlandırılmasına engel olur. Irk ise cesetlerin bio-fizyolojik
özellikleri üzerine kurulu bulunan, boyutları ancak olduğu gibi kabul edilmek
zorunda olan bir çerçeve sunar. İnsanlar hangi topraklarda yaşarlarsa
yaşasınlar, din, dil, vatan, kültür gibi diğer bağlamlardaki pozisyonları ne
olursa olsun dikkate alınabilecek tek unsur kan bağlarının anlamıdır.

Din ve homojen karakterli kültürel atmosfer ise boyutları en
geniş olan iki unsurdur.. İletişimin süratle gelişmesinin ortaya çıkardığı
kültürel değişim din bağlamındaki birlikteliğin bile aşılmasını zorlamıştır ama
kültürel atmosfer hiç bir zaman dini oluşturduğu zihin ve kalp derinliklerindeki
şiddetli bağlanmaya rakip olamayacak kadar zayıftır. Bu iki bağlanma biçiminde
millet, vatan ve din unsurlarının da ötesine taşar. Zaten homojen karakterli
kültürel atmosferin ütopya da olsa üretmeye çalıştığı en önemli sonuç,
globalleşen dünyanın homojen karakterli "tek millet"ini meydana getirmektir.

Bütün bu beş unsurun her birinin tanımladıkları millî çerçeve,
karşıtlarını da dairelerine çekme eğilimindedirler. Kendileri vardırlar; ya
diğerlerinin kendi varlıklarında yok olmalarına dair bir eğilim gösterirler ya
da varlıklarını kabul ettikleri diğerlerinin karşısında varlıklarını güçlü bir
kimlik olarak tutmak isterler. Diğerlerinden farklı olarak ırk unsuru ise fiili
bir imkansızlıklarla karşı karşıyadır. Dil, din, vatan, kültür değiştirilebilir
ancak ırk değiştirilemez. Bağlanma kan bağıyla gerçekleşiyorsa kan uyuşmazlığı
olanlar dışlanmak ya da yalancı bir çözüm olarak asimile edilmek-yine fizyolojik
değil kültürel düzeyde-bir kan ilişkisi oluşturulmak zorundadır.

Yukarıdaki çerçevede Hz. Bediüzzaman’ın millet kavramına
yaklaşımı oldukça dikkat çekicidir. Eserlerinden anladığımız kadarıyla ideal
anlamda savunduğu şey "İslamiyet milliyeti ve milliyetçiliği" şeklinde ifade
edilebilir. Ancak, laiklikle birlikte gelen yeni ve kaçınılmaz bir zihinsel
atmosfer, toplumu kuşatmıştır. Bu durumda belki de ehvenüşşer olarak milleti
İslâmın tanımladığı millet kavramıyla çatışmaz bir hale dönüştürmek istemiştir.
Ancak bunu yaparken milleti geniş gösterme eğiliminde bir yaklaşım sergilemekte
ve mümkün olduğu kadar farklı toplumların aynı millet çatısı altında ifadesini
yeğlemektedir.

Hz. Nursî, milletin üç ayrı rabıta bağlamında tanımlanabileceği
tezini savunur. Bunlar din, dil ve vatan birliğidir. Bu üç unsurda müttefik bir
topluluk güçlü bir milleti oluşturduğu gibi bunların en az ikisinde birliği olan
toplulukları da millet sınıfma dahil eder. (Bkz. Mektubat, Yeni Asya
Neşriyat,1994, s. 314 ) Ancak bu tanımlamalar arasında ırk ve dinden soyutlanmış
homojen kültürün yeri yoktur.

Türkiye coğrafyasında yaşayan inanların oluşturduğu ilginç bir
farklılıklar atmosferi vardır. Coğrafyayı sınırladığımız için tek ve aynı olan
sadece paylaşılan ve bağlanılan vatan topraklarıdır. Bir çok farklı dine mensup
bir çok farklı dili -en azından anadili itibariyle konuşan farklı ırkî
özellikler gösteren, genel kültürel bütünlüğün arkasında gizli özel kültürel
geleneklere sahip olan bir toplumla karşılaşıyoruz. Ancak özeldeki bir çok
farklılık geneldeki bir çok benzerliğin arkasında gizlenmiştir.

Yüzde doksan dokuzunun Müslüman olarak tanımlandığı bu toplumda
Hıristiyan Musevî veya diğer dinlere mensup küçük grupların yanında İslâm
içerisinde gelişmiş farklı mezheplerden oluşan bir mozayikle karşı karşıyayız.
Neredeyse herkesin Türkçe konuştuğu bir sosyal hayatta Kürtçe, Lazca, Çerkezce
hatta Süryanice’nin konuşulduğu bir ortama sahibiz. Toplumun kendini Türk
milleti olarak tanımladığı veya böyle tanımlandığı bir ortam, oldukça farklı
etnik kökenlere sahip insanlar tarafından oluşturuluyor. Ayrıntıları tahlil
ettiğimizde bunların üzerinde örülmüş özdeşlikleri şaşırtıcı bulabiliriz. Ancak
bu özdeşlikler dinden soyutlanmış yapıdaki hakim bir felsefenin dayatmalarının
etkisi altında oluşturulmaya çalışıldığı için, özlere oturamamış, iç
dinamiklerde yavaş yavaş patlamaya yönelen gerginlikler oluşturmuştur.

Şu halde böyle bir toplum nasıl bir formülle gerçekten aynı ve
tek bir millet olarak tanımlanabilecektir. Bu tanımlama, ilişkilerin biçimine de
ışık tutar.

Kişisel olarak, Hazreti Bediüzzaman’ın ileri sürdüğü üç unsuru,
yalnızca birlikte milleti tanımlayan olmazsa olmaz bağlar olarak görmüyorum.
Onun bu unsurları ihtiyaç duyduğumuz, birinin yetmediği yerde diğerlerine
başvurabileceğimiz rabıtalar olarak algıladığını düşünüyorum. Hatta din birincil
olmakla birlikte, diğer bağların, destekleyici anlamda varlıklarını kabul
ettiğini sanıyorum.

Zihnimiz bir diz sorularla karşı karşıyadır. Dil bağı açısından
baktığımızda bu vatan topraklarında bizim konuştuğumuz dili konuşmayanları
farklı bir millet olarak mı algılayacağız. Ya da din birliğimiz olmayan
insanları, milli kimliğimizden koparmamız mı gerekecek. Ya da tersinden bakarsak
vatan sınırlarımız dışında dinimizi paylaşan toplumlarla aynı millet mi
olacağız. Aynı soruyu uzak Doğu’da veya Kafkaslar’da bizim dilimizi konuşanlar
için de sorabiliriz. Hatta aynı soruları bizim vatanımız içerisinde yaşayan
farklı dil veya dine sahip insanların, diğer ülkelerde yaşayan özdeşleri için de
sorabiliriz. Görüldüğü gibi milleti tanımlamak zannedildiği kadar kolay
değildir. Bu yüzden milliyetçilik, belli sınırların ötesine taşıldığında ciddi
sorunları beraberinde getirir.

Hz. Paygamber (a.s.m) zamanında İslâmın intişarı ile birlikte
bağlanma sadece inanç temelinde gelişmeye başladı. Kâinatın sahibine inanan
farklı kavimlerden müteşekkil insanlar tek bir millet; buna karşılık, yine
farklı kavimlerden oluşan ve inkârda birleşen müşrikler, bir diğer terk
milletti. Şiddetin yerini sulha bırakması ve farklı dil ve din mensuplarının
aynı sosyal ortamda birleşmeye başlamasıyla birlikte, biraz daha geniş kapsamlı
arayışlar ortaya çıktı. İşte Bediüzzaman’m milliyetçilik konusuna Mektûbatı’nda
getirdiği yaklaşım önümüze ciddi bir çözüm olarak konmuştur. Bu yaklaşımla
milliyet, kan bağı reddedilmiş biçimiyle bir tür akrabalık/komşuluk ilişkisine
dönüştürülmüştür. İnsanların çok yakın, az yakın, daha az yakın akraba/komşuları
vardır ve yakınlık derecesi ne olursa olsun her halükârda bu bağ korunur. Zaten
önemli olan bağın korunması, arzulanan da bağın güçlü olmasıdır.

Sonuçta milletin en önemli bağı, hatta tanımı olarak din
karşımıza çıkar. Bediüzzaman’da bu, "milliyetimiz İslâmiyettir" şeklinde
ifadesini bulur ve o birçok yerde "İslâm milleti, İslâmiyet milliyeti"
tabirlerini kullanır. (Örn. için bkz. Mektûbat, s. 424) Irka dayalı bir
milliyetçilik anlayışını hakim kılmaya çalışan döneminin siyasilerine "350
milyon İslâm cemaatinin uhuvvetini" teklif ederken de (Mektubat s. 408) onun
anlatmak istediği vatan sınırlarını aşan inanç temelindeki rabıta unsuruna
verdiği önemin vurgulanmasıdır. Hatta biraz daha ileri düzeyde milleti oluşturan
unsurlar arasmda sadece dinin yeterli olması bir yana, belirleyici olduğunu da
söyler. Bu, milletin "ümmet birliği" anlammdaki ifadesidir. Zaten millet -bizde
hakim olduğu dönemin ifadesiyle ulus- belirttiğimiz gibi ümmet anlayışına
yapılan saldırılara paralel olarak dinden soyutlanmak, bağlantıları arasından
dinin çıkarılmak istendiği bir toplumda meydana gelen boşlukları doldurmak için
üretilmişti.

Şu halde insanlar kendileriyle aynı dine mensup olan insanlarla
milli birlikleri olduğunu düşünebilirler. Din birliği ile birlikte dil birliği
de varsa millet daha güçlü bir yapı arz eder. Vatan ile bu çok daha güçlü bir
hale gelir. Kısaca Bediüzzaman asli unsuru din olmakla birlikte dil ve vatan
dolayısıyla kültür bağlarıyla güçlenebilen bir millet tanımını teklif
etmektedir.

Kendi zaviyemizden bakarsak, ırkları ne olursa olsun aynı dini
paylaştığımız insanlarla milli birliğimiz vardır. Bu yaklaşım "ne Arab’ın yüzü,
ne Şam’ın şekeri" yaklaşımını lânetler. Ama en az iki rabıta, dil ve vatan
bağlamında da bir eşleme yapılabileceği şeklinde anladığımız Bediüzzaman’ın
getirdiği bu ek ve daha esnek yaklaşım, dinlerinden kopsalar bile aynı vatan
içerisinde aynı dili konuştuğumuz insanlarla bile milli rabıtaya sahip
olabileceğimizi göstermektedir. Türkiye için böyle bir millet ve milliyet
yaklaşımı, Kafkaslar’dan Uzak Doğu’ya, hatta Afrika’ya kadar çok geniş kitleleri
içerisine alabilecek durumdadır. Meşhur Bolşevik ihtilalinden sonra her türlü
dar kapsamlı millî tanımlamaları tankların altında ezen Komünizm hareketinin
yeni bir "enternasyonel adam" tipi oluşturma çabalarının, 60 yıl gibi kısa bir
süre içerisinde bir milyarlık kitleyi dairesine aldığını unutmayalım. Tersinden
bu durum, milletini ırk gibi dar bir kapsamda tanımlayanların sonuçta
parçalaşmış topluluklar oluşturacağının en açık göstergesidir.

Irk usuruna dayalı bir millet tanımına yapılan hücum, sathi
bakışta haksız gözükür. Çünkü bu unsur en tartışmasız kriterlere sahip bir
rabıta olarak karşımızdadır. Oysa ırk gerçekten ileri sürüldüğü gibi bağlayıcı
bir unsur olsaydı esasen aynı Ademi’n çocukları olan insanlar arasında bu denli
parçalanmalar yaşanmazdı. İnsanlık tarihine baktığımızda insanlar arasındaki ilk
ayrılıkların din temelinde doğduğunu görüyoruz. Habil ile Kabil arasındaki
ayrılma Allah’a itaat etme veya isyan etme hareketiyle başladı.

Günümüzdeki şekliyle insan ırkının farklılaşması da Hz. Nuh’un
(a.s) oğulları ve kendisiyle birlikte gemiye binen değer mü’minlerin
çocuklarından sonra geliştiği söylenir. Ayrıca oluş şekli Tevrat’ta ifade edilen
Bâbil şehri toplumlarmın dillerinin farklılaşmasına gerekçe olarak, insanların
birbirlerinden ayrılarak yeryüzüne dağılmaları gereği zikredilir.

Kur’ân-ı Kerim insanlığın şube ve kabilelere ayrılmalarının
sebebinin birbirlerini tanımaları ve tanımlamaları gereği olduğunu zikreder.
(Hucurât Suresi, 13) Bu gerekçeyi aşarak en geniş şekliyle insan olarak bir
olmak varken, diğer insanları dışlar şekilde, ırk olarak bir olmak fıtraten
mümkün değildir. Esasen ırkî köken olarak Türkler, Bulgarlar, Macarlar temelde
birleştikleri halde bugün arada açık ve kesin bir milli ayırım vardır. Bir başka
örnek olarak Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar etnik anlamda temelde Ruslar gibi
Slav ırkından gelirler. Konuştukları diller de bazı lehçe farklılıklarıyla
birlikte hemen hemen aynıdır. Oysa Boşnak-Sırp çatışmasının boyutları dünya
kamuoyunun gözleri önündedir. Ayrılmanın nereden kaynaklandığına dikkat edelim.
Aynı ırkî kökenden gelen Hırvat ve Sırplar öteden beri Hıristiyan oldukları ve
aynı dili konuştukları halde, mezhepleri farklıdır. Farklı mezhepler bile farklı
millî kimliklere sahip olmalarına yetmiştir. Boşnaklar ise başlangıçta "Bogomil"
adıyla bilinen ve İslâmın temel inanç sistemine çok benzer özelliklere sahip
olan bir dine inanıyorlardı. Bu kimliklerivle bölgede farklı bir milleti
oluşturuyorlardı. Osmanlının bölgeyi fethi ve dönemin en savaşçı kavmi Sırpları
bölgeden uzaklaştırmasınm ardından Islâmla tanışan Boşnaklar zaten fıtratlarında
var olan İslâm inancına toplu halde dehalet ettiler. Osmanlının bölgede
bulunduğu dörtyüzyıl boyunca Osmanlı ile gönül birliği içerisinde yaşayan
Boşnaklar’ın Islâmî kimlikleri Türk kimliğiyle de özdeşleşiverdi. Zaten Türk
kimliği Bediüzzaman’ın ifadesiye, büyük ölçüde Arap kimliğinde olduğu gibi ve
diğer bütün kimliklerden farklı olarak Islâmiyetle özdeşleşmiştir. Müslüman
olmayan Hun, Uygur veya Göktürk kökeninde birleşen Bulgar veya Macarlar,
kendilerini Türk olarak tanımlamazlar. Yani Bediüzzaman’ın ifadesiyle
"Müslümanlıktan çıkan Türkler, Türklükten de çıkarlar."

"Milliyetimiz İslâmiyettir," hükmünü ideal bir gerçeklik olarak
savunmakla birlikte, asrının milliyetçilikte çok ileri gittiğini söyleyen
Bediüzzaman, milliyetçilikle iştigal edenlerden milliyetçiliği bırakmalarının
istenemeyeceğini ifade ederek, müsbet ve menfi fikr-i milliyet şeklinde bir
ayırım ortaya koymuş; bu suretle milliyetçiliğin zarar verici karakterlerini,
birliği destekleyici bir yöne kanalize ederek izale etmeyi düşünmüştür. Hatta
bir anlamda, adını koyduğu müsbet milliyetçiliği "ehvenü’ş-şer" olarak gördüğü
söylenebilir. Bir başka tabirle, mevcut ve güçlü bir İslâmî kimlik varken ileri
sürülebilecek bütün diğer kimliklerin çok daha sönük ve zayıf olacağını anlatmak
istemiş; bu yeni kimliklerin İslâm kimliğinin yerine geçmesini kesinlikle tahrip
edici bulduğu gibi; İslâmı, merkezde tutulan bu yeni kimliklere payanda yapmanın
da aynı derecede olmasa bile çok ciddi sakıncaları olduğunu vurgulamıştır.
Yaşadığı dönemdeki iki tip milliyetçilik yaklaşımına şiddetle karşı çıkarken
durumu şöyle tarif eder. Din bağının esasını ve merkeziliğini kabullenmiş bazı
Müslümanlar, dinin zaafa düştüğünü, din bağlamında insanların bağlantı ve
birliklerinin gerçekleşemez hale geldiğini düşünmüşler ve bunun sonucu olarak
dini kendilerince tanımladıkları milliyetle güçlendirmek, desteklemek
istemişlerdir. Zanlarınca ırk, dil, vatan gibi unsurlardan oluşturulacak
milliyet bağı, temel olan din bağına destek olabilecektir. Öte tarafta görünürde
küçük nüansla, fakat esasta büyük farkla ayrılan bir grup vardır ki, bunlar esas
tez olarak milliyetçiliği, ama ırkçılık (unsuriyet) merkezli milliyetçiliği
sosyal bağlanma biçiminin temeline oturtmak gibi bir ideolojiyi benimsemişler;
bu bağlanma biçiminin de yetersizliğinin giderilmesi veya örtülmesi için
güçlendirici bir bağ olarak dinin kullanımını yeğlemişlerdir. (Mektûbat, s.
424.)

Eserinde her iki yaklaşımı ileri sürenlerin düşüncelerinin
sakatlığını ortaya koyarken, gerekçelerini şöyle beyan eder: Unsura (ırka)
dayalı milliyetçilik unsura yapılan vurgu, şiddeti arasında bir kısım
sakıncaları beraberinde getirir. Ne ırkın safi varlığı, ne de üstünlüğü
konusunda evrensel kıstaslara dayalı kesin bir çizgi ortaya konamaz. "Unsuriyet
toprağı mevhum(dur)" zannî esaslar üzerine bina edilir. Kendilerinin, örneğin
Türk olduklarını zannedenler biyofizyolojik özellikleri itibariyle gerçekten
Türk olmayabilirler. Cumhuriyetin ilk yıllarında hâkim ulusçuluk anlayışma
paralel olarak yapılan kafatası ölçümüne ilişkin hatıralar kitaplarda yer alır.
Bir kimsenin kafatasının çevresinin kaç santim olduğuna ve arkasında yumru gibi
bir şişkinliğin olup olmadığına bakılarak hangi ırktan olduğuna karar vermek
kadar safsata ne olabilir!.. Ancak bunlar yapılmış ve Türkiye yönetimi, ODTÜ’de
İnkılap Tarihi dersi veren Gürbüz Tüfekçi’nin yıllar önceki ifadesine göre,
Türkçe ve Fransızca yayınlanan bir dergide bu konudaki tespitlere ilişkin
istatistikleri bir süre yayınlamıştır.

Oysa, gerçek anlamda ırklar, tarihî süreç içerisinde birbirine
karışmıştır. Kendini bir millet içerisinde tanımlayan insanların atalarının
Hazret-i Adem’den beri hangi ırklarla karıştıklarını bilmeleri mümkün değildir.
Ayrıca hiçbir ırk cisimsel özelliği sebebiyle üstün olamaz. Irkların ırkî
ecdadlarıyla iftihar etmeleri de, ancak onlarm eylemlerinden kaynaklanan tarihî
mefahirleri ile mümkün olabilir ki, bu da cismanî olmaktan çok kültürel bir
boyuttur. Irkî bağlanma, bu anlamda esassızdır. Ayrıca geçicidir de. Bu
geçicilik hem aynı mefahirin nesiller boyunca düz bir çizgide korunamamasından,
hem de zaman içerisinde ırkî bağlanmanın anlamsızlığını ortaya koyan kültürel
gelişimin düşünme biçimini değiştirmesinden kaynaklanır. Hatta bu geçiciliğin
bir başka boyutu da dünyevî boyutu aşamaması ve ebedî hayat birlikteliği ve
kardeşliği açısından hiçbir birikim temin edememesidir.

Üçüncü bir husus, ırkî bağlanmanın "sınırlı ve özel" karakterli
oluşudur. Irkın değiştirilemez olduğunu vurgulamıştık. Irka yapılan vurgu,
sadece ırkî özdeşleri sahasına çeker ve bu saha dışındaki varlıklardan izale
eder. Irk bağı temelinde tanımlanan millet ve milliyetçilik, anlamı biraz mevhum
olsa da "Turancılık" düşüncesinde olduğu gibi bir ölçüde vatan sınırlarını
aşabilir, ama çok daha güçlü bağlar bulunan başka unsurlardan koparma yanmda
aynı coğrafya içerisinde de kopmalara ve müstakil ırkî bütünlüklerin oluşmasına
yol açabilir.

Dördüncü olarak, ırkî vurgu "garazkâr, zulümkâr" yaklaşımları
beraberinde getirir. Bağlanmanın temel kriterinin ırk olduğu yerde dinin, ırkın
üstünlüğünü kesinlikle reddedişi karşısında dinin vurgu yaptığı "eşitlik, hak,
adalet" gibi kriterler geri plâna düşer. Özdeş olunan ırka mensup kişinin
değersizliği, farklı ırka mensup kişinin dinî perspektifle var olan değerine
tercih ediliverir. Bu yaklaşım karşısında şerefli bir Boşnak’ın hayatı alçak bir
Sırp için feda edilir ya da Kürt etnik kökeninden gelmiş canavar bir teröristin
intikamı, onun etnik özdeşlerinden alınır. Halbuki mahlukat Allah’ın mabudiyeti
karşısında, mahlukiyet noktasında eşit durumdadırlar.

Bediüzzaman’ın menfî milliyet olarak tanımladığı, ırka vurgu
yapan versiyonunun vurgu şiddetine göre doğuracağı sakıncalar bir yana,
insanlığın geçmişe nazaran bir dizi değişimler yaşadığını ve bu değişimlerin
milliyetçiliği biraz daha yetersiz ve sakıncalı hale getirdiğini söyleyebiliriz.

Bir yandan darkapsamlı ideolojilerin yıkılması diğer yandan
içinde yaşadığımız bilgi çağının bir gereği olarak iletişim kanallarının
yaygınlığı ile birlikte meydana gelen kültürel değişim ve etkileşim, ırkî
bağlamdaki sınıflaşmaları iyice çözmüştür. Bu çözülme "Bolşevizm, Sosyalizm"
hareketleri ile ve bu hareketlerin üretmeye çalıştığı homojen uluslararası insan
tipiyle ortaya çıkarken, bugün komünizm ideolojisiyle olmasa bile, modern bir
görüntü altında globalleşen "dünya tek tip toplumuna" ulaşma yönünde ilerleyen
yeni ortamda gelişmektedir. Geçmiş asırlarda unsura dayalı milliyetçilik
karşısında geniş kültürel bağlarla gelişen cereyanlar olmadığından ırkî
bütünlüğün milli bir blok olarak hem bütünlüğünü, hem de varlığını koruması daha
kolayken, bugün böyle bir bütünlük kendi içerisinde ya daha kolay parçalanacak
ya da bazı bölümlerini ırkî kimlikten bağımsız hareket eden cereyanlara
kaptıracaktır.

Beşerî ilişkilerde sermaye ve kuvvetin yerlerini bilgiye terk
etmeleri, mantar gibi türeyen enformasyon ağı, cevrecilik örneğinde olduğu gibi
ulus-devlet bağlamından kopuk olarak gelişen beşerî eğilim ve gruplaşmalar,
kültür tabanlı akımlar etrafında sınıflaşmaya dönük gelişmeler ve nihayet siyasî
sınırlar arasırıdaki keskinliklerin kaldırılmaya başlanması gibi gelişmelerin
milli kimliği korumayı amaçlayan menfi milliyet anlayışını saf dışı bırakması
bir yana; bu anlayış artık ona sahip çıkan toplumları tarihin karanlık çağlarına
doğru sürüklemektedir. Çünkü her toplumda az çok mutlaka var olan asabiyet
körüklendiğinde, dayatmalara isyan etmeye meyilli küçük unsurlar arasındaki
farklılıklar uçuruma dönecek, hatta kopmalar zorlanacak, toplum dünyanın genel
gelişiminden izole edilecektir.

Bir diğer sonuç daha vardır ki, bunun özellikle Türk milleti
içirı geçerli olduğunu söyler Bediüzzaman. Türk milleti içinde kabil-i iltiyam
olmaz "tedavi edilemez" bir yara çıkacaktır. Bunun sebebi de Türk milletinin
asırlar boyunca İslâmın bayraktarlığını yapan ecdadı sayesinde İslâmla
özdeşleşmesidir. Bütün dünya Türk ismini aynı zamanda Müslüman olarak
algılamakta, hatta özellikle Balkanlarda kendilerini Müslüman olarak
tanımlayanlar ısrarla Türk olarak isimlendirilmektedirler.

Tedavi olmaz yara sosyal bağ olarak dini belirleyenlerle, dinden
koparılmış haliyle diğer ek unsurları belirleyenler arasında meydana gelebilecek
cepheleşmedir. Kanaatimce Hz. Nursî’nin ikaz ettiği aynı millet içerisinde
(etnik anlamda Türkler arasında) meydana gelebilecek bu kopma günümüzde
"laik-antilaik" kutuplaşması ifadesiyle kamufle edilmektedir.

Milliyetçiliği reddetmeyen, ama bunu yine de ihtiyaç duyulan
önemli ve yeterince birleştirici yaklaşım olarak görmeyen Bediüzzaman, getirdiği
müsbet milliyet yaklaşımı ile milliyetçiliğin bütün sakıncalarının yok
edilebilmesi için din bağını temel almak, bu bağda odaklaşmak kaydı ve ırk bağı
şiddetle reddedilmek şartıyla, dil ve vatan bağının destekleyici unsurlar olarak
kullanılabilmesini önermektedir.

Öteden beri İslâmî kimlik taşıyan, farklı etnik kökene sahip
Türk, Kürt, Arap, Fars gibi unsurlar arasındaki tarihî ilişki ortaya din
temelli, kopması güç bir bağ koymuştur. Bu bağın kuvvetine asırlar içerisindeki
ilişkiler şahittir. Sözkonusu unsurlar arasındaki kopmaların, uzak ve yakın
geçmişte olduğu gibi, bugün de gözlemlenen en belirgin sebebi milli bütünlük
anlayışlarıni ırkî yaklaşımla şekillendiren siyasilerin dayatmalarının
yansımalarıdır.

Başkaları ile aynı değerleri taşıyan unsurlara, taşıdıkları
ortak değerde birleşmeleri mümkün olmakla birlikte, vurgu ve itibar gösterilen
unsurların eşit esneklikte paylaşılmadığı yerde toplumsal birliğin paylaşılması
imkânsızlaşır. Türklerin kendilerini Müslüman kimlikleri ile tanımladıkları
yerde diğer unsurların nazarında bu, özdeş bir kimlik olarak algılanırken Türk
ırkının ırkî özellikleri itibariyle hakimiyetinin öne çıkarıldığı yerde sair
ırklar da nazarlarında kaçınılmaz olarak üstünlük psikolojisini
canlandıracaklardır. Irk bir yana, paylaşım ve değişim esasına dayanmayan dil,
vatan kültür, gelenek gibi bütün hususlarda karşılaşılacak sonuç budur.

Yapılması gereken şey ırkî bağlaındaki yaklaşımların sözde ve
özde tamamen kaldırılması; dil, din ve vatan bağlamında sıcak paylaşım ve
değişimlere girilmesine çalışılmasıdır. Karşılıklı olarak aynı dinî değerlerin
zaten olduğu gibi paylaşılmasının yanında ortak dillerin dışına taşarak dil
öğrenilmesine dönük kültürel değişime kapı açmak ayrıca vatan bağlamında siyasî
yakınlıklar kurmak gerekir. Bediüzzaman bu çözümü, bir yandan eğitim dilinin
Arapça, Türkçe ve Kürtçeye açık olmasını istediği ve "Medresetü’z-Zehra" adını
verdiği milli ve milletler arası boyutlu bir eğitim modelinin uygulanmasını;
diğer yandan da İslâm ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri gibi, dış
ilişkilerinde düzenleyici olarak federatif bir bağlanmaya girme gayreti
içerisinde olmalarını teklif ederek getirmiştir. Onun bu iki teklifi dini
bütünlük içerisinde olan toplumların ortak kimliklerinin/birliklerinin tahkimi
çerçevesinde dil ve vatan unsurlarının kullanım yolunu tanımlamaktır.

Bir süre önce kamuoyumuzun tartıştığı "Anayasal vatandaşlık,
Türkiye vatandaşlığı" gibi kavramlaştırmalar, aslında Bediüzzaman’ın "İslâm
milliyetçiliği" anlayışından uzak olmakla birlikte onun sunduğu ehvenü’ş-şer
noktasındaki milliyetçiliğin başka bir ifade ediliş biçimi olabilir. Menfi
milliyetçiliğin karşısındaki din, dil, vatan unsurları arasında hiçbirini
reddetmemekle birlikte, en az ikisinin birliği ilişkisini esas alan müspet
milliyetçilik için ehvenü’ş-şer tabirini kullanırken, bu anlamdaki milli.
tanımlamanın en az zararlı tip olarak algılanması gerektiğini kasdetmiyoruz.
Aslında Nur Risalelerinde müsbet miliyetçiliğin zararına dair bir vurgu yoktur.
Sadece milliyetçilikle iştigal edenlere bu yaklaşım İslâm milliyetçiliğinin
yanında bir zararsızlık, hatta bazan bir ölçüde destek formülü olarak
sunulmuştur.

Anayasal vatandaşlık veya Türk yerine Türkiye vatandaşlığı, ırk
vurgusunun kaldırılmasını, ulus-devlet modelinin yerine toplum-devlet modelinin
getirilmesini ortaya koyan yeni bir sistemin ifadesi olmalıdır. Ancak bu yeni
sistemde dine vurgu olmadığı halde, dinin yeri reddedilmemekte, bunun yanında
dil ve vatan birliğinin varlığı ima edilmektedir. Üç unsurdan en az ikisinin
tanımında gerekli olduğu müsbet milliyetçilik yaklaşımı, dinden soyut haliyle
aynı dil ve vatanı paylaşanlar için aynı millet tabirine imkân tanımaktadır. Bu
anlamda müsbet milliyetçilik Türkiye vatandaşlığının kapsamı ile örtüşmekte,
ancak Türk vatandaşlığı ifadesine model içerisinde yer vermemektedir.

Ecdadımız Osmanlı, devletini padişah sülalesinin adıyla
tanımlarken, zihinlerde etnik kimlikleri olduğu gibi ifade eden, ancak siyasal
ilişkilerde etnik kimliklerden arınmış bir düşünme biçimini tercih etmişti.
Farklı din, dil ve ırkları aynı çatı altında tutmaya çalışırken Osmanlının bu
karakterini tahlil ettiğini bir zamanlar George Bush, rahmetli Turgut Özal’a
yaptığı itirafından anladığımız Amerika Birleşik Devletleri "Amerikan
vatandaşlığı" gibi bir yaklaşımla toplumu bütünleştirmeyi yeğlemiştir. Sık sık
toplum zihnine telkin edilen dünyaya hakim Amerikalılık, Amerikan vatandaşı olma
şerefi, İngiliz, Fransız, İrlandalı, Alman gibi beyazlardan ve köle ticareti
yoluyla Afrika’dan vaktiyle getirilmiş olan siyahlardan oluşan toplumu, herşeye
rağmen bugünlere getirmiştir. Avrupa’da soydaşları gırtlak gırtlağa boğuşurken
Amerika, etnik anlamda bütün toplumlardan daha kolay parçalanabilecek insanların
oluşturduğu eyaletleri bir arada tutmayı başarmıştır. Ancak uzun süre dinden
bağımsız bir anayasal vatandaşlığın da yetersizliğini ABD toplumlarmda yeniden
içten içe kaynayan siyah-beyaz cepheleşmesi ortaya koymuştur. Bediüzzaman’ın
bizde savaş açanlara söylediği, "Dinsiz bir millet yaşayamaz" sözü, şüphesiz
Amerikalılar için de geçerlidir.

Anayasal vatandaşlık anlayışının bize getireceği milli kimliğin,
ırk temelli bütünlüğün getireceği milli kimlikten çok daha bütünleştirici
olacağı söylenebilir. Ancak, bizde uzun süre takip edilen yanlış politikaların
açtığı yaraların bu yolla sarılabileceğini söylemek zor olduğu gibi; halen
farklılığı paylaşmak yerine farklılığı hakim kılmak yaklaşımına oturtulmuş bir
ilişkiler biçiminin, farklı renkleri, birbirleri ile kaynaşamadan daha da
keskinleştireceği ya da var olan keskinleşme sürecine engel olamayacağı
söyleneblir.

Bizim en önemli hendikaplarımızdan biri öze inmeyi bir türlü
beceremememiz, bulduğumuz hakikatleri de slogandan öteye taşmayan, muğlak ve
bulanık kavramlar arasında yok etmemizdir. Milliyetçilik de, ne yazık ki
laiklik, demokrasi, hukuk devleti, sosyal devlet, eşitlik, Kemalizm gibi
kavramlarla aynı akıbete uğramış ve bizi toplum olarak aynı akıbete uğratmıştır.
Bütün ilişkilerin anlaşılır ve keskin olmasının tek yolunun, ifadelerin
anlaşılır ve keskin olmasından geçtiğini biliyorsunuz.