Cumhuriyet Türkiye’sinde ordu-devlet ilişkisini, ordunun
hükümetler üstü erkini, sivil hükümetlerin ise birer gölge güç olduklarını
anlayabilmek için herşeyden önce Osmanlı’dan intikal eden buyurgan ve otoriter
yapıyı anlamamız gerekir. 1923’ten sonra Türkiye’de estirilen sosyal ve siyasal
değişim aşağıdan yukarıya doğru değil, tam tersine yukarıdan aşağıya doğru
baskı, şiddet ve zor kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyeti
kuran kadronun asker-sivil bürokratlardan oluşması halkın taleplerinin siyasi
alana yansımasını engellemiştir. Hatta halktan gelen değişim taleplerinin ya da
bu talepleri dillendirenlerin gah “mürteci”, gah “hain” ilan edilmeleriyle
kendini ele veren resmi tepkisel tutum bunun en bariz göstergesidir. Üst
düzeydeki bir elit-bürokratın sol öğrenci hareketlerine karşı gösterdiği
tepkisini “bu ülkeye komünizm getirilecekse onu da biz getiririz, size ne
oluyor” biçiminde ifade etmesi, sivil-asker bürokratların halka rağmenci
tavırlarını en güzel şekliyle ortaya koymuyor mu? Yine 1949’larda Cumhuriyet
Halk Partisi’nin parlamentodaki ateşli konuşmacılarından olan Faik Ahmet Barutçu
da aynı tereddütlerini şöyle dile getirmekteydi: “İşi topluma bırakamayız. Çünkü
işte o zaman korktuğumuz şeriatçılığın hortlamasına olanak sağlamış oluruz. İşi
devlet eliyle düzenlemekte zorunluluk vardır.”

Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları hiç kuşkusuz
birer askerdi. Savaş sonrasında genç cumhuriyeti kurmaya çalışırken henüz
üniformalarını çıkarmış değillerdi. Böyle bir süreçte kurulan devletin siyasi
statüsünü belirleyen gücün asker-sivil bürokratlardan oluşması belki normaldi
ama, bu yapının kemikleşerek devam etmesi ve sivil girişimlerin önünde bir engel
olarak durması elbetteki bir talihsizlikti. Türkiye’de devleti dönüştürmek
isteyenlerin önünde asker-sivil bürokratik yapı aşılması imkansız bir engel
olarak durdu. Devleti kuran güç asker-sivil bürokratlardı çünkü . Dolayısıyla
siyasal erkin temsilcileri de onlar olacaktı. Türkiye Cumhuriyeti, burjuvazisi
olmayan Osmanlı toplumunun bir mirasçısıydı. Orada padişahın siyasal alanını ve
gücünü sınırlayacak kimse yoktu. Olsa bile bu halk değildi, siyasi gücü elinde
bulunduran bürokratik elitti. İşte bu gelenek yeni devlet kurulurken de devam
etti. Ve cumhuriyet bu elit sivil-asker kadronun vesayetinde büyüdü.

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ordu-devlet
ilişkilerini, siyasal alan-sivil alan tartışmalarını bir yere oturtmamız için
Osmanlı devletinin dayandığı siyasi-askeri yapıyı bilmemiz gerekir ki, bu bizi
Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarına kadar götürür. Osmanlı’nın ilk kuruluş
yıllarında hükümet güçlenip idari işler düzene sokulunca düzenli ordu düşüncesi
doğdu. Bu fikri ortaya atan da Çandarlı Halil’dir. O tarihte Osmanlı tabiiyetine
giren hristiyanların hukuk ve vazife açısından müslümanlardan pek farkı
bulunmadığından, önce “devşirme kanunu” ihdas edilmiş ve peşinden bin kişilik
daimi düzenli bir birlik kurulmuştur. Bu teşkilat Orhan Gazi döneminde
kurulduğunda adı geçen sultan Hacı Bektaş Veli’ye giderek onun hayır duasını
almak istemiş ve bu yeni teşekküle onun tasvibiyle “yeniçeri” adı verilmiştir.
Ordunun “peygamber ocağı” olduğu şeklindeki niteleme de sanırım manevi destek
almış olması itibariyle bu olaydan kaynaklanmıştır. Yoksa peygamberin döneminde
ve hatta onu takip eden dört halife döneminde herhangi askeri bir teşkilata
rastlanmamaktadır.

Her toplumun belli konularda hiç bir zaman tartışılmaz, gündeme
getirilmez tabuları vardır. Monarşilerde monarklar tartışılmaz. Çünkü onlar
birer tabudur. Despotizimde despotlar tartışılmaz. Komünist rejimlerde şefler
tartışılmazdır. Çünkü bunlar o toplumun tabuları, mitleri olmuşlardır. Tabular
ve mitler tartışılmaz. Türkiye’nin de bir takım tabuları ve mitleri vardır ve
bunlar tartışılmazdır. Laiklik, ordu, Mustafa Kemal, misak-ı milli vs. bunlar
arasındadır.

Ordu ile ilgili görüş beyan ettiğiniz vakit mayın tarlasına
girmiş olursunuz. Çünkü ordu bu toplumun tabularından ve mitlerinden biridir.
Tartışılması, onun hakkında görüş beyan edilmesi kimsenin hoşuna gitmez. Bu o
kadar güçlü bir mit’tir ki, laikler için de dindarlar için de böyledir.
Dindarlara göre ordu dualarla, tekbirlerle, veliler ve şeyhler (toplumun manevi
önderleri) tarafından kurulduğu için adeta bir peygamber ocağıdır. Oysa bunun
peygamber ocağıyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü peygamber
döneminde bir kurum olarak ordu yoktur. Olmaması da doğaldır. Çünkü devleti
elinde tutanların kendilerini ordu gibi silahlı bir güçle korumaları onların
yanlışlarına doğru demeyi zorunlu kılacaktır ki, bu islamın mantığına terstir.

İslam devlet geleneğinde ordunun siyasi bir hüviyet kazanarak
devlet erki üzerinde belirleyici bir rol oynaması Emevi hanedanı ile başlar. O
zamana kadar geçen süre zarfında ordu diye bir kurum yoktur. Her müslüman cihad
zamanında gönüllü birer askerdir. Silahını kuşanır ve İslam kumandanının emrine
girer. Peygamberin buyruğuyla savaşa katılır, ya şehit ya gazi olur. Savaş
sonrasında ganimetlerden kendine düşen payı alır ve kışlaya değil evine geri
döner. Bu statü dört halife döneminde de aynen devam etmiştir. Halife Ömer,
askeri bir dehaya sahip olan Halid b. Velid’i üstüste kazanmış olduğu
zaferlerden sonra kazandığı şöhretini olası bir siyasal güce dönüştürmesini
önlemek babında görevinden azletmesi oldukça anlamlıdır. Hz. Ömer bu yolla
askeri gücün kurumlaşmasını önlemek istemiştir. Ne varki çok geçmeden, askeri
gücü kendi iktidarlarını korumaya hasreden sultanlar döneminde profesyonel
anlamda ordular teşkil edilmiştir. Hatta doğrudan doğruya sultanı koruyan
birlikler de oluşturulmuştur. Bu birliklere günümüzdeki özel muhafız alayları
anlamında hassa ordusu yahut hassa birlikleri denmektedir. Ortaçağ boyunca
Batı’da ve Doğu’da ordu mantığı genel olarak ülke hakimiyeti esasına da-yalıdır.
Silahlı gücü kim elinde bulunduruyorsa ülkenin hakimi ve sahibi de odur.

Osmanlı ordusu ilk dönemlerde daha doğrusu Orhan Gazi devrinin
sonlarına kadar Türkmen aşireti birliklerinden oluşmaktaydı. Bu aşiretlerin
ileri gelenleri padişaha müracaat ederek savaşta görev alacaklarını arzediyor,
savaş kazanıldıktan sonra da elde edilen yeni arazilerden pay alıyorlardı. Ki,
bu uygulamaya sonraları “tımar” yahut “zeamet” denilmiştir. Askeri teşkilatın
ikinci bir unsuru da tamamen gönüllülerden oluşan “yaya” ve “müsellemlerdi”.
Askeri yapı kurumlaşmaya doğru gidince köylü aşiretlerden müteşekkil
gönüllülerin yerini bu ücretli askerler almaya başlamıştır. Böylece Orhan Gazi
basit beylik kurumları yerine daha güçlü bir hükümet ordusu kurmayı başarmıştır.
Eski aşiret askerlerinden de vazgeçilmiş değildir. İhtiyaç anında onlara da
başvurulmaktadır. Divana bağlı esas orduyu “sipahiler” ve “azaplar” teşkil
ederken, aşiretlerden oluşan “müsellemler” de yedekte tutulmuştur. Dolayısıyla
ordu iki ayrı gruptan oluşmaktaydı. Bu ikili yapı ileride birbirine rakip olacak
ve biri diğerini ortadan kaldıracaktır. Padişah ordusunun yanı sıra (Hassa
Ordusu) üçüncü bir unsur olarak Yeniçeri askerinin ortaya çıkmasıyla yeni bir
dönem başlamıştır. Savaşta esir alınan hristiyan çocuklar “Acemi Ocağı” denilen
bir yere gönderiliyor, orada terbiye edilip eğitildikten sonra orduya katılıyor.
İşte Yeniçeri bölüklerinin insan kadrosu böyle bir uygulama ile elde
edilmekteydi. Bunlara aynı zamanda “Kapı kulları” denilmekteydi. Bu deyimle
saraya yani padişaha bağlı olan hassa askerleri kastediliyordu.

Yeniçeri ocağının Osmanlı’nın iç siyasetinde etkin rol olması
çok geçmeden başlamıştır. Yeniçeri’nin devletin tepesine ilk müdahalesi Sultan
Murad döneminde olmuştur. Sultan Murad, veliahd Mehmed’in ilk culusunda düşmanın
Osmanlıyı tehdit etmesi üzerine Edirne’ye gelip yeniden ordunun başına geçerek
meşhur Varna Zaferi’ni kazandıktan sonra gene eski inziva ye-rine gitmeye
kalkınca, nüfuz ve iktidarın kendilerinden yeni padişahın yakınlarına ve
erkanına geçmesine tahammül edemeyen eski padişah taraftarları, Mehmed’in yeni
kestirdiği akçenin eksik vezinli olmasını bahane ederek yeniçerileri isyana
teşvik etmişler ve eski sultanı yeniden tahta geri getirmeye muvaffak
olmuşlardır. Yeniçeri ocağının artık siyasi bir nüfuza sahip olduğunu gösteren
ve “Buçuk Tepe İsyanı” diye bilinen bu olay Osmanlı iç siyasetinde de bir dönüm
noktası sayılır. Bundan böyle “yeniçeri” (ordu) ne derse o olacaktır.

Bundan sonra artık siyasi kararların alınmasında yeniçeri ocağı
en önemli rolü oynayacak siyasi bir güç odağı olmuştur. Bir padişahı azledip
yerine istediğini getirme, istemediği veziri azamın kellesini talep etme vs.
gibi en üst düzeydeki siyasi kararlar bu ocağın insiyatifine geçmiştir. Hassa
birlikleri geleneği Abbasilerle başlamış, Selçuklularda ve Osmanlılarda doruk
noktaya ulaşmıştır. Bundan böyle artık devletin otoritesi profesyonel bir askeri
sınıf tarafından korunmuş oluyordu.

Yakın tarihteki Osmanlı devlet yapısı, gözönünde tutulacak
olursa cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanma hareketinin özünde büyük bir
değişimin olmadığını görüyoruz. Değişmesi gereken askeri yapı özü itibariyle
kurumsallığını muhafaza etmiştir. Askeri kurumların sivil iktidarlara bağlanması
teşebbüsü uzun sürmemiş, 1924’ten sonra çıkarılan bir kanunla askeri otoritenin
en yüksek kademesi sayılan Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Bugünkü
ifadesiyle, Genel Kurmay Başkanlığı) bağımsızlaştırılmıştır. Yani sivil iktidara
bağlı olmaktan kurtulmuştur. Daha sonraki dönemlerde Savunma Bakanlığı’na ve
başbakana bağlanan Genel Kurmay 1961 modeliyle başbakana bağlanarak bu statüsünü
sürdürmüştür.

Milli Güvenlik Kurulu, Genel Kurmay Başkanlığı ve Askeri Şura
gibi kurumlar sivil otoritenin dışındadır ve bu kurumların almış oldukları
kararlar şeklen tavsiye niteliği taşımış olsa bile esasta emir niteliğindedir.
Bu kurumların almış oldukları tavsiye kararlarını sivil iktidarlar kolay kolay
gözardı edemezler.

Bu nitelik aslında Osmanlı yönetim mirasının bir uzantısı olarak
değerlendirilebilir. Zaten yeni devleti kuran parti askerlerden oluşmuştur.
Türkiye’de çeşitli dönemlerde yapılan anayasa çalışmaları da askerlerin
denetiminde gerçekleşmiştir. Yani tamamıyla sivil bir anayasa yoktur. 1960’tan
başlayarak her on yılda bir üst üste gelen üç askeri darbe (1960-1971-1980)
sonrasında askerlerin denetiminde Anayasalar düzenlenmiş ve ülke bu anayasalarla
idare edilmiştir.

Türkiye’de militarist ruh her kademede egemen güç olmaya devam
etmektedir. Milli Güvenlik Kurulu’nun görevi 1961 anayasasına göre hükümete
sadece bilgi vermek iken, daha sonra gelen uygulamada hükümetler bu kurulun
almış olduğu tavsiye kararlarını gözönünde bulundurmak gibi vazgeçilmez bir
gelenek ihdas etmiştir. Böylece devlet üstü gizli bir güç oluşmuştur.

Burada ordunun siyasal bir denetim aracı olduğu ortaya çıkmış
oluyor. Bir ülkenin en sivil kurumu olması gereken hukukun belirlenmesinde ordu
müdahil olursa, halkın temsilcileri olan seçilmişlerin ülkenin mukadderatı
üzerinde fonksiyonel hiçbir rolleri yoksa eğer, orada demokrasiden, halkın
iradesine dayalı yönetimden bahsetmek de abes- tir. Ordunun asıl görevi ülkeyi
dıştan gelen tehlikelere karşı korumak ve kollamak iken Türkiye’de her on yılda
bir sivil iktidarlara müdahale ederek onları hizaya getirmiştir. “Cumhuriyeti
koruma ve kollama” adı altında yapılan müdahalelerle dış düşmanın yanısıra bir,
iç düşman ihdas edilmiştir. Zinde güçler halkın ve ülkenin üzerindeki
hegemonyalarını yitirmemek için rejimi vesayetleri altında tutmuşlardır. Rejimi
koruma rolünü kendilerine biçen bu zinde güçlerin asıl korkusu kendi
saltanatlarıdır. Ordunun sivil yönetimler üzerindeki hegemonyasının mantığında
mevhum bir iç düşman vardır. Böylece Türkiye’de sivil rejim askeri rejimin
vesayeti altına girmiş oluyor. Oysa medeni hiçbir ülkede asker rejimin bekçisi
değildir. Dıştan gelecek müdahalelere karşı halkını koruma noktasın da ordu
vatanın bekçisidir. Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiriyle asker neferatının
siyasete karışması ve sivil alana müdahalesi devlet ve milletçe müthiş zararlar
doğurmuştur. Bu aslında ordunun varolan gücünü ve prestijini de zedeler. Onun
için Türkiye’nin güçlü hükümetlere demiyorum ama güçlü iktidarlara ihtiyacı
vardır. Toplumu dönüştürecek kurumları yeniden dizayn edebilecek iktidarlar
ancak bu boşluğu doldurabilir.

Hükümetler şimdiye kadar ordunun yeniden dizayn edilmesi ve yeni
bir silahlı kuvvetler konsepti oluşturması yolunda ciddi bir adım atmış
değillerdir. 70 yıllık ordu düzeni anlayışı aynen devam etmektedir. Hatta
anayasada olsun diğer yasalarda olsun ordunun sivil iktidarlar üstündeki etkisi
azaltılacağına, getirilen yeni kurumlarla bu yapı ve otorite pekiştirilmiştir.
Yani kısmen sivil otoriteye bağımlı olan yapı giderek bağımsızlaştırılmış ve
sivil otorite neredeyse askeri güce bağlanmıştır. Ya da en azından bir takım
askeri kurum ve kuruluşlar sivil iktidarın etki alanı dışında tutulmaktadır.
Örneğin, Milli Güvenlik Kurulu’nun almış olduğu tavsiye kararları birer emir
niteliğindedir. Genel Kurmay Başkanlığı ve Askeri Şura gibi organlarda da durum
farklı değildir.

Ordunun her halukârda siyasetin dışına çekilmesi, siyasetin
dışında kalması gerektiği gibi, sayısal olarak kemiyete dayalı ordu mantığından
profesyonel ordu anlayışına geçmek de artık bir zarurettir. Demokratik ülkelerin
tümünde izlenen seyir de budur. Gerçi Türkiye gibi ordunun yapılandırdığı devlet
geleneğine sahip bir ülkede bunu aşmak zordur ama yapılması gereken de budur.