Türkiye’de ordunun politikada etkinliği Cumhuriyet’le başlamış
bir olgu değildir. Osmanlı’dan önce kurulan Türk-İslam devletlerinde de ordu
siyasette belirleyici bir aktör durumundadır. Gazali’nin “memleket durumunun
kötü olduğu hallerde ordu kime bağlı ise halife o olur” şeklindeki ifadesi
siyasal yöneticilerin ordunun desteğini almadan iktidarda kalamadıklarının açık
delilidir. Kuruluşu ve özellikle yükselişi daha ziyade askerî başarı üzerine
temellenen Osmanlı’da bu gelişim çizgisi orduyu toplumsal örgütlenmenin ve
hiyerarşinin en üst kademelerine taşımıştır. Batı karşısında gerileyiş ve askeri
yenilgiler Osmanlı devlet adamlarını bir dizi reformlar yapmaya yöneltti.
Başarısızlığın en önemli nedeni olarak ordunun bozulmasını gören yöneticiler,
kadîm dönemi geri getirmek üzere harekete geçtiler ve ilk olarak ordunun
ıslahına yöneldiler. Tanzimat’la hız kazanan reform girişimleri padişahı tek
otorite olmaktan çıkardı ve Bâbıali diktatörleri denilen aydın-bürokrat zümreyi
önplana geçirdi. Tanzimat bürokratları batılılaşmayı geçici bir dönem olarak
görseler de, Cumhuriyet’le birlikte bu, bir devlet ideolojisi haline geldi. Oysa
Avrupa’nın kendine özgü koşullarının ve dört asırlık birikiminin ürünü olan
kurumlar ve değerleri farklı bir tarihsel gelişim çizgisine sahip bir topluma
kısa dönemde benimsetmek mümkün değildi.

Osmanlı toplumunda batılılaşma hareketi yapısal planda ve değer
planında mevcut sistemi bütünüyle değiştiremediğinden çeşitli ittifak arayışları
ordunun doğrudan ya da dolaylı müdahale imkânını arttırmıştır. Modernleşme genel
olarak bir işlev ayrışmasıdır. Modernleşmenin gerek yapısal planda gerekse değer
planında gerçekleştirilememiş olması, işlev ayrışmasına değil, toplulaşmasına
neden olmuştur. 1876 ve 1908’den sonra ordunun politikada etken güç olması
dolayısıyla fonksiyonel ayrışma süreci tersine işlemiştir. Bir tarafta
modernleşmeyi kaçınılmaz bir hedef olarak gören asker-sivil-aydın ittifakı,
diğer tarafta da bu dönüştürme projesine karşı direnen iktisadî-sosyal yapı ve
geleneksel değerlerin etkisindeki halk. Toplumun kendi dinamikleri ile
değişmesini yavaş bulan aydın-bürokrat ittifakı, ona müdahale etmeye ve
batılılaşma yönünde biçim vermeye yönelmişlerdir. Tabiatı gereği her müdahale
bir zor içerir. Bu zoru başarmak da ya güçlü olmayı ya da güçlülerle ittifak
kurmayı gerektirir. İşte merkeziyetçi bürokratları ve batıcı aydınları ordu ile
işbirliğine iten budur. Biz bu yazıda ordunun Cumhuriyet döneminde ülke
siyasetinin belirlenmesindeki aktif rolü ve bunun demokrasi teorisi açısından
ifade ettiği anlam üzerinde duracağız.

Cumhuriyet’in ilk yıllarda Türk aydını ve I.Meclis’teki mebuslar
arasında batılılaşma konusunda bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak birinci grup
bunun devrimci bir tarzda, ikinci grup ise tedrici bir surette olmasını
istemektedir. İkinci grup içinde Rauf Orbay’ın başını çektiği asker-aydın grubu
bir tarafa bırakılırsa, bu grubun demokrasi konusunda halka daha yakın olduğu
söylenebilir. Birinci gruptakiler ordunun tam desteğini sağlamak üzere ordu
içinde kendilerine muhalif olanları bertaraf etme ve yerlerine kendilerine yakın
olan komutanları ikâme etmek istediler. Bu çerçevede şöyle bir plan uygulamaya
konuldu: Önce komutanların da mebus olmasına imkân tanınmış, sonra da mebusluk
ve askerliğin aynı kişide birleşemeyeceği hükmü getirilerek orduya dönmek
isteyen komutanlar re’sen emekli edilmişlerdir. Böylece mevcut iktidarı
oluşturanlar güvendikleri kimselerin orduda kalmalarını temin ederek asker
desteğini sağlamışlar, muhaliflerini ise bu destekten mahrum bırakmışlardı.
Böylece sivil aydın, 1923 sonrasındaki iktidar mücadelesinde özne olmaktan
çıkmış, askerî aydın yönetimi sağlamlaşmıştır.

İttihat ve Terakki döneminden beri Türkiye’de asker müdahalesi
demokrasi açısından öncelikli bir sorun olmuş, müdahalelerin meşrûiyet temelini
ise “vatanın kurtarılması” meselesi oluşturmuştur. Türk aydını, olayların
başladığı andan son zamanlara kadar ordu müdahalelerini çoğu kez meşrû görmüş ve
kendi düşüncelerini gerçekleştirmek üzere ordu ile çeşitli ittifaklar içine
girmiştir. Çünkü Türk aydını demokrat değildir. Kendini toplumu dönüştürücü, ona
şekil ve yön verici bir konumda görmektedir.

Merkeziyetçi-modernleştirici asker-sivil aydınların amacı
geleneksel değerleri ve kurumları dışlamak ve yerlerine batılı değerleri
getirmektir. Bu nedenlerdir ki kendilerine muhalif olanları her defasında
İslamcılara ve gericilere arka çıkmakla suçlamışlardı. Türkiye’de bu
gerekçelerle demokrasiye zaman zaman ara ver(dir)ilmesi demokrasi geleneğinin
oluşmasını engellemiştir. Demokrasi bir anlamda kurumsallaşmadır. Kurumsallaşma
ise bir sürekliliği gerekli kılar. Karl Popper’ın belirttiği gibi iktidarın
halkın istekleri doğrultusunda kansız şekilde el değiştirmesini sağlayan
kurumların korunmasıdır demokrasi. Türkiye’de iktidarların değişiminde halkın
etkisi çeşitli müdahalelerle yalıtılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle demokrasinin
işlerlik kazanmasını sağlayan kurumlar istenen düzeyde yerleşememiş ve
gelenekselleşememiştir.

Ordunun siyasette bu kadar etkin hale gelmesi, partilerin ve
siyasetin manevra alanını daraltmıştır. Bu yüzden bazı partiler askerin
desteğini arkalarına alarak rakiplerini tasfiyeye yönelmişler, diğerleri ise
askerin istediği çizginin dışına çıkmamaya özel bir dikkat göstermişlerdir.
Örneğin 1957’den beri CHP bir kısım ihtilalci subaylarla sürekli ilişki içinde
olmuştur. 60 İhtilali’ne ortam hazırlanmasında diğer aktörlerin ise üniversite
öğretim kadrosu ile onların yönlendirmesindeki öğrencilerdir. 27 Mayıs
darbesinin altında yatan nedenler yanlış olarak genellikle laiklik ve demokrasi
dışı yönelim, belli ölçüde de ekonomik politikalar çerçevesinde formülüze
edilmiştir. Ancak 50-60 döneminde laikliğe aykırı olarak nitelenen bazı
eğilimleri CHP de desteklemiştir. Ordu içinde ihtilal amaçlı örgütler
kurulduğunda, sonraları bunların meşruluğunun temel dayanağı olarak kabullenilen
Tahkikat Komisyonu kurulmuş değildi. Bütün bunlar dikkate alındığında 60
İhtilali millî iradeye güvenmeyen seçkinci sivil-asker bürokrasinin iktidar
mücadelesi olarak değerlendirilebilir.

60 İhtilali’yle halk oyuna ortak getirilmesi başarılmıştır.
Halk, hem aydın-asker ittifakıyla gerçekleşen bu darbeyle yapılmak istenene
isabetli teşhis koyabilmiş hem de gerekli tepkiyi göstermiştir. Darbeyi yapan
kadrolarca hazırlattırılan 61 Anayasası’na, anayasayı savunmanın meşrû,
eleştirmenin yasak olduğu bir ortamda %38,3 red oyu vermesi bu çerçevede
değerlendirilmiştir. Bu, aynı zamanda aydın çevrelere de bir reaksiyonudur. Türk
halkı Serbest Fırka ve DP olaylarındaki direncinden nitelik bakımından farklı
bir tepkide bulunmuş, bürokratik güç merkezlerinin yönetimi etkilemesine karşı
çıkmıştır. Türk toplumu demokratik iradesine engel olmaya çalışanlara ilk
fırsatta gereken cevabı vermiştir. Her müdahale sonrası ihtilale gerekçe
gösterilen kadroların halk tarafından iktidara taşınması bunun açık delilidir.
Demokrasi açısından halkın bu olumlu tepkisine karşılık partilerin aynı
duyarlılık düzeyinde oldukları söylenemez. Örneğin 61 sonrasında AP ordunun
çizdiği çerçeve içinde hareket etme ihtiyatlılığı göstermiş, halkın desteğini
ikinci plana itmiştir. DP’lilerin affedilmesine ilişkin yasa teklifini
desteklememesi ve parti içindeki İslamcı kanadı tasfiyeye yönelmesi bu
hassasiyetin göstergesidir.

Türkiye’de sivil-asker bürokrasinin elitist tavrı, ya bizzat
iktidarda olmak, ya da iktidarda olan partileri kendi çizgilerinde tutacak
kurumları anayasal güvenceye kavuşturmak yönünde olmuştur. 61 ve 82
Anayasalarıyla yapılmak istenen de budur. Örneğin 61 Anayasası 1950-60 arası
döneme göre daha az özgürlükçü bir ortamın oluşmasına neden olmuştur. Bir
taraftan azınlığa iktidar olma güvencesi getirilirken, öte yandan da bürokratik
güç merkezlerinin yasamayı sınırlamasına imkân tanınmıştır. Yine önce “egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” denmiş, hemen arkasından da “millet, egemenliğini
anayasının koyduğu esaslara gere yetkili organları eliyle kullanır” kaydı
getirilmiştir. Burada 1921 ve24’ün “TBMM, milletin tek ve gerçek temsilcisidir”
ilkesi ve seçilmiş yasama meclisi ile halk iradesi arasındaki özdeşlik, doğrudan
temsil ve tam vekâlet ilişkisi varsayımı terkedilmekte, millet egemenliğin
kullanılmasına, milletin yanısıra ayrıca “yetkili organlar” da ortak
edilmektedir. Bu da, anayasa koyucusunun seçilen parlemento çoğunluklarına karşı
duyduğu güvensizlik, ürküntü ve seçkinci-vesayetçi bir zihniyetin tezahürüdür.
Bu “yetkili organlar”dan biri de seçilme biçimi, seçilme şartlarındaki kayıtlar
ve atanmış üyeler bakımından elitist ve kısmen korperatif niteliğe sahip
Cumhuriyet Senatosu’dur. Bu senato, tamamen seçilmişlerden oluşan meclisin
kararlarını veto yetkisine sahip bir nevi üst Kamarası niteliğindedir.

Aynı vesayetçi anlayışın 82’de devam ettiğini görüyoruz.
Yürütmenin sorumsuz kanadını oluşturan Cumhurbaşkanı olağanüstü yetkilerle
donatılmışken aynı oranda sorumlu kılınmamıştır. Cumhurbaşkanının yüksek yargı
organlarına atama yapma yetkisi, yürütmenin yargıyı denetimi altına alması
anlamına gelmiştir. Adalet bakanı ve müsteşarının doğal üye olduğu Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’nun diğer üyeleri Cumhurbaşkanınca atanmakta ve bu kurul
adlî ve idarî yargı hakimlerinin mesleğe kabul, tayin, nakil, terfi, birinci
sınıfa ayırma ve özlük haklarından tek başına yetkili kılınmıştır. HSYK, YAŞ,
Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler yargı denetimi dışında tutularak,
çağdaş parlementer demokrasinin vazgeçilmez esaslarından “hukukun üstünlüğü”
prensibi ihlal edilmiştir.

Türkiye’de demokrasinin işleyişine müdahale edenler, kendilerini
batılılaştırma ideolojisiyle meşrûlaştırmaktadırlar. Bu müdahaleler geleneksel
değerleri dışlayıcı yöndedir ve bunların başında din unsuru gelmektedir.
Batılılaşma ideolojisinin geçmişle bütün bağları koparmaya yönelik katı tavrı,
toplum tarafından benimsenmediği gibi çoğulcu demokrasinin ilkeleri açısından da
kabul edilebilir değildir. Zira resmî ideolojinin olduğu yerde demokrasiden
bahsetmek imkânsızlaşır. Çünkü resmî ideoloji niteliği itibariyle “tekçi”dir.
Oysa hem bir ideolojiyi benimsemek hem de her siyasi eğilimdeki vatandaşa karşı
tarafsız bir tutum takınmak mümkün değildir. İdeolojik devletin demokrasiyle
bağdaşmamasının bir diğer nedeni de resmî ideolojinin kamu görevlilerini
eleştirmeyi ve denetlemeyi son derece zorlaştırmasıdır. Halbuki demokrasi siyasi
karar alma süreçlerine vatandaşın aktif katılımını öngören bir sistem idealidir.
Oysa demokrasi bir toplum projesi değil bir yöntemdir, bu münasebetle
“tekçilik”i içermez.

İnsan haklarına ve devletin sınırlanması esaslarına dayanmayan,
yani libe-ral olmayan bir demokrasi arayışı tehlikeli bir yanılgıdır. Tarihsel
tecrübeler göstermiştir ki liberal olmayan bir demokrasi kurulamaz, bu olsa olsa
“demokratik bir diktatörlük” olur. Siyasi liberalleşmenin unsurlarından biri
düşünce ve ifade özgürlüğü alanının genişletilmesi, diğeri de devletin
küçültülmesi ve sınırlanmasıdır. Bu unsurlar demokrasiyi iki açıdan takviye
edecektir. İlk olarak siyasal katılma genişleyecek, bu da devleti vatandaşa daha
fazla yaklaştıracaktır. Sivil ve siyasal özgürlüklerin tanınmasının ikinci
sonucu da devletin eleştirilebilme ve denetlenebilme olanağını arttırmasıdır.
Esasen demokrasi, bir bakıma, devletin vatandaşlar tarafından siyasal yolla
kontrol altına alınabilmesi demektir.

Türkiye’de devletin demokratikleşebilmesi için, devletin
örgütlenme biçiminin değiştirilmesi gerekir. Bu değişim sivil ve asker
bürokrasininin iktidarından halkın iktidarına geçilmesi yönünde olmalıdır. Aşırı
merkeziyetçi yapıdan, MGK’nın istisnaî statüsüne, Cumhurbaşkanının geniş
yetkilerinden bazı kurul kararlarının yargı kapsamı dışında tutulmasına kadar
pek çok olgu Türkiye’de bürokratik tahakkümün ve devletçi pratiğin hukukî
dayanakları durumundadır. Devletin görev alanlarının neredeyse bütün beşerî
etkinlik alanlarını kapsayıcı tarzda anayasa tarafından tanımlanmış olması da bu
sakıncayı bir kat daha arttırmaktadır.

Türkiye’de çoğulcu demokrasi geleneğinin yerleşebilmesi için
“resmî”nin ve “tekçilik”in her türlüsüne karşı çıkmak gerektir. Ülkemizde resmî
ideolojiden rahatsızlık duyanlar da çoğu kez paradoksal bir biçimde yeni bir
resmî ideoloji peşindedirler. Siyasî hayatımızda demokrasinin kesintiye
uğramaması için Karl Popper’ın “özgürlük paradoksunu aşma” teorisinden
esinlenerek şöyle bir teklif getirilebilir. İlk olarak her tür farklılığı barış
içinde ve birarada yaşatma rejimi olan demokrasinin sağladığı bu özgürlük
ortamının devamı gerçekten isteniyor ise, kaynağı ne olursa olsun, bu ortamı
değiştirmeye yönelik her totaliter müdahaleye karşı olunmalıdır. İkinci olarak
da muhtemel bir totaliter girişim karşısında muhalif bir tavır takınılacağı
konusunda siyasal partiler ve tüm baskı gruplarınca bir konsensüse varılmalıdır.

Kaynaklar

Erdoğan, Mustafa, “Demokratikleşme Üstüne”, Pazar Postası,
İst., 1995,

Kayalı, Kurtuluş, Ordu ve Siyaset, İletişim Yay., İst.,
1994,

Kongar, Emre, Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi,
İst., 1993,

Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim
Yay., İst., 1995,

Magee, Bryan, Karl Popper’ın Bilim Felsefesi ve Siyaset
Kuramı, Çeviren: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İst., 1982,

Mardin Şerif, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay. İst., 1995,

Parla, Taha, Türkiye’nin Siyasal Rejimi, İletişim Yay.,
İst., 1993,

Popper, Karl, Açık Toplum ve Düşmanları, C.I, Çeviren: Mete
Tunçay-Harun Rızatepe, Remzi Kitabevi, İst., 1989.