Eğer cumhuriyet fazilet rejimi ise onu yaşayacak da fâzıl bir
cumhur olmalıdır. Bunlardan hangisinin diğerini doğurduğu bir tarafa
bırakılırsa, bir bütünlük ve iç içelik göze çarpar. Yani fâzıl bir cumhur
olmaksızın cumhuriyet, cumhuriyet olmaksızın fâzıl bir cumhur pek mümkün olmaz.
Cumhuriyet olmadan da fâzıl insanlar bulunabilir ancak cumhurdan ve bunun
faziletinden bahsetmek zorlaşır. Cumhuriyetin ana unsuru, cumhurun yapı taşı
olan insan nasıl olmalıdır, hangi karakter özelliklerini taşımalıdır ve bunları
nasıl kazanacaktır? Artık insanı merkeze koyan ve insan odaklı düşünmenin
olaylara çözüm getirmedeki başarısına inanan günümüz sosyolojik ekolleri
cumhuriyet konusunda bu soruları gündeme almak durumundadır.
Erich Fromm’un “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” isimli kitabı
“İnsan kurt mu, kuzu mu?” sorusuyla başlar. Burada bazılarının insanların kuzu,
bazılarının da kurt olduğuna inandığı belirtilmektedir. “İnsanların kuzu
olduğunu ileri sürenlerin şunları belirtmeleri yeter: Kendileri için zararlı
olsa bile, insanlar onlara söylenenlerden kolaylıkla etkilenirler; yıkımdan
başka bir şey getirmeyen savaşlarda önderlerini körü körüne izlerler; belli bir
inançla söylenen kaba kuvvetle de desteklenen her şeye—papazların ve kralların
sert tehditlerinden gizli ya da açık dolandırıcıların kandırıcı çağrılarına dek
her türlü saçmalığa—inanırlar. Bu durumdaki insanların çoğu, kendilerini
kandırmak için korkutucu ya da tatlı bir sesle konuşanların karşısında kendi
isteklerinden vazgeçmeye hazır, kolaylıkla etkilenebilen yarı uyanık çocuklara
benzerler. Gerçekten de çoğunluğa karşı direnecek ölçüde güçlü inancı olan kişi
kural değil, istisnadır; çağdaşlarının alaya aldığı, ama yıllar sonra hayran
olunacak bir istisna.
“Büyük Engizitörler ve diktatörler kendi düzenlerini
oluştururken insanların kuzu olduğu fikrine dayanmışlardır. Dahası, insanların
kuzu ya da koyun olduğu, bu nedenle kendileri adına karar verecek önderlere
gereksinme duydukları inancı yüzünden önderler de şuna içten inanmışlardır:
Kendileri, insanlara istediklerini verdiklerinde—acı olsa da—ahlâksal bir görevi
yerine getirmekte, insanların omuzlarından sorumluluk ve özgürlük yükünü
almaktadırlar.” (Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı.)
Bu noktada hemen akla “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”
mülâhazası geli-yor. İnsana kuzu nazarıyla bakışın İslâmî bir görüntüyle ortaya
konuşunu çok güzel özetleyen bir cümle. Gerçi, başlangıç noktasında bulunan
şeyhin de şeyhi olmayacağına göre, onun durumu ve Ali Kalkancı gibi bir şeyhi
olan insanın durumu bu cümlede pek açığa kavuşmuyor ama insana kuzu yaklaşımının
İslâm adı altında ortaya çıkan bir kültürdeki ifadesini net olarak ortaya
koyuyor.
“İnsanların çoğu koyunsa; nasıl oluyor da bir koyunun yaşamından
farklı oluyor yaşamları? İnsanlık tarihi kanla yazılmıştır; İnsanın istemini
kırmak için şiddetin şaşmaz bir biçimde uygulandığı bir tarihtir bu. Hitler
milyonlarca Yahudi’yi tek başına mı yok etti? Stalin siyasal düşmanlarını kendi
başına mı ortadan kaldırdı? Bu kişiler yalnız değildirler; kendileri için yalnız
iste-yerek değil, koşa koşa adam öldüren, işkence yapan binlerce yardımcıları
vardı. İnsanın insana karşı acımasızlığına her yerde—acımasız savaşlarda,
cinayet ve ırza geçmelerde, güçlünün güçsüzü sömür-mesinde, işkence gören, acı
çeken canlıların inlemelerine kimsenin kulak vermemesinde, bunlara herkesin
yüreğini kapamasında—tanık olmuyor muyuz? Bütün bunlar Hobbes gibi düşünenleri
homo homini lupus (insan insanın kurdudur) inancına götürdü. Bu gerçekler bugün
de çoğumuza, insanın doğuştan kötü ve yıkıcı olduğunu, en çok sevdiği
eğlenceden, daha azılı katillerden korktuğu için vazgeçen bir katil olduğunu
düşündürüyor. Oysa her iki sav da bizi şaşkınlığa düşürüyor. Geçmişte açık ya da
gizli birçok katili ya da sadisti kişisel olarak tanımış olabiliriz; ama bunlar
kural değil istisnadır. Sizin, benim yada birçok normal insanın kuzu postuna
sarınmış kurtlar olduğumuza, “gerçek kişiliğimizin” şimdiye dek bizi hayvanlar
gibi davranmaktan alıkoyan yasaklardan kurtulduğumuz zaman ortaya çıkacağına mı
inanmalıyız? Doğru olmadığını kanıtlamak kolay olmasa da bu görüş bütünüyle
inandırıcı değildir. Günlük yaşamda insanların misilleme korkusu duymadan
girişebileceği sayısız zulüm ve sadizm olanakları vardır; ama çoğu insan bu
olanakları kullanamaz. Aslında insanların çoğu, zulüm ve sadizmle
karşılaştıklarında belli bir hoşnutsuzlukla tepki gösterirler.
Öyleyse, burada ele aldığımız şaşırtıcı çelişkiden başka ve
ondan daha iyi bir açıklama bulunabilir mi? Bu sorunun en yalın yanıtı olarak,
az sayıda kurtla bir sürü koyunun bir arada yaşadığını mı kabul edelim? Kurtlar
öldürmek, koyunlar birisinin peşinden gitmek istiyorlar, cinayet işletiyor,
insan boğazlatıyorlar; koyunlarda hoşlandıklarından değil, yalnızca birisinin
peşinden gitmek istedikleri için boyun eği-yorlar buna. Gene de katiller,
yaptıklarının soylu bir şey olduğunu kanıtlamak için masallar uydurmak zorunda
kalıyorlar. Koyunların çoğunun kendileri gibi davranmalarını sağlamak için
kurtlar, özgürlüklerinin tehdit edildiğini, süngülenen çocukların, ırzlarına
geçilen kadınların, çiğnenen onurların öcünü aldıklarını söylüyorlar. Yanıt akla
uygun görünüyor, gene de bazı kuşkular var. Bu yanıtla iki ayrı insan
ırkının—kurtların ve koyunların—bulunduğu mu söylenmek isteniyor? Dahası,
yaratılıştan öyle olmadıklarına göre, nasıl oluyor da koyunlar, şiddet
kendilerine kutsal bir görev olarak da sunulsa, kurtlar gibi davranmaya razı
edilebiliyorlar. Kurtlar ve koyunlarla ilgili varsayımımız akla yatkın değildir;
bu durumda kurtların, insan yaradılışının temel niteliğini gösterdiği, doğru
olmasın sakın? Bütün bunlardan sonra, bu iki yanlı olasılığın bütünüyle yanlış
olduğunu da düşünebiliriz. Belki insan hem kurttur, hem koyun-ya da ne kurttur,
ne de koyun” (Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı)
“İnsandaki kuvvelere şeriatça bir had ve nihayet tayin edilmiş
ise de fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvelerin her birisi, “tefrit,
ifrat, vasat” namıyla üç mertebeye ayrılırlar.” (İşârât-ül İ’caz, syf. 24.)
Vasattan ifrat ve tefrit bölgelerine geçildikçe kurtlar ve kuzulara rastlanır.
Burada dikkatimizi çeken önemli bir nokta insandaki kuvvelere şeriatça bir
nihayet tayin edilmemiş olmasıdır. Yani her insan potansiyel bir kurt ya da
potansiyel bir kuzudur. Bu potansiyel özelliklerinin ne kurt ne kuzu ya da insan
şeklinde ortaya çıkabilmesi için hadleri ve nihayetleri belirleyici şeriat ön
plana çıkmaktadır. Bu noktada “şeriat” kavramını genelleştirip insanlığın genel
olarak sahiplendiği ahlâkî değerleri, toplumda kültür ve çevresel faktörlerin
ortaya çıkardığı örf, adet gibi unsurları da içine dahil edebiliriz. Doğru
olanın ortaya konmasında bu unsurların önemi Doğan Cüceloğlu’nun “İçimizdeki
Biz” adlı eserinde tartışılmış. Burada “Biz” kavramı kendi ve toplum ile
barışıklık, çevre ile barışıklık durumunu ifade için kullanılmış ve sağlıklı
toplum fertlerinin bu karışıklık halinde olması gerektiği ifade edilmiştir.
Çiftçilik gibi bir işi yaparken “şeriat-ı fıtriye” şeklinde isimlendirilen ve
yaratılıştaki kanunların ifade edildiği şeriat türüne uymanın gerekliliği zaten
yaşam içinde öğrenilmekte ve kişi bu alanda hür olduğunu ve istediği gibi
davranabileceğini iddia ederek toprağı sürme, sulama gibi belirli zamanlarda
yapılması gereken işleri yapmadığında genellikle başarısızlık ile
cezalandırılmaktadır. Fıtrî kanunlara uyan ise genel olarak başarı mükafatını
görmektedir. Çiftçinin başarılı olması için uyması gereken doğa kuralları,
“doğru olan”lar olduğunu görmek zor değil. Çünkü hepimiz sulak ya da kurak yeri
seven bitkiler olduğunu biliyoruz. Güneşi veya gölgeyi seven bitkiler gibi,
yazın ekilecek olanlar var, güzün ekilecek olanlar var.
Acaba mutlu, sağlıklı, doyumlu ve anlamlı bir bireysel yaşam
için bireyin uyması gereken doğa kuralları, yani “doğru olan”lar var mı?
Bunun cevabını çiftçininki kadar kolay veremeyiz. Acaba mutlu
sağlıklı, doyumlu ve anlamlı bir aile yaşamı için uyulması gereken doğa
kuralları, yani “evrensel doğru”lar var mı?
Özellikle toplum düzeyinde kültür ve kültür değerleri işin içine
girdiği için kültürlerin üstünde “evrensel doğru”lar düşünmek oldukça
tartışmalıdır.
Ortada iki seçenek var: Ya kültürler birbirleriyle
karşılaştırılamayacak kadar kendine özgüdür; yani her toplum kendi ta-rihsel,
politik, ekonomik, coğrafi, sosyal geçmişi içinde kendine özgü bir kültür
yaratmıştır ve bu nedenlerle birbiriyle karşılaştırılamaz. Ya da insan olmaktan
kaynaklanan bazı evrensel yönler her kültürün temelini oluşturmaktadır ve
kültürlerin ötesinde insanlara özgü “doğru olan”lardan söz etmek mümkündür. Bu
görüş kültürlerin kendilerine özgü yönleriyle evrensel yönleri olabileceğini
kabul eder.
Birinci görüşü kabul ederseniz, kültürel görelilik kuramını
kabul etmiş olursunuz; ikinci görüş insanın evrensel yönleri olduğunu ifade
eder.
Stephen Covey (1989, 1991, 1994), Robert Edgerton (1992), Hyrum
Smith (1994), Scott Peck (1978), Peter M. Senge (1993) gibi birçok yazarın
çalışmalarında ifade ettikleri temel görüş insan olmanın doğrularının var
olduğudur. Bu doğrulara temel ya da doğal ilkeler adını verebiliriz. (İçimizdeki
Biz, syf. 82-83.)
Evren bir bütündür. Evrenin bütünlüğü insan hayatında kendisini
yaşamın bütünlüğü olarak gösteririr. Yaşamın bütünlüğü insan ilişkilerinde Biz
Bilincine götürür. Bu demektir ki, hangi kültürde olursa olsun, nerede, hangi
mekânda olursa olsun, insanlar Biz Bilinci içinde davrandıkları zaman “doğru”
Sen Ben Bilinci içinde hareket ettikleri zaman “yanlış” hareket etmiş olurlar.
Gandhi, “Ben insanların, daha doğrusu yaşayan her şeyin
birliğine inanıyorum. Eğer bir insanın manevî yaşamı zenginleşirse, tüm
insanların manevi yaşamı onunla birlikte zenginleşir, ama bir insanın yaşamı
sefilleşirse, herkesin yaşamı da onunkiyle birlikte sefilleşir” der. (UNESCO,
1972, s.107)
Robert Edgerton (1992), Hasta Toplumlar (kitabın İngilizce
başlığı Sick Societies) adıyla Türkçeye aktarabileceğimiz önemli kitabında
kültürlerin gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı olmasının o kültürün
sağlamlığının garantisi olmadığını saptar. Bir kültürün sağlığını, o kültürün
gelenek ve göreneklerinin, değerlerinin, kişinin yaşam gereksinmelerini
karşılamada ne derece yardımcı olacağının belirleyeceğini söyler. Hasta
kültürler ile sağlıklı kültürler arasındaki en önemli fark, kültürlerin evrensel
temel ilkeleri kültürel değerler olarak yansıtıp yansıtmamasında yatmaktadır.
Önemli olan, temel ilkeler üzerinde kurulmuş kapsamlı Biz
Bilinci’ni geliştirmek ve o bilinç içinde tutarlı yaşamaktır. “Biz Bilinci” tüm
canlıların birbirini etkilediğini, birbirine bağımlı olduğunu anlayarak oluşur.
Bunun ilk adımı insanların birbirini sürekli etkilediğini anlamaktır.
(İçimizdeki Biz, syf. 82-83.)
Hatta canlı ve insanların ötesinde kainatın bütün zerrelerinin
ve insan ile kainatın bütünlüğü şuuru içinde bir fert toplumla, çevresiyle ve
bütün varlıklarla barışık sağlıklı bir birey olacaktır. Bu barışıklık olduğunda
depremler, hastalıklar ve felaketler bile onun dünya ile barışıklığını
bozmayacak varlıklara ve kendine nefret hissini doğurmayacaktır. Burada hiçbir
şeyin başıboş hareket etmediği birbiriyle bağlantılı olan varlıklarının hepsinin
kontrol altında, emirle hareket ettikleri ve bunlara Emir Veren’in insanları
kesinlikle çok sevdiğini ve hiçbir zaman onlara zarar vermek istemeyeceğini
kainatla barışık “Biz Bilinci”ni kazanmış birey olmanın en temel adımıdır. Böyle
bir kültürün şekillendirdiği insanın kurt yada kuzu olma riski çok azalacaktır.
Hutbe-i Şamiye’de Bediüzzaman Said Nursi’ye hamiyet-i milliyenin mi yoksa
hamiyet-i İslamiye’nin mi daha gerekli olduğu sorusuna cevapta verdiği misal bu
açıdan da bakıldığında çok ilginçtir: “Birden, şimendiferimiz tünelden çıktı.
Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu
şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim
arkadaşlarıma dedim:
“İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor.
Benim bedelime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte,
lisan-ı hâli bu gelecek hakikati der:
“Bakınız, bu dabbetü’l arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve
bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir
metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l arz tehdidiyle ve hücumunun
tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği
halde, o mâsum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve
kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l arzın
hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d
ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”
Bu misalde imanla gelen barışın, bu durumun sağladığı çevre,
toplum ve varlıklarla barışıklık halinin ve Doğan Cüceloğlu’nun deyimiyle “Biz
Bilinci”nin müşahhas bir şekilde gözümüz önüne konduğuna tanık oluyoruz. En
küçük zerreden kuyruklu yıldızlara kadar bütün varlıkların kendilerine tayin
edilen yolda ve kendileri ile ilgili kanunlar çerçevesinde hareket ettiğini
bilen insan, karanlıkta akıl fenerinin verdiği ışıkla canavarlar, hayaletler
illüz-yonundan iman ışığı ile kurtuluyor ve hepsi kendi yararına olan eşyalarla
dolu bir odada bulunduğunu anlıyor. Ruh ve beden sağlığı için gerekli olan bu
kendi ve çevresi ile barışıklık hali bilmenin ve inancın sonucu olarak ortaya
çıkacaktır. Demir yolunun hemen yanı başında durup üzerine doğru gelen trenden
korkmayan çocuk, onun rayında gideceğini bilmekte ve buna tereddütsüz
inanmaktadır. Kendisine, çevresine ve topluma, daha da ötesi kainattaki bu
işleyişe inancın eksikliği “kurtlar ve kuzular” doğurmaktadır. Lem’alar adlı
eserinin 17. Lem’asında Bediüzzaman Said Nursî insanları Avrupa fen ve
medeniyeti adı altında dalâlet ve sefahete sürükleyen anlayış ile ideal manada
olması gereken ancak, numuneleri pek fazla olmayan İslâm ve Kur’an ışığında
oluşan medeniyetin mukayesesini yaparken “kurtlar ve kuzular” topluluğunun
“küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh”’un bir mahsulü olduğunu ortaya
koyuyor; “Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş.
Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı muvakkat
lambalarla tenvir ettin. O lambalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm
etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine o
ışıkları müstehziyâne gülüp eğleniyor.
“Her bir zihayat, senin şakirtlerin nazarında, zâlimlerin
hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir mâtemhane-i
umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylalardır. Senden
tam ders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve
menfaat gördüğü her şeyi kendine Rab telakki eden bir firavun-u zelildir. Hem
senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden
miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede
alçaklık gösterir. Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı
için, zatında gayet âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. O şakirdin gaye-i himmeti
hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi
menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir
dessastır. Nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor; her şeyi nefsine
feda ediyor. (Doğan Cüceloğlu’nun Ben Sen Bilinci şeklinde tarif ettiği durum bu
olsa gerek.)
“Amma Kur’ân’ın halis ve tam şakirdi ise bir abddir. Fakat
âzam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve cennet gibi en büyük ve
âzam bir menfaati gaye-yi ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir.
Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül
etmez bir halim-i âlihimmettir. Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerimi ona
ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir. Hem zaiftir. Fakat
kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavidir ki,
Kur’ân hakiki bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi gaye-i maksat yaptırmadığı halde,
bu zail, fani dünyayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı? İşte iki şakirdin
himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!”
Bu ikinci paragraftaki tarif bir anlamda Cumhuriyet insanının ve
fazıl cumhuru teşkil edecek bireylerin tarifidir. Allah’a kul olmadan hür olmak
mümkün olmayacağına ve en alt düzeyde sebeplerin esiri olmaktan
kurtulunamayacağına göre gerçek anlamda fazilet olan hürriyet bütün varlıklara
ve her sebebe hükmü geçen Zat’a kulluktur. Bu kul; paranın, makamın, şöhretin,
benliğinin ve korkunun esiri olmayacaktır. “Kim var?” denildiğinde sağına soluna
bakmayacak kadar kendine güvenli ve kendi ile barışık, haksızlık karşısında
susmanın “dilsiz şeytanlık” olduğunun idrakinde, padişah da olsa Allah’ın hükmü
altına girmediğinde hain olacağının şuurunda olacak bir insan. Bu insan rejimin
şekli ne olursa olsun, hangi şartlar altında bulunursa bulunsun en azından
halifesi olduğu iç aleminde, ailesinde ve yakın çevresinde cumhuriyetin ve
demokrasinin hedeflediği faziletleri yaşayacak, yaşatacak en azından
yaşanmasından rahatsız olmayacaktır. Bu anlamda imana yapılan hizmet cumhuriyete
yapılan hizmettir. Ancak bütün varlıkları, atomları ve galaksileri tasarrufu
altında bulunduran, amirlerin, hakimlerin ve firavunların Terbiye Edicisine,
Hâkim’ine köle olan insan bunların baskı, zulüm ve tazyiklerinden kurtulup
gerçek anlamda hür olabilir. Bu insanlar ne kurt, ne kuzu; iffet, şecaat ve
hikmetin çizdiği doğru yolda ve ikisinin ortasındaki insanlık noktasındadır. Bu
insanlar atomları bile “Biz” kavramı içine dahil edecek kadar geniş bir “Biz
Bilinci”ne sahiptir. Ancak bu türden insanların teşkil ettiği topluluk CUMHUR
olabilir.
Kaynaklar
1- Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Kasım 1982,
Payel Yayınevi, İstanbul.
2- Bediüzzaman Said Nursî, İşârât-ül İ’caz,
3- Doğan Cüceloğlu, İçimizdeki Biz, Sistem Yayıncılık, Ocak
1997, İstanbul.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı CD-ROM’U,
Risale v.1.0.
5- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, syf. 114.