Demek iman ne kadar mükemmel olursa,
o derece hürriyet parlar. İşte asr-ı saadet…

—Bediüzzaman Said Nursi, Münâzarât

Biz Türkiye’de yaşayanlar, yeni bir yüzyıla, geçen asırdan
tevarüs ettiğimiz bir tartışma kültürüyle giriyoruz. Neredeyse bir asırdan fazla
bir zamandır hürriyet ve meşrutiyeti, cumhuriyet ve demokrasiyi; bunlara bağlı,
hukuk, anayasa, insan hakları, kadın hakları gibi konuları, “irtica” parantezine
alınmak istenen din-siyaset ilişkisini tartışıyor, giderek daha fazla siyasetin
kıskacına giriyoruz. Hayatı “sağım-solum siyaset” oyunu gibi gördükçe, hayatın
kendisine karşı yabancılaşıyoruz. Bu yabancılaşma Osmanlının son asrında
başkaldırdığı için, bu noktada âdeta Devlet-i Âliye vatandaşı gibi yaşıyoruz.
Bir fantezi ile söylersek 1910’larda vefat eden bir Osmanlı vatandaşını aramıza
davet etsek, hiç yabancılık çekmeden bize katılıp, tartışmayı kaldığı yerden
sürdürebilir diyebiliriz.

Siyasî tartışma kültürümüzün değişmeyen başka bir unsuru da Fuat
Paşadan öğrendiğimiz “ayakkabıcı muştaları”… Keçecizâde Fuat Paşa, memleketin
kendi zamanındaki siyasî vaziyetini (meâlen) şu veciz sözlerle anlatıyor: “Her
memlekette iki kuvvet vardır. Biri yukarıdan gelir, diğeri aşağıdan. Bizde
yukarıdan gelen kuvvet, yani saray idaresi çok kuvvetlidir, aşağıdakini eziyor.
Buna karşı aşağıdan yani halktan bir kuvvet istihsaline de imkan yoktur. Bu
yüzden yukardan gelen kuvvet aşağıdakini ezmemek için, bize yan taraftan gelen
ayakkabıcı muştası gibi bir kuvvet lazımdır ki o da ecnebi müdahalesidir.”

Halimiz biraz buna uyuyor. Devlet-toplum ilişkisi bu yüzden pek
sağlıklı kurulamıyor ve bu da insan hakları vs. namı altında bazı ecnebi
müdahalelerini davet ediyor… Bu halimizle Cumhuriyetin 75. yılında, bir
anayasa profesörüne atfedilen “demokrasi cumhuriyeti öldürüyor” sözünde gizlenen
noktaya geli-yoruz. Cumhuriyetin vatandaşları, hâlâ Rauf Bey’in 1930’larda
uğradığı muameleye maruz kalıyor ve her fırsatta, bilhassa cumhuriyet adına
yapılan bazı işleri tenkide kalkıştığında, cumhuriyete sadakat yeminine
zorlanıyor. Böylece cumhuriyet ve demokrasinin gerçek tanımına ve uygulamasına
ulaşma çabaları “hava muhalefeti” veya çağdaş deyimle “konjonktür gereği”
ertelenmiş oluyor.

Öyleyse meselenin kaynağı nedir dersek, cevabın çok basit
olmadığını görür ve çağdaş ulus-devletin meşruiyet krizine tanık olduğumuzu
anlarız. Dikkatli ve derinlemesine bir incelemeyi zaruri kılan bu önemli konuda,
biz ancak bazı işaretlerde bulu-nabileceğiz. Gianfranco Poggi çağdaş devletin
meşruiyeti konusunda bize faydalı bir özet sunuyor: “(Çağdaş devletin meşruiyeti
konusu) üç temel olasılığa yol açabilir. Birincisi; devlet bir meşruiyet formülü
olmaksızın, sistemden hoşnut olmayan kesimleri sindirme ve bastırma, geri
kalanını ise kayırma yoluna giderek toplum üzerindeki denetimini korumaya
çalışır. İkincisi, eski güç siyasetinin meşruiyet formülüne sarılabilir.
Dikkatleri bir başka devlet ya da devletler koalis-yonundan gelen gerçek ya da
gerçek-dışı askerî tehdide çevirerek geniş bir concensus yaratmaya çalışabilir.
Ya da üçüncüsü, topluma yeni bir formülü “satmaya” çalışabilir. İletişim
araçlarının yardımıyla geniş kitlelerce benimsenebilecek kadar çekici ve devleti
belirli bir yükümlülük altına sokmayacak kadar genel bir formül tercih edilir.
(1970’lerin başlarında “Yaşam Kalitesi” böyle bir formüle aday olarak ortaya
çıktı.)

Başarı olasılıkları ne olursa olsun, bu sonuçların (ya da
bunların olası bileşimlerinin) hiç biri çekici görünmüyor. Hepsi de çağdaş
devletin kurumsal gelişimindeki o temel eğilimi sürekli daha kapsamlı yönetim
yetkileri ve araçlarını devlet çatısı altında toplamayı güçlendirmektedir.
Çelişkili de olsa, devlet bir yandan da bu eğilimin gücünü etkin biçimde
kullanılabilmesini ve toplumsal süreç üzerinde denetim kurabilmesini giderek
daha çok engellediğinin farkındadır. Ayrıca bu gelişmeler, liberal görüşteki
hukukun üstünlüğü düşüncesini ve demokratik görüşteki yönetilenlerin yönetim
sürecine katılmaları gerektiği fikrini, bir kenara itmektedir.” (Çağdaş Devletin
Gelişimi-Sosyolojik Bir Yaklaşım, Çev. Ş. Kut-B. Toprak, Hürriyet Vakfı Yay.,
İstanbul 1991, s. 138).

Poggi’nin burada işaret ettiği çelişki büyük önem taşıyor.
Çağdaş devlet, meşruiyetini toplumu tavizsiz denetleyerek kendine bağlama ilkesi
üzerine kurunca, ideali olan demokrasiden, yani; hukukun üstünlüğü, adalet,
eşitlik, siyasal temsil, siyasal katılma gibi evrensel üstün değerlerden
uzaklaşıyor ve demokrasi yerine istibdat (despotizm) yolunda ilerliyor.

Özetleyecek olursak; çağdaş (modern) devlet teorisinin, bir
yandan demokrasiyi ideal olarak görürken öbür yandan onu ortadan kaldıracak bir
eğilim taşıdığını söyleyebiliriz. Hele bizdeki yansımasına bakarsak çelişkinin
boyutlarını hakke’l-yakin bir şekilde görebilir; Poggi’nin “sistemden hoşnut
olmayan kesimleri sindirme ve bastırma, geri kalanını ise kayırma yoluna giderek
toplum üzerindeki denetimini korumaya çalışma” dediği eğilimin bizde epeyce
rağbet gördüğünü tespit edebiliriz.

Bu eğilim, mantığı ve sonuçları itibariyle tam da demokrasinin
mümeyyiz vasıflarını ortadan kaldırmaktadır. Bunu David Spitz’in tahlili
ışığında daha iyi görebiliriz: “Demokrasinin mümeyyiz vasfı ikidir: a) Zıt fikir
ve kanaatlerin serbestçe çarpışması, b) Yönetenlerin anayasal sorumluluğu. (…)
Bu ana fikir hürriyeti sayesindedir ki geçici olarak iktidarda oturanlar, halka
karşı mesul tutulurlar ve kendi düşüncelerini söylemekte değişik inançlarını
daha müessir bir şekilde ifade edebilmek için, teşkilatlanmakta serbest olan
insanlar, vatandaş olarak içinde yaşadıkları nizamın kurulmasına müsavi olarak
iştirak ederler. (…) Demokrasi her şeyden evvel kimin hükümet edeceğini ve
umumiyetle hangi gayelere hizmet edeceğini tayin etmeye yarayan bir yoldur.
İkincisi, karar verme kudretini ellerinde tutanları bir veya birkaç kişi değil,
hiç değilse bir çoğunluk olması gerektiğini gösterir. (…) Çoğunluk hakimiyeti,
demokratik devletin kaçınılmaz bir gereği olmakla birlikte, bu ekseriyet daima
dalgalanan geçici bir ekseriyet olup, hiçbir zaman sabit bir ekseriyet değildir;
azınlıklar devamlı olarak kendi muhalefetlerini takip etmekte serbest olmalı ve
siyasî iktidarı ele geçirmeye matuf mücadelesi hiçbir suretle engellenmemeli,
kösteklenmemelidir. (…) Demok-rasi, hükümet müdahalesinin sahasını
da-ralttığı, fikir sahasını hatta bütün kültür sahasını devlet kontrolünden
çıkardığı için bu siyaset dışı gerçeklerin mevcudiyetini teyit ve bir anayasa
kaidesi olarak tescil eder; devlet ile toplum arasındaki farkı kesin olarak
belirtir.” (David Spitz, Anti-demokratik Düşünce Şekilleri, Çev. Ş. Yalçın, MEB
Yay., İstanbul 1994, s. 24-25)

Spitz, hürriyete yüklediği anlamın “anarşizmi” tedai ettirmemesi
için demokrasiyi yardıma çağırarak ilgi çekici bir tespit yapmaktadır:
“Demokrasinin çabası nizamı hürriyetle telif edebilmektedir (etmeye yöneliktir).
(…) Otoriter devlet bu meseleyi oldukça basit bir şekilde halletmektedir:
Yarısını kestirip atmakla. Bize nizam vermekte fakat hürriyeti esirgemekte,
otorite vermekte fakat itiraz hakkını esirgemekte, kontrol vermekte fakat
kontrolün maksatlarını tayinde reyi esirgemektedir.

“Halbuki demokratik devlet hem nizamı hem de hürriyeti temin
etmeye çalışmaktadır. (…) demokrasi hürriyeti bir hürriyetler ve tahditler
sistemine irca etmekte ve başkalarının serbest olması için hangi hürriyetlerin
tahdit edilmesi lazım geldiğini tayin etmek için toplumun aklına ve adaletine
güvenmektedir. Demokrasinin aşağı yukarı mutlak ve her taarruzdan masun kıldığı
yegane hürriyet, fikir hürriyetidir: hakkın batıl ile mücadele edebilmesi için,
insanların çeşitli fikir ve inançlara sahip olabilmeleri ve onları ifade
edebilmeleri hürriyeti.

“İşte bu nizam ve hürriyeti birleştirmek gayretinde demokrasi,
bütün oligarşik hükümetlerden kesin olarak ayrılmakta ve insanların akıl ve
kalplerinde en büyük mükâfat ve teminatını bulmaktadır.” (Spitz, s. 282).

Buraya kadar söylenen nazarî esasların daha iyi anlaşılabilmesi
ve devletin demokrasi yolundaki samimiyetinin ölçülebilmesi için ağırlığı, üç
yüzden fazla tarifi bulunan demokrasi kavramından (bkz. Dr. Nevin A. Mustafa,
İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Çev. V. Akyüz, İstanbul 1990, s. 61) diğer
anlaşılabilir kavramlara taşımak gerekiyor. Bunların başında da Hukuk Devleti
terimi gelmektedir. Demokrasi ile hukuk devleti kavramları, aralarında sıkı bir
münasebet bulunduğundan zaman zaman karıştırılsa da birbiriyle özdeş ve
eşanlamlı değildir. Demokrasi, hukuk devleti amacına ulaşmak için ileri sürülen
yöntemlerden birisi ve belki en elverişlisidir. Bu yüzden hukuk devleti daha
öncelikli bir kavram sayılmalıdır.

Hukuk devleti ve demokrasi

Hukuk devleti terimi 19. yüzyıl başlarında Almanya’da
kullanılmaya başlanmıştır. 1946 tarihli Alman Bavyera Anayasası, Hukuk Devleti
terimini ilk kez kullanan anayasadır. Hukuk devleti, hukuku olan devlet demek
değildir. Başka bir de-yişle her hukuk devletinin hukuku vardır fakat her hukuku
olan devlet hukuk devleti tanımını hak etmeyebilir. Bu ayırımı ifade etmek için,
hukuk devleti yerine Adalet Devleti tabiri kullanılmaktadır. Adalet devletinin
kriteri olarak da kısaca diyebiliriz ki; bir devlet, insan haklarını bütün
vatandaşları için eşit bir biçimde uyguluyor ve o devlette herkese emeğinin
karşılığı verilebiliyorsa Adalet Devleti olma yolunda gidiliyor demektir. Şimdi
akılda kalacak bir şekilde hem hukuk devletinin hem de demokrasinin vazgeçilmez
şartlarını düşünürsek aşağıdaki sonuca ulaşırız.

Hukuk devletinin taşıması gereken zorunlu şartlar:

1. Adalet, amaç olmalıdır. Aksi halde, kanun devletine dönüşme
tehlikesi doğabilir.

2. Adalet, herkese hakkını ve istihkakını vermektir. Bu da
ancak, eşitlikçi bir insan hakları yönetimi ile sağlanabilir.

3. Hukuk devletinin en elverişli yöntemi sayılan demokrasinin
önüne—meselâ çağdaşlık gibi—başka bazı kavramlar çıkarılmamalı, demokrasiye sık
ve kolay askıya alınabilen bir siyasî elbise muamelesi yapılmamalıdır.

Hukuk devletinin şeklî kıstasları:

1. Devlet gücü hukuk ve kanunla kayıtlanmalı,

2. Bağımsız yargı idareyi denetlemeli,

3. Kanun yolları (hak arama yolları) açık olmalı,

4. Devlet, adaletli olmalı ve insan haklarını bütün vatandaşları
için eşit bir biçimde uygulamalı,

5. Hukuk güvenliği sağlanmalı, hukuk alanında belirsizlik ve
keyfiliğe yer ve-rilmemeli, hukuk düzenine olan güven korunmalıdır (İttihat
Terakkinin önemli bir paşası gibi “yok kanun yap kanun” denilmemeli),

6. İnsan hakları anayasal teminat altına alınmalıdır.

Demokrasinin şartları:

1. Mümkün olduğu kadar genel bir seçim,

2. Çoğulculuk, (çoğunlukçuluk değil) yani örgütlenme hakkının
sağlanması,

3. Halkın, yönetimi mümkün olan bütün yolları denetlemesi ve bu
yolların devlet kudreti tarafından kısıtlanmaması veya ortadan kaldırılmaması
(kamuoyu araçlarının açık olması),

4. Kuvvetler ayrımının yürürlükte olması,

5. İfade hürriyetinin en önemli hak olarak korunması.
(Vatandaşlara, sen sus da gözlerin konuşsun denmemeli),

6. Kanun devletine dönüşmemesi için evrensel üstün değerlerin,
kanunların ve tüm hukukun özünü belirlemesi.

Saydığımız bu esasların uygulanması halinde ancak, demokratik
hukuk devletinden söz edilebilir. Aksi halde görünüşü demokratik olan bir
istibdat kurulmuş olacaktır. Vatandaşlarına güvenmeyen, sürekli “tehlikeli
eğilimler ve iç tehdit değerlendirmesi” yapan bir yönetim anlayışının ne kadar
demokratik olduğunu anlamak için yukarıdaki ilkeleri dikkatli okumak yeterlidir.

Dini ve siyaseti doğru anlamak

Türkiye’de demokrasiyi doğru tartışmak için, din-siyaset
ilişkisini doğru tanımlamak gerekiyor. Bu konuda, dillere destan asabi-liğimizi
bir kenara bırakıp “medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler
gibi icbar ile değil” düsturundan hareketle, hem devlet hem de toplum ve fertler
olarak medenî liyâkatımızı ve rüştümüzü ispat etmeliyiz. Aksi halde “gözden
geçirilmiş demokrasi” uygulamalarını hak etmiş oluruz. Rüştümüzü ispat etmenin
bir yolu da, bilhassa dini hassasiyete sahip insanlarımızın İslâmiyeti ve
siyaseti doğru anlamasından geçiyor.

Bu anlamda, Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleri Osmanlıyı da
Cumhuriyet devrini de din-siyaset ilişkisi penceresinden yorumlama konusunda
doğru bilgiler taşıyor. Bu zengin bilgi ve tecrübe kaynağında, konumuz
bakımından tespit edebileceğimiz ilk ve en önemli özellik şudur: Said Nursî
siyaseti, siyasetin cazibesine kapılmadan yorumlama ayrıcalığına sahiptir ve bu
açıdan da “zamanın bediisidir”. Bu özelliği onun müceddit vasfına işaret eder.
Öyle ki herkesin az çok siyasî bir hedef peşinde koştuğu, siyasetin insanla-rın
zihnini ve kalbini istila ettiği bir zamanda, istiladan kendini kurtarma
başarısını gösterebilmiştir.

Kur’an ve sünnette; devlet, siyaset, iktidar, ulu’l-emr gibi
kavramlara ne kadar yer verilmişse Said Nursî de eserlerinde o kadar yer
vermiştir. İslam hukukçularının tespitine göre altı bin küsur ayetten ancak
55-60 tanesi devlet teşkilatı ve siyasetle doğrudan ilgilidir. Yani Said
Nursî’nin ifadesiyle bu yüzde birlik bir nispeti ifade ediyor. Bunun yanı sıra
mesela haşirden Kur’an’ın üçte birinde hatırlatma (ihtar) ve iman telkini
yapılıyor. İşte Said Nursî de Kur’an’daki bu orana uyuyor ve altı bin küsur
sayfalık eserinin üçte birini haşre ayırırken toplamı yüz sayfayı geçmeyecek
kısmında doğrudan siyasî konular üzerinde duruyor. Yani siyasî kavramlarla
meşgul olurken, hadden aşıp Kur’an ve sünnetin öncelikli konuları olan iman,
ahlak ve ibadeti ihmal sayılacak bir ubudiyet zaafına, ihlassızlığa düşmüyor,
Kur’an ve sünnete karşı su-i edepte bulunmuyor. Kendisi bunu “ Kur’an, hak,
hakikat ve şefkat bizi siyasetten men ediyor” sözü ile anlatmaktadır. Bu
hatırlatmanın ardından Bediüzzaman’ın bazı tespitlerine geçebiliriz.

Siyasette muktesit meslek

Bediüzzaman Said Nursî; geleneksel İslam siyaset düşüncesinde ve
uygulamasında, tecdidin zaruret haline geldiğini, “Eski hal muhal, ya yeni hal
veya izmihlal” sözüyle anlatmaktadır. Bu sözde; eski hal tabiriyle istibdada,
yeni hal tabiriyle hürriyet ve meşrutiyete işaret etmekte, böylece meşrutiyete
hayatî önem yüklemektedir. Siyasî duruşu ise; tâ gençliğinden başlayarak,
muktesit meslek dediği bir istikamette gelişmiştir. On beş-on altı yaşlarındaki
bir hatırası, bu muktesit (yani aşırılıktan arınmış) mesleğin, hangi noktada
başladığını bize haber vermektedir.

“İnkılâptan on altı sene evvel (1908-16=1892; onbeş onaltı
yaşlarında MND) Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim.
Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem ta o vakitte meşhur Kemal’in
Rüyâ’sıyla uyandım. Lâkin maatteessüf su-i tesadüf ile hükümete itiraz
edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı
Araptan sonra İslamiyetin bir kıvamı olan Etrâki tadlîl ediyorlardı. Hatta bir
kısmı o kadar tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan
Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterdi. Ve men lem yahkûm
(Maide, 44-46) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki “men lem yahkûm,” “men lem
yusaddık” manasındadır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u
Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz
ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları
reddederdim.

“İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i
İslama insafsızca hücum ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi
Osmanlılıktan tecerrüt edip tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunan
şu kısımdandır.” (Münâzarât, 123-126; Beyânât ve Tenvirler, 107).

Bediüzzaman’ın siyasî duruşu; burada sözünü ettiği iki akımın—ki
bunlar Osmanlının yaşadığı siyasî çatışmanın taraflarıdır—tam ortasında,
kendisinin muktesit meslek dediği yeni bir çığırın habercisi olmuştur. Muktesit
mesleğin esasları, devrin siyasî ortamından etkiler taşımakla birlikte, günümüze
ve geleceğe ışık tutabilecek bir tazelik taşımaktadır. Çünkü tartıştığımız
kavramlar; hürriyet, meşrutiyet, şeriat, cumhuriyet, demokrasi, hukuk, anayasa,
insan hakları, “irtica”, din-siyaset ilişkisi, kadın hakları, vs. hep Osmanlıdan
miras kalan konular ve yazının başında da söylediğimiz gibi, biz bu tartışma
kültürünü henüz aşabilmiş değiliz.

İslâmî yönetimin esasları

Bediüzzaman Said Nursî; İslamî siyaset teorisini, İslamın iki
asli kaynağı olan Kur’an ve sünnetten hareketle asr-ı saadet uygulamalarını
örnek göstererek ve onlara atıflar yaparak genel esaslarıyla çerçeve olarak
tespit etmektedir. Bu teorik çerçevenin ana eksenini de hürriyet ve meşrutiyet
kavramları oluşturur. Bu kavramlardan ilk bahseden elbette Said Nursî değildir;
fakat onu farklı kılan, hürriyet ve meşrutiyeti (sonraki ismiyle cumhuriyet ve
demokrasiyi) devrinin iki karşıt akımının rağmına, ilke olarak Kur’an ve şeriata
dayandırmasıdır. Yani Bediüzzaman, “devrinin modası yahut konjonktür gereği”
değil, ubudiyet anlayışının bir sonucu olarak hürriyetçi ve cumhuriyetçidir.

Bediüzzaman’nın temelde hareket noktası insanın hürriyetidir.
“Güneş gibi parlak her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o
hürriyettir ki, saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve
İslamiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyinedir.” (Münâzarât, 58).
Hürriyeti cehenneme layık gören cehalete karşı “hürriyet Rahmanın bir
atiyyesidir ve imanın bir hassasıdır. (Münâzarât, 59) İnsana karşı hürriyet
Allah’a karşı ubudiyeti intac eder (Münâzarât, 58)” diyerek hürriyetin İslamî
anlamına ve değerine işaret etmektedir. Münâzarât’ın 55-60. sayfalarında
(Beyânât ve Tenvirler, 42-43) bu anlamın unsurları anlatılmaktadır.

Bediüzzaman, hürriyet kavramının yanı sıra meşrutiyete vurgu
yapar. Meşrutiyet, adeta insanın hürriyetinin siyasî izdüşümü gibi
görülmektedir. Bediüzzaman, hürriyet ile meşrutiyetin ilişkisini şöyle
anlatıyor: “Meşrutiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyeti her vecihle
uyandırır. Her nevide, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrutiyeti tevlid
eder. Hatta ulemada, medariste, talebede bir nevi meşrutiyeti intac eder. Evet,
her taifeye ona mahsus bir meşrutiyet, bir teceddüt ilham olunuyor. İşte, şu
arkasında şems-i saadeti telvih eden ve temayül ve incizap ve imtizaca yüz tutan
lemeat-ı meşverettir ki, bana meşrutiyet hükümetini bu kadar sevdirmiştir.”
(Münâzarât, 31; Beyânât ve Tenvirler, 35).

Meşrutiyetin zıddı ise istibdattır. Bediüzzaman, Münâzarât’ta
(s.22; Beyânât ve Tenvirler, 45-51) yer alan “İstibdat nedir, meşrutiyet nedir?”
sualine verdiği cevapta veciz bir mukayese yapar. Bu mukayesenin başında
istibdadı şöyle anlatıyor: “İstibdat tahakkümdür, muamele-yi keyfiyedir, kuvvete
istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, sû-i istimâlâta gayet müsait bir zemindir,
zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet derelerinin esfel-i safili-nine
insanı tekerlendiren ve alem-i İslamiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve
ağraz ve husumeti uyandıran ve İslamiyeti zehirlendiren, hatta her şeye sirayet
ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l- İslam îka edip Mutezile, Cebriye,
Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi
ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki Cebriye, Rafıziye,
Mûtezile gibi İslamiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.”

Meşrutiyetin üç esası

Hürriyet rejimi demek olan meşrutiyetin (muasır terimle
söylersek demokratik cumhuriyetin), Bediüzzaman’ın tespitine göre üç temel esası
vardır: Adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet. (Beyânât ve Tenvirler,
44-45 vd.) Şimdi bu kavramlara kısaca değinebiliriz.

Adalet; meşrutiyetin en önemli esasıdır (adalet mülkün
temelidir) ve herkesin hakkını ve istihkakını alması yanı sıra, hukuk önünde
eşit olmayı ifade etmektedir. Adaletin mülkün temeli olabilmesi, insan
haklarının bütün vatandaşlar için eşit olarak uygulanması ve teminat altına
alınmasına bağlıdır. Bediüzzaman’ın, Osmanlının son devrinde en çok tartışılan
gayrımüslimlerin hakları konusunda söylediklerini bu konudaki hassasiyetine
örnek gösterebiliriz. Gayrımüslimlerin askere alınması, meclise mebus olarak
girmeleri, kamu hizmetlerinde istihdam edilmeleri gibi uygulamaları tasvip eder
ve bunu “salahat ayrıdır, maharet ayrıdır” sözüyle izah eder. Hz. Ömer’in
hilafeti devrinde gayrımüslimlerin rahat yaşamalarını, Hz. Ali’nin ve Selahaddin
Eyyübî’nin gayrımüslimlerle aynı mahkemede yargılanmalarını hukukî eşitliğe
delil olarak zikreder.

Meşveret esası ise sistemin mihveri olarak görülür.
“Veşavirhum fil emr” (Ve işlerde onlarla istişare et; Al-i İmran, 159) ile “Ve
emruhum şura beynehum” (Onların aralarındaki işleri istişare iledir; Şûra, 38)
ayetleri bunun delili olarak verilir. (Münâzarât, 23). Bediüzzaman, raşid
ha-lifelerin “hem halife hem reis-i cumhur” olduklarını söyleyerek, seçimle
işbaşına geldiklerini ve idarelerini istişare ile yürüttüklerini hatırlatıyor.
Bu gerçeğin en güzel örneklerinden birini Hz. Ömer vermiştir. Aşere-yi
Mübeşşerenin hayatta kalanlarını, umumun kabulüyle meşveret heyeti saymış ve her
işte onların reyine müracaat etmiştir. Hatta, hükümet merkezi olan Medine’yi
kendisinden habersiz terk etmemelerini istemiştir. Burada şuna da işaret etmek
gerekir ki; meşveret, sadece bir merkezî meclisi ifade etmez, aynı zamanda “her
nevide, her taifede kendisine mahsus bir istişareyi” ve daha da önemlisi halkın
siyaseti ve siyasetçiyi denetlemesini yani efkar-ı ammenin (kamuoyunun)
mura-kabesini de gerektirir ve anlatır.

Kanunda inhisar-ı kuvvet esası ise, en geniş manada
siyaset ve idarenin hukuka bağlılığını ve hukukun üstünlüğünü (siyasetin,
hukukun kıskacına alınmasını) ifade eder. Buna, adalet ve meşveretin
hukukîleşmesi de denilebilir. Devletin ve siyasetin hukukla kayıtlanması,
aslında dinin en önemli hikmetlerinden biri olan zulüm ve tahakkümün
kaldırılmasına hizmet eder. Bu konuda, “Meşrutiyetin sırrı, kuvvet kanundadır,
şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabi
edebilir, hak kuvvetin mağlubu(dur).” (Münâzarât, 38; Beyânât ve Tenvirler, 66)
diyen Bediüzzaman; “Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.
İnna’llahe hüve’l kaviyyü’l metîn (Şüphesiz ki Allah kuvvet ve kudret sahibidir)
hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da; marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut
din-i İslam namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.” (Divan-ı
Harb-i Örfî, 64 vd.; Beyânât ve Tenvirler, 44-45) ve “Padişah, Peygamberi-mizin
emrine itaat etse ve yoluna gitse ha-lifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa,
Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.”
(Divan-ı Harb-i Örfî, 23-24; Beyânât ve Tenvirler, 61) sözleriyle bu esasın
önemine işaret etmektedir. Raşid halifelerin icraatlarında ve sözlerinde, kitap
ve sünnete (yani hukuka) bağlılığın en güzel örnekleri bulunmaktadır.

Bu noktada, şu soru akla gelebilir: Bediüzzaman bunları
söylerken neye dayanıyordu? Bu sorunun cevabı yine kendisi tarafından
verilmiştir. “Şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır.
Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi
taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema
ve şeriatı Avrupa’nın zünun-u fasidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştım.”
(Divan-ı Harb-i Örfî, 22). Yani Bediüzzaman meşrutiyeti şeriat namına
alkışlamakta ve “hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört
mezhepten istihracı(nın) mümkün olduğunu” dava etmektedir. (Divan-ı Harb-i Örfî,
25; Beyânât ve Tenvirler, 64) Ona göre “ruh-u meşrutiyet şeriattandır, hayatı da
ondandır.” (Münâzarât, 38; Beyânât ve Tenvirler, 66). Burada dikkati çeken bir
nokta da, Bediüzzaman’ın meşrutiyeti şeriat adına alkışlamakla “ulema ve şeriatı
Avrupa’nın bozuk ve yanlış zanlarından kurtarmayı” amaçlamasıdır.

Şeriat nedir?

Buraya kadar söylediklerimizi daha iyi anlayabilmek için şeriatı
da doğru tarif etmek gerekiyor. Dini doğru anlamak öyle önemlidir ki İslamiyetin
yayılması da buna bağlıdır. Bediüzzaman “Eğer biz, doğru İslamiyeti ve
İslamiyete layık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan
(ecnebilerden) fevc fevc dahil olacaklardır.” (Münâzarât, 86; B.T. 103) sözüyle
bu hakikate işaret etmektedir.

Halbuki Müslümanların ve ecnebilerin din-i İslam hakkında
bilgileri oldukça zayıf görünüyor. Bu durumu anlatmak için ilginç bir fıkra
hatıra geliyor. Bir medrese hocası bir talebesini imtihan ederken kurban
meselesini sorar. Talebe başlar anlatmaya: “Hocam; bir gün Hz. Musa oğlu Harun’u
Tur dağına götürüp Allah’a kurban etmek isterken Hz. Cebrail kendisine bir inek
getirir ve onu kesmesini ister…” der demez hocanın sabrı taşar. “Oğlum” der,
“Öyle bir yanlış içindesin ki neresini düzelteceğimi şaşırdım. Bir kere o
peygamber Musa değil İbrahim’di, oğlu Harun değil İsmail’di, çıktığı dağ Tur
değil Arafat’tı, Cebrail’in getirdiği hayvan ise inek değil koç idi.”

Bize öyle geliyor ki, günümüz insanının ekseriyeti, inansın
inanmasın şeriat konusunda bu talebe gibi sınıfta kalacak. Şeriat deyince hemen
kol kesmeyi ve kısası anlamak ve anlatmakla ne tam iman ne de tenkit edilebilir.
Öyleyse imanımızın sağlam olabilmesi için önce şeriatı doğru anlamakla
mükellefiz.

Şeriat ikidir

Konumuzu fazla dağıtmamak için, ancak kısa bazı değinmelerde
bulunmak istiyoruz. Şeriat; din, ahkam, nizam demektir ve en geniş manasıyla
Cenab-ı Hakkın iki türlü şeriatı vardır. Birincisi; şeriat-ı fıtriyedir ki,
irade sıfatından gelmekte ve yanlışlıkla tabiat (kanunları) denilen âdetullahı
ifade etmektedir. İkincisi; bildiğimiz şeriattır ki, kelam sıfatından gelip
beşerin ihtiyarî fiillerini ve içtimaî-siyasî işlerini düzenleyen din manasına
gelmektedir. Bediüzzaman her iki şeriatı da eserlerinde izah eder.

Konumuz bakımından biz şeriatı ikinci anlamında kullanmak
durumundayız. Bediüzzaman’ın bu konuda söylediği bazı ipuçlarını sizlere
aktarmak istiyorum. Otuz bir Mart hadisesi sonrasında kurulan Divân-ı Harb’de
kendisine “Sen de şeriat istemişsin öyle mi?” diye sorulunca Bediüzzaman,
“Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat,
sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi
gibi değil!” cevabını verir (Divan-ı Harb-i Örfî, 11; Beyanat ve Tenvirler, 58).
Yine aynı yerde “Seyyidü’l- kavmi hadimuhum hadisinin sırrıyla, şeriat aleme
gelmiş, tâ istibdadı ve zâlimâne tahakkümü mahvetsin.” (s. 13) demektedir.
Münâza-rât’ta ise şeriatın hikmeti hakkında şöyle diyor: “Şeriat-ı garra zemine
nüzul etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu
insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat vaesefa ki,
muhit-i zamanî ve mekanînin tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip istibdat
bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında bir derece kuvvet bularak başını
kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti,
başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve
vahşet, cevanib-i alemde zeynâb gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.” (s. 37;
Beyanat ve Tenvirler, 65).

Şeriat isteyenler iki kısımdır

Bediüzzaman şeriat isteyenleri de; “Biri muvazene ile zarureti
nazara alarak müdakkikane meşrutiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de,
muvazenesiz, zahirperestane, çıkılmaz bir yola sapıyor” diyerek iki kısma
ayırıyor (Münâzarât, 41; Beyanat ve Tenvirler, 69). İkinci grupta yer alan
insanlar, din adına meşrutiyete karşı çıkmakla aslında dinin bir hakikatine
muhalefet etmiş olduklarını kavrayamamaktadır. “(…) meşrutiyetin düşmanı;
meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de
düşmanlarını çok edenlerdir. Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”
(Divan-ı Harb-i Örfî, 29; Beyanat ve Tenvirler, 63). Bu cehalet, şeriatın yanlış
anlaşılması sonucunu doğurmaktadır. Bunu anlatırken Bediüzzaman, “Avrupa,
bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı-haşa ve kella-istibdada müsait
zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip
etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım.” (Divan-ı
Harb-i Örfî, 15; Beyanat ve Tenvirler, 63-64) demektedir.

Konunun önemi o kadar büyüktür ki, yani günümüz deyimleriyle
İslam ve demokrasi ilişkisini doğru yorumlamak o kadar önemlidir ki, yapılacak
yanlışların bedeli çok ağır ödenmektedir. Yanlış yorumların en bol sergilendiği
bir devrin en acıklı olaylarından mesela Otuz bir Mart hadisesi, içtimaî
hafızamızda silinmez izler bırakmış, dine ve dindarlara saldırmak isteyenlerin
ağzına sakız olmuştur. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “(Otuz bir Martta) sağını
solundan fark edemeyenler—haşa—şeriatı istibdada müsait zannederek tûtî kuşları
taklidi gibi ‘şeriat isteriz!’ demekle hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu.
Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman, yalan olarak hamiyet maskesini takınan
bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay-ı ibret bir nokta-i
siyah!” (Münâzarât, 83; Beyanat ve Tenvirler, 100).

Din elden gider mi?

Memleketimizde din-siyaset ilişkisini gerginleştiren pek çok
unsur olduğu söylenebilir. Teferruatını bir yana bırakarak, biz konunun önemli
gördüğümüz bir yönüne, dinî hassasiyete sahip bir kısım insanların düştüğü bir
hataya değinmek istiyoruz. Siyaset, lâdinî bir yola kaymaya başlayınca, dindar
insanların bir kısmında dinin himaye edilmesi ile ilgili endişeler baş
gösterebiliyor. Dilimize “din elden gidiyor” deyimini kazandıran bu endişeler,
karşı-endişeleri doğurmakta gecikmiyor. Dinî temayüller ve cemaatleşmeler
arttıkça “İslamî usulde kesime uğrama” paranoyası da artıyor ülkemizde.

Bu zıtlaşma dinin doğru anlaşılmamasından kaynaklandığı gibi,
“doğru İslamiyetin” anlaşılmasına da perde olabiliyor. Bu mesele meşrutiyetin
hararetli zemininde epeyce medar-ı bahs olmuş ve Bediüzzaman’a da şark aşairi
arasında meşrutiyet ve hürriyeti anlatırken sorulmuştur. Bediüzzaman; sonradan
Münâzarât’ı meyve verecek seyahati sırasında, ısrarla meşrutiyeti ve arkasından
gelen yenilikleri savununca, muhatapları âdeta, “senin anlattıklarını pek
anlamıyor olsak da, biz bu olan bitenin dinimize zarar vermesinden endişe
ediyoruz” meâlinde “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?” diyerek asıl
hassasiyetlerini dile getirmişlerdir. Bu suale verilen cevabın tamamını, önemine
binaen aktarmak istiyoruz. Şöyle diyor Bediüzzaman:

“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz
yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de mağlub
bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere
itimad edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa
efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan-herkesin
kalbindeki şefkat-i imaniye olan-envâr-ı İlahînin lemaatının içtima’larından ve
hamiyet-i İslâmiyenin şerarat-ı neyyiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u
nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz
muhakeme ediniz.

“Evet şu amud-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına,
murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemaat-ı
müteferrika tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizac edecektir. Fenn-i
hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı
fıtrînin sözü daha nafiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şediddir.

Elhasıl: Başkasına itimad etmeyen, nefsiyle teşebbüs
eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi
bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz.
Halbuki çoban tenbel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona
itimad etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebid kurtlar
ve hırsızlar ve belalar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i
kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terkedip hanesinden her biri bir kahraman
gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup bir çobana bedel bin muhafız
olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin daha mı iyidir? Acaba Mamhuran
hırsızlarını tövbekâr ve sofi eden şu sır değil midir? Evet ruhları ağlamak
istedi, biri bahane oldu ağladılar.

“Evet, evet.. neam, neam.. sivrisinek tantanasını kesse, bal
arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.
Zira kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren musika-i
İlahiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.

“Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen
musika-i İlahiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses
getirmekle, sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalb ve
femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan
ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın
tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli
ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o
sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o
sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi
bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden
adamın dinde hissesi; beyt-ül ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu
korkutur… takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve
aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden;
kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.” (Münâzarât,
44-47).

Yukarıdaki beliğ ifadeleri tekrar etmeden, özet olarak şu
kadarını söyleyebi-liriz ki; dinin korunması demek ki, ya devletten veya efkar-ı
âmmeden (kamu-oyundan) beklenebilir. Bunlardan en selametlisi ve güvenilir olanı
ise açıktır ki efkar-ı âmmedir. Eğer efkar-ı âmme dine sahip çıkarsa, siyaset de
bundan hissesiz kalmayacaktır. İnkılâb-ı siyasî olduğunda ve bu inkılâbın
sonunda, mesela siyaset dine kayıtsız kaldığında, dine zarar geleceği endişesi
Müslümanların aşırı siyasallaşmasının bir sonucudur ki bu konu, üzerinde
derinlemesine düşünmeyi hak etmektedir.

“Âhirzaman çok çalkalanıyor”

Yazımızın sonunda, hadiselerin hürriyet ufkunu kararttığı
zamanlarda bile kaybetmediğimiz bir ümidi paylaşmak isti-yoruz. “Âlemdeki
terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde
olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, gitgide kalkacak. (…) Korkmayınız.
Medeniyet, fazilet, hürriyet; âlem-i insaniyette galebe çalmağa başladığından,
bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en fe-şey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal
olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz
yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz.” (Münâzarât, 63, 65). Çünkü
görüyoruz ki, “Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acib şeyler
doğuracağını ihsas ediyor.” (Barla Lâhikası, 182). Bu acib şeylerin başında da
inşaallah hürriyet bulunacaktır.

Fakat biz Bediüzzaman’ın dediği gibi acûlüz. “Bu bize nispeten
musibetli ve elim hadiseyi Cenab-ı Hakk inayet ve rahmetiyle başka surete
çeviriyor. Evet cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değil. Bu
hadisenin bize karşı vechi rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı vechi,
cehennemin lüzumunu gösteriyor.(…) Fakat biz acûlüz. Her şeyin bir vakt-i
muayyenesi var. (…) Bu hadise bize karşı vech-i merhametle bakıyor. Mülhidlere
karşı olan vecih, azab ve kahr ile nazar ediyor. Her ne ise… Cennet ucuz
olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değildir.” (Barla Lâhikası, 163, 177-178).

Yazımızın başında imanla hürriyet arasındaki münasebete işaret
etmiştik. Müslüman’ın imanı tekamül ettikçe, yaşadığı ve tanık olduğu bütün
hadiselere imanın nuruyla bakma melekesi de gelişecektir. “Emn ve ye’sin
vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde
bulunmak için kabz-bast hâletleri Celâl ve Cemal tecellisinden intibah ehline
gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” (Kastamonu
Lahikası, 7-8) sözünde hatırlatılan havf ve reca muvazenesini bulmak bütün
mü’minlerin hem vazifesi hem de maksadıdır. Zaten, mü’mine bütün kainata meydan
okuma hürriyetini kazandıran da, burada anlatılan “kainata esma-i hüsnanın
nuruyla bakma sırrı” değil midir?