“Zındıklar ve münafıklar, istibdâd-ı mutlaka
“cumhuriyet” namı vermek, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i
mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini
takmakla, hem sizi iğfâl, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek,
hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana, ecnebi hesabına darbeler
vuruyorlar.”

—Bediüzzaman Said Nursi

İnsanlık tarihini sosyolojik olarak belli devrelere ayırmak
gerekirse, bu konuda en doğru tespiti Said Nursi’nin yaptığını söylemek
mümkündür. “Beşerin edvâr-ı hamsesi var” diyerek insanlığın geçirdiği devreleri
beşe ayıran Said Nursi, bu devreleri şöyle sıralamaktadır.

1- Vahşet ve bedeviyet devri
2- Memlukiyet devri
3- Ecirlik devri
4- Esirlik devri
5- Malikiyet ve serbestiyet devri.1

Buna benzer bir sınıflamayı sosyalizmin fikir babası olan Marks
da yapmış fakat Marks beşinci devrenin “sosyalizm” ve onu takiben “komünizm”
devri olacağını söylemiştir.2

Ancak, doksanlı yılların başında demir perde ülkelerinin başına
gelenler, komünizmin çökmesi ve sonrasında gelişen hadiseler Marks’ı tekzib
ederken Bediüzzaman Said Nursi’yi te’yid etmiştir.

Bediüzzaman’ın bu sınıflaması, geniş olarak incelendiğinde,
insanlığın başlangıçtan günümüze kadar elde etmeye çalıştığı ve uğrunda
kanlı-kansız mücadelelere giriştiği Namık Kemal’in “Ne efsunkâr imişsin âh ey
didâr-ı hürriyyet” diyerek hasretle özlemini çektiği, hürriyet mücadelesinin
geçirdiği evreleri de içine almaktadır.

Ülkemiz için ne kadar uzak gözükse de, yirmi birinci yüzyılın
“hürriyet” asrı olacağı açıktır. Ben bu yazımda, hürriyet asrı olarak tanımlanan
önümüzdeki asırda da ismini sık sık duyacağımız, insanlığa daha çok hürriyeti
vermeyi amaçlayan siyasal sistemlerden biri olan “cumhuriyet” kavramı üzerinde
duracağım. Çünkü, dünyanın daha fazla insan haklarını ve bu hakların içinde yer
alan din ve vicdan hürriyetini, inanç hürriyetini zikrettiği bir anda, ülkemizde
28 Şubat süreci olarak bilinen bir süreçte, bu hakların bizde kısıtlanmaya doğru
gitmesi, Cumhuriyetin 75. yılını kutladığımız şu günlerde, insanları cumhuriyet
kavramı üzerinde sorgulamaya itmiştir. Yaşanan hadiseler, “halk hakimiyeti”
anlamına gelen cumhuriyet adına yapılanlar, halka rağmen dayatmalar, bu kavramın
irdelenmesini gerekli kılmıştır. Zira, milyarlarca harcamalar yapılan
göste-rişli eğlenceler, Riki Martin’li Cumhuriyet kutlamaları cumhuriyetin ne
olduğu hakkında bir fikir vermediği gibi bu kutlamalarda atılan nutuklarla,
yapılan icraatlar arasındaki tezatlık kafalarda soru işaretleri bırakmıştır.

İnsanlığın fatalitesi

İnsanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar geçen sürede,
şu dünya misafirhanesinde misafir edilen ve vazife-i asliyesi iman ve dua olan
insanlığın duçar olduğu en büyük problem, bu aslî vazifeyi kendisine unutturacak
hadiselerle karşı karşıya kalmasıdır. Mehmet Akif’in “Hayat ceng-i maîşet,
cihansa ma’rekedir” dediği gibi geçim savaşının yapıldığı bir savaş alanı olan
bu dünya, sadece maişet kavgasına sahne olmuş değildir. İnsanlığın başlangıçtan
beri verdiği en önemli mücadele ise hiç şüphesiz insanca yaşamak, insan olmanın
gereklerini yerine getirebilmek, ruhunda hissettiği hürriyeti elde edebilmek,
zulme, baskıya, haksızlığa maruz kalmadan hayatını diğer insanlarla paylaşarak
idame ettirmek, insan olduğunu hayatını her safhasında hatırlayarak yaşayabilmek
ve bu sayede fıtratında var olan ve kalbinin her köşesinde hissettiği
inançlarını istediği gibi yaşamak mücadelesidir.

Özellikle yaşadığımız asır hiç şüphesiz, insanlık tarihinin en
fırtınalı asrıdır. Bediüzzaman’ın “ilk asırların toplam vahşetini, bu medeniyet
bir defada kustu” dediği şu hazır medeniyetin yaşandığı asrımız, insanlık
tarihinin en kanlı ve vahşi sayfası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu asırdaki
dünya savaşları ile son yıllarda cereyan eden ve “medeniyetler çatışması”
kılıfına uydurularak göz yumulan savaşlarda mil-yonlarca insan hayatını
kaybetti. Bunun yanında, insanın vazife-i asliyesini unutturacak, Cemil Meriç’in
“idrakimize giydirilen deli gömlekleri” dediği sonu “izm”le biten ideolojilerin
ortaya çıkması, insanlığın büyük bir kısmını huzursuz ederken onlara hayat-ı
ebediyelerini de kaybettirdi. Halbuki yaşanan bütün çatışmaların altında daha
huzurlu ve mutlu olmak isteği yatmaktadır.

Bugün dünyanın neresini gezerseniz gezin, sahte gülücükler
ardında mutsuz-luğunu gizlemeye çalışan, gülerken ağlayan insanlara hemen
rastlarsınız. Hele hele ülkemiz insanları için bunu çok daha rahat söylemek
mümkündür.

Peki insanlara, insanlığa neler oluyor? Bediüzzaman’ın “her şey
iptidâilikten mükemmelliğe doğru gider” dediği gibi, ilimde, teknikte
iptidâilikten mükemmelliği yakalamış olan insanlığın mutlulukta mükemmelliği
yakalamaması neden acaba? Yirmi birinci yüzyıla adım attığımız şu günlerde hâlâ
insan hakları, hâlâ hürriyet, hâlâ hak-hukuk tartışmaları yapılıyorsa, bir yerde
yanlışlıklar yapılıyor ya da bunlar yanlış zeminlerde aranıyor demektir.
Tarihte, ilk defa demokrasi, demokrasi ve hürriyet ilişkileri ile ilgili
fikirler M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllarda ortaya atılmış ve demokrasi hakkında
değerlendirmeler yapılmıştır.3 O zamandan bu yana hürriyet uğrunda
nice mücadeleler yapılmış. 2500 yılda ancak bu seviyeye gelen insanlık bu
hakları elde etmek için bir o kadar yıl daha mı bekleyecek? Yoksa faydasız
inadından vazgeçip “Medine-i Fazıla”nın yaşandığı Asr-ı Saadet döneminde olduğu
gibi insanlığa saadeti bahşeden ilahi değerlere ve kanunlara mı yönelecek?

“Beşer esir olmak istemediği gibi ecir (ücretli) olmak da
istemez”4 diyerek insanın hürriyete olan düşkünlüğünü ifade eden
Bediüzzaman, “hürriyet insaniyet âlemine galebe çalmaya başlamıştır” diyerek de
hürriyetin âlemine yerleşeceğini müjdelemektedir. O halde mesele, insanlığa
arzuladığı bu hürriyeti verecek sistemi bulmaktır. Ve insanlık oligarşiden
(siyasi gücün birkaç kişilik bir grubun elinde toplandığı yönetim biçimi)
otokrasiye (hükümdarın bütün siyasal gücü elinde bulundurduğu yöneltim biçimi)
monarşiden (krallık) aristokrasiye (soyluların hakimiyeti) kadar birçok sistemi
deneyerek günümüze kadar gelmiştir. Şimdilerde ise çare olarak cumhuriyet ve
demokrasi gözükmektedir.

Cumhuriyetle idare edilen ülkemizi, gelişmiş dünya ülkeleri
içinde insan hakları, demokrasi…vb, bakımlardan kıyasladığı-mızda, ülkemiz
açısından gözle görülür bir şekilde gerileme göze çarpmaktadır. Dünyanın daha
fazla insan hakları ve hürriyetini zikrettiği bir ortamda cumhuriyette 75.
yılını kutladığımız şu günlerde, daha az hürriyet, daha az millet hakimiyeti,
daha az hukuka doğru yönelmemiz de irdelenmesi gereken bir durumdur.

Sorun nedir? Anayasamızın I. Maddesinde devletin şekli
belirtilirken “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” ifadesiyle bildirilen
cumhuriyet mi? Yoksa II. Madde’de belirtilen ve dokuz esasa dayandırılan
Cumhuriyetin nitelikleri mi?5 Ya da her şeye, herkese rağmen,
anayasada ne yazarsa yazsın, kim ne söylerse söylesin, ben bildiğimi okurum
zihniyetine sahip, yönetime hakim idarecilerin tutumu mu?

Sanırım, bu soruların cevabını bulmanın en iyi yolu da her
şeyden önce “cumhu-riyet” kavramının ne olduğunu ortaya koymakla mümkündür.
Zira, kavram karmaşasından nasibini alan cumhuriyet doğru tarif edilmezse doğru
uygulanamaz. Yada herkes kendi anlayışına göre bir cumhuriyeti tarif eder, hakim
olan onu uygulama çalışır ve kavram karmaşasıyla birlikte “hak” karmaşasının da
yaşanması kaçınılmaz olur. Dolayısıyla cumhuriyet nedir? Nitelikleri nelerdir?
Türkiye yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülke olduğuna göre, cumhuriyet
İslam ile bağdaşır mı? Gibi soruların cevabının verilmesi gerekir.

Cumhuriyet nedir?

“Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (milletvekilleri ve
senatörler) aracılığı ile egemenliğini (hakimiyetini) kullanma şekli”6
olarak tarif edilen cumhuriyete belli başlı sözlüklerimizde şu anlamlar
ve-rilmiştir.

Tanzimat döneminin önemli sözlüklerinden biri olan Lugat-ı Nâci
de “cumhuriyet” kavramı yer almazken (bu durum, bu kavramın bizde pek yeni
olduğunu gösterir) bu dönemin diğer bir önemli sözlüğü olan Kamus-i Türkî’de
cumhuriyet kavramı “Bir reis-i müntekibin taht-ı riyasetinde bulunan heyet”
şeklinde tanımlanmaktadır.7

M. Nihat Özön’ün hazırladığı Osmanlıca-Türkçe sözlükte
cumhuriyete “seçilme, bir başkanın başında bulunduğu devlet idaresi”8
anlamı verilmiştir.

Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise cumhuriyet
“milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler içinde seçtiği
milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimi”9 şeklinde
tanımlanmaktadır.

Sözlüklerde yer alan bu tanımlarda “halkın hür iradesi ve
egemenliği, seçimi ve bu seçimle işbaşına gelen idarecilerin olması, ortak
özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tanımlar doğru olmakla birlikte, bence,
cumhuriyetin özüne inmemekte, sadece kabuğunda kalmakta, cumhuriyetin gerçek
anlamını içermemektedir. Zira ülkemizde 75 yıldan beri, şöyle veya böyle,
seçimler yapılmakta ve bu seçimler sonucu bir yönetici topluluğu işbaşına
gelmektedir. Bu yeterli ise pekâlâ ülkemizde cumhuriyet tam manasıyla
uygulanıyor diyebiliriz.

Anayasamızın “Başlangıç” kısmında “millet iradesinin mutlak
üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet
adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu anayasada
gösterilen hürriyet, demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni
dışına çıkamayacağı”10 vurgulandıktan sonra birinci maddede devletin
şekli “cumhuriyet” olarak belirlenmiş, ikinci maddede bu cumhuriyetin
nitelikleri belirtilmiştir.

Buna göre cumhuriyet dokuz esasa dayandırılmış “Türkiye
cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan
haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”11
denilmiştir.

Eskiler “Arife tarif gerekmez” derken bugünleri pek
düşünmemişler herhalde! Şimdilerde arife tarif de yetmiyor. Yaptığınız tarifi
uygulayarak göstermelisiniz ki, tarif doğru anlaşılsın. Zira, arif değiliz ama,
yapılan cumhuriyet tariflerini ya biz yanlış anlıyoruz yada anladığımız şekilde
bunlar uygulanmıyor. Görünen o ki, söylenenlerle yapılanlar arasında dağlar
kadar fark var. Zira son günlerde yaşanan hadiseler, toplumun çoğunluğunu
huzursuz etmekte, tamamen maddi bir anlayışa yönelik idareyle milli dayanışma
sadece milli maçlarda hatırlanmakta, vicdanla cüzdan arasına sıkışan
hakimlerimizin ayakta tutmaya çalıştığı adalet sistemimiz sarsılmakta,
üniversitelerde yaşanan hadiseler “insan hakları” gibi bir kavramı yok saymakta,
jakoben uygulamalarla hürriyet, özgürlük anlamına gelen demokrasi rafa
kaldırılmakta, tarafsız kalmak, inançlarından dolayı kimseye karışmamak anlamına
gelen laiklik, lâdinilik olarak algılanarak, halk arasında laik-anti laik gibi
zıtlaşmalara yol açılmakta, kısaca yaşananlar “sosyal bir hukuk devleti”
tanımlamasına ters düşmektedir.

Şüphesiz, söylemek yapmak kadar bir mana ifade etmez. İlmiyle
amil olunmadıktan sonra, bilinenlerin bir kıymet ifade etmediği açıktır.
Uygulamaya geçmemiş, sözde, kağıt üzerinde kalmış hukuk devleti vaadlerinin de
bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Akif’in dediği gibi; “Sâde hürriyeti i’lân ile
bir şey çıkmaz/Onu halka hazmettiriniz biraz.”

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bazı insanların fikren ortaçağda
yaşadığı bir ortamda, cumhuriyeti isim ve şekilden ziyade gerçek manasıyla
yaşayabilmek, her şeyden önce hür bir zemin oluşturarak, bu zeminde insanların
fikirlerini hür bir şekilde tartışabilmelarini sağlamak ve “barika-i efkârdan
doğan hakikat”i uygulayabilmekle mümkündür. O halde yapılması gereken bu
milletin ve vatanın selameti uğruna hayatını feda edenlerin fikirlerini,
mesnedsiz iddialarla yok saymak değil, onlara kulak vermek olmalıdır.

Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet olmak üzere üç devir görmüş
olan Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlı’daki dediği meşrutiyet tartışmalarına
katılmış, bazılarının İslam adına karşı çıktığı meşrutiyete İslam adına sahip
çıkmış, dönemin ulemasına ve yöneticilerine meşrutiyet dersi vermiş, Cumhuriyet
döneminde de gerçek cumhuriyetin nasıl olması ve uygulanması gerektiğini o günün
idarecilerine anlatmış, gerçek bir aydındır.

—Cumhuriyet ki…-

Bediüzzaman Said Nursi, Divân-ı Harbi-Örfi adlı eserinde
cumhuriyeti şöyle tarif etmektedir: “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve
kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs
ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek din-i İslam’a büyük bir
cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı
yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”12

Said Nursi’nin bu tanımında olmazsa almaz diyebileceğimiz üç
unsur karşımıza çıkmaktadır. Bunlar adalet, meşveret (parlamento) ve kanun
hakimiyetidir. Bunların dayandığı kriter ise İslam’dır. Zira insanlık bunların
en mükemmel uygulamasını Asr-ı Saadetle görmüştür. Dolayısıyla, cumhu-riyeti
oluşturacak bu unsurları başka yerlerde aramak, örneklerini başka yerlerden
göstermeye çalışmak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Avrupa’ya dilencilik etmek”
İslam’a karşı işlenmiş büyük bir cinayet hükmündedir.

Şimdi cumhuriyeti oluşturan bu unsurlar üzerinde kısaca duralım.

Adalet: Kur’ân’ın dört esasından biri olan adalet “doğrudan
ayrılmamak, hakka riayet etmek”13 “herkesin hakkına tama-mıyla riayet
etmek, insaf,”14 “hak tanırlık, doğruluk”15 gibi anlamlara
gelir. İnsanların en çok arzu ettiği bir durum olan adalet, insan olmanın da bir
gereğidir.

Adalet namazında kıblenin dört mezhep olması gerektiğini16
söyleyen Said Nursi, “nev-i beşere rahmet olan Kur’an’ın ancak umumun, laakal
çoğunluğun saadetini ta-zammun eden bir medeniyeti, kabul ettiğini”17
ifade ederek, Kur’an medeniyetinin hakka ve onun gereği olan adalete
dayan-dığını belirtir.18

Kur’ân’ın adâlet-i mahzayı esas aldığını belirten Said Nursi,
adâlet-i mahzayı şöyle tarif eder: “Bir masumun hakkı bütün halk için dahi iptal
edilemez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın
nazar-ı merhametinde hak haktır. Küçüğüne büyüğüne, bakılmaz. Küçük, büyük için
iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin-rızası bulunmadan-hayatı
ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.”19

“Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez “(Enam/164)
ayetine dayanan adalet-i mahzaya göre başkasının işlediği suçlardan dolayı kimse
sorumlu tutulmaz.

Meşrutiyetin* adalet esasına dayan-dığını ifade eden
Bediüzzaman, “meşrutiyet, adâlet ve şeriattır.”20 diyerek cumhu-riyet
idaresi için adaletin önemini sık sık vurgular. Zira “saadet-i beşeriye dünyada
a-dalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğ-ruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile
olabilir.”21

Hz. Ali’nin bir Yahudi ile mahkemesi, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt
ısırsa bir koyunu/Gelir de Adl-i İlahi Ömer’den sorar yarın onu” diyen ve İslâm
tarihinde adalet abidesi olarak yerini alan Hz. Ömer’in uygulamaları, adaletin
uygulanışı bakımından, insanlık tarihinde Asr-ı Saadete müstesna bir yer
ayırmaktadır.

Cumhuriyet idaresi, adaleti mutlaka sağlamak zorundadır.
Nizamülmülk’ün “küfr ile dünya durur, zulm ile durmaz” sözünü de burada
hatırlamak gerekir. Zulmü durdurmanın yegâne yolu adaleti tesis etmektir. Bu da
eşitliği esas alan cumhuri idarenin birinci görevidir.

Meşveret: Müşaverede temel esaslarında biri olarak kabul edilen
meşveretin uygulanması, yani devlet adına alınacak kararların seçilmiş kimseler
tarafından alınması İslam’ın ilk devirlerinde tam manasıyla yapılan bir
uygulamadır.

“İşlerde onlarla istişâre et “(Âl-i İmran/159), “Onların
aralarındaki işleri meşveret iledir (Şûra/38) ayetlerini parlamento sistemine
delil olarak getiren Said Nursi, meclis usulünün lüzumu için şunları söyler:

“Zaman-ı sabıkta revabıt-ı içtima ve le-vazım-ı taayyüş ve
fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı kalil adamların
fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Ama bu zamanda revabıt-ı içtima o
kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı
medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan
meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve
kuvve-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve
idare ve terbiye edebilir.”22

Bu ifadelere göre fikir hürriyetine ve şer’i meşverete dayanan
meclis, milletin kalbi hükmündedir. Kalbin sadece bir maddeden ibaret olmadığı,
manevi görevinin de bulunduğu göz önünde bulundurulursa, milletin kalbi hükmünde
olan meclisin manevi görevlerinin de bulunduğu açıktır. Elbetteki meclisin en
önemli görevlerinden biri, kendisini o meclise gönderen milletin hissiyatına
tercüman olmak, milletinin manevi, mukaddes değerlerine sahip çıkmaktır.

Bediüzzaman’ın bahsettiği şûraya dayalı yönetim, Asr-ı Saadet
döneminde mükemmel bir uygulama alanı bulmuştur. Hendek savaşı sırasında, şehir
dışında savaşmayı teklif eden Hz. Peygamberin (a.s.m.) bu teklifine karşı, Hz.
Selman’ın şehri, şehrin etrafına hendek kazıp şehir içinden müdafaasını teklif
etmesi istişare edilmiş ve Hz. Selman’ın teklifi kabul edilerek, Medine’nin
etrafına hendekler kazılmak suretiyle şehrin savunulması gerçekleşti-rilmiş ve
bir zafer kazanılmıştır.

Devlet teşkilatında kuvvetler ayrılığı uygulaması, Hz. Ömer
devrinde başlamıştır. İdare ve kaza (yargı) ayrımı yapılması, bu-nun yanında
devletin en yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şûra meclisi
ku-rulmuştur. Bu meclis, kabile mümessilleriyle halk temsilcilerinden teşekkül
ederdi.23

Kanunda inhisar-ı kuvvet: Bediüz-zaman’ın bu sözü kanun
üstünlüğünü, kanun hakimiyetini (nomokrasi) ifade etmektedir.

“Meşrutiyetin ağası haktır, kanundur, efkâr-ı âmmedir (kamuoyu)”24
diyen Said Nursi, keyfi uygulamalarla millete yapılan baskıları İslamiyete
vurulmuş bir darbe olarak nitelemektedir.

Tolstoy’un dediği gibi, “kanunlar büyük sineklerin delip
geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı” olmamalıdır. Yada
Mehmet Akif’in “Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız/Dövülen mahkemelerden
kovulur, çünkü, cılız.” dediği gibi olmamalıdır. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle
“kuvvet kanunda olmalıdır, yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”

İstibdâdın zulüm ve tahakküm, meşve-retin adalet ve şeriat
olduğunu25 ifade eden Said Nursi, “nemelâzım, başkası düşünsün”
şeklindeki düşüncelerin istibdadın yadigarı olduğunu belirtir.26

Şüphesiz bu sözlerin hepsi elimize birer ölçü vermektedir. Bu
tür düşüncelere, yani nemelazım, başkası düşünsün” şeklindeki düşünceye sahip
olan insanların çoğaldığı bir toplumda, şöyle veya böyle istibdat uygulanıyor,
dolayısıyla cumhuriyet tam manasıyla uygulanmıyor demektir.

“Tebeddül-i esmâ ile hakikat tebeddül etmez” kaidesince,
istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namı vermenin hükümete ve millete tecavüz olduğunu
ifade eden Said Nursi, baskı ve zorlamaların, hak ve hürriyetleri kısıtlamanın,
adına ne denirse densin cumhuriyet olamayacağını, bunun istibdat olduğunu
vurgulamaktadır.

Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye adlı eserinde “Avrupalılar terakkide
istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette kurun-ı vustada (ortaçağ)
bırakan ve tevkif eden altı hastalığı sayarken beşinci hastalık olarak “çeşit
çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat”27 demekte,
istibdadın çeşit çeşit ve bulaşıcı olduğunu belirtmektedir. Bu ifadelerden her
türlü baskı ve zorlamanın istibdadın sınırları içine girdiğini anlayabiliriz.
Üniversitelerdeki başörtüsü yasağından öğretim yaptığı dayatmalardan, medyanın
kendi anlayışı ve fikri çerçevesinde, milletimizin fıtratına uymayan gayr-i
ahlâki neşriyatıyla milletin fikrini yönlendirmesine, hâlâ düşünce suçlularının
olmasına kadar çeşitli şekillerde tezahür eden baskı ve zorlamalar istibdat
sınırları içine girmekte ve bu uygulamalar cumhuriyet idaresiyle
bağdaşmamaktadır.

Hukukta şah ve gedânın bir olduğunu ifade eden28 Said
Nursi, zulmün meşrutiyetten değil, kafalardaki cehaletin zulmetinden
kaynaklandığını belirtir.29

Cumhuriyetin olmazsa olmazları

Bediüzzaman’ın cumhuriyet idaresinde ısrarla aradığı önemli
unsurlardan biri de vicdan hürriyetidir.

“Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile
dinsizlere ilişmi-yor, elbette mümkün olduğu kadar, dünyaya karışmayan ve ehl-i
dünya ile mübareze etmeyen ve ahiretine ve imanına ve vatana dahi nafi bir
tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.”30
diyerek cumhuriyetin vicdan hürriyetini esas aldığını vurgulayan Said Nursi, bir
başka yerde cumhuriyet hükümetinin vicdan hürriyet ile birlikte ilim ve fikir
hürriyetini de temin etmesi gerektiğini belirtir.31 Ancak bunları
yaparken lâik-antilaik, inançlı-inançsız gibi ayrım gözetmemesi de gerekir.

Said Nursi bunu da şu sözleri ile ifade eder: “Eğer lâik
cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki lâik manası bi-taraf kalmak, yani
hürriyet-i vicdan düstura ile dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi
dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim.32

Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemesi sırasında “cumhuriyet
hakkındaki fikrin nedir?” diye soranlara verdiği cevap da cumhuriyet ile ilgili
başka önemli ölçüleri ihtiva etmektedir. Bediüzzaman’ın cevabı şudur: “Yaşlı
mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi
olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hulasası şudur ki: O zaman
şimdiki gibi hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu.
Bende tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden
sordular. Ben de dedim bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler.
Cumhuriyet perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.”

Sonra dediler. “Sen selef-i salihine muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum. “Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler.
Sıddik-i Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i
cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti
ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”33

Bu satırlara göre cumhuriyet her şeyden önce isim ve resimden
ibaret kalmamalı. Yukarıda bahsetmeye çalıştığımız prensipleri tam manasıyla
uygulamalı, bundan başka “hakikat-ı adaleti” ve “hürriyet-i şeriyeyi”
taşımalıdır. Cumhuriyet idaresin-de adaletin nasıl olması gerektiği üzerinde
durmuştuk. Burada ayrıca cumhuriyet hükümetinin hürriyetin en geniş suretini
verdiğini34 ifade eden Said Nursi, hürriyetin de ölçülerini de bize
göstermektedir.

Hürriyeti, “başkasına zarar vermemek şartıyla, insanın hatta
sefahet ve rezalet de olsa, her istediğini, yapması” şeklinde tarif edenlere
karşı Bediüzzaman, Kur’ân adabıyla edeplenmiş ve süslenmiş olan hürriyeti şöyle
tarif eder: “Sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki
hayvanlıktır. Şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyetin
şe’ni odur ki, ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın”35

O halde cumhuriyet idaresinin en önemli görevlerinden birisi de,
sefalete, rezalete yol açacak, insanları nefs-i emmâresinin kölesi yapacak adeta
hayvanlaştıracak yolları tıkamak, bunları engellemek, insanın fıtratının da bir
gereği olan ve insana gerçek saadeti kazandıracak olan hakiki hürriyeti sağlamak
olmalıdır.

Demokrat cumhuriyet

Bediüzzaman’ın—kısaca özetlersek—adalet, parlamento, kanun
hakimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve ilim hürriyetine dayandırdığı
cumhuriyet, demokrat bir cumhuriyetten başkası değildir.

Demokrasiyi insan hakları ve halkın egemenliği olarak tarif eden
Alain Touraine, demokrasinin her şeyden önce toplumsal edimcilerin özgürce
oluşma ve eylemde bulunmasını sağlayan siyasal rejim olduğunu söyler.36
Demokrasinin, ancak siyasal iktidarı, giderek daha geniş bir biçimde tanımlanan,
önce “yurttaşlığa ilişkin” olan ama, aynı zamanda da toplumsal hatta kültürel
nitelikler taşıyan haklara saygıya tabi kıldığı takdirde güçlü olacağını
söyleyen yazar37 demokrasiyi siyasal bağlamda üç ilkede dile getirir.
Bunlar, iktidarın saygı duyması gereken temel hakların kabulü, yöneticiler ve
siyasetlerinin toplumsal temsiliyeti ve yurttaşlık, yani hukuk üstüne kurulu bir
topluluğa aidiyet bilinci.38

Fransız yazarın ifade ettiği ve bütün dünyanın bugün kabul
ettiği ilkeleri içine alan demokrasi tarifinin, Bediüzzaman’ın cumhuriyet tarifi
içinde fazlasıyla yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gerçekte isim o kadar önemli değildir. İsimlerin değişmesiyle
hakikat değişmez kuralınca, önemli olan uygulamalardır. Şu anda dünyada bulunan
birçok devletin adı cumhuriyet olduğu halde idaresinin gerçek manada cumhuriyet
olmadığı görülmektedir. Bunun yanında cumhuriyet adını almayan bazı devletlerin
de cumhuriyet gibi idare edildikleri görülmektedir. Kısacası, önemli olan
uygulamalardır. Ülkemiz için de bu geçerlidir. İnsan haklarını, din ve vicdan
hürriyetini, fikir hürriyetini, ilim hürriyetini, kanun hakimiyetini, millet
hakimiyetini, adaleti vs. tesis etmedikten sonra, idarenin adının cumhuriyet
olması pek de önemli değildir.

Netice

Milletler de insanlar gibidir. İnsanların yaşadığı halleri
milletler de benzer şekilde yaşarlar. İnsanın iyi ve kötü günleri olduğu gibi
milletlerinde iyi ve kötü günleri vardır. İnsanın mutlu veya mutsuz olabildiği
gibi milletlerin de mutluluğu söz konusudur.

Mazisi derin köklere yaslanan milletimiz için de aynı durum söz
konusudur. Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapmış ve tarih basamaklarını ikişer
üçer atlayarak adını en üst noktaya altın harflerle yazdırmış olan aziz
milletimiz, son asırlarda o basamaklardan hızla yuvarlanmış değerlerini
yitirmiş, eski satvetli günlerini mumla arar olmuş ve mutsuzluğu da giderek
artmıştır.

Bence, bir milletin mutsuzluğunun ve başarısızlığının en büyük
sebebi de—insanda olduğu gibi—o milletin kendi fıtratına göre hareket
etmemesidir. Oysa Bediüz-zaman daha cumhuriyetten evvel yönetici zevatı,
“Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i Ezelinin bir
remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir.
Madem Şarkı intibahına getirdi-ğiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.
Yoksa sayınız hebaen mensûra gider veya sathi kalır.”39 diyerek
uyarmıştı.

Milletimizin fıtratında ise İslam vardır. İslam ise bahsetmeye
çalıştığımız cumhuriyetin niteliklerini fazlasıyla içine almakta ve en güzel
uygulamalarını da Asr-ı Saadetle göstermektedir. Dolayısıyla, İslam adına veya
dinsizlik adına İslam’ı cumhuriyete tersmiş gibi göstermek, gerçek cumhuriyet
aşıklarını da cumhuriyet düşmanı olarak ifade etmek, dar görüşlülükten başka bir
şey değildir.

Aziz milletimizin, hakiki cumhuriyeti içinde barındıran İslam’a
yöneldiği müddet-çe mutluluğunun ve başarısının artacağı apaçık bir gerçektir.

İslam’ın en mükemmel yaşandığı devir olan Asr-ı Saadet dönemi,
Said Nursi’nin sürekli olarak örnek göstermesi, Asr-ı Saadet uygulamalarından
deliller getirmesi dikkate değerdir. İnsanlığın mutlulukta mükemmelliği
yakalayabilmesi için 2500 yıl daha beklemesine gerek yoktur. Bunun için 1400 yıl
öncesine, Kur’ân’ın aydınlattığı o Saadet Asrına dönüp bakması yeterlidir.

Asr-ı Saadette devletin adı yoktur. Belli bir devletin şekli de
yoktur. Ama Asr-ı Saadette, Hz. Ömer’i, her gece halkın ihti-yacı var mı diye
sokaklarda dolaştıracak kadar, idareciler halkın hizmetkarıdır. Adalet, bugün en
medeni ülkelerin hazmedemeyeceği kadar üste seviyededir. Halk, “Ey Ömer,
giydiğin elbisenin hesabını ver!” diyecek kadar hakimdir. Bir devlet başkanının
bir Yahudi ile muhakemesi yapılacak ve o devlet başkanının aleyhine karar
verilecek kadar hukukun üstünlüğü vardır. Kısacası, bu gün en demokrat geçinen
ülkelerin hayal edemeyeceği uygulamalar Asr-ı Saadette mevcuttur.

Bana göre, bu gün daha fazla demokrasiyi arayan ve kendilerini
insan hakları jandarması sayan, ancak insan hakları evrensel beyannamesini henüz
50 yıl önce kabul eden dünya ülkelerinin, insan hak ve hürriyetleri adına
yaptığı bütün uygulamaları, Asr-ı Saadet dönemine ve o döneme Saadet Asrı
dedirten Kur’ân hakikatlerine biraz daha yaklaşma çabasından başka bir şey
değildir.

Dipnotlar

* Bediüzzaman “meşrutiyet ki, şimdi cumhuriyet oldu”
dediği için, meşrutiyetle ilgili düşüncelerini cumhuriyet için de düşünebiliriz.

1. Said Nursi, Mektûbat, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 353.

2. Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yay., İst. 1976,
s. 122.

3. Mesut Toplayıcı, "İslam ve Demokrasi", Köprü, No: 50, s.
57.

4. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., İst. 1996,
s. 116.

5. Bkz. Burhan Kuzu, Türk Anayasa Metinleri ve İlgili
Mevzuat, Filiz Kitabevi, İst. 1997, s. 23.

6. İslam Prensipleri Ansiklopedisi. İttihat Yay., İst. 1994,
s. 307.

7. Şemsettin Sami, Kamus-i Türki, Bedir Yay, 1317.

8. M. Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka
Kitapevi, 1959.

9. Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Ankara 1988.

10. Burhan Kuzu, a.g.e., s. 23.

11. a.g.e., s. 23.

12. Said Nursi, Divân-ı Harbî-Örfi, Yeni Asya Neş, İst.
1993, s. 69.

13. Muallim Nâci, Lügat-ı Naci, Çağrı Yay., İst. 1995.

14. Kamus-i Türki.

15. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Aydın
Kitabevi, Ank. 1993.

16. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 24.

17. Mektubat, s. 458.

18. a.g.e. s. 458.

19. a.g.e. s. 57.

20. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 23

21. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş., İst. 1993,
s. 83.

22. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 83.

23. Ali Fuad Başgil, Anayasa Prensipleri; zikreden: Safa
Mürsel, Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yay., İst. 1976, s. 276.

24. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 23.

25. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 23.

26. a.g.e. s. 65.

27. Hutbe-i Şamiye, s. 27.

28. Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neş., İst.
1995, s. 89.

29. a.g.e. s. 74.

30. Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 311.

31. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neş., İst. 1997,
s. 27.

32. Şualar, s. 318.

33. a.g.e. s. 317.

34. Emirdağ Lahikası, s. 27.

35. Beyanat ve Tenvirler, s. 40.

36. Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev: Hülya
Tufan, Yapı Kredi Yay, İst 1995, s. 360.

37. a.g.e. s. 359.

38. a.g.e. s. 360.

39. Tarihçe-i Hayat, s. 126, 127.