İnsan yaratılışı itibariyle gelişmeye müsait büyük bir istidat
ve kabiliyet taşır. Eğitim bu ferdî potansiyelin fert ve toplum açısından en
uygun bir şekilde geliştirilmesi ve istenilen değişmelerin meydana getirilmesi
ameliyesidir.

İdeoloji de bir toplumun şu veya bu yana yönlendirilmesi
gerektiğine inananların düşünce ve fikirleridir. Bir düşünce sistemidir. Bu
düşünce sistemi belli bir çıkara dayanabilir, Marxsizm’e dayanabilir veya dine
dayanabilir.

Teknik ve terim olarak din ise, akıl ve irade sahibi insanların
idarî, iktisadî, sosyal, hissî ve manevî hayatlarının bütününün tanzimi için
Allah tarafından indirilen kaideler bütünüdür. İnsanlar bilerek ve isteyerek bu
kaidelere uyarlar.

Avrupa’nın Din Dışı Eğitim ve Terbiye Sistemine Kayması

Tarih boyunca toplumların temel yapısını ve düşünce sistemlerini
oluşturan din olmuştur. 19. yüzyıla kadar bütün toplumların eğitim sistemlerinde
din eğitimi önemli bir yer tutmuştur. Örgün eğitim kurumlarının dışında dinlere
ait ibadet yerleri aynı zamanda insanlar için birer eğitim kurumu olmuştur.
İnsanlar hayatlarını bu çerçevede şekillendirmiş, ilk medeniyetler ve dünyevi
sistemler de dini temellere dayandırılmıştır. Çünkü insanın ve kainatın varoluş
problemini, yaratılış gayesini ilahi vahye dayanan din çözümlemiştir.

Muharref dinler zamanla evrensel ve ilahi boyuttan bazı
ideolojik ve siyasal boyutlara indirgenmiştir. Yahudilik ırkçı ve dünyevi bir
ideolojiye, Hıristiyanlık bilime, gelişmeye, adeta dünyaya karşı bir taassuba
düşürülmüştür. Bazı toplumlar da ilahi mesajdan yeterince nasiplenememiştir.
İşte bunun sonucunda ortaya çıkan problemler ve tepkiler yeni dünyevî
ideolojilerin doğmasını netice vermiştir. Kainatın meydana gelişi, varlık vb.
konularda çesitli mitolojik tasavvurlar ortaya atan Sokrat, Eflaton , Aristo vb.
Yunan filozoflarının başlattıkları felsefi akımlar, bazen din ile barışık, bazen
din dışı olarak gelişme göstermiş, az sayıdaki filozofların başlattığı fikir
akımları 13-14. yüzyıllarda rönesans ve reform hareketleriyle daha geniş
alanlarda ivme kazanmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, Avrupa’da din dışı
pozitivizt felsefe egemen olmaya başlamıştır. İnsanüstü bilgi ve kavramlar
reddedilip, sadece ferde ve ferdî olana itibar edilmiş, din de her ferdin zihin
kalıpları arasında sıkışıp kalmıştır.

19. yüzyıl ideolojilerin hakim olduğu bir asır olmuş, bu durum
20. yüzyılda da devam etmiştir. İktisadi alanda kapitalizm, kominizim ve faşizim
gibi ideolojiler ve sistemler gelişmiş, idari alanda derebeylikler, krallıklar,
saltanat sistemleri yıkılmış veya yıkılma sürecine girmiş, bunun yerine genelde
milliyetçilik esasları üzerinde parlamenter sisteme doğru bir süreç başlamıştır.
Eğitim sistemi olarak da genelde kapitalizme ve diğer ideolojilere hizmet eden
bir anlayış hakim olmuştur.

19. yüzyıl eğitim ve terbiye sisteminin önemli bir vasfı da
ferdiyetçi ve faydacı oluşudur. Yani bu felsefelere göre ferdin şahsiyet ve
inkişafına ait faaliyetler cemiyetin menfaatleriyle bir görülmüş ve fert fayda
bekledeği şeylere teşebbüs ettikçe cemiyetin de fayda göreceği kabul edilmiştir.1
Teavün düsturu yerine, “insan insanın kurdudur”, “ben tok olayım başkası
açlıktan ölsün” gibi düşünceler eğitimde işlenmiştir.

Hiç şüphesiz bu ideoloji ve sistem değişikliklerinin bir eğitim
altyapısı vardır. Rönesansla başlayan bu yeni süreçte 17. yüzyılda Bacon, tetkik
ve münakaşa edilmeksizin kabul edilen esaslardan netice çıkmaz demiş ve
şe’niyetin tetkik ve müşahedesi ile tabiatın sırlarına nüfuz etmeyi esas alan
tecrübî metodu ortaya koymuştur. (Avrupa’da yeni keşfedilen tecrübî metot İslam
dünyasında uygulanıyordu. Endülüs’de binlerce cilt kitapları dolduran müşahhas
bilgi elde edilmiş ve bu birikim Rönesansın kaynağını oluşturmuştur.) Daha sonra
Descartes bu metodu tamamlamıştır. Bu arada Montaigne, Rousseau gibi büyük
terbiyeciler eğitimde ihtilaller yapacak mahiyette yeni terbiye esaslarını
ortaya koymuşlardır2. Bu eğitim ve terbiye sistemi büyük ölçüde
dünyevi ve mataryalisttir. Batı dünyası din anlayışı ile ilim anlayışı arasında
bir çatışmaya, açmaza girmiştir. Sadece aklı ve tecrübeyi esas alan, bilim adı
altında materyalizme kayan Batı dünyası, maddi ve bilimsel alanda büyük bir
ilerleme kaydetmiş olmasına karşın, manevi alanda büyük tahribat yapmış,
yüzlerce manevi duygulara sahip olan insanı adeta maddenin, makinanın bir
parçası haline getirmiş, maddileştirmiştir. Sınıf çatışmaları, menfaat
çatışmaları, ırkçılık, anarşizim gibi yeni toplumsal hastalıklar meydana gelmiş
ve Hitler, Max, Musolini gibi meşhurlar bu terbiye sisteminde yetişmiştir.

Osmanlı’dan Günümüze Eğitim, İdeoloji ve Din

Selçuklu Devleti ve Osmanlı’nın gelişme dönemine kadar yegane
ilim ve irfan müesseseleri olan medreselerde din ile ilim arasında bir uyum
sağlanmıştır. Çünkü bu eğitim modeli tevhid inancına, birliğe dayanırdı.
Eğitimde tabiat bilimleri İslam’dan ayrı görülmezdi. İlim Çin’de bile olsa
aranması emrine uyan, taassuptan uzak, ileri görüşlü müslümanlar Hint, Fars,
Mezopotamya, Mısır, Bizans ve Greko-Romen kültürlerine ait zengin bir ilim
mirasını İslami ölçüler içersinde alıp yeni büyük bir İslam medeniyeti
oluşturmuşlardır.

Astronomi, tıp, matematik gibi ilimlerde bir çok öncü bilim
adamı yetiştiren Osmanlılar, geliştirdiği terbiye sistemiyle de faziletli bir
toplum oluşturmuşlardır. Hatta öyle ki düşmanına bile farkettirmeden iyilik
edebilen ince ruhlu insanlar yetiştirmişlerdir. Çünkü onların eğitim ve
yaşantılarında rehber bir peygamber vardır ve O peygamber (SAV)’de bütün
güzelliklerin dercedildiği bir "üsve-i hasene" vardır. Cenab-ı Hak insanın
yaratılışında imtihan gereği fısk ve takva esaslarıyla techiz etmiş, onu hayra
da şerre de müsait bir şekilde yaratmıştır. İşte din eğitimi nefsine uymaya,
kötülükler işlemeye müsait olan bu insanoğlunu, nefsanî menfiliklerden
uzaklaştırıp, buna karşılık ahlakî, nuranî yönünü geliştirmeyi amaç edinmiştir.
Bu konuda Peygamber (SAV)’de bir örnek kişi olarak takdim edilmiştir. Bu gün
bütün dünyada yaptığı inkılap sayesinde en etkili ilk sıraya yerleşen Hz
Peygamberi tanımak ve sevmek çok önemli bir meseledir. İnsan tanıdıkça sever,
sevdikçe onun gibi olmak ister. Allah Kur’an’da Peygamberi model olarak sunmuş
"peygamber size neyi verdiyse alın, neyi yasakladıysa ondan sakının"(Haşr Suresi
59/7) buyurmuştur. Model şahsiyet ahlak gibi teorik bir konuda insanların işini
kolaylaştıran müşahhas bir numunedir. İnsanlık tarihinde de bazı kahraman ve
bilge kişiler insanların gönüllerine nüfuz ederek onları yeni ufuklara
taşımıştır.

Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyılın başlarından itibaren bütün
kurum ve sistemlerde daha önceden belirtileri görülen birtakım bozulmalar
meydana gelmeye başlamıştı. Medreselerde din ilimleri ile fen ilimlerinin uyumlu
birlikteliğinden, yavaş yavaş sadece din ilimlerine, hatta oradan da aslî
ilimlerden sadece alet ilimlerine doğru bir kayma daha doğrusu bir dejenerasyon
olmuştur. Her alanda görülen bu bozulma ve gerilemenin sonucunda Tanzimat
denilen yeni bir döneme gelinmiştir. Tanzimat’la bizzat devlet tarafından
geleneksel kurum ve sistemlerden, Batılı tarzda modern kurum ve sistemlere
geçilmesine karar verilmiştir.

Tanzimat sonrası modernleşme çerçevesinde eğitim faaliyetlerinde
Batı örnek alınmış ve medreselerin yanında mektepler açılmaya başlanmıştır. 1869
yılında çok önemli bir değişim olmuş, o güne kadar ilmiye sınıfının, vakıfların
ve şahısların uhdesinde olan eğitim hizmetleri, artık devletin bir işi, umumi
bir hizmet olarak kabul edilmiş ve eğitim nezaret bünyesinde umumi olarak
teşkilatlanmaya başlamıştır. Bu yeni kurumların açılmasında temel amaç gerçekten
işlevlerini yerine getiremeyen kurumları bir süreç içersinde yenilemek ve
devletin yıkılmasını önlemekti. Fakat bu çabalar daha sonra ideolojik bir
saplantıya dönüşmüş ve bugüne kadar devam eden mektep-medrese çatışmasını, onun
da arkasında Batıcı, İslamcı gibi ideolojik kavgaların başlangıcını doğurmuştur.
Tanzimat’ı ve eğitim sistemini tenkit eden bir kısım sözde aydınlar,
Tanzimatçıların içinde Bacon, Luther, Descartes, Rousseau gibi gibi adamlar
yoktu. "Maarif sahasında da, mazi ile, dinî an’anelerle alakayı keserek, yahut
gevşeterek, medreseleri ka-patmak-hatta ıslah etmek- cesaretini göstermeksizin,
sadece onların yanında ve umumiyetle onların tesiri altında , mahdut miktarda,
Avrupa mektepleri tipinde mektepler açmakla iktifa ettiler"3 diyerek
dinin tamamen bu gün olduğu gibi vicdanlara hapsedilmesini istiyordu. Bu
görüşlerin tam tersi sistemlerdeki kokuşmuşluğu göremeyen katı gelenekçi
kimseler de vardı.

19. Asırda Avrupa’da sanayi devrimi ile daha çok iktisadi
ağırlıklı (kominizim, kapitalizm vb.) ortaya çıkan ideolojik akımlar,
Osmanlı’nın son dönemlerinde Türkçülük, Batıcılık, Osmanlıcılık ve islamcılık
şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu ideolojilerden hangisi devlete hakim olmuşsa, bu
ideoloji devletin kurumlarına ve eğitim politikalarına da yansımıştır. Sözgelimi
II. Abdülhamid pan-islamist bir görüşü benimsemiş, en çok Batı tarzında mektep
açmakla birlikte, dini eğitim ve terbiye sisteminden de vaz geçmemiştir.
İttihatçılar daha çok Türçülüğü ön plana çıkarmış, Cumhuriyet’le de
Türkçü-Ulusçu ve Batıcı fikirler devlete egemen olmuşlardır.

Cumhuriyet döneminde 1924 yılında çıkarılan "tevhid-i tedrisat"
kanunu ile mektep medrese ikiliği sona ermiş ve maarifte inkılap safhası
başlamıştır. 1925 yılında Muallimler Birliği’nde konuşan İsmet İnönü Tevhid-i
Tedrisat Kanunu savunarak şöyle diyordu: "…Hedefe varmak için her cahilane
itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir. Kanunun bu husustaki salahiyetlerini
bütün şumulu ile tatbikte en ufak bir tereddüt gösterecek değiliz. Hiç bir mani
karşısında tevakkuf etmeyiz ve etmiyeceğiz…"4. Bu ifadelerin
ideolojik bir yaklaşım olduğu çok barizdir. Gerçekten ideolojiler genelde diğer
görüşleri yok etmeyi amaçlar.

Büyük Şef yeni terbiye sisteminin esaslarını da şöyle
belirtiyordu: "Milli terbiye istiyoruz; bu ne demektir. Bunu zıddile daha vazıh
anlarız. Milli terbiyenin zıddı nedir derlerse söyleyebiliriz, bu belki dini
terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin vereceğiniz terbiye dini değil
milli, beynelmilel değil millidir. Sistem bu. Dini terbiyenin milli terbiyeye
taarruz teşkil etmediğini, zaman, her iki terbiyenin kendi yollarında en temiz
bir tecelli göstereceğini isbat edicektir. Beynelmilel terbiyeye gelince esas
itibariyle dini terbiye dahi bir nevi beynelmilel terbiye demektir. Bizim
terbiyemiz kendimizin olacak ve kendimiz için olacaktır"5.

"Milli terbiyede iki kısım düşünebiliriz; milli terbiyenin
siyasî ve vatanî mahiyeti itibariyle, bütün bu topraklara Türk mahiyetini veren
bir Türk var. Fakat bu millet henüz istediğimiz yekpare millet manzarasını
göstermiyor. Eğer bu nesil şuurla ilmin ve hayatın rehberliği ile ciddi olarak,
bütün ömrünü vakfederek çalışırsa siyasi Türk milleti harsî, fikrî ve içtimaî
tam ve kâmil bir Türk milleti olabilir. Bu yekpare milliyet içinde yabancı
harslar hep erimelidir"6.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Cumhuriyetle birlikte
Türkçü-ulusçu yeni bir ideoloji devletin resmi görüşü olarak benimsenmiştir.
İdeoloji bir görüşü hakim kılmak ister. Bu çerçevede Cumhuriyet sonrası dönemde
İnönü’nün de yukarıda ifade ettiği gibi yeni bir hedef, ideoloji ortaya
konularak, diğer bütün harslar, fikirler eritilecek yok edilecektir. Bu
çerçevede yeni eğitim ve terbiye sisteminin içersinden din tamamen
çıkarılacaktır. Hasan Ali Yücel, İnönü’nün yukarıdaki görüşlerini açıklarken
bunu açıkça beyan etmektedir: ".. Ahlakın , son devre kadar yalnız din
esaslarına dayanmasındaki isabetsizliği ve onun millet bünyesinde riyakâr bir
takım karekterler doğurmuş olmasını herkesten iyi bilen Büyük Şef, ahlakımızın
bütün alemce müşterek medeni esaslarla ve taassuptan sıyrılmış, hür makul
fikirlerle kuvvetlen-dirilmesini tavsiye ediyor. Böyle bir mane-viyat terbiyesi
kurulmak için tutulacak inzibat yolunun akla, iç duyguya dayanacağını,
korkutarak, sindirerek yapılamayacağını bize anlatıyor."7

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçülük hakim bir görüş iken
1930’lardan itibaren Batıcılık adeta devletin resmi ideolojisi haline
getirilmiştir. 1930 yılında mevcut birkaç İmam Hatip lisesinin de kapanmasıyla
din eğitimi tamamen kaldırılmış ve artık "üsvet-ül hasene" olarak, Kur’an’ın
örnek almamızı istediği peygamberi öğrenmek, gericilik olarak lanse edilmiş,
horlanmış, hatta yasaklanmıştır. Özellikle kırk’lı yıllarda İnönü ve Hasan Ali
Yücel tarafından, ders kitaplarında Darvin, Yunan felsefesi vb. konular
işlenmiş, Halkevleri ve Köy Enstitülerinde kendileri açısından çok başarılı dine
düşman materyalist bir nesil yetiştirilmiştir. Bu eğitim sistemi komünist,
faşist, kapitalist gibi ne kadar "izm" varsa hepsinden bol miktarda
yetiştirmiştir. Çünkü, devlet bir ideolojiyi dayatarak kabul ettirmek isteyince,
karşısında bir çok farklı ideolojiler doğurmuştur. Bu da anarşizme zemin
hazırlamıştır.

Sonuç

İdeolojiler bilimsel anlayıştan uzaklaşan düşünce ve
fikirlerdir, genellikle baskıcıdır. Bunun için Yargıtay başkanının itiraf ettiği
gibi ve üniversitelerde halen uygulamaları görüldüğü gibi ideolojik devlet
bilimden, ilerlemeden, özgürlükten uzak, anlamsız çeşitli çatışmaların,
yolsuzlukların, iltimasların, despotlukların hüküm sürdüğü bir devlettir. Batı
büyük ölçüde bu ideolojik yaklaşımları aşmış, eğitimde ve diğer sistemlerde
bilimsel yaklaşımlara ulaşmıştır.

Din adına da, bilim adına da katı doğmalar ve ideolojiler tarih
boyunca olagelmiştir. Gerçek dinin nasları ile gerçek ilmin verileri birbiriyle
çatışmaz. Çünkü ilim "adetullah kanunları" dediğimiz kâinatın, kevnî ayetlerin
araştırılması ve keşfedilmesidir. Çatışma insanların farklı yorumlarından ve
düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Osmanlının son dönemlerinde medreselerdeki
yozlaşma ve taassup dine fatura edilmiş, Cumhuriyet döneminde din tamamen eğitim
sisteminden ve bütün diğer alanlardan çıkarılmış vicdanlara hapsedilmiştir. Yeni
Türk terbiyesinin felsefesi 19. yüzyıldaki felsefenin bazı değişikliklerle
yeniden kuruluşudur. En önemli değişiklik de ferdi fayda mefhumunu biraz
daraltarak hareket ve faaliyete milli gaye ile birleştirilmiştir. Hele terbiye
sistemi olarak Asr-ı Saadet gibi dost düşman herkesin kabul ettiği bir saadet
dönemi varken, ahlaklı olmak dinden kaynaklanmıyor, bilimden, vicdandan
kaynaklanıyor demek fevkalade yanlıştır. Kız çocuklarını diri diri toprağa
gömecek kadar her türlü vahşiliği yapabilen insanlar, İslam ile şereflendikten
sonra," acaba bir karıncayı incitir miyim?" diye hassasiyet kesbetmiş ve
tarih-te benzeri görülmeyen fazilet ve ahlak timsali bir "Asr-ı Saadet" dönemi
meydana getirmişlerdir.

Artık tarihteki eğitim alanındaki bu ifrat ve tefritten ders
almanın zamanı geldi, geçmektedir. Eğitimde en doğru metot, din ile tecrübî
ilimleri kaynaştıran metotdur. Büyük araştırmalara, tecrübelere ve deneylere
dayanan bilime karşı olmak mümkün olmadığı gibi, dine karşı olmak veya dışlamak
da mümkün değildir. Zaten Batı geçen yüzyılın yanlışlarından dönmekte ve her
geçen gün din eğitimine ağırlık vermektedir. Bizde problem Batıyı geriden takip
etmektir. Yani Yargıtay Başkanının dediği gibi, Fransa’nın yaptığı yanlışları
yapmadan doğruyu bulamamaktadır. İnşallah ideoloji değil aklıselim galip gelir.

Dipnotlar

1. M. Saffet Engin, “Terbiyede Kemalist Felsefe”, Atatürk
Devri Fikir Hayatı, C. II, s. 313.

2. Prof. Sadreddin Celal Antel, " Tanzimat Maarifi",
Tanzimat I, s. 442-443.

3. A.g.y., s. 446

4. Hasan Ali Yücel, Türkiye’de Orta Öğretim, s. 24

5. A.g.e., s. 25

6. A.g.y.

7. A.g.e., s. 26