Ne zaman başladığı ve nasıl bir süreç içerisinde geliştiği tam
bilinmeyen eğitim, kişinin dünyasında belki de en önemli unsurlardan biridir.
"Beşikten mezara" eğitim anlayışı son dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda ana
rahmi içerisinde de insanoğlunun çevre faktörlerinden etkilendiğini ortaya
koyması üzerine, eğitimin başlangıcı için daha erken dönemleri gündeme getirmiş
ve belki de gamet hücrelerinin birleşiminden oluşan zigot isimli tek hücre
safhasında eğitimin başlıyor olabileceği anlayışı kuvvet kazanmaya başlamıştır.
Aslında, dünyanın herbir tarafına yayılmış ve insan bedenini teşkil amacı ile
çok komp-leks ama kontrollü yollarla bir araya getirilen minerallerin insanın
ruhunda, davranışlarında, yaratılışında ne gibi değişiklikler ortaya
çıkardıkları ya da çıkarmadıkları net olarak ortaya konabilmiş değildir. Sonra
organizmayı teşkil eden minerallerin kainatın başlangıç döneminden beri ne gibi
izler taşıdıkları, günümüze hangi mekanizma ile hangi özellikleri getirdikleri
henüz tam bir muammadır. Ayrıca Hz. Adem (a.s.)’den beri işleyen genetik geçiş
süreci içerisinde insana nelerin ulaştığı ve davranış ve bilgi yumağı oluşu-
munda bu kazanımın payı ve eğitim üzerindeki etkileri de henüz çok bulanık olan
bir manzaradır.

"Çocuğun gelişim safhaları genetik, nütrisyonel, (beslenme ile
ilgili) travmatik, sosyal ve kültürel güçler gibi çocuğa konsepsiyondan (erkek
ve dişi gamet hücrelerinin birleşme anı) yetişkinliğe kadar dinamik olarak
etkili güçlerin karmaşık bir paternidir. Bu patern her çocuk için tektir ve
"normallik" kavramı dahiline giren geniş bir alanda fert fert herbir çocuk için
önemli farklılıklar olabilir." 1

Aslında, bu kadar karmaşık sekillenen ve çok faktörün etkili
olduğu insan davranışı ve ruh gelişimi üzerine eğitim adı altında ruhu
şekillendirme faaliyeti her ferdin kendine teşkil ettiği topluluğa malolmasını
mümkün kılar. Bu ortak değer yargılarının nasıl ortaya çıktığı yani yalan
söylemenin, katilliğin, hırsız-lığın ve kötü olarak adlandırdığımız
davranışların bu şekilde algılanmasında etkili olan faktörler de ayrı bir
araştırma konusudur. Bunda da Hz. Adem (a.s.)’den beri insanlığın birbirine
aktardığı ve O’na öğretilen "eşya"nın genlere yansıyan izlerinden tutunda
toplumların tarih süreci içerisinde kazanımlarına kadar pek çok faktör etkili
olacaktır.

Ruhun anlaşılması konusunda en önemli ipuçları ruhsal
bozukluklarla ilgili araştırmalardan elde edilmiştir. Bu bozuklukların organik
olduğunu ve psikososyal olduğunu savunan farklı görüşler vardır. Bu tartışmalar
aslında ruhun şekillenmesinde esas olan faktörlerin anlaşılmasına yönelik
tarışmalardır. Bu anlamda körlerin fil tarif edişine benzememek için olayı tek
boyutuyla değil bütünüyle ele alan yaklaşımlar daha kalıcı öneriler ortaya
koyabilmeyi başarmışlardır.

"Biyolojide genel dizgeler kuramı Van Bertalanffy ve P. Weiss
tarafından gelişti-rilmiştir. Bu kurama göre, doğada her canlı birbiri ile
bağlantılı hiyerarşik bir düzen ve süreklilik içindedir. En az karmaşık ve küçük
birimler (alt dizgeler, subsystems) daha karmaşık ve büyük birimlerle
(üstdizgeler, suprasystems) hiyerarşik bir düzen ve etkileşim içinde çalışırlar.
Her düzeydeki birim kendi içinde dinamik bir bütündür; fakat üstündeki ve
altındaki birimlerle bağlantısı düşünülmeden varlığı da düşünülemez. Üstdizgeler
alt dizgelerin basit bir toplamı değildir. Örneğin bir organ, hücrelerin ve
dokuların toplamından farklı bütünlük ve düzen gösteren bir dizgedir.

Şekil’de görüldüğü gibi kişi, organizmal hiyeraşinin en üst,
toplumsal hiyerarşinin ise en alt birimidir. Fakat en alttan yukarı doğru her
düzeydeki dizge de kendine göre bir bütünlük ve kimlik gösterir. Bu süreklilik
işinde, her birim hem bir bütün (yani dizge) hem parçadır. Böylece alt ve üst
dinamik etkileşimli bir denge, düzen ve süreklilik içindedir. Hiç bir şey yalnız
ve kendi başına değildir. Ne yalnız başına hücre, ne yalnız başına kişi daha
altlarındaki ve üstlerindeki dizgelerle etkileşim içinde olmadan, tam bir
bütünlük kazanamazlar."2

Şekil:
Doğal Dizgelerin Hiyerarşisi

CANLILAR EVRENİ (BİYOSFER)
TOPLUM-ULUS
KÜLTÜR-ALTKÜLTÜR
TOPLULUK
AİLE
İKİ KİŞİ
KİŞİ (DENEYİM+DAVRANIŞ)
SİNİR DİZGELERİ
ORGAN/ORGAN DİZGELERİ
DOKULAR
HÜCRELER
ORGANELLER
MOLEKÜLLER
ATOMLAR
SUBATOMİK PARÇAÇIKLAR

Bu hiyerarşik tablo aynı zamanda eğitim faaliyetinin cereyan
edeceği sahanın da haritasıdır. Bu saha her bölgeden diğerine işleyen yollar
sonuçta kişi bölgesinden değerlendirilmiş ruh aynasında ifadesini bulacaktır. Bu
harita üzerinde yol alan kişi Bediüzzaman’ın Haşir Risalesi’nde temsilî hikayede
yer alan zabite benzer: "Herkese ve her teçhizâta bakamayız; fakat nümüne için
şu zâbitin cüzdan ve defterlerine bakacağız. Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı,
vazifesi, matlubatı, düstur-u hârekâtı vardır." "Bak şu defterlerde, aletler
teçhizâtının sûret-i istimâli ve mesûliyetler vardır."3

Günümüz metodları ile bu cüzdan ve defterlere bakıldığında
davranışın pskodinamik temellerini oluşturan " (a) Bilinç, bi-linçöncesi,
bilinçdışı. (b) Altbenlik, benlit, üstbenlik. (c) Güdüleme (motivasyon). (d)
Çatışma engellenme. (e) Bunaltı. (f) Benliğin savunma düzenekleri. (g) Kişi-lik
gelişimi."4 gibi kavramlar karşımıza çıkar. Diğer bir deyişle
"insanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havâs ve istidadındaki
cihazât"5 şekilde belirtilen bütün hiyerarşik düzeylerde olan ilişki
bir anlamda kainatla, diğer varlıklarla ve insanlarla iletişimdir. "Aşağıda ele
alınan temel iletişim varsayımları Amerikalı Paul Jackson’ın (1767) Progmatics
of Homan Communication adlı kitabında ileri sürülmüştür. O zamandan bu yana,
insan etkileşiminin dinamiğini açıklamada bu varsayımlar sık sık kullanılmıştır.

Watalawick, Beavin ve Jackson beş temel varsayım önermiştir. Bu
beş temel varsayım şunlardır. 1- İletişim kuramamak olanaksızdır. 2- İletişimin
ilişki ve içerik düzeyleri vardır. 3- Mesaj alışverişinde dizisel yapının kendi
başına bir anlamı vardır. 4- Mesajlar sözlü ve sözsüz olarak iki tiptir. 5-
İletişim kuran kişiler ya eşit ya da eşit olmayan ilişkiler içindir.6

Yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve içerisinde insan ve diğer
hiyerarşik düzeyler ve insan-insan arası iletişim; eğitim işlevini gündeme
getirmekte ve bunun sonucunda da değer yargıları, kavramlar, inanışlar ortaya
çıkmaktadır. Bu noktada en temel iki kavram; akıl ve kalp belirginleşir.
Kognitif fonksiyonlar olarak adlandırabileceğimiz "bilinç, dikkat, uyaranların
algılanması, tanınması ve tanımlanabilmesi (algılama), anımsanması (bellek),
zaman ve yer içine oturtulması (yönelim), neden-sonuç bağlantılarının kurulması
ve durumun değerlendirilmesi, (yargılama), gerçeği değerlendirme
(reality-testing) ve düşünme yetileri"7 aklın ifadesi ya da "zabit"
misalindeki defterlerin günümüz ölçüleri ile tanımıdır.

Diğer yandan "dıştan ve içten gelen uyarılara tepki verebilme
yetisi"7 şeklinde tarif ettiğimiz duygulanım, (affect) daha ön planda kalp
olarak adlandırdığımız henüz yeri ve özellikleri tam keşfedilememiş kavramın bir
özelliğidir. "Dıştan gelen uyarıları, yani çevrede olup bitenleri ve içten gelen
uyarıları (anılar, istekler, ha-yaller) algılayıp değerlendirirken hoşlanma,
sevinme, üzülme, öfkelenme, korkma, tiksinme, suçlama gibi duygular"7 insanın
farklı ve zengin bir boyutunu oluşturur. Pek çok sanat eseri insanlık aleminin
gurur kaynağı olurken onun dugusal boyutunun derinlikleri konusunda da ipuçları
vermektedir.

Elinde akıl defterleri ve kalp cüzdanında "rütbesi, maaşı,
vazifesi, matlübâtı, düstur-u harekâtı" ile insan, eğitim açısından oldukça
karmaşık ancak sonucunda hedeflenen noktaya en layık konumdadır.

Bu karmaşık ilişkiler yumağı ve gelişim safhaları içerisinde
bilgi alış verişini çok netleşmiş prensipler üzerine oturtmak da pek mümkün
değildir. Yani çok net mate-matik kuralları benzeri kuralları olan bir eğitim
modeli oluşturabilmek, gerek bu işlevin malzemesi olan insanın özellikleri,
gerekse bir işlevin gerçekleştiği ortamın özellikleri nedeniyle çok mümkün
değildir. Böyle bir ortamda sevgi, üzüntü, şefkat, korku gibi duygusal planda
özelliklerini içinde bulunduran kalp cüzdanında iyiye yönlendiren ve hakemlik
görevi üstlenmiş olan vicdan adlı cihazı taşımakta ve bu cihazın yolunun
aydınlanması pek çok faktörün sonucunda gerçekleşmektedir. "İnsan, algıladığı
(idrak ettiği) bu uyarıcılara karşı en etkin tanıtımda bulunmak kendince duruma
en uygun uyumu sağlamak için imkânları içinde olan birçok seçenekler arasından
seçmeler yapmak, kararlar vermek ve bunlara dayalı olarak en uygun davranımı
yapmak durumundadır. Gerek algıların alınmasında, gerek seçmelerin yapılması ve
kararların verilmesinde, insan, mevcut durumdaki öğelerin değerlendirilmesi
sonuçlarına olduğu kadar, geçmiş yaşantılardan hasıl olmuş birikimlerin
organizmada oluşturduğu davranış biçimlerine, eğilimlerine ve alışkanlıklarına
da dayanmaktadır. Yani insan, seçmeleri yapıp, kararlarını vererek durum içinde
kendi mevcudiyetini hissettiren etkin bir varlıktır."8

İşte bu çizilen tablo içerisinde insan eğer doğru olarak şu an
geçerliliğini kabul edersek Big Bang gibi bir patlama sonucu karma karışık ama
son derece kontrollü milyonlarca olayın ardından fert şu an bulunduğu zaman ve
mekânı algılama ko-numuna başta bahsettiğimiz gelişim safhalarından geçerek
gelmiştir. Bu kainatın inşa yönü ile görünen şekli. Diğer taraftan ibda gerçeği
ile zamanın tasavvurundan aciz olduğumuz en küçük dilimlerinde yeniden yaratılış
gerçeği, yokluk ve varlık arası sürekli gidiş gelişler yaşanmaktadır. Muhatap
olduğu her olay en küçüğünden en büyüğüne Rabbi’nden ona bir hitap ve kainat
kitabının ona yönelik bir ayeti ve dünya yolculuğundaki eğitiminin bir
parçasıdır. Bu eğitim kırlarda bir çiçek, annenin yüzünde tebessüm şeklinde
ifadesini bulan şefkat, öğretmenin anlattıkları, üniversite anfisinde yapılan
bir ders, televizyonlardan milyonlara ulaşan bir proğram şeklinde olabilir.
Bunların hepsinde kalp ve ruhun şekillenmesi amacına hizmetle Âlim-i Mutlak’ın
ilminden Nûr-u Ezeli’nin aydınlığından insana ulaşan kırıntıcıklar ve bir
rubûbiyet yani terbiye edicilik ve diğer ifadesi ile eğitim vardır.

İnsan kevnî ve kelami, yani kainat ve Kur’an lisanıyla bu
eğitime muhatap olurken kalp cüzdanı ve akıl defterini uyumlu kullanmak
durumundadır. İsimlerin varlıklar şeklinde insana ulaştığı şehadet alemindeki
manzara yazının başında ortaya koymaya çalıştığımız şekli aldıktan sonra insan
tersine bir yolculukla kevnden yani varlıktan Esmâ’ya ulaşma konumundadır. Bu
noktada akıl defteri varlıktaki işleyiş ve bu işleyişin nizamını anlayacak
teçhizatla donatılmıştır. Bu donanımı ile insanlık bi-rimlerini de birbirine
aktararak fünûn-u medeniye yani günümüzdeki ifadesi ile bilim ile yolunu
aydınlatmaktadır. Binlerce üniversite, milyonlarca okul, sayısız bilim adamı,
araştırma merkezi gibi unsurlar bu anlamda ferdin akıl yolunu aydınlatmakta, ve
asırların birikimi ile ortaya konan pren-sipler Esmâ-varlık ekseninin sadece
varlık boyutu ile çoğu kez sınırlı kalmaktadır. Ancak varlıktan isimlere
ulaşmanın yolu da yine bilimin ortaya koyduğu prensipleri isimlere giden yolda
kullanmakla mümkün olur. Diğer taraftan insanın öylesi duyguları, lâtifeleri
vardır ki bu özellikler akıl dediğimiz melekesinden kaynaklanmaz. Söz gelimi,
insan akıl ile sevmez. Bu yüzden de "niçin seviyorsun?" sorusuna mantıklı cevap
vermek mümkün olmaz. Sevmek kalp cüzdanında bulunan latifelerin bir
fonksiyonudur ve Mahbub-u Hakiki’ye yönelik olarak verilmiştir. Yani
yaratılışının kaynağı olan sevgiye dönmek üzere cemâli görüp o sevginin doruğuna
ulaşmak üzere yaratılmıştır, insan. Bu yolda ne tek başına kalp cüzdanı, ne de
akıl defteri yeterli olabilir. Yolu net görebilmek her ikisinin ışığından
istifade ile ancak mümkün olur. Bu noktada zaten uyumlu olan her iki ışığın iç
alemimize bu uyumluluk içinde yansıması önemlidir. Bu uyumluluk olmadığında ya
felsefenin varlıkla sınırlı ve onun gerisine geçemeyen bakış açısı ya da
varlıktan habersiz ayrı bir alemde yaşamanın doğurduğu taassup ortaya
çıkacaktır. Belirli ka-lıplardan sıyrılmış ve özgürce olaylara bakabilmek ûlum-u
diniye ve fûnûn-u medeniyenin uyumu ile, yani aklın nuru ve vicdanın ziyasının
birlikte aydınlatması ile mümkün olur. "Spinoza’ya göre insanın görevi, ahlâksal
amacı, gerekirciliği azaltmak, daha çok özgürlüğe ulaşabilmekti. İnsan bunu
kendinin farkında olarak, onu kör ve tutsak eden tutkularını kendisini gerçek
çıkarları doğrultusunda davranmaya götüren eylemlere "etkin sonuçlara"
dönüştürerek başarabilirdi. "Tutku olan bir duygu belirgin ve açık bir biçimde
algılanır algılanmaz tutku olmaktan çıkar."9 Spinoza’ya göre özgürlük
bize verilmiş bir şey değil, belli sınırlamalar içinde sezgi ve çabayla elde
edebileceğimiz bir şeydir. Yürekliysek ve farkında olabiliyorsak seçme seçeneği
elimizdedir. Özgürlüğü ele geçirmek güç bir iştir; çoğumuzun başarı-sızlığa
uğraması bundandır. Spinoza Ethic’in sonunda şunları yazmıştır:

"Zihnin duygular ve kafa özgürlüğü üzerindeki etkisiyle ilgili
olarak söylemek istediklerimi böylece tamamladım. Buradan bilge kişinin yalnızca
duyguları ile sürüklenen bilgisiz kişiye göre ne denli güçlü, onu nasıl geride
bıraktığı açıkca görülüyor. Çünkü bilgisiz kişi kendi ruhunu gerçekten eline
almaksızın dış nedenlerin elinde, çeşitli yönlerde sürüklenmekle kalmaz; üstelik
sanki kendisinin, Tanrı’nın ve nesnelerin farkında olmadan yaşar; acı çekmez
duruma geldiği (Spinoza’nın deyişiyle edilgen olduğu) zaman da varolmaktan
çıkar.

Oysa bilge kişi böyle kabul edildiği sürece, ruhunda hiçbir
huzursuzluk duymaz; tersine kendisinin, Tanrı’nın ve nesnelerin belli bir sonsuz
gereklilik duygusuyla farkında olduğundan hiçbir zaman varolmaktan çıkmaz;
tersine her zaman ruhunu gerçekten tanır.

İnsanı bu sanuca götürdüğünü belirttiğim yol son derece güç
görünse de bulunması olanaksız bir yol değildir. Bu yolu bulmak güç olsa
gerektir; çünkü yolu bulanlar çok azdır. Kurtuluş hemen şuracıkta hazır ve hiç
zahmetsiz erişebilecek bir şey olsaydı, insanların neredeyse tümünün ona
erişememesi nasıl açıklanabilirdi? Ama eksiksiz olan şey az bulunduğu ölçüde
güçtür de."10

Eğitimin hedefi olan bu ideal insan ti-pine ulaşım, yukarıda
anlatmaya çalıştığımız iç alemi akıl ve kalp bütünlüğü ile ahenk içinde
şekillenmiş sevmeyi ve düşünmeyi iyi beceren ve kendini, yaşadığı alemi anlama
noktasında, akıl defterindeki bilgilerini kalp cüzdanındaki duygularını ve tüm
teçhizatını yerli yerinde kullanan bir insan tipi ruhen ve bedenen, dünya ve
ahiret açısından sağlıklı bir insan tipi olacaktır. Toplumlar ise, fikren
vicdanen ve irfanı ile hür fertlerin teşkil etmesi ile ancak refah ve mutluluğu
bulabilir. Aklın nuru ile jeolojik incelemeler yapıp fay hatlarını ortaya
çıkaran, ardından vicdanın ziyası ile sonsuz uzay boşluğunda bir nokta misali
dünyayı sûratle çeviren ve herşeye bizzat dahli ve her olayda ilmi bulunan
Kudret-i Mutlaka’nın emri dışında bir sinek kanadının bile oynamayacağını gören
insan tipi kainatla, varlıklarla barışık sağlıklı bir fert olacaktır. Anne ve
babası sürekli köpek gördüğünde kaçacak delik arayan ve böyle bir ortamda
yetişen çocuğun köpeklere dost olması mümkün olmadığı gibi; sürekli yeryüzünün
sallanıp bütün malını, belki de canını alacak bir düşman olarak algılandığı bir
ortamda yetişen çocuğun yeryüzü ile, kendi ile barışık yetişebilmesi çok güç
olacaktır. Sonsuz bir boşlukta dayanaksız kalmanın acziyeti ve belirsizliği
içerisinde pek çok ruhsal problemle yüzyüze kalcaktır.

Bu naktoda, eğitimden sorumlu olan çevre, aile anne ve baba
önemli roller oynarlar.

Uzun gelişme ve büyüme sürecinde dışarıdan verilecek bakıma,
korumaya bağımlı insan yavrusu, kendisine bakım ve korumayı sağlayan kişilere
bağlanır. Böylece bağlanma (attachment) ve bağlanılan nesneden ayrılma
(seperation) ontogenetik gelişme sürecinde davranışsal açıdan en önemli ve
kaçınılmaz iki temel yaşantı olur.11

Uzun süren bağımlılık ve bağlanma ailenin ve toplumsal yaşamın
biyolojik temelini oluşturur.

Aile ve toplumsal çevre, yüksek gelişme gizilgücü olan insan
beyni için gerekli uyaranları (stimulus, nutriment) ve öğrenme olanaklarını
sağlar. Uyaran besileri ve öğrenme olanakları yaşamına ilk yıllarında beynin
gelişmesini ve sonraki yıllarda da beynin gizilgüçlerinin kullanılmasını
etki-ler, biçimlendirir. Böylece bir etkileşim kuşkusuz insanın çok karmaşık ve
geniş davranış repertuarının ve uyum güçlerinin gelişmesi demektir.

Genetik yapıdaki bozukluklar yada eksiklikler bazen olumlu çevre
koşullarında bile kendilerini biyolojik yada davranışsal gelişmede belli
edebilirler. Fakat ileride ruhsal bozukluklar açıklanırken de görülebileceği
gibi genetik yatkınlık olumsuz çevre koşulları bile bazen silik kalabilir.
Kişinin genetik açıdan başka güçlü yönleri onun sağlıklı uyum yapmasını
destekleyebilir.

Bunun gibi çevrenin, yani ailenin ve toplumun sağladığı ulumsuz
koşullar, yaşamın ilk yıllarından başlayarak uzun yıllar sürerse, doğuştan
genetik bir yatkınlık olması bile biyolojik bir yatkınlıktan çok farklı
olmayacak biçimde insan yapısını öylesine etkileyebilir ki bunun içkökenli
(endojen) ya da dışkökenli (eksojen) olup olmadığını incelemek belki olanak
dışı, belki de anlamsız kalır.

İnsan doğuşta, çevresine ileri derecede bağımlı, içgüdüsel
yapısı ile çevreden göreceli bir özerklik ve çevreyi kendine göre değiştirebilme
güçlerini kazanır. Yetişkin insan bir dereceye kadar kendi doğal çevresine ve
doğal yapısına bağımlı, bir dereceye kadar da onlardan bağımsız ve onları
et-kileyebilen özerk bir benlik (autonomous ego) kazanır.12, 13, 14
Bu özerk benlik sayesinde insan yetişkin yaşamda, bir dereceye kadar hem
kendisini, hem çevresini değiştirebilme seçeneğini elde eder."15

Eğitim modelini belirlerken yukarıdaki faktörler de dikkate
alındığında daha ana rahminde iken annenin beslenmesi ve tavırlarının ve
beslenmeden alındığı bir anlayışın hakim olması gerekir. Halkımızın "haram lokma
yedirmeme" hassasiyeti, çocuğunu emzirirken annenin abdestli olma gayreti bu
bağlamda büyük önem kazanmaktadır. Bu anlayışla yetişen kalp ve aklın
görevlerini yerli yerinde ifa ettiği bir gencin dimağı ve hisleri bir canlının
kanını akıtmaktan zevk alacak bir canavarlık noktasına gelmeyecek, satanist
değil; çevresi, kendisi ve ailesi ile barışık insan modeli bu anlayışla mümkün
olacaktır. Pireye baktığı zaman Hayy, Rezzak, Musavvir, Midebbir gibi isimleri
gören bir fert ona nasıl zarar verebilir? Onun işleyişinde ki mükemmelliği
bilerek nasıl tahrip edebilir. Doğan Cüceoğlu Yeniden İnsan İnsana kitabına bir
şiirle başlamış. Biz de o şiirin hedeflediği insan tipinin kalbi ve aklı ahenk
içerisinde çalışan insan tipi olduğunu ifade sadedinde o şiiri aynen aktararak
fatiha ile bu hakikatlerin fethini niyaz edelim:

"Yola çıkınca her sabah
Bulutlara selam ver.
Toplara, kuşlara,
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynayı,
Bir selamda kendine ver.
Hatırın kalmasın el gün yanında,
Bu dünyada sen da varsın!
Ûleştir dostluğunu varlığı
Bir kısmı seni de sarsın"
(Üstün Gökmen)

Dipnotlar

1. Vaughan and Mc Kay, Nelson eksbook of Pediotrics, W.B.
Sounders Company, Philedelphia, London, Toranto, s. 13-17.

2. Öztürk M. Orhan, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Ankara
1997, s. 12-13.

3. Nursî Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s.
59.

4. Öztürk M. Orhan, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Ankara
1997, s. 31

5. Nursî Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s.
84.

6. Cüceoğlu Doğan, Yeniden İnsan İnsana, Remzi Kitabevi,
Kasım 1996, s. 19.

7. Öztürk M. Orhan, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Ankara
1997, s. 124.

8. Tan Hasan, Psikolojik Yardım İlişkileri; Danışma ve
Psikoterapi, M.E.B. Yayınları ÖĞretmen Kitapları Dizisi, İstanbul 1989, s. 1.

9. Spinoza, Ethic, V, Prop. III. a.y.

10. Fromm, Erich, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel
Yayınevi, İstanbul, 1982, s. 146-147.

11. Bowlby, J. Attachment and Loss. New York: Basic Bosks

12. Engel, G, Psycholigical Dewlopment in Heulth and
Diseyse, Philadelphia, Saunders, 1962

13. Hartman, H, Ego Psychology and Problem of Adaptation,
New York, Intermtional Universities Press.

14. Rapaport, D., The Theory of Ego Autonmy: a
Genenslization Collected Papers of David Rapoport (ed. M. Gill) New York: Basic
Books, 1764.

15. ÖZTÜRK M. Orhan, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Ankara
1997, s. 19.