II. Abdülhamid’den DP dönemine kadar siyasi ve toplumsal
değişimlerde yer alan, gözlemleyen, tepki koyup yol gösteren Bediüzzaman’ın
siyaset görüşünü “euzubillahimineşşeytani ve’s siyase” ile özdeşleştirmek mümkün
müdür? Bu prensip kimler için, hangi ortamda geçerlidir? Bediüzzaman, “takiyye”
yaptığı için mi siyasetten uzaklaşmıştır? Nurcular bir siyasi partide yer
alabilir mi? Açıktan siyasi tercihlerini ne zaman açıklayabilirler? Nurcular
veya Nurcu olmayan dindarlar siyaset alanına girmemeli midir? Dindarlar ne
şartlarda nasıl siyaset yapmalıdır?

Bediüzzaman Said Nursi’nin Siyasi Dönemi

Osmanlı Devleti’nin son demlerinde, hürriyetin kuvvetle talep
edildiği 1908’de ve II. Meşrutiyet döneminde, kendini “siyasi olduğum zaman”
şeklinde1 ifade eden Bediüzzaman, “istikbalde bir ışık var, bir nur
görüyorum” diye insanlara müjde vermektedir. O dönemdeki “herkes gibi o ışığı
siyaset aleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiye’de ve çok geniş dairede”
tasavvur eden Bediüzzaman, esas nurun Risale-i Nur olduğunu belirterek o zaman
siyasetin cazibesinin kendisini aldattığını kabul etmektedir.2 Ancak,
o dönemde siyasete dahil olmasının en önemli sebebi, “siyaseti dinsizliğe alet
yapmak isteyenlere karşı, siyaseti, İslamiyet’in hakikatine hizmetkar yapmaya
çalışmak”tır. Bediüzzaman’ın bu dönemde en çok dikkat ettiği, kesinlikle “dini
siyasete alet ve vesile yapmamak” ancak, “bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet”
etmektir. Siyaset dairesinde olmasına rağmen devamlı olarak “dinin bir
hakikatini bin siyasete feda etmem” diyerek3 hassasiyetini ve tavrını
ortaya koymuştur. Bediüzzaman bu dönemi daha sonra yad ederken, “bir miktar
siyasete girip siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet etmek” istemesini
“beyhude yoruldum” ifadesiyle açıklamaktadır.4

Bediüzzaman Said Nursi Siyaseti Neden Bıraktı?

II. Meşrutiyet döneminde I. Dünya Savaşı sonlarına kadar
siyasetle uğraşan Bediüzzaman, “Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun”
sorusuna; siyaset vasıtasıyla hizmet yolunun meşkuk, müşkülatlı, kendisi için
“fuzuliyane ve en lüzumlu hizmete mani” olduğunu belirten Bediüzzaman, siyasetin
çoğunun “yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var” var
diyerek siyaset zemininin berrak olmadığını izah etmektedir. “Hayat-ı içtimaiye
ve dünyeviyeye” “fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilemez” diyen Bediüzzaman
bu yöndeki çalışmalarını bırakıp, “en mühim, en lüzumlu, en selametli olan imana
hizmet cihetini tercih ettiğini” açıklamakta ve insanların bir iki senelik dünya
hayatına yardımcı olmaktansa milyonlar seneden fazla olan ebedi hayatlarına
çalışmak için siyasetten çekildiğini belirtmektedir.5 İnsan hayatını
bir yolculuk olarak gören Bediüzzaman, 1929’daki ifadesiyle o dönemde insanlığın
yolunun bataklığa girdiğini, yüzde yirmisinin pis çamuru misk-ü amber
zannettiğini, yüzde sekseninin ise bataklığı anladığını, pis olduğunu
hissettiğini, fakat “mütehayyir” olduklarından doğru yolu bulamadıkları
tespitini yapmaktadır. İnsanlık için iki çarenin bulunduğunu belirten
Bediüzzaman, bunun “topuzla o sarhoş yirmiyi ayıltmak” veya mütehayyirlere, “bir
nur göstermekle selamet yolunu irae etmek”tir demektedir. Bediüzzaman,
mütehayyir olan yüzde seksene nur gösterildiği veya gösterilse de bir elde hem
sopa hem nur bulunduğunu, mütehayyirlerin de “acaba nurla beni celb edip topuzla
dövmek mi istiyor” diye telaş ettiği tespitini yapmaktadır. Ayrıca, bir kaza ile
topuz kırıldığında “nurun dahi uçtuğunu veya söndüğünü belirtmektedir.

Siyaset cereyanlarını topuz, Kur’an hakikatlerinin ise nur
olduğunu söyleyen Bediüzzaman, sadece Kur’an’ın nurunu elde tutmak için,
“euzubillahimine’ş-şeytani ve’s siyase” diyerek siyaset topuzunu atıp iki eliyle
nurlara sarıldığını söylemektedir. İktidar ve muhalefette “nurun aşıkları
olduğunu” belirten Bediüzzaman, Kur’an’ın nurlarının bütün siyaset
cereyanlarının ve tarafgirliklerin üzerinde olduğunu, dinsizliği, siyaset
zannedip ona taraftar olanlar hariç, hiç kimsenin Kur’an’ın nurundan çekinmemesi
gerektiğine işaret etmektedir. Kendisinin “siyasetten tecerrüd ile Kur’an’ın
elmas gibi hakikatlerini siyaset propagandası ithamı altında cam parçalarının
kıymetine indirmediğini” ve indirilmemesi gerektiğini belirtmektedir.6
Tarafgirliğin siyasi hayatta yanlış kullanıldığını tespit eden Bediüzzaman,
“mütedeyyin bir elh-i ilmin, kendi fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i salihi
tekfir derecesinde tezyif” ve kendi fikrinden olan bir münafığı “hürmetkarane
methetmesi” üzerine, siyasetin fena neticesinden ürkerek “euzübillahimine’ş
şeytani ve’s siyasiye” diyerek “O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim”
demektedir.7

Bediüzzaman’ın siyasetten çekilmesinin önemli bir sebebi de
uluslararası düzeyde, siyasi ve iktisadi alan dışında, belki bunlardan daha
önemlisi fikir alanında Avrupa hegomanyasının yerleşmesi ve ülkedeki fikri alanı
kendisine bağımlı hale getirmesidir. Bediüzzaman’ın Rusya esaretinden
dönmesinden sonra, “geldin geleli siyasete karışmıyorsun” sorusuna “Evet
İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı (nezle, grip) gibidir. Fikri
hezeyanlaştırır. (boş söz.) Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta
müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutarak) ile
telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizle
eser-i telkini icra ederiz.” cevabını vermektedir.8 Böyle bir ortamda
siyasetle hizmet etmenin mümkün olmadığını gören Bediüzzaman, gelişmenin temeli
ve kendi siyasetini üretmenin ilk şartı olan “müteharrik-i bizzat” insan ve
toplumun ortaya çıkması için çalışmaya başlayacak ve siyasetten uzaklaşacaktır.

II. Said Dönemi Bediüzzaman’ın Siyaseti Tarifi

“Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra”yı canavar
olarak tarif eden ve siyaset lisanında lafzın mananın zıddına dönüştüğünü
belirten Bediüzzaman “adalet külahını zulmün başına geçirmiş” olduğunu “hamiyet
libasını hıyanet(in) ucuz(a) giymiş” bulunduğunu belirtmektedir.9
“Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine girmiştir ki,
vesile-i şeyatin hükmüne girmiştir” diyen, siyaset propagandası vasıtasıyla
yalancılığın doğruluğa tercih edildiğini belirten Bediüzzaman, böyle siyasetin
İlahi vahyin tebliğ makamı olan minbere çıkmasına hakkı olmadığını kesin olarak
ifade etmektedir.10 Efkarın aleminde siyasetin bir şeytan olduğunu
belirten Bediüzzaman, “siyaset-i medeni”nin ekalliyeti ekserin rahatına feda
etmesi, derinlemesine incelendiğinde ise, zalim ekalliyetin avamın ekseriyetini
kendisine kurban ettiğini, ancak Kur’an adaletinin ise, tek masumun hayatını,
kanını, hukukunu değil ekseriyet hatta umum için feda edilemeyeceğini
açıklamaktadır.11

Dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirliği
siyaset kabul etmeyen Bediüzzaman böyle yapanların “insan suretinde şeytanlar
veya beşer kıyafetinde hayvanlar” olabileceğini belirtmektedir.12

Bediüzzaman Korktuğu İçin mi Siyasete Girmedi?

Bediüzzaman, korkudan dolayı mı siyasetten uzak duruyordu; veya
fırsat ve zeminimi bekleyerek takiyye mi yapıyordu? 1930’larda “siyasete giren
ya muvafık olur veya muhalif olur” diyen Bediüzzaman, memur ve mebus olmadığı
için muvafık tavır almaya lüzum bulunmadığını ve kendi için de siyasetin bu
cepheden lüzumsuz ve malayani olduğunu belirtmektedir. Muhalif olsa ya fikirle
ya kuvvetle siyasete karışacağını ancak “mesail tavazzuh ettiği için” fikirle
karışmak noktasından, kendisine ihtiyaç bulunmadığını, bundan dolayı beyhude
çene çalmanın da manasız olduğunu söylemektedir. Kuvvetle ve hadise çıkararak
muhalefet yapması halinde “meşkuk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali
olduğunu ve birinin yüzünden pek çok kişinin belaya düşeceğini on ihtimalden iki
ihtimale binaen masumları günaha atmayı vicdanının kabul etmediğini
belirtmektedir.13 Dünya ile ecelinden başka bir alakasının olmadığını
belirten Bediüzzaman, korkudan dolayı hak bildiği meslekten hiçbir şeyin
kendisini engellemeyeceğini, korkunun elini tutamayacağını, izzetli mevti
zilletli hayata tercih ettiğini belirterek, kendisini siyasetten şiddetli bir
surette men edenin “Kur’an-ı Hakim’in hizmeti olduğunu” belirtmekte, “hizmet-i
Kur’an’ın hayat-ı içtimaiye ve siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten kendisini
menettiğini” söylemektedir.14 Kendisinin siyasete “iştahı ve arzusu
olsa” bunu hiç saklamadan tetkikata-taharriyata lüzum bırakmayarak “top güllesi
gibi sada vererek” hileye baş vurmadan, korkmadan tatbik edeceğini15
açıklamaktadır.

Risale-i Nur Hizmeti ve Siyaset

İlim itibariyle insanlara “bir menfaat dokundurmak için şer’an
hizmete mükellef olduğunu” belirten Bediüzzaman, 1930’larda bu hizmeti iki yol
ile yapabileceğini açıklamaktadır. Birinci yol; hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye
hizmet etmektir. İkinci yol; hayat-ı ebediyeyi kazandıracak olan imana
hizmettir.

Birinci yolla hizmeti “o elimden gelmez. Hem fırtınalı bir
zamanda sağlam hizmet edilmez” diyerek16 gündeminden çıkaran
Bediüzzaman, ikinci yolu esas tutmuştur. Hem muvafık (iktidar) hem muhalifte
Kur’an nurunun aşıkları olduğunu belirten Bediüzzaman, ders-i Kur’an’ın her
türlü siyaset cereyanlarından ve tarafgirliklerin üstünde olması gerektiğini
hiçbir grubun da çekinmemesi ve itham etmemesi gerektiğini söylemektedir. Yalnız
dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedenlere karşı gelmeyi siyasete karışma
değil, bu tarz siyaseti şeytaniyet ve hayvaniyet kabul ederek din adına karşı
çıkmaktadır.17

Bediüzzaman’a göre; bu dönemde, Müslümanlar için en önemli
tehlikenin fen ve felsefeden gelmesi dolayısıyla kalplerin bozulup, imanların
zedelenmesinden ötürü tek çarenin nur göstererek kalpleri ıslah edip imanların
kurtarılması gerekmektedir. Bu metod yerine “siyaset topuz”uyla hareket edilmesi
halinde galip gelinse bile kafirlerin münafık derecesine ineceğini belirten
Bediüzzaman, münafığın kafirden daha fena olduğunu, siyaset topuzunun böyle bir
zamanda kalbi ıslah etmeyeceği için küfrün kalbe girip saklanacağını ve nifaka
sebep olacağını ifade ederek, kendisinin “siyaset topuzuna ne şekilde olursa
olsun bakmamak lazım” geldiğini söylemektedir.18

Bediüzzaman, “ehl-i dünya ehl-i siyaset ve avamın nazarında
siyaset-i İslamiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmet” birinci derecede olmasına
karşılık hakikat nazarında, bunların imana nisbeten onuncu derecede bulunduğunu
belirtmektedir.19 Bu dönemde en önemli konunun, “hakaik-i imaniyeyi
muhafaza noktasında tecdid vazifesi” olduğunu söyleyen Bediüzzaman, bütün
kuvvetiyle Nurcuların bu konuda çalışmalarını istemektedir.20

“Dünyaya bakmak” hizmet-i imaniyede ihlasına zarar vermemesi
için II. Dünya Savaşıyla bile ilgilenmeyen Bediüzzaman, “yeni siyasete ve
dünyaya bir meyil uyandırmamak için talebelerine de “karışmayınız” tavsiyesinde
bulunmuştur.21 Bediüzzaman, ayrıca “Risale-i Nur’un, dünyanın hiçbir
şeyine alet edilmemesini “tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara,
hususan siyasete temas eden cereyanlarla alakadar olunmaması” gerektiği ikazında
bulunmaktadır. Ona göre “tarafgirlik” damarı ihlası kırar, hakikati değiştirir.22

Bediüzzaman talebelerine hitaben, “sakın sakın dünya
cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar
sizi tefrikaya atmasın”, demekte “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek”
İlahi düsturunun yerine “siyaset için sevmek siyaset için buğz etmek” tarzında
şeytani düsturu kabul etmemeleri ve uymamalarını söylemektedir.23

Bediüzzaman talebelerinin siyasetle uğraşmamalarını istemekten
de öte, Kur’an hizmetine zarar vereceği gerekçesiyle zihnen bile meşgul
olmamalarını istemektedir. Bu konuda önemli bir örnek, bir talebesini “boğazlar”
hakkında sorduklarına “alakadarane ve bilerek” cevap vermesi üzerine kalben
“yazık” demekle yetinmeyip bunun “vazife-i Nuriyede zararı olacak” diye
“şiddetle ikaz” etmiş “şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım” düsturunu
hatırlatmıştır.24 Bediüzzaman’ın bir talebesinin ilgilenmesinden
dolayı rahatsız olduğu boğazlar konusu, 1945’te Sovyetler Birliği’nin
Türkiye’den İstanbul’u istemesi ile ilgili olup dahili siyaset değil,
Türkiye’nin güvenliği ile ilgili bir dış politika meselesidir. Bediüzzaman,
talebesinin böyle bir mevzu ile bile ilgilenmesini istememektedir. Tabii ki
Bediüzzaman, Türkiye’nin zarar görmesini istememekte, talebesinin esas
vazifesinden uzaklaşmaması ve faydalı olamayacağı alanla uğraşmaması gerektiğine
vurgu yapmaktadır.

Bediüzzaman İslam Birliği fikrini kabul etmesine karşılık, 1950
civarında “inkişafa başlayan İslam Birliği fikri ve İttihad-ı İslam siyaseti
Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet bir alet yapmaya çalışacaktı ve bizleri
siyaset-i İslamiyeye bakmaya mecbur edecekti” diyerek bu amaç için Risale-i
Nur’un kullanılmasına karşı çıkacaktı. Bediüzzaman’a göre, “Risale-i Nur’un
mesleğindeki sırr-ı ihlas, iman, Kur’an hakikatlerinden başka hiçbir şeye alet
ve tabi olmadığını söylemektedir. Risale-i Nur’un müşteri aramak gibi bir hedefi
olmadığı”nı belki müşterilerin hakiki ihtiyaç hissedip yarasının tedavisi için
Risale-i Nur’u araması gerektiğine işarat eden Bediüzzaman, “şimdilik Nurlara
hakiki ihtiyacını değil, belki alem-i İslam’ın düşünmeye mecbur olmasından
dolayı Risale-i Nur’u istediğini bunun ise kabul edilmeyeceğini, zaten Kader-i
İlahinin de Risale-i Nur’un İslam dünyasında yayılmasına “şimdilik müsaade”
etmediğine temas etmektedir.25

DP ile İlişkiler

Bediüzzaman ve talebeleri siyasetle uğraşmama hususunda büyük
gayret göstermelerine karşılık, 1950’li yıllarda doğrudan Başvekil Menderes’e
mektup yazarak, ona ikazlarda bulunmaktan çekinmezler. Mesela, bunlardan birinde
İslamiyet’in üç kanun-u esasisinin, “birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve
dostları mesul olmaz”, “milletin efendisi onlara hizmet edendir”, “müminin
mümine bağlılığı parçaları birbirini tutan bina gibi” olduğunu belirterek “küfre
rıza küfür olduğu gibi dalalete, fıska zulme rıza da fısktır, zulumdür,
dalalettir” diyerek26 Menderes’i ikaz etmiş ve mektubunun yazılış
sebebini de izah etmiştir. Diğer bir mektubunda da Ayasofya’nın camiye
dönüştürülmesini ve Risale-i Nur’un resmen serbest bırakılmasını istemektedir.27

1960 yılına yaklaşıldığında sadece ikazla da yetinmeyen
Bediüzzaman, “Kur’an ve İslamiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve
talebeleriyle dersleriyle Demokrat partinin iktidarda kalmasını muhafazaya
çalıştığı görülmektedir. Bediüzzaman, eğer DP iktidardan düşerse ya Halk, ya da
Millet Partisinin iktidara geleceğini; ancak, Halk Partisi’nin İttihatçıların
bozuk kısmından olması ve daha önceki icraatları dolayısıyla “asil Türk
milletinin ihtiyarıyla o partiyi katiyen iktidara getirmeyeceğini; bu memlekette
ırkçılık fikrinin zararlı olacağını, Türklerin etkinlik kuramıyacağını, etnik
yapı itibariyle milliyetçiliğin “asil ve masum Türk milleti aleyhine
neticeleneceğini “ırkçılık ve unsuriyetçilik damarıyla bir ecnebiye istinat ile
masum Türk milletini tahakkümleri altına” alınmasına sebep olacağını
belirtmiştir. Bunlara karşılık “Dinî icabları yerine getireceğiz din bu memleket
için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen bir Başbakan vatan millet ve İslamiyet
adına tercih etmişlerdir.28

Bediüzzaman, Nurcuların “dünyaya ve siyasete mümkün olduğu kadar
bakmamaya” mesleklerinin mecbur etmesine karşılık “şimdi mecburiyetle bakmaya
lüzum oldu” demekte ve sebebini şu şekilde izah etmektedir. O dönemde Kur’an,
İslamiyet ve vatan zararına üç cereyanın olduğunu Bediüzzaman şöyle
sıralamaktadır:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz
kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekatların Türklerle alakalarını
kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsat komiteleri
namında bir komite. Bu da yüzde on yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevi
Prutluk mezhebini İslamlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan
bir kısım siyasiler heyetidir. Bu cereyan yüzde birisini belki binde birisini
Kur’an, İslamiyet aleyhine çevirebilir.

Bediüzzaman, “Kur’an hizmetkarları ve Nurcular ilk iki cereyana
karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya” çalıştıklarını belirterek,
“Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı
hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana
mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım Garplılaşmak
ve Garplılara tam benzemek mesleğini takip edenler ise, üçüncü cereyana bir
yardım ediyorlar. İktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına
siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat Partisi meslek
itibariyle diğer iki cereyan-ı azimin durmasında ve def etmesinde mecburi
vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslamiyet’e büyük faydası dokunabilir. Bu
cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatine
kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli
baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı
dine verdikleri zarar, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek,
pek cüz’i bir zararla pek külli zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar.
Bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.
Ve dinde laubali kısmını da cidden ikaz edip, “Aman çabuk hakikat-i İslamiyeye
yapışınız!” ihtar ediyoruz.29 Diyerek mecburiyetlerini izah
etmektedir.

Bediüzzaman’ın yeniden siyasete bakması ve DP iktidarını
muhafazaya çalışırken şu önemli noktalara dikkat etmektedir:

-Nurcuların siyasete bakmalarının esas sebebi Kur’an, İslamiyet
ve vatanın zararına çalışan üç cereyanı etkisiz hale getirmektir.

-En büyük tehlike olan iki cereyana karşı, Demokratların
siyasetlerinin muarız olmalarıdır.

-Nurcular kendi menfaatleri için değil, “Kur’an menfaati” için
DP’yi destekliyorlardı.

-Siyaseti dinsizliğe alet etmek isteyenlere karşı dini bir
tavırdı.

-Bediüzzaman, Demokratlar Komünistlik, dinsizlik cereyanı ile
ifsat komitelerine karşı, “Nurculara yardımcı hükmünde”dirler diyor; kendilerini
Demokratlara yardımcı değil, Demokratları Nurculara yardımcı olarak görüyordu.

Din Adına Siyaset

İnsanların kalplerinin bozulduğu, inançlarının tehlikeye düştüğü
bir sırada siyaset topuzu ile hareket etmenin yanlış olduğunu belirten
Bediüzzaman, din adına galebe çalınsa bile, siyasetle insanların kalplerinin
ıslah edilemeyeceğini ve imanlarının kurtarılamayacağını, tersine kafir
derecesinde olanları daha aşağıya indirerek münafık haline dönüştüreceğini,
küfrünü ise kalbinde saklayacağını ifade etmektedir.30

Bediüzzaman Said Nursi, siyaset dairesinin en geniş bir daire
olmasından dolayı “gaflet verecek, dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i
insaniyeti ve ahireti unutturacak” nitelikte olduğundan ötürü, “Sahabeler ve
onlara benzeyen mücahidinden, selef-i salihinden başka siyasetçi ekseriyetçe tam
muttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi
olamazlar. Yani maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır,
tebei hükmüne geçer.” Hakiki dindar ise “bütün kainatın en büyük gayesi
ubudiyet-i insaniyedir” diye “siyasete aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü
mertebede onu dine ve hakikate alet etmeye çalışabilir.”31 tespitini
yapmaktadır.

Bediüzzaman’ın din adına siyaset yapma hususundaki fikirlerinin
Osmanlı dönemi ile 1945 sonrasında bazı noktalarda farklılık gösterdiği
görülmektedir. II. Meşrutiyet döneminde siyasi olduğu bir zamanda, siyaseti dine
alet etmeye çalışırken, “meşrutiyet şeriata müstenittir” diyerek32
nasıl bir meşrutiyet istediğini ortaya koyduğu gibi, İslamiyet’i ve Müslümanları
içine alan kavramların siyasette kullanılmaması gerektiğini belirtmekte,
“İttihad-ı Muhammedi gibi” gibi isimlerin “umumun hakkı” olduğu için bunların
“tahsis ve tahdid” kabul etmeyeceklerini33 ifade etmektedir. Ayrıca,
Bediüzzaman, siyasi partilerin İttihad-ı Muhammedi gibi isimler yerine “hâdim-i
şeriat” ünvanını taşıyabileceklerini kaydetmektedir.34

1919 yılında, “dinsizliğe karşı din namına meydana çıkmak lazım”
denildiğinde, bunu “evet” olarak cevaplayan Bediüzzaman, bu konuda “kat’i bir
şart” öne sürmektedir. Bu da din namına çıkanların “muharriki, aşk-ı İslamiyet
ve hamiyet-i diniye olması gerektiği, muharrik ve müreccihin siyasetçilik ve
tarafgirlik olursa bunun tehlikeli olacağı, birinci gruba girenlerin hata da
etseler affedilecekleri, ancak ikinci grubun isabet de etseler mesul
olacaklarını belirtmektedir. Bunu anlamanın yolunun da her kim fasık
siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahanesiyle tercih etse bunu
harekete geçirenin siyasetçilik olduğunu şeklindedir.35 Bu tarihte de
Bediüzzaman, siyasetin dine hizmet için yapılabileceğini belirtmektedir.

1945 sonrası çok partili hayata geçiş üzerine yaptığı
değerlendirmede İttihad-ı İslam partisinin “siyaset başına geçebilmesi” için
yeni bir şart ileri sürmüştür. O da toplumun “yüzde altmış yetmişinin tam
mütedeyyin olmasıdır.” Bunun sebebi, Bediüzzaman’a göre, “çok zamandan beri
terbiye-i İslamiyenin zedelenmesidir. Ayrıca Bediüzzaman, mevcut siyasetin
cinayetlerine karşı dinî siyasete alet etmeye mecbur olacağından, “şimdilik”
kaydıyla İttihad-ı İslam partisinin başa geçmemesi lazım geldiğini
belirtmektedir.36 Bediüzzaman, siyasetin İslamiyete hizmet
edebileceğini, toplumsal tabanın olmaması dolayısıyla başarısız hatta mecburen
dini siyasete alet etmeye mecbur kalacağını, bunun için toplumun yüzde
altmış-yetmişinin İslam terbiyesine haiz olması halinde ancak “dini siyasete
alet etmemeye belki siyaseti dine alet etmeye çalışabilecek” bir siyasi partinin
başarılı olabileceğini ortaya koymuştur.

Esasında Bediüzzaman’ın dindarların siyaset yapması konusunda
fikirleri değişmiş değil, yeni konuma göre yeni şartlar ileri sürmüştür.

Nurcuların Siyasî ve Dinî Teşekküllerle İlişkisi

Nurcuların tarafsızlık hissiyatının geçerli olduğu cereyanlarla
alakadar olmaması gerektiğini37 söyleyen Bediüzzaman, talebelerinden
Hulusi Bey’in dinî teşekküllerle ilişkiler noktasından örnek olacak bir
icraatını Emirdağ Lahikası’na koyarak talebelerine bir ölçü vermek istemiştir.
Şöyle ki, Hulusi Bey, Büyük Doğuculardan kendilerine katılması teklifini alması
üzerine, “Büyük Doğuculuk bir siyasi teşekkül müdür?” diye sormuş ve “evet”
cevabını alması üzerine, “Sizin yalnız imani ve Kur’ani mesaildeki
müşkillerinizi ve izahını arzu ettiğiniz noktaları Risale-i Nur’un yardımıyla
halle çalışırım. Benim mesleğim. Risale-i Nur dairesinde istihdamdan ibarettir.
İman ve Kur’an meselelerinde hemfikiriz. Fakat siyasetle iştigal edemem”38
karşılığını vermiştir. Bediüzzaman, dindar da olsalar siyasî alanda faaliyet
gösterenlerle ilişkilerini iman ve Kur’an çerçevesinde olması gerektiğini
belirtmiştir.

Siyaseti Dinsizliğe Alet Etmek

Bediüzzaman, dinin siyasete alet edilebileceği gibi, siyasetin
de dinsizliğe alet edilebileceğini tesbit ederek, bunun yanlış olduğunu
söylemektedir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren siyasetin dinsizliğe alet
yapılmaya başlandığını belirtmektedir. Bu konuda Bediüzzaman, “siyaseti
dinsizliğe alet yapan bazı adamlar”ın kabahatlerini örtmek için başkalarını
“irtica ile ve dinini siyasete alet yapmakla itham” ettiklerini kaydetmektedir.39
Uygulanan bu metodun Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini belirten
Bediüzzaman, “Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan alem-i İslamın
teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti
dinsizliğe alet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler
hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtma” usulünün tatbik etmekte olduğunu
söylemektedir.40

Siyasî alanda olduğu gibi, dinî hizmetle meşgul olan kendisi
gibi şahıslar için “dini siyasete alet yapıyor” iddialarının, esasında, siyaseti
dinsizliğe alet edenler tarafından kendilerine bir perde olarak bu ithamı
yaptıklarını Bediüzzaman izah etmektedir.41 Ayrıca, 1952’deki Gençlik
Rehberi Mahkemesi sırasında hazırlanan raporda “dini siyasete alet etmek var”
denilmesi üzerine, Bediüzzaman bu raporun “dinsizlik damarıyla” yazıldığını ve
“vukufsuz ehl-i vukuf siyaseti ve adli vazifelerini dinsizliğe alet etmek
istediğini” belirterek,42 dini siyasete alet etmek suçlamasının çok
geniş boyut ve alanlarda siyaseti dinsizliğe alet etmelerini örtmek için
kullanıldığını izah etmektedir.

Sonuç

II. Meşrutiyet döneminde siyasete giren, siyaset yoluyla dine,
ilme hizmet etmeyi amaçlayan Bediüzzaman, dinin siyaseti değil; siyasetin dine
alet edilmesi için çalışmıştır. Ancak, I. Dünya Savaşı sonunda siyasetin
yalancılıkla özdeşleşmesi ve ecnebilere alet olmak ihtimali belirmesi üzerine
bırakan Bediüzzaman, insanların müteharrik-ı bizzat olmazsa siyaset
yapılamayacağını belirtmiştir. Ayrıca Bediüzzaman, yeni hizmet metoduna
yönelmeye başlayarak, insan en önemli meselenin iman olduğunu ve bunu kazanmak
için Kur’an’ın nurunun her türlü tarafgirliğin üstünde tutularak herkese
ulaştırılmasını benimsemiş ve siyasetten uzaklaşmıştır.

Dinen insanlara hizmete mükellef olduğunu belirten Bediüzzaman,
ya dünyaları veyahut ahiretleri için çalışabileceğini kendisininde insanların
ebedi saadetlerini kazandırmak için çalışmaya karar verip, siyaset topuzuyla
değil; Kur’an’ın nuruyla insanlara hizmeti kendisine esas yapmıştır.
Talebelerinin de Nurları her türlü tarafgirliğin ve siyasetin üstünde
tutmalarını, “Allah için sevmek; Allah için buğzetmek” prensibini, “siyaset için
sevmek; siyaset için buğzetmek” tarzına dönüştürmemelerini istemişti. Kur’an
hakikatlerini hiçbir şeye alet etmemelerini, hatta İslam birliği politikasına
bile Risale-i Nur’un alet edilmemesini istemiştir.

DP’nin iktidardan indirilme çabalarının başladığı sırada ise,
DP’yi iktidarda tutmak için “mecburen” siyasete baktığını belirten Bediüzzaman,
bu tavrının sebebinin siyasi değil, Kur’an, İslamiyet ve vatan için olduğunu,
kendi mefaatleri için değil; “Kur’an menfaati” için çaba harcadıklarını,
esasında dinsizlik cereyanına karşı Nurcuların yaptığı hizmete DP’nin, “yardımcı
hükmünde” olduğunu belirtmektedir. Bediüzzaman Nurcuları, demokratlara yardımcı
değil, Demokratları Nurculara yardımcı olarak görmektedir. Siyasetin dinsizliğe
alet edilmesine karşı çıkan Bediüzzaman, böyle bir durumda Nurcuların karşı
koyması gerektiğini göstermektedir.

Din adına siyaset yapılabileceğini belirten Bediüzzaman,
buradaki muharrik gücün siyaset değil din aşkı olması gerektiği yönündedir.
Muharrik gücün siyasetçilik olması halinde karşısındaki insanları dinden
uzaklaştıracağı ve zarar vereceğini belirten Bediüzzaman, 1945 sonrasında ise
terbiye-i İslamiyenin zayıflaması dolayısıyla toplumun yüzde altmış yetmişinin
tam mütedeyyin olmadan İslam adına bir siyasi partinin başarılı olamayacağını
belirtmektedir.

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ
Lahikası, İstanbul 1996, Nesil Yayınları, 1863.

Not: Bundan sonra Bediüzzaman Said Nursi’ye ait eserlerin
dipnotları kitap adı ve sayfa numarası şeklinde verilecektir.

2. Kastamonu Lahikası, 1580

3. Hutbe-i Şamiye, 1987

4. Mektubat, 374

5. Mektubat, 374.

6. Mektubat, 367, 368.

7. Mektubat, 472.

8. Sünuhat, 2050

9. Sözler, Lemeat. 324.

10. Sözler, 214.

11. Sözler, Lemeat, 329.

12. Mektubat, 368

13. Mektubat, 374

14. Mektubat, 367

15. Mektubat, 374

16. Mektubat, 374

17. Mektubat, 368

18. Lem’alar, 636

19. Kastamonu Lahikası, 1643

20. Kastamonu Lahikası, 1641

21. Emirdağ Lahikası, 1786

22. Emirdağ Lahikası, 1796

23. Kastamonu Lahikası, 1620

24. Emirdağ Lahikası, 1693

25. Emirdağ Lahikası, 1790

26. Emirdağ Lahikası, 1882

27. Emirdağ Lahikası, 1883

28. Emirdağ Lahikası, 1897

29. Emirdağ Lahikası, 1898-99

30. Lem’alar, 636.

31. Emirdağ Lahikası, 1699

32. Divan-ı Harb-i Örfi, 1926.

33. Divan-ı Harb-i Örfi, 1922.

34. Hutbe-i Şamiye, 1979.

35. Sünuhat, 2050.

36. Emirdağ Lahikası, 1878.

37. Emirdağ Lahikası, 1796

38. Emirdağ Lahikası, 1871.

39. Divan-ı Harb-i Örfi, 1920.

40. Emirdağ Lahikası, 1728.

41. Emirdağ Lahikası, 1852.

42. Emirdağ Lahikası, 1863.