I. Giriş

Henüz idrak ettiğimiz yeni yüzyılın nasıl olacağı bilim adamları
kadar ekonomist ve politikacıların da merak ve ilgi konusu olduğu görülmektedir.
Bunu önceden tahmin etmenin bir yolu da içinde bulunduğumuz zamanı iyi anlamak
olduğu ileri sürülmektedir. Bu nedenle bilim adamları yoğun olarak, son yıllarda
yükselme eğilimi gösteren ve geleceği şekillendireceği varsayılan değerleri
anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. The Wall Street editörü Robeter L.
Bartley’in ifadesiyle “20. yüzyılın tamamlanmasıyla birlikte, 21. yüzyılın
suretini tefrik etmek için yoğun bir gayret” sarf edilmektedir. (Bartley, 1993).

Konuyla ilgili ortak kanıyı Batı dünyasının önde gelen
uzmanlarından olan John L. Esposito şöyle özetliyor: “Dini canlanma ve
demokratikleşme, yirminci yüzyılın son on yılının en önemli iki gelişmesidir.”
(Esposido, 1991 ve 1992; Schulze, 1994; Voll, 1995). Bu iki gelişmeyi ise: insan
haklarına olan duyarlılık, barış, çevre, eğitim, sağlık, kültürler ve
medeniyetler arası diyalog, sivil toplum örgütlerinin canlanması vb. konuların
izlediği görülmektedir. İlginç olan nokta ise, daha 30-40 yıl öncesine kadar
pozitivist ve evrimci bir bakış açısıyla dinin canlılığını yitirdiğini bundan
hareketle de “modern dünyada, dinlerin yeniden doğuş belirtisi yok” (Wilson,
1966 ve 1976) diyen sosyal bilimcilerini tekzip edercesine, bilim adamlarının
“20’nci yüzyılın şu son dönemlerinde dini yeniden yaygın biçimde konuşmaya” ve
anlamaya çalışmalarıdır. (Schulze, 1994) Burada dikkat edilmesi gereken nüans,
çağdaş insan dini yeniden keşfederken son iki yüzyılda yaşadığı pozitivist,
materyalist ve seküler deneyimlerden sonra bu keşfin gerçekleşmesidir. Bu
nedenle bu eğilim ve keşif gelecekle ilgili çok önemli sonuçlar getireceğinden
şüphe edilmemelidir. Aslında sosyal bilimcilerin yaygın bir biçimde dini
konuşmaları ve anlamaya çalışmaları; dini hareket, cemaat ve bireyleri tanımaya
çalışmaları da bundan kaynaklanmaktadır.

Ancak, dikkatlerimizi çeken ve dinin
siyasallaşmasına/siyasallaştırılmasına neden olan asıl noktalardan birisi, bu
saydığımız sorunların da demokratik değerleri içselleştirmiş, evrensel ve manevi
değerlere sahip lider ve kadrolarca çözülebileceğine dair kitlelerde gittikçe
artan kanaattir. Kitlelerin dini ve manevi değerlere sahip/saygılı; toplumun
çıkarını kişisel çıkar ve menfaatlerinden üstün tutan; birleştirici ve
sorumluluk bilincindeki liderlere/kadrolara eğilim gösterdikleri görülmektedir.

Bu kanı sadece bu iki bilim adamına ait olmayıp, aksine birçok
bilim adamınca da paylaşılmaktadır. Aslında bu olguya 1989 yılında ilk kez
dikkatleri çekenlerden birisi, Fransa eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın sosyal
bilimler danışmanı Gilles Kepel’di. Din Dünyayı Yeniden Keşfediyor: Tanrının
İntikamı adlı kitabında, dinin modern toplumlarda tekrar yükselen bir değer
olarak ortaya çıkışını ve bu yeni değerin bireyleri, toplumu ve toplumsal
kurumları nasıl dönüştürdüğünü/dönüştüreceğini anlamaya çalışmaktadır. (Kepel,
1992; TÜSES, 1994; Grnkjr, 1998 ve Cardwell). İşte sadece ülkemizde değil, tüm
dünyada dini ve demokratik değerlerin tartışmaların odak noktasını
oluşturmasının nedeni bu ve benzeri bilimsel tespitlerden kaynaklanmaktadır.

Bilindiği gibi aynı verilerden hareket eden ABD’li siyaset
bilimci Samuel Huntigton “The Clash of Civilizations” (Medeniyetler Çatışması)
teorisini ortaya attı. Buna göre tarihte damgasını vuran ve tarihi şekillendiren
büyük medeniyetlerin bir kez daha böyle bir role soyundukları ve toplumları
şekillendirmeye başladıkları ileri sürülmektedir. Bunun sonucunda ise,
gelecekteki çatışmaların bu medeniyetlere ait birey veya kitleler arasında
olacağı varsayılmakta ve bununla ilgili bazı örnekler verilmektedir.
(Huntington, 1996) Yine ünlü siyaset bilimci Z. Brzezinski “21. Yüzyıl manevi ve
dini değerlerin hakim olacağı bir yüzyıl olacak” öngörüsünde bulundu.
(Brzezinski, 1996) Ünlü Paris Match dergisi 1993 yılında yayınladığı “Dinsiz
toplumlar bunalım içinde” başlıklı raporda, hem konunun geçmişini ve
nedenlerini, hem de gelecekle ilgili bazı tespitlerde bulunmaktadır:

“İnkarcılık akımı toplumlarda felaketlerin kaynağı oldu. Bilim
adamları dünyayı sarsan ahlak bunalımının temelinde 1960’lı yılların başında
başlayan dinsizlik akımının yattığını belirtiyorlar… Ateizm, dinsizlik, manevi
ve moral değerlerin inkar edilmesi insanlar arasındaki dayanışmayı ortadan
kaldırıyor ve sadece kendilerini düşünün bir nesil ortaya çıkarıyor. Bunun bir
sonucu olarak da boşanma, kürtaj, homoseksüellik, lezbiyenlik, gayr-ı meşru
doğumlar, AIDS, uyuşturucu madde bağımlılığı ve intiharlar hızla artıyor…”

Ancak, dini canlanmanın birçok kesimde, özellikle Huntington’un
teorisi çerçevesinde, tedirginlik ve endişe ile karşılandığı da ayrı bir
gerçektir. Modern toplumlarda dine ve dini değerlere yer vermeyen aydınlanmacı
ve pozitivist çevreler, bu olguyu anlamak yerine, bunu “geriye gidiş” ve “sapma”
olarak tanımlamaya çalıştıkları görülmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz ve
“postmodern” olarak tanımlanan zamanda daha sağlıklı değerlendirmelere de
rastlanmaktadır.

Özellikle İslam dünyası söz konusu olduğunda bu endişenin daha
da güçlendiği görülmektedir. Endişenin kaynağı ise şudur: Müslüman ülkelerdeki
dini canlanma mevcut siyasi yapıyı—lokal ve global—nasıl etkileyecektir? Zira
İslam ülkelerinin Batı’lı anlamda demokrasiye yabancı oldukları bir gerçektir.
Diğer bir gerçek ise, Müslüman ülkelerinin büyük çoğunluğu hala krallık, monarşi
veya askeri diktatörlükler tarafından yönetilmektedir. Akla gelen bazı sorular
şöyle sıralanabilir: Müslüman ülkelerdeki bu dini canlanma:

· Dini diktatörlüklere veya başka bir ifadeyle “orta çağa
dönüşe” neden olabilir mi?

· Politik amaçlarla sömürülüp, mevcut kurulu düzeni yıkar mı?

· Mevcut düzeni demokratik yollarla ele geçiren, dini nitelikli
parti ve gruplar, demokrasiyi rafa kaldırır mı?

· Azınlıkların ve yabancıların hukukları ne olacak?

· Giyim-kuşamda ortaçağa mı dönülecek?

· Çoğulcu ve demokratik değerleri içselleştirmelerinin ve
kurumsallaştırmalarının imkanı nedir?

Tüm bu ve benzeri sorular ciddi olup, sadece söz konusu ülkeleri
değil, tüm dünyayı ilgilendirmektedir. Globalleşen ve ekonomik olarak birbirine
eklemlenmiş postmodern dünya tüm bunları yakından izlemekte ve buna göre yeni
politikalar geliştirilmeye çalışmaktadır. Konuyla ilgili olarak, özellikle Batı
dünyasında çok sayıda araştırma ve çalışmaların yapıldığı görülmektedir.
1960-70’li yıllarda din küçük bir azınlığa has ve kimsenin ilgisini çekmezken,
bugün tüm insanların ilgisini çekmektedir. Bu ilginin artışında, diğer
etkenlerin yanında komünist ve sosyalist sistemlerin çöküşünün rolü önemle
vurgulanmalıdır.

20. yüzyılın başında çok büyük iddia ve ütopyalarla ortaya çıkan
bu ideolojiler, sadece kendi vatandaşlarını değil, üçüncü dünyadaki bağlılarını
da hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle çağdaş insan, dini adeta yeniden
keşfetmektedir. Ancak bu keşfin, yüzyılımızda yaşadığımız tecrübeler ve
kazanımlar çerçevesinde olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle gelişmiş Batı
ülkelerinde Yahudi, Hıristiyan, Budizm’le ilgili çalışmaların yanında, İslam’la
ilgili çalışmaların da birden arttığı ve özellikle İslam’la ilgili araştırma
merkezlerinin hızla arttığı görülmektedir.

Dünyaca ünlü Harvard Üniversitesinin yayınladığı International
Harvard Review Bahar 1997 sayısını tamamen İslam ve Demokrasiye ayırması
anlamlıdır. Yine Batı’nın önde gelen Time, Nation, Newsweek, Foreign Affairs ve
The Economist gibi dergilerinin İslam ve Müslümanlarla ilgili konulara büyük yer
verdikleri görülmektedir. (Erdoğan, 1999; Arslan, 1999; Lewis, 1997; Wright,
1997.) Bunun anlamı üzerinde biraz sonra durulacaktır. Burada asıl dikkatleri
çeken ve cevap aranan sorular şöyle sıralanabilir:

· Tüm dünyada gözlemlenen demokratik değerlerin canlanması dini
gelişmeleri nasıl etkileyecektir? Başka bir ifadeyle, demokratikleşme bilinç ve
süreci İslam’ı nasıl etkileyecektir?

· Günümüzde görülen bazı dikta rejimlerin bile demokratik bir
söyleme sığındıkları bir bağlamda, Müslüman ülkeler bu demokratik canlanmaya
nasıl cevap vereceklerdir?

· Gelişen kitle iletişim araçlarının etkisi, gücü ve yaygınlığı
göz önüne alınırsa, tüm dünyadaki demokratik canlanma ve bilinç, Müslüman
kitlelerde nasıl bir yansıma ve dönüşüm meydana getirecektir?

Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek için iki önemli noktanın
öncelikle açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Birincisi, dini değerlerin
yeniden canlanmasının temel niteliği ve arka planı nedir? İkincisi ise,
demokratik değerlerin yükselmesindeki temel karakteristikler nelerdir? Bunları
sırasıyla ele alacağız.

II. Dini Değerlerin Yükselişinin Temel Nitelikleri

Dini değerlerdeki canlanma ve yükselişin temel niteliklerine
bakıldığında iki farklı durumla karşılaşılmaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerindeki
dini canlanma ile, gelişmekte olan ülkelerdeki dini canlanmanın farklı
nedenlerden kaynaklanmaktadır. Batı ülkelerinde sıkça görülen sorunlar şöyle
sıralanabilir: şiddet, suçlarda (hırsızlık, adam öldürme, tecavüz, soygun vb)
artış, uyuşturucu-alkol bağımlılığı, stres, intiharlar, yalnızlık, yabancılaşma,
işsizlik, evsizlik (homeless), boşanma vb. İnsanların dine, dini gruplara ve
maneviyata yönelmelerinde bu sorunların ve insanların anlam arayışının etkili
olduğu görülmektedir. Örneğin, David Ray Griffin modern insanın karşı karşıya
olduğu birçok sorunun temelinde alemi saçma ve anlamsız olarak yorumlayan
varoluşçu anlayışın olduğunu ısrarla vurgulamıştır. (Griffin, 1989)

Burada sadece ABD’yle ilgili bazı bilgiler verilecektir. Ünlü
yazar Kishore MAHBUBİ’ye göre, ABD nüfusu 1960’dan beri % 41 artarken; şiddete
dayalı suç oranı yüzde 560, evlilik dışı doğumların oranı yüzde 419, boşanma
oranı yüzde 300, evlenmemiş anne-babaların evlerinde yaşayan çocukların oranı
yüzde 300 civarında artmıştır. Yazarın bundan çıkardığı sonuç: “Bunun ağır bir
sosyal çürüme” olduğudur. ABD eski başkanlarından Richard Nixson ölümünden sonra
yayınlanan kitabında Amerikanın en acil ve önemli sorununun “toplumun içinde
bulunduğu iç çürüme” olduğuna dikkat çekmiş “bizim düşmanımız kendi içimizde”
demiştir. Nixson’a göre en önemli sorunlar şöyle sıralanmaktadır: Artan suçlar,
uyuşturucu bağımlılığı, buna bağlı olarak başta AIDS olmak üzere çeşitli
hastalıklar, gasp, soygun, dağılan ve parçalanan aile kurumu Geceleri dışarı
çıkıp gezemediğimiz kentlerimiz….

Gelişmekte olan ülkelerdeki önde gelen sorunlar ise, açlık,
yoksulluk, gelir dağılımındaki büyük uçurum, işsizlik, devlet ve bürokrasideki
her tür çürüme ve kirlilik (corruption), adaletsizlik, insan hakları ihlalleri,
eğitim, sağlık ve gelecek endişesi. Bazı aydınlar ise, dini değerlerdeki
yükselmeyi “dinin çağdaş toplumlarda olmaması gereken bir olgu” olarak kabul
eden “aydınlanmacı” bir kafa ile ele aldıklarından, bir sapma ve hatta tarım
kültürü zihniyeti ile izah etmeye çalışmaktadırlar. (Fincancı, 1994)

Bu ve benzeri sorunların insanların manevi değerlere
yönelmesinde etkili olduğu doğru olsa bile eksiktir. En önemli etkenin çağdaş
insanın /bireyin kimlik ve hayatını anlamlandırma arayışı olduğu görülmektedir.
(Griffin, 1989) Her gün daha çok insan, sağlam karakterli, kişilikli, ilkeli,
inançlı, temel ahlaki ve moral değerlere sahip, demokrasiye/çoğulculuğa inanmış
kişilerin/liderlerin bu sorunların üstesinden gelebileceğine inanmaktadır.
(Özellikle şu sıralar ABD sürmekte olan başkanlık kampanyasında her iki başkan
adayının da dine ve dini değerlere verdikleri önem ve yaptıkları vurgu dikkat
çekicidir.)

Dini ve demokratik gelişmelerin bir diğer boyutunu da eski
komünist ülkelerde gözlemlenmektedir. Rusya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde
yaşananlar gerçekten ilginçtir. Bu bağlamda sadece Papa John Paul II’nin Küba’ya
yaptığı ziyareti hatırlamak yeterlidir. 70 yıldır komünist bir sistemde yetişmiş
toplulukların bir dini lider olarak Papa’ya gösterdiği ilgi, saygı ve sevgi
gerçekten anlamlıdır ve üzerinde düşünülmeye değerdir.

Yukarıdaki örnek, bir yandan insanlardaki dini duygunun ne kadar
köklü olduğunu gösterirken, diğer yandan da dini duyguyu baskı, şiddet, terör
veya moda anlamıyla “toplum mühendisliği” ile yok etmenin mümkün olmadığını
göstermektedir. Yapılması gereken, bu duygunun doğasını anlamak ve ona saygı
duymaktır. Birçok gelişmiş Batı demokrasisinde yapılan da budur.

Dini canlanmanın sadece ekonomik nedenlerden kaynaklandığı
şeklindeki bir görüş en azından eksiktir. Konunun bir diğer boyutu ise,
bireylerin kişisel olarak kendi varlıklarını ve anlamlarını araştırma ve anlama
arzusudur. Burada dinlerin temel bir niteliğine dikkat çekilmelidir. O da,
tarihteki tüm büyük dinlerin, özellikle bireye hitap ettiğidir. Dinler,
öncelikle bireyin alemdeki konumunu, anlamını ve değerini vurgularlar.
Bireylerin: Neyim? Nereden geliyorum? Hayatın ve hayatımın anlamı nedir? Ahlaki
değerlerin anlamı nedir? Kainatın anlamı nedir? Bu kainat neden yok değil de,
vardır? Öldükten sonra ne olacağım? Gibi sorularına cevap verirler. Dinin
yanında başta felsefe olmak üzere bu sorulara cevap veren başka kaynakların
olduğunu da biliyoruz. Ancak insanlık tarihi bir bütün olarak düşünüldüğünde
dinlerin verdikleri cevapların daha etkili ve sürekli olduğu görülmektedir.

Huntington’un tespitiyle: “Modern insan çok açık bir şekilde
dine yönelmekte; hayatın amacını, varoluş gayesini yeniden sorgulayarak dine
adeta sığınmaktadır.” (Huntington, 1996) Yine çağımızın önde gelen bilim
adamlarından Prof. Tony Anatrella da sosyal bunalımların çaresinin ahlak, iman
ve idealler olduğunu vurgulamaktadır. Bu konuda dikkat çeken bir olgu ise,
Rusya’da da durumun farklı olmamasıdır. Bu ülkedeki dini canlanmanın niteliğini
ve örneklerini Sheila Ostrandev ve Lynn Schroeder’in Rusya’daki durumu tüm
boyutlarıyla anlattıkları “Rusya’da Tanrıya Dönüş” kitabında bulmak mümkündür.
Sorunlarını ve bunların kökenlerini anlamaya çalışan Batılı aydınların bu
sorunların üstesinden gelmenin yollarını da irdeledikleri görülmektedir. Örneğin
Amerika’nın düşünce tanklarından ve önde gelen strateji uzmanlarından Z.
Brzezinski Batı toplumunun içinde bulunduğu ahlaki bozulma ve çürümeden
kurtulabilmesinin çaresini yeni moral değerlerde bulanlardandır. Kendisine
yöneltilen “liberal bir toplum müsamahakar cornucopia’nın ahlakın çürümesine
yönelik saldırılarına karşı kendisini nasıl silahlandırabilir? sorusuna şu
cevabı vermektedir:

Amerika’da, Batı Avrupa’daki liberal toplumlar da işe ahlak
bilincini geliştirmekle başlamalıdır; ahlaki motiflerin çekiciliğinin ve
yararlarının daha fazla bilincine varılmalı; nefse düşkünlük yerine bunu
sınırlayan bir toplumsal özellik benimsenmelidir. Eğer bunu başaramazsak, neyin
yanlış neyin doğru olduğunu tanımlayan işlevsel kıstaslara sahip olamaz, böylece
kendi kendimizi mahva sürükleriz.

Tabii ki bu ahlaki kıstaslar birdenbire keşif edilecek bir şey
değil. Üç büyük dinden—Hıristiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik—geleneksel olarak
ortaklaşa aldığımız değerlerin doğasında var bunlar. Bütün bu dinlerde, seküler
bir toplumun da benimseyebileceği belirli kurallar mevcut. Maneviyatın dünya
çapındaki buhranının üstesinden gelmek için hayatımızı yeniden dengeye sokmaya
ihtiyacımız var. Hayatın manevi boyutunun da maddi boyut kadar önemli olduğunu
kabul etmenin zamanı gelmiştir. (Brzezinski, 1996.)

Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel din ve demokrasinin bir birine
olan ilişkisini Stanford Üniversitesinde yaptığı konuşmasında şöyle tanımlar:
“…demokratik değerler, tüm kültürleri ve insanlığı birbirine bağlayan manevi
temeller üzerine bina edilmelidir. Bu yapıldığı takdirde, demokrasi sadece
Batının değil, tüm insanlığın sahiplenebileceği bir değer olur.” (Thomas
Carothers 1999-2000)

Aslında dinin cevap verdiği veya vermeye çalıştığı sorulara,
bildiğimiz gibi filozoflar ve bilim adamlarınca da çeşitli cevaplar verilmiş ve
hâlâ da verilmeye çalışılmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen, günümüz dünyasında
dini gelişmelere şahit olunmaktadır. Zira zamanımızdaki diğer bir olgu ise,
asrımızın başında bilim ve din arasında var olduğu sanılan sürtüşme, çatışma ve
gerginliğin, yerini yeni bir anlayış ve işbirliğine bırakmasıdır. Böylece, bilim
ve din arasında daha sağlıklı bir diyalog ve işbirliği dönemi başlamıştır. Ancak
burada vurgulanması gereken önemli nokta şudur; Din bireye öncelikle bir
kozmoloji sunar; Bireye doğumundan ölümüne kadar ve hatta ölüm ötesi alemle
ilgili temel bilgiler verir. Günlük hayatla ilgili belli davranışları ve moral
değerleri sunar. Bu, aynı zamanda semavi dinleri, ideolojilerden ayıran temel ve
önemli bir noktadır. Böylece dinin, doğrudan siyasi bir sistem ve ideoloji
sunmaktan çok, bireyin ve insanın temel sorunlarına hitap ettiği görülmektedir.

Yahudi ve İslam gibi şeriatı (yani yasama ve idare ile ilgili
doğrudan hükümleri) olan dinlerin bile, bu yönleri daha sonraki dönemlerde
oluşmuştur. Örneğin, Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir süre sonra İslam Arap
yarımadasından dışa doğru yayılmaya başlayınca, bunun bir sonucu olarak
kurumlaşma ve yasama da hızla gelişmiştir. Yeni ortaya çıkan durumlarla ilgili
karar vermek ve gerekli uyarıları yapmak üzere bir ulema (din bilginleri) sınıfı
da yine bu dönemde ortaya çıkmaya başladı. Ancak bu sınıf zamanla beraberinde
İslam’ın temel vurgu yaptığı bireyin iç dünyasının ve manevi hayatının ihmal
edilmesini getirdi. Buna tepki olarak da, bazı bilim adamlarınca İslam’ın ilk
sivil toplum örgütleri olarak da tanımlanan tasavvuf hareketleri ortaya çıktı.

Dinin bilim, felsefe ve ideolojilerden daha etkili olmasındaki
temel espri, dinlerin sundukları bu kozmolojilerde veya dünya görüşlerinde
yatmaktadır. Ayrıca dinler, evrensel ve kapsayıcı, yani herkesi bağlayıcı moral
değerler sunmaktadırlar. Bunların başlıcaları: adalet, eşitlik, hakkaniyet,
diğergamlık, şefkat, sevgi, kardeşlik, yalan söylememe, hırsızlık etmeme,
helal-haram anlayışı, adam öldürmeme vb. değerler.

Hz. Musa, Hz. İsa, ve Hz. Muhammed’in (sav) ilk bağlılarının,
toplumun ezilmiş, zulme uğramış, fakir ve yoksul kesimlerinden olduğu
unutulmamalıdır. Yine bu bağlamda 1789 Fransız Büyük İhtilali ile 1917 Komünist
İhtilâlinin öncelikle özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi toplumsal değerlere
vurgu yaptığı hatırlanmalıdır.

III. Müslüman Ülkelerdeki Durum

İslam ülkelerinde, bağımsızlık hareketlerinden sonra kurulan
siyasi rejimler, ne yazık ki, toplumun temel sorunlarını, özellikle de ekonomik,
eğitim, sağlık, konut vb. temel sorunlarını çözmede yetersiz kaldılar.
Bağımsızlık savaşını veren karizmatik liderlerin gitmesiyle, yozlaşma,
yabancılaşma ve çürüme dönemi başladı. Müslüman ülkelerin bu konuda
birbirlerinden pek farklı olmadıkları görülmektedir. Bu yönleriyle de,
meşruiyetlerini ve toplumun güvenini her gün kaybetmektedirler. Bunun bir sonucu
olarak da, kitleler radikal gruplara yönelmekte, mucize çözümlere umut
bağlamaktadırlar. Müslüman ülkelerde son zamanlarda şahit olunun huzursuzluk ve
sıkıntıların temelinde bu ve benzeri olgular yattığı söylenebilir.

Kitle iletişim araçları, daha önceleri tek taraflı
bilgilendirmeye ve kamuoyu oluşturmaya yarıyordu. Ancak günümüzdeki gelişmiş
hali ile, her tür kontrol ve sansürden kurtulabilmekte, kitleleri iktidar
aleyhine bilinçlendirebilmektedirler. Medyanın bir kısmının kartellerin kontrol
ve denetimine girmesi bile bu gerçeği değiştirememektedir. Bu nedenle, günümüz
yöneticileri, toplumun nabzını ve isteklerini her zamankinden daha çok dikkate
almak zorundadırlar. Başka bir ifadeyle, toplumun insani ve demokratik
taleplerine ilgisiz ve duyarsız kalamazlar.

Ancak genelde dünyada özelde ise Müslüman ülkelerde gözlemlenen
dini gelişmelerle beraber, bir çok kesimde bir endişenin de ortaya çıktığı
görülmektedir. Dini canlanmanın neden olduğu bu endişelerin başında: Din adına
tarihteki bazı uygulamalar, dinin siyasi amaçlar için kullanılması, yani
siyasete alet edilmesi, ekonomik çıkarlar için kullanılması, çatışma ve
ayrımcılığa neden olması, toplumu geriye götürmesi gibi nedenler gelmektedir.
Ayrıca bazı dini grupların/cemaatlerin kendi görüşlerini dinini kendisi olarak
sunması da bunlara eklenmelidir. Dikkatle üzerinde durulduğunda bunların hiç de
önemsiz kaygılar olmadığı görülür. Dinin toplum üzerindeki etkisini kavrayan
siyasi otoriteler tarih boyunca dinin bu gücünden yararlanmış ve hatta onu
siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bununla
ilgili birçok örnek bulunmaktadır.

Bu canlanma sağlıklı bir şekilde anlaşıldığı ve dinin özgün
anlamı çerçevesinde bu beklentilere cevap verildiği takdirde, bu canlanmanın
kötü amaçlar ve siyasi çıkarlar için kullanılması da engellenmiş olacaktır.
Konuyla ilgi cehalet ve görmezden gelme ve kitlelerin sağlıklı bir din
anlayışına sahip olmalarına yardımcı olmama, din gibi kutsal ve tüm inananlara
ait güçlü bir kurumun çıkar gruplarınca siyasi amaçlarına ulaşmak için bir araç
olarak kullanılması gibi sakıncalı bir sonucu verebilir. Bu nedenle; İnançlı,
duyarlı, aydın, sağduyulu, yurtsever, hamiyetli, sadece kendi milletinin değil
insanlığın geleceğini de düşünmeyi kendine görev bilen, vizyon sahibi “hamiyeti
milleti” olan bireylerin konuya ciddi olarak eğilmeleri gerekmektedir. Aslında
Batı dünyasında gözlemlediğimiz konuyla ilgili yoğun çalışmalar da böyle bir
espriden ve dinin toplum üzerindeki gücünden kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada
sadece İslam dininin konumuz açısından temel nitelikleri üzerinde durulacaktır.
Temel amaç ise:

· İslam’ın ilmi ve sahih bir şekilde anlaşılmasına olan ihtiyaç;

· Dine çağımızın gerçekleri ışığında çağdaş bir yorum ve anlayış
getirilmesi;

· Toplumumuzdaki mevcut endişe, korku ve kamplaşmaların sağlıklı
bir din anlayışıyla giderilmesi;

· Din gibi mukaddes ve inanan herkese ait bir kurumun kişisel ve
siyasal çıkarlar için kullanılmaması;

· Dini siyasete alet etmek veya sömürmek isteyenler kadar, din
düşmanlığı ile toplumda kin ve nefret duygusunu yaymak isteyenlere de fırsat
verilmemesidir.

Aslında daha iyi bir Türkiye ve daha iyi bir dünya özlem ve
sevdasında olan herkes, bu konuda üzerine düşeni yapmak durumundadır. Bu nedenle
İslam dininin özgün anlamını ve bazı temel niteliklerini yeniden vurgulamak
yerinde olacaktır.

IV. İslam’ın Anlamı

İslam, semavi dinler geleneğinin sonuncusudur. M.S 7. yüzyılda
Hz. Muhammed’e (sav) vahiy ile gelmiştir. Vahiy, Allah’ın mesajının doğrudan
Peygambere iletilmesidir. Ancak bu vahiy [Kur’an] birden değil, belli bir
süreçte ve toplumdaki belli sorunlar, sorular ve ihtiyaçlar söz konusu olduğunda
gelmiş ve 23 yıl gibi bir sürede tamamlanmıştır. Kur’an’ın temel gayelerinden
birisi ise “yeryüzünde adil ve ahlaki temellere dayanan, yaşanılabilir bir
toplum oluşturmaktır.” (Rahman, 1993)

Kur’an İslam’ın kutsal kitabı olup özgün ve otantik haliyle
elimizdedir. Tek bir ayeti bile değişmemiştir. Bu yönüyle diğer tüm semavi
kitaplardan farklıdır. Kur’an’ın yanında diğer özgün bir kaynak ise Hz.
Peygamberin sözlerini, uygulama ve davranışlarını kapsayan sünnettir. Bu iki
kaynağa Müslüman alimlerin içtihad ve icmaları da eklenmelidir. Ancak dini
canlanmanın temel esprisi içinde İslam’ın anlamına yakından bakmak
gerekmektedir. Böylece, hem İslam’ın temel niteliği, hem de öngördüğü birey ve
toplumun temel karakteristikleri daha iyi anlaşılacaktır.

İman ve İslam kavramlarını etimolojik ve linguistik yönlerden
tahlil edersek; iman’ın Kur’an’dan önceki Araplarca bilinen özgün anlamının
“kendi kendiyle barışık olma, içinde bir keder ya da sıkıntı hissetmeme, huzur
ve emniyette olma olduğu görülür.” (Rahman, 1997) Ancak Kur’an bu kavramı yeni
bir bağlamda kullandı: Allah’a iman etmek. Böylece Kur’an “emniyet, barış,
huzur, güvende olma, bütün olmanın” ancak Allah’a imanla mümkün olabileceği
şeklinde yeni ve genişlemiş bir anlam ortaya çıkarır. (Rahman, a.g.e.) Başka bir
ifadeyle, aşkın bir varlık olarak Allah’a veya O’na iman etmenin sonucu olarak
iman edilmesi gereken hususlara (Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Hesap
Gününe, Kadere) inanmayan kimse güvende, huzurda ve bir bütünlük halinde olamaz.
Böylece iman, kalple ilgili bir durum olup, kendini Allah’a ve O’nun Mesajına
kesin olarak teslim etme ve böylece bunalım ve her tür huzursuzluğa karşı huzur,
emniyet, barış ve güç kazanmak anlamlarını içermektedir.

Aslında iman, dinini en önemli unsurudur. İman yaratıcıyı akıl
ile düşünüp, kalp tasdik edip, kabul etmektir. Kişinin tamamen kendisini
ilgilendiren, birey olarak başka hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan Allah’a
yöneliştir. Kişinin vicdanında Yaratıcıyı hissedip, O’na bağlanması ve
sığınmasıdır. Dinin ta kendisidir. İman’ın bu boyutuna vurgu yapan bir diğer
düşünür ise Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Said Nursi’nin projesinin Allah’a imanı ve diğer iman
hakikatlerini yeniden tesis etme olduğu düşünüldüğünde, onun Allah’a iman ve
imanın hakikatleriyle ilgili yaptığı vurguya gelen bir eleştiriye verdiği cevap
dikkat çekicidir. Bu cevap hem imanın gerçek mahiyetini, hem böyle bir iman
sonucunda ortaya çıkan/çıkması gereken insan, kainat ve Allah ilişkisinin
parametrelerini vermesi açısından ilginçtir:

Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve
zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda
ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’i iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki
olmadığına Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek,
kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba
ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde
esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve
şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini tanımamak
peygamberlerini bilmemek elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda
yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevi Cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir
derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.
Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan
Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için
susar, lâkayd kalır.

Fakat ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O
Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben
tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre
muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük
günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi
olmadığına delildir. (Said Nursi, 1996)

Görüldüğü gibi Allah’a iman dinin özü olmanın yanında, birey ve
toplum için birçok sonuçları beraberinde getirmektedir. Dinin bir vicdan
meselesi olduğunu iddia edenlerin görmezden geldikleri veya korktukları bireyin
tüm benliğine, yaşantısına, hal ve hareketlerine nüfuz eden ve yönlendiren
Kur’an merkezli sahih bir imanın gücü ve etkisi olduğu söylenebilir.

İslam kavramının özgün anlamına gelince bunun “güvende olmak,
bütün olmak, yekpare olmak, barış ve huzur içinde olmak” olduğu görülmektedir.
İslam kavramı Kur’an bağlamında kullanıldığında ise: Kendisini Allah’a ve O’nun
kanunlarına teslim etmiş insanın barışı, huzuru ve bütünlüğü kazanabileceği;
koruyabileceği ve geliştirebileceği anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi
iman-İslam kavramları çok yakın anlam kümelerine sahiptir ve İslam imanın bir
sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, her iki kavram temelde
eşanlamlıdır ve Kur’an bağlamında da birbirinden ayrılmaları mümkün değildir.

Kur’an’ın üçüncü ve en önemli kavramı ise, hem imanı, hem de
İslam’ı kapsayan takva kavramıdır. Takva çoğunlukla şöyle anlaşılır: “Allah’tan
korkmak, sakınmak, zahidlik ve dünyadan el-etek çekmek”. (Rahman, 1997) Ancak
Kur’an’daki kullanımı bir bütün olarak incelendiğinde, bu kavramın daha geniş
bir anlamı olduğu görülür. Takva, “korkmak, sakınmak” anlamlarına gelse bile, bu
kesinlikle bir suçludan, bir diktatörden, veya bir suçlunun polisten bir çocuğun
öğretmeninden korkması türünden bir korkuyla karıştırılmamalıdır. Bu bağlamda
verilecek en doğru anlam “sorumluluk endişesi/korkusu” olabilir ki, bu
yukarıdakilerden farklı bir anlamdır. Bu şekliye hem imanı ve hem de İslam’ı
anlam olarak kapsar.

Takva’nın deruni/içsel imanda kök salmış olması gerekir. Bu
nedenle “namaz, oruç, hac, zekat” vb. dini ibadet ve görünürdeki diğer
davranışlar tek başlarına takva olarak isimlendirilemezler. Takvanın en önemli
ve temel işlevi insana kendisini doğru bir şekilde inceleme ve doğruyu yanlıştan
ayırt edebilme kabiliyet ve gücünü vermesidir. Böylece kendisinin farkında olan
insan, potansiyel imkanlarını gerçekleştirirken daima her yerde hazır-nazır olan
Allah ve Hesap Gününde de yaptığı her şeyin hesabının sorulacağı bilinciyle
hareketlerini yönlendirecek ve anlamlandıracaktır. Görüldüğü gibi takva,
toplumun değil de bireysel insanın bir niteliğidir. Bu açıdan bakıldığında mümin
insan takva ilkesi vasıtasıyla fonksiyonlarını yerine getirecek ve Allah’ın
yaratıklarının en şereflisi olacaktır. Kur’an’ın takva kavramıyla oluşturmak
istediği birey modelinin temel niteliklerine bakıldığında bunların:

· Günlük hayatın rutin işleri arasında yitip giden ve
yabancılaşan insanını daha yukarılara yükselten,

· Bütün amellerinin ve yapıp-etmelerinin sonuçta varacağı
noktayı göz önünde bulunduran,

· Sadece dünyada değil, ahirette de hesap vereceğini bir an
olsun unutmayan,

· Hayatını metafizik ve ahlaki bir boyutla anlamlandıran,

· Böylece ahlaka, adalete, erdeme, fazilete, kardeşliğe önem
veren bir bireydir.

Zira bütün amellerin tartılacağı Hesap Günü’nde insan kendisiyle
yüzleşecek ve bu dünya hayatında kalbinin gömüldüğü gafillik tabakaları bu hesap
anında yok olacaktır. Kişinin gerçek beni ortaya çıkacaktır. İşte bu hesaplaşma
anına hazır olma, bireyin dünya hayatındaki her anını ve her fırsatı bilinçli ve
yaratıcı bir şekilde değerlendirmesine, yani nefis muhasebesine bağlıdır ki, bu
takvanın ta kendisidir.

İşte, Kur’an’ın temel gayesi ve hedefi bireyde bu uyanık-şuur
halini takva vasıtasıyla şu anda yaratmaya yöneliktir. Burada İslam dinin temel
niteliklerini belirtirken, “iman, İslam ve takva” kavramlarını özellikle
vurgulamamız, son zamanlardaki yaygın yanlış bir anlamayı önlemek içindir. Başka
bir ifadeyle, dinin siyasallaşmasını, siyasal bir parti veya ideoloji gibi
algılanması ve sunulmasının, dinin özüne ne kadar uzak olduğunu ve ayrıca onu
zedelediğini göstermek içindir. Zira, yukarıda yapılan analizler çerçevesinde
bakıldığında, Müslüman bir toplum, öncelikle iman ve takva sahibi; ahlaki ve
moral değerlerle bezenmiş fertlerin varlığını öngörür. Bu tipteki fertler
olmaksızın Müslüman bir toplum tasavvur edilemez. İslami ibadetlerin bile
toplumsal bir boyutu olduğu unutulmamalıdır. Bunun nedeni de, Kur’an’ın Müslüman
topluma yüklediği “insanlık için tesis edilen en iyi toplum” tanımlamasıyla
ilgilidir. Zira böyle bir toplumun temel niteliklerinden birisi “iyiliği
emretmek, kötülükten sakındırmak, Allah’a inanmak ve işlerini, kendi aralarında
danışarak yapmaktır.”

Kısacası, İslam’a göre şehadet kelimesini dil ile söyleyen ve
Müslüman olduğunu ilan eden herkes Müslüman sayılır. Böylece İslam toplumunun
bir üyesi olur. Burada ırk, dil, renk, ülke ve kabile ayrıcalığı yoktur. Tüm
Müslümanlar eşit statüdedir. Tek ayrıcalık olarak takva ölçütü konulmuştur.

V. Dini Söylemin Siyasallaş[tırıl]ması

Günümüzde dinin karşı karşıya bulunduğu tehlikeler, sadece din
dışı kesimlerden kaynaklanmıyor. İşin ilginç yanı, tehlikenin bazen bizzat bu
dinin/dinlerin bağlılarından da gelmesidir. Bu da, belli bir grup, hareket,
cemaat veya partinin dinin evrensel ve kuşatıcı ilkelerini kendi tekellerinde
görmeleridir. Kendi indi ve sübjektif anlayışlarını dinin ta kendisi olarak
dayatmaları, kendileri gibi düşünmeyenleri dışlamaları ve ret etmeleridir. Ancak
yukarıda vurgulandığı gibi, tüm dinler özde bireyseldir ve bireyi hedef alır.
Dahası ahlaki bir sistem öngörerek bireyin ve toplumun birliğini ve mutluluğunu
hedef alırlar. Bu nitelikleriyle de ideolojilerden ayrılırlar. Dinlerden
ideolojik sistemler türetilebilirse de dinlerin kendileri ideolojilerden
farklıdır ve bu nitelikleriyle de doğrudan siyasal değillerdir.

Bununla dinlerin (özellikle de Yahudilik ve İslam’ın) siyasi
içeriğinin bulunmadığı anlaşılmamalıdır. Vurgulanmak istenen, yukarıda da işaret
edildiği gibi dinin bireysel ve ahlaki yönünün diğer tüm boyutlarını
öncelediğidir. Bu nedenle, bazılarının dini sadece bir siyasal sistem ve
ideoloji olarak algılaması yanlış ve en azından eksiktir. Din adına parti kurmak
veya böyle bir imaj vermek ise, dine yapılabilecek en büyük kötülüktür. Dinin
sıradan ideolojilerle aynı seviyede değerlendirilmesine, böylece İlahi ve
evrensel boyutunun kaybedilmesine neden olur. Dinden ve dini değerlerden
hareketle projeler üretmek; siyasi ve ekonomik programlar geliştirmek mümkündür.
Ancak bu hiçbir zaman “dinin” kendisi olarak algılanamaz ve takdim edilemez.
Diğer alternatif proje ve programlar karşısında eşit bir mesafededir.

Said Nursi’nin “Din adına ortaya çıkmak lazım” diyenlere verdiği
cevap, aynı zamanda din adına parti kurulup-kurulamayacağıyla ilgili önemli
sonuçlar içermektedir. Nursi’ye göre din adına ortaya çıkma ve parti kurmanın
temel muharriki (kişinin iç dünyasını hareket ettiren ve yönlendiren temel
etkeni) İslamiyet sevgisi ve dini duyarlılık olmalıdır. Eğer kişi/kişileri
yönlendiren ve harekete geçiren temel güç/etkenler particilik, tarafgirlik ise
bu çok tehlikelidir. Nursi’ye göre, birincisi hata da etse affedilebilir; ancak
ikincisi, isabet de etse sorumludur. Zira bu durumda dini siyasi amaçlara alet
etmektedir. Ona göre, dini siyasete alet etme/etmemenin ölçütü ise şudur:

Her kim kendi günahkar, niteliksiz ve kusurlu parti arkadaşını,
bir başka partideki dindar, nitelikli ve hamiyetli muhalifine tercih ederse, bu
kişinin hareket noktası ve ölçütü siyasettir, particiliktir. Din değildir.
Ayrıca, herkesin mukaddes malı olan dini kendine ve kendi partisine daha özgü
göstermekle, çoğunlukta din aleyhine bir eğilim uyandırmakla dini nazardan
düşürmenin de temel yönlendiricisi yine siyasi tarafgirliktir. (Nursi, 1996)

Görüldüğü gibi, Said Nursi, dinin bütün toplumun malı olduğu;
mevcut parti ve grupların dine hizmet edebileceklerini, ancak dini kendi siyasi
amaçları ve iktidara gelmeleri için bir araç olarak kullanmalarının tehlikesine
dikkat çekmektedir. Böyle bir eğilim, diğer siyasi partilerin bu partiyle
beraber dine karşı da tavır almalarını beraberinde getirecek ve dinin kendisine
zarar verecektir.

Prof. Dr. Teoman Duralı’ya göre de İslam’a dolayısıyla insanlığa
yapılabilecek en büyük kötülük, onun siyasi ile iktisadi amaçlar uğruna su-i
istimal edilmesidir. Böylelikle o, din olmaktan çıkar; manevi yetkisini ve
duruluğunu yitirip; Yeni Çağ, din dışı Avrupa Medeniyeti çerçevesinde bitip
serpilmiş ideolojiler zincirine eklenmiş yeni bir halka olmaktan öteye geçemez.
Bu bakımdan İslam’ın siyasileştirilmesi, hele din devletine konu kılınması
teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları bir zorunluluktur.
(Duralı, 1990)

Tarihteki örneklerine bakılırsa bu tür anlayışların dinin özüne
zarar verdiği görülür. Özellikle de Sünni geleneğin büyük temsilcileri bu konuda
uyarıda bulunmuş, dinin siyasi amaçlarla kullanılması durumunda ise buna
şiddetle muhalefet etmişlerdir.

Ulemanın Müslüman toplumlardaki rolü, birçok araştırmacının da
ortaya koyduğu gibi, iktidar sahiplerinin karşısında ve toplumun içinde kalarak
adeta bir muhalefet görevi görmeleridir. Danışmanlık görevlerine getirilenler
bile, yozlaşma dönemleri hariç, uyarı görevlerini eksiksiz yerine getirmeye
çalışmışlardır. Siyasal iktidarların (adı ne olursa olsun) her tür
tasarruflarında dinin ve toplumun temel ilkelerine değerlerine ters düşmeme,
onları kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamama ve kullanmama konusunda
uyarmışlardır.

Böylece, bir yandan dinin siyasal amaçlarla kullanılmasını ve
günlük siyasete alet edilmesini engellerken; diğer yandan da iyi niyetli devlet
adamlarına doğruyu göstererek yardımcı olmuşlardır. Bu anlayışın en tipik örneği
Hanefi mezhebinin kurucularından olan büyük İslam hukukçusu İmam-ı Azam Ebu
Hanife’dir.

Said Nursi’nin, daha Meşrutiyet Döneminde dinin
siyasallaştırılması tehlikesine karşı yaptığı uyarılar dikkat çekicidir. Zamanın
bazı Müslüman ilim adamları din adına Meşrutiyete karşı çıkarken O, meşrutiyetin
ruhunu ve temel esprisini İslam’ın bir gereği olarak görmüş ve desteklemiştir.
Ülkenin çok partili sisteme geçtiği 1950’lilerde ise hiçbir tereddüde yer
vermeyecek açıklıkta Demokrasinin (çoğulculuk, bireysellik, temel insan hak ve
hürriyetleri anlamında) dinin kendisinde olduğunu, bizzat dinin içinde
“çoğulculuk ruhunun” bulunduğunu vurgulamıştır. Başka bir bağlamda da dini
hükümlerin “yüzde doksan dokuzunun ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete, ancak
yüzde bir nispetinde siyasetle ilgili” olduğunu belirterek dinin siyasal bir
proje olarak anlaşılmasının yanlışlığına erken bir dönemde dikkat çekmiştir.
Böylece dinin özü ve esas fonksiyonu ile ilgili olarak çok önemli bir tespitte
bulunmuştur. (Nursi, 1996)

Zira günümüzde Müslüman ülkelerde “İslami” olduğunu iddia eden
veya İslam adına ortaya çıkan hareketlerin/partilerin unuttuğu veya önemsiz
gördüğü önemli bir nokta Müslüman bireyin konumu ve ahlakın bu bireyi
oluşturmadaki önemidir.

Kur’an’ın öngördüğü ahlaki normlara göre oluşmuş bireyi ve bu
bireylerden oluşan toplumu öncelikle oluşturmayı ihmal eden; toplumcu, devletçi
ve tepeden inmeci bir anlayışla hareket eden bazı sözde İslamî hareketlerin
sonuçta bireyin ve toplumun kabulleriyle örtüşmediği görülmüştür. Bundan da, o
hareketlerden/partilerden çok dinin kendisi zarar görmüştür. Kur’an, öncelikle
insan faaliyeti konusunda doğru bir ahlaki tutumun oluşmasıyla ilgilenen bir
tebliğ olduğu unutulmamalıdır. Kur’an’ın asıl gayesi ise, en yüksek derecede
yaratıcı ahlaki enerjinin serbest bırakılmasını sağlamaktır. İnsanın kendi
gayreti ve çalışması olmadan Allah’ın başarı vermemesi ise Allah’ın
değiştirilemez bir kanunudur.

Kur’an diğer bir özelliği ise, sürekli olarak muhataplarını
“düşünmeye, araştırmaya, ibret almaya, ders almaya, kavramaya, mütevazı olmaya,
başkalarına yardım etmeye, dürüst olmaya, ahlaklı olmaya” davet etmesidir.
Kur’an’a göre insanın hem iç alemi, hem de dış alem, yani tabiat Allah’ın
ayetlerini yansıtmaktadır. Bu ayetler onları dikkatle inceleyen, okuyan ve takip
edenleri hakikate ulaştırır.

Bu bağlamda vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta ise,
Kur’an’ın, tamamen insanı hedef alan bir kitap olmasıdır. Nitekim Kur’an
kendisini “insanlara yol gösterici” olarak tanımlamaktadır. Buna göre Kur’an
“hayatın anlamı, hayatın değeri, doğanın anlamı, insanın yer yüzünde bulunma
sebebi, insanlar arası ilişkilerin nasıl olması gerektiği, insan, doğa
ilişkilerinin nasıl olması gerektiği vb. konularda” insanlara rehberlik eden bir
kitaptır.

Kur’an’ın sık sık insanın psikolojik durumunu tasvir etmesinden
hareketle, onun en büyük özelliğinin, bir ahlak felsefesi kitabı olmak değil,
insana ahlaki bir hayat yaşamada ve ahlaklı olmada “rehberlik eden” bir kitap
olması olduğu söylenebilir. İslam’ın bireysel ve özellikle ahlaka yaptığı bu
vurguyu anlamak önemlidir. Zira Kur’an doğrudan bir devlet şekli veya siyasal
sistem önermez. Ancak Kur’an’ın nasıl bir birey ve toplum tipolojisi öngördüğü
çok açıktır.

VI. İslam’ın Evrensel Boyutu

İslam’ın mesajı evrenseldir. Bundan dolayı, İslam dininin bir
grubun veya bir partinin inhisarına alınması dinin ruhuna aykırıdır. Zira parti
veya grup, doğası gereği, diğer gurup ve partileri dışlar. Bu niteliğiyle de
dinin evrenselliğini ve kapsayıcılığını zedeler. Ayrıca kendisine dini bir
tanımlama yapmadan da, özgürlükçü, insan hak ve hürriyetleri ile din ve vicdan
özgürlüğüne önem veren bazı grup ve partilerin, dinin gerçekleştirmek istediği
amaçlara hizmet edebilmeleri de pekala mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken
nokta, dinin bir grubun malı gibi gösterilerek, diğer tüm grupların din karşıtı
imiş gibi gösterilmesidir. Bu tür bir anlayıştan doğacak kamplaşma ve
kutuplaşmadan her şeyden çok dinin ruhu büyük zarar görür.

Kur’an ve Sünnette, genel olarak insanlar arasında, özel olarak
tüm Müslümanlar arasında eşitlik özenle vurgulanmıştır. Eşitlik kavramıyla
ilgili olarak seçilen kelimelerde de bu durum kendini gösterir. İnsanlık cinsini
gösteren ve insanlığın kardeşliğini vurgulayan “nas” (insanlar) kelimesi 240
defa, insan kelimesi 65 defa, beşer kelimesi ise 36 ayette yer almıştır. Bu
tekrarın çokluğundan amaç, Müslüman’ın zihninde genel insanlık anlamını ve
insanlığın birliği fikrinin yerleşmesi ve eşitliğin vurgulanmasıdır. Böylece
renk, ırk, dil, ülke, doğum yeri vb. nitelikler dikkate alınmadan insanlığın tek
asıldan geldiği ortaya konulmuş ve ontolojik olarak insanlığın bir olduğu
vurgulanmıştır.

Başka bir bağlamdan bakarsak, İslam tarihi boyunca Kur’an’la
ilgili bir çok tefsir ve yorumlar yapılmıştır. Ancak hiç bir Kur’an yorumcusu
kendi yorumunu İslam’ın veya Kur’an’ın nihai ve tek yorumu olarak savunmamıştır.
Böylece İslam ve onun temel kaynağı olan Kur’an temel olarak kalırken, O,
değişik zaman ve bağlamlarda doğal ve farklı yorumlara da kaynaklık etmiştir. Bu
farklılık Kur’an’ın zenginliğinin bir belirtisi olarak görülmüştür. Ancak tüm
büyük yorumcuların, yorumlarında Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği temel ahlaki
norm ve ilkelere, başka bir ifadeyle Kur’an’ın genel amaçlarına dikkat ettiği
unutulmamalıdır.

Ayrıca pratik hayatla ilgili olarak dört farklı mezhebin
(Hanefi, Şafi, Maliki, ve Hambeli) olması ve tümünün de hak mezhepler olarak
kabul edilmesi de, İslam dininin temelinde çoğulcu bir esprisinin olduğunu
göstermektedir. John Esposido, Bernard Lewis, J. Voll, Fazlur Rahman, Said
Nursi, Abdulkerim Suruş, Reşid Gannuşi gibi birçok bilim adamları İslam’ın bu
özelliğine dikkat çekmiştir.

VII. İslam’ı Doğru Anlamak

Ancak günümüzde yapılan birçok tartışmada İslam’dan neyin
anlaşıldığı her zaman açık ve net değildir. Aslında birçok tartışma ve
anlaşmazlığın temelinde de bu “belirsizlik” yatmaktadır. Bu nedenle birçok
kişi/grup kendi sübjektif anlayışını “İslam” olarak sunabilmektedir. Daha sıkça
yapılan bir diğer yanlış ise, bazılarının semavi bir din olan İslam’ı kendi
kişisel görüşleriyle/anlayışlarıyla özdeşleştirmeleridir. Daha önce ifade
edildiği gibi, böyle bir anlayış, İslam’ın ruhuna ve öğretisine aykırıdır.

Doğal olarak, İslam’ın tarihteki anlaşılış biçimi ile, Kur’an ve
Sünnetteki asli biçimi birbirinden farklıdır. Tarih boyunca ilhamlarını
Kur’an’dan almış birçok ilim adamları İslam’la ilgili çeşitli kitaplar yazmış ve
ilkeler geliştirmişlerdir. Kur’an’la ilgili olarak yüzlerce tefsir ve yorumlar
yapılmıştır. Bunların tümü İslamîdir. Yani, İslami bir bağlamda ve İslam’ın asıl
kaynakları, kavramları ve dünya görüşü göz önünde bulundurularak yazılmışlardır.
Dahası An-Naim’in de ifade ettiği gibi, dayanışma ve birlik ülküsü istemelerine
karşın, Müslümanlar her zaman İslam’ın temel ilkelerini algılayışlarında,
birbirinden köklü biçimde farklı görüşler taşımışlardır ve bununla gurur
duymaktadırlar. Müslümanlar bu durumu, İslam doktrininin özünde bulunan farklı
olabilmeye hoşgörüyle yaklaşma anlayışının açık bir kanıtı saydıklarını sık sık
belirte gelmişlerdir.” (An-Na’im, a.g.e.)

Bununla beraber bu yorumlar İslam’ın bizatihi kendisi ile
özdeşleştirilemez ve onun yerini alamazlar. Bu kaynaklar bizim kültür
hazinelerimiz olup, Kur’an’ı ve İslam’ı anlamamızda bize yardımcı olabilirler.
Tüm bu eserler tarih boyunca belirli zaman ve zeminlerde ortaya çıktıklarına
göre, o zamanın hakim şartlarına ve meydan okumalarına cevap olarak ortaya
çıkmışlardır. Bu nitelikleriyle de “zamanın” hükmünden ve sınırlayıcılığından
kurtulamamaktadırlar. Ne var ki, zamanla bazı Müslümanlar bu eserleri Kur’an’ın
dokunmazlık seviyesine çıkarmışlardır. Böylece eleştiri ve tenkit fikrini
öldürmüşlerdir. Müslüman toplumların geri kalmasının en önemli nedenlerinden
birisi, tarihin bu şekilde yanlış okunması ve değerlendirilmesi olduğu
söylenebilir. Bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bugün bizlerde tarihte
Müslüman ilim adamlarının karşı karşıya kaldıkları benzer bir sorumlulukla karşı
karşıya bulunmaktayız. Toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmek
için, kendi yorumlarımızı, cevaplarımızı ve projelerimizi ortaya koyma
sorumluluğundan kaçamayız.

VIII. İslam ve Demokrasi

Günümüzün iki önemli olgusu din ve demokratikleşme olduğunu
ifade etmiştik. Bu bağlamda İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı sorusu
sık sık gündeme gelmekte ve tartışılmaktadır. (Erdoğan, 1999 ve TÜSES’in 1994’te
yayınladığı kitap bunun tipik bir örneğidir) Bu soru sadece Müslümanları değil,
dünyanın önde gelen tüm siyaset ve sosyal bilimcilerini de ilgilendirmektedir.
Zira Müslümanların bu soruya verecekleri cevap, sadece kendi ülkeleri için
değil, tüm dünya siyaseti için önemli sonuçlar içermektedir. Konuyla ilgili
tartışmalara bakıldığında temelde iki görüşün olduğu görülmektedir: Birincisi,
İslam demokrasi ile bağdaşmaz, ikincisi ise İslam demokrasi ile bağdaşabilir.
Her iki görüşün ileri sürdüğü temel tezler incelendiğinde, her iki anlayışın da
bazı önemli verilere dayandığı görülmektedir.

Birinci görüşü savunanlara bakıldığında bunlar arasında bazı
Müslüman gruplardan, seküler aydınlar ile eski Marksistlere kadar uzanan ilginç
bir yelpazeyi bulmak mümkün. (Örnek olarak bkz: Fincancı, 1994) Hatta bazı
radikal Müslüman gruplara göre demokrasi bir küfür rejimidir. Ancak bu tezin son
zamanlarda gücünü ve çekiciliğini yitirdiğini; demokrasiyi İslami temel ve
değerler üzerine inşa etmeye çalışanların güçlendiği görülmektedir. Hatta
günümüzde bir çok Müslüman aydının İslami bir bağlama uygun ve tutarlı bir
demokrasi teorisi geliştirmek için uğraştığı görülmektir. (An-Na’im, 1994;
Gannuşi, ve Wright) Zira Vaclav Havel’in de vurguladığı gibi, demokratik
değerler, tüm kültürleri ve insanlığı birbirine bağlayan manevi temeller üzerine
bina edildiği/edilebildiği zaman demokrasi sadece Batının değil, tüm insanlığın
sahiplenebileceği bir değer olabilir.

Günümüz Müslüman aydınlarının yapmak istedikleri de, İslam
geleneğinde demokrasinin üzerine temellendirilebileceği esasları tespit
etmektir. Daha doğrusu Kur’an’ın kendisini bu açıdan yeniden yorumlamak ve
ondaki çoğulcu boyutu ortaya koymaktır. Bernard Lewis gibi Batılı bilim adamları
bile, İslam kuralları ve geleneğinde demokrasinin gelişmesine yardımcı olan
etkenler bulunduğunu belirtmektedirler. (Lewis, 1997; an-Na’im, 1994)

Çağdaş Müslüman aydınlardan Reşid Gannuşi’nin demokrasiyi ret
eden radikal gruplara verdiği cevap konumuz açısından oldukça ilgi çekicidir.
Gannuşi’ye göre, siyasal İslamcılar arasında demokrasiyi eleştiren ve onu küfür
olarak değerlendiren radikal grupların hiçbir düşünceleri yoktur. (Hamdi, 1996;
Gannuşi) Gannuşi’ye göre onlar, anayasal ve hukuksal bir kültüre sahip olmayan
insanlardır. Zira felsefi ve siyasal bir kültürleri olsa onu kullanarak bir
karar mekanizması olarak Demokrasi ile, Batı demokrasilerinin içeriğini
birbirinden ayırabilirler, liberal felsefeyle materyalist felsefeyi
ayrıştırabilirlerdi. Bunların, sürekli birlikte bulunmaları, şart değildir. Bu
nedenledir ki, demokrasi denen karar aracını, diğer uygulamalarından bağımsız
hale getirebiliriz.

Demokrasi, çoğunluğun otoritesini tanıması, karar almada baskıcı
bir azınlığa değil, çoğunluğun görüşüne itibar etmesi bakımından sağlıklı bir
araçtır. Bu araç sayesinde, iktidarın kansız ve devrimsiz olarak el değiştirmesi
mümkün olmaktadır. Bu aracı materyalist felsefi içeriğiyle soyutlayabilir ve
iman değerleriyle donatırsak ve onda takvanın esas olmasını sağlayabilirsek,
işte o zaman Demokrasinin aslında bize ait olan bir sermaye olduğunu
söyleyebiliriz.

Demokrasi konusunda yeni ve ilgi çekici fikirleri olan bir diğer
düşünür ise Abdulkerim Suruş’tur. Suruş’un İslam dünyası için savunduğu
demokrasi iki temele dayanmaktadır. Birincisi, gerçek bir mü’min olmak için kişi
özgür olmalıdır. Eğer inanan kişi özgürce teslim oluyorsa, bu onun özgürlüğünü
feda ettiği anlamına gelmez. (…) Bu özgürlük demokrasinin temelidir. Suruş daha
da ileri gider: Çoğunluğun inançları ve iradesi ideal İslam devletini
şekillendirmelidir. İslami bir demokrasi yukarıdan dayatılamaz.
Demokrasi—inananlar ve inanmayanlar dahil—çoğunluk tarafından tercih edilirse
meşrudur. İkincisi ise Suruş’a göre din anlayışımız tekamül etmektedir. Kutsal
metinler değişmez. Bununla beraber, bu metinlerin anlaşılma ve yorumlanışı; bu
anlayış insanların içinde yaşadığı zamanın ve şartların değişmesinden
etkilendiğinden bir akış sürecindedir. Bundan dolayı, hiçbir yorum bütün zaman
ve zeminler için mutlak veya değişmez değildir. Dahası her kişi (kadın veya
erkek) kendi yorum ve anlayış hakkına sahiptir. Din adamları dahil hiçbir grup
iman esaslarını yorumlama veya yeniden yorumlama ayrıcalığına sahip değildir.
Bazı anlayışlar diğerlerinden daha önemli olabilir, ancak hiçbir yorum diğer bir
yorumdan doğrudan daha yetkin değildir. (Wright, 1997)

XI. Demokratik Değerler ve Şura Kavramı

Aslında şura, İslam tarihinin büyük bölümünde sadece Cuma
hutbelerinde vaaz ve irşat için anlatılan, ancak bir türlü siyasi bir düzene
dönüşemeyen önemli bir sistemdir. Oysa Batılılar, bu kavramı geliştirmiş ve
siyasal bir düzen haline getirmişlerdir. Çünkü günümüzde hakim olan Demokrasi
anlayışı ile kadim Atina’da yaşayan “Yunan Demokrasisi” arasında en ufak bir
ilişki yoktur. Aralarındaki tek ortak yan, ismindedir.

Gannuşi’ye göre demokrasinin reddedilmesi İslam düşüncesi
hakkında çok kötü bir imaj yaratmaktadır. Çünkü diyor Gannuşi, “böyle bir tavır,
bir şeye karşı olmanın onun karşısındakini kabullenme eğiliminin bulunduğunu
çağrıştırması yüzünden, Müslümanların diktatörlük yanlıları olduğu gibi bir
yanlış anlama gündeme gelmektedir. Oysa hiç kimse Müslümanlar kadar diktatörlük
ve istibdat düşmanı olamaz. Müslüman milletleri ezen ve öğüten demokrasi değil,
diktatörlük ve totalitarizmdir.”

Zira Demokratik ve çoğulcu bir anlayışın zıddı olan baskı, zulüm
ve istibdat İslam’ın ruhuna aykırıdır. İstibdat, baskı, şiddet ve diktatörlük:

· Tahakkümdür (baskıdır).

· Hukukun üstünlüğü değil, Keyfi muameledir.

·Her tür yolsuzluk ve suiistimale açıktır.

· Zulmün temelidir.

· İnsaniyeti mahveder.

· İnsanı sefalet ve fakirliğe mahkum eder.

· İslam alemini zillet ve sefalete düşürür.

· Garaz ve düşmanlığı uyandırır ve körükler.

· Müslümanları ihtilafa düşürerek, zararlı akımların ortaya
çıkmasına neden olur ve sonuç olarak, siyasi istibdadı netice verir.

Bu nedenle diyor Gannuşi, “Beni şaşkına çeviren;
diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altında
kıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle
mücadele yerine, demokrasiyle didiştiklerini görmektir. Bu insanlar, sanki şöyle
demektedirler. Ezilenler, baskıya uğrayanlar biziz. Ama fırsatını bulur ve
iktidara gelirsek, biz de onları ezeceğiz.” (Gannuşi, 1997)

Görüldüğü gibi, Kur’ani bir kavram olan şura İslam’ın temel
değerlerinden birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Sadece Gannuşi değil, bir çok
Müslüman ilim adamı şura kavramının demokratik bir rejim için meşru bir işlev
göreceğine inanmaktadır. Bunların öncüsü ise, Meşrutiyet tartışmaları sırasında,
yukarıda işaret edildiği gibi meşrutiyet ve şuranın İslam’ın ruhuna daha uygun
olduğunu vurgulayan ve İslam’ın en büyük düşmanı olarak da istibdat ve totaliter
anlayışları gören Said Nursi’dir. Ona göre, istibdat ve baskı İslam
medeniyetinin gelişmesine de en büyük engeldir. Zira böyle ortamlarda bireyin
yaratıcılığı ve gerçek benliği ortaya çıkmaz. Ruhlar köleleşir ve sıradanlaşır.

Görüldüğü gibi, İslam şurayı devletin temellerinden biri kabul
etmiştir. Kur’an ise, yoruma açık olmayacak biçimde şura prensibini
düzenlemiştir. Kur’an’ın 114 suresinden birisinin adı şuradır. Kur’an
Müslümanların niteliklerini tanımlarken “Onların işleri, aralarında şura
(danışma) iledir” der. (Şura Suresi: 38.)

Bununla beraber, tarih boyunca şura kavramının daha çok ahlaki
ve kişisel bir prensip olarak algılandığı görülmektedir. Ancak çağdaş Müslüman
ilim adamları Şura kavramını, İslam ile demokrasi arasındaki ilişkide etkili bir
kilit öğe olarak görmektedirler. (Rahman, a,g.e.)

Sorbon Üniversitesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Muhammed
Hamidullah’a göre Kur’an, ister kamusal bir konuda olsun ister şahsi,
danıştıktan sonra karar vermelerini Müslümanlara defalarca emreder… Kur’an zor
ve hızlı, başka bir ifadeyle radikal yöntemler tarif etmez. Seçimin sayısı ve
biçimi, temsilin süresi vb. her çağın ve her ülkenin liderlerinin tasarrufuna
bırakır. Önemli olan, insanın, temsil ettiklerinin güvenine ve karakter
bütünlüğüne sahip temsilci şahsiyetlerle kuşatılmasıdır.

Kısacası, İslami bir demokrasi teorisi geliştirme projelerine
karşı çıkanların temel tezleri incelendiğinde, ulaştıkları sonuçların onların
İslam dinini algılayış biçimiyle doğrudan alakalı olduğu görülür. (An-Na’im,
1994) Eğer İslam dini ile, tarih ve gelenekteki uygulamalar anlaşılırsa,
gerçekten de İslam demokrasi ile bağdaşmadığı gibi bir tez ileri sürülebilir.
Ayrıca daha yukarıda belirtildiği gibi, hâlâ Müslüman toplumların büyük
çoğunluğu demokratik olmayan rejimlerle yönetilmektedir. Ancak önceleri çekici
görünen bu tez, son zamanlarda yapılan bilimsel çalışmaların ulaştığı sonuçlar
karşısında bu çekiciliğini yitirmeye başlamıştır.

Bugün çok sayıdaki bilim adamları ve araştırmacılar İslam dini
ile onun tarihin çeşitli dönemlerindeki anlaşılış ve yorumlanış biçimleri
arasında ayırım yapmaktadırlar. Dahası, İslam’ın tarihte çeşitli Müslüman bilim
adamlarınca anlaşılış ve yorumlanış hakkının bizim için de geçerli olduğunu
ileri sürmektedirler Bu anlayışın, son zamanlarda hem Batıda hem de İslam
dünyasında güçlendiği görülmektedir. Bu anlayışın güçlenmesi ve desteklenmesi
sadece İslam ülkeleri için değil, dünya barışı için de önemlidir. Bu nedenle
dünyanın ve insanlığın geleceğine ilgi duyan herkes bu konularda hassas olmalı
ve dinin doğru anlaşılması ve yorumlanmasında katkıda bulunmalıdır.

X. Sonuç

Çalışmamızda vurguladığımız gibi, içinde bulunduğumuz 21.
yüzyılda tüm dünyada demokratik değerlerle beraber, dini değerlere karşı bir
ilgi ve eğilim görülmektedir. Bu nedenle 2000’li yıllarda toplumlarına ve
ülkelerine yön verecek; uluslararası plâtformlarda etkinlik gösterecek lider ve
kadroların bu gelişmeleri doğru ve objektif olarak okumaları ve
değerlendirmeleri son derece önemlidir. Dahası İslam’ın doğru olarak anlaşılması
ve yorumlanması; Kur’an ahlakının Müslümanların hal ve hareketleriyle
örneklenmesi ve anlamlandırılması sadece Müslümanlar için değil, dünyanın barış
ve huzuru için de önemli bir görev olarak karşımızda durmaktadır.

Bibliyografya

Ahmet Arslan, İslam, Demokrasi ve Türkiye, Ankara: Vadi,
1999.

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay.,
İstanbul, 1996. c. 2.

Bernard Lewis, “İslam ve Liberal Demokrasi”, çev: İdris
Demir, Yeni Dergi, Sayı: 10, 1997.

Brayn Wilson, Contemprary Transformation of Religion,
Oxford, 1976.

Brayn Wilson, Religion in a Secular Society: a Sociological
Comment, London, 1966.

David Ray Griffin, God and Religion in the Postmodern World:
Essays in Postmodern Theology, Albany: SUNY Press, 1989.

David Rieff, “Civil Society and the Future of the
Nation-state”, Nation, 02/22/99, Vol. 268.

Fazlur Rahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev: Adil Çiftçi.
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 1997.

Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev: Alparslan
Açıkgenç, Ankara: Fecr Yayınevi, 1993, 2. Baskı.

Giles Kepel, Din Dünyayı Yeniden Keşfediyor: Tanrının
İntikamı, İletişim Yayınları, İstanbul 1992.

Jerry D. Cardwell. A Rumor of Trumpets: The Return of God to
Secular Society,

John Esposito ve James P. Piscatori, “İslam and Democracy”,
The Middle East Journal, vol. 45, No. 3, 1991.

John Esposito, The Islamic Threat: Myth or Reality, New
York: Oxford University Press, 1992.

John Voll, Islam: Continuity and Change in the Modern World,
Syracuse: Syracuse University Press, 1995.

Mohamed Elhachmi Hamdi, “Islam and Liberal Democracy: The
Limits of the Western Model,”, Journal of Democracy, Vol. 7, No. 2, April 1996.
(Türkçesi için bkz.: Yeni Dergi, çev: Refik Yıldızer, Sayı:10, 1997.)

Mustafa Erdoğan, İslam ve Liberalizm, Ankara: Liberte, 1999.

Niels Grnkjr, The Return of God: Theological Perspectives in
Contemporary Philosophy, Niels Gronkjaer(Editor), 1998.

Niyazi Kahveci, “Demokrasi ve İslam”, Yeni Dergi, Sayı: 10,
1997.

Rashid al-Ghanuchi. Islamic Movements: Self-Criticism And
Reconsideration, Palestine Times, Issue: 94; April 1999. Gannişi’nin konuyla
ilgili makale ve eserleri için bkz.:
http://msanews.mynet.net/Scholars/Ghannoushi/.

Rashid al-Ghanuchi, The Conflict Between the West and Islam:
The Tunisian Case, Reality and Prospects, 9 May 1995.

Reinhard Schulze, “Günümüz Batı ve İslam Toplumlarında
Laiklik ve Din”, İslam ve Demokrasi, TÜSES, İstanbul 1994.

Robeter L. Bartley, “Batı Kendisine Güvenmelidir”, Türkiye
Günlüğü, Güz 1993.

Robin Wright, “İslam ve Demokrasi: Yenilenmeyle İlgili İki
Görüşü”, Çeviren: İbrahim Özdemir, Yeni Dergi, Sayı: 10, 1997.

Samuel Huntigton, The Clash of Civilizations and the
Remaking of World Order, New York: Simon & Schuster 1996.

Teoman Duralı. Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti, İz İstanbul
1996.

Thomas Carothers, “Civil Society”, Foreign Policy, Winter
1999-2000, University Press of America.

Zbigniew Brzezinski, Kontroldan Çıkmış Dünya (Yirmi Birinci
Yüzyılın Arifesinde Dünya Çapında Karmaşa), çev: Haluk Menemencioğlu, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 1996. Ayrıca bkz.: Brzezinski ile mülakat: “Çatışan
Uygarlıklar: Esnek Batının Zayıf Suratı”, NPQ Türkiye, c. 2, sayı: 7, s. 6-11.