Siyasal İslam’ günümüzde şuyu bulmuş, muayyen ve muhtelif
karşılıkları olan kavramlardan biridir. Herkes bu kavrama farklı manalar
yükleyebiliyor. Geleneksel, me’luf, alışılmış İslami anlayışın ve kalıpların
dışında siyaseti öne alan ve önceleyen yaklaşıma, kısaca basmakalıp bir ifadeyle
‘Siyasal İslam’ denebilir. Ya da Cemaleddin Afgani çizgisinde; fikirden ziyade
hareketi, altyapıdan ziyade üstyapıyı, eğitimden ziyade siyaseti ve kitle
hareketini şiar edinen bir anlayıştır da denebilir. Esasen adı üzerinde Siyasal
İslam, siyaseti önceleyen bir anlayıştır. Ve İslam’ı genellikle siyasi çerçevede
yorumlayan bir görüş ve akımdır. Siyasal İslam bir ifrat ise her şey zıddıyla
kaim olduğuna göre bunun bir de tefriti olmalıdır. İslam’ı tamamen siyasetten ve
dünyadan dışlayan anlayış ve bu anlayışın oluşturduğu akım. Bu bağlamda
bazıları, İslam’da siyaseti temelden inkar etmektedirler. Hatta İslam’a göre
‘devlet’ mefhumunu bile inkar etmektedirler. Onlara göre İslam’da devlet ve
modeli yoktur. Yine aynı taifeye veya benzeri gruplara göre, İslam’da iktisadi
bir model de yoktur. “Öyleyse İslam’ı bu işlere bulaştırmayın!” yaklaşımı
içindedirler. Belki de, İslam’ın getirmiş olduğu esneklikten ve elastikiyetten
dolayı bu zehaba kapılıyorlar. Halbuki devlette ve iktisatta İslami umdeler
vardır. Ve bu bağlamda Bediüzzaman’ın dediği gibi, İslam yeni bazı ahkamlar
getirdiği ve ürettiği gibi, daha öncekileri tadil ettiği de çoktur. Bu ikinci
kısma ‘şeriat-ı muaddile’ diyoruz. Yani varolan hukuku tadil eder, yeniden
düzenler, reorganize eder. Bu bağlamda İslam cahiliye dönemindeki nikah
çeşitlerini ve formlarını bir düzene sokmuş ve teke indirmiştir ve ıslah
etmiştir. Dolayısıyla eskiden kalma diye bütün hukuk normlarını bir çırpıda
atmamıştır. Genel çizgi içinde sapmış olanlar düzeltilmiştir. Ve ‘hıyarukum fi’l
cahiliyyeti hıyarukum fil islam’ hadisi de bunu teyid eder. Yani cahiliye
döneminde hayırlı olan kimseler ve insanlar İslam’da da hayırlıdırlar ve hayırlı
olmuşlardır. ‘El İslamu yecibbu ma kablehu’ yani İslam’ın kendisinden öncekileri
kesip attığı yönündeki hadisin delalet ettiği mana ise eskiden kalma ‘bakiye
kusurlar’ demektir. İslam bu kusurlar için bir zaman aşımı ve mürur-u zaman
olmuştur. Bu suçların bir kısmı da, cahiliye dönemindeki ortamın ve
hukuksuzluğun ürünüdür. Dolayısıyla bu ortam da Habil ile Kabil birbirine
karışmıştır. İslam; ‘şeriat-ı muaddile’ olan ikinci kısmıyla bazı cahiliye
kalıntısı nikah formlarını ıslah ederek ibka etmiştir (Mekasid el Şeria el
İslamiyye, Allame Muhammed Tahir Bin Aşur, s. 158.) Kölelik müessesesi de
böyledir. Cahiliye döneminde sınırsız ve sorumsuz bir kölelik anlayışı vardır.
İslam tedrici olarak bu müesseseyi ortadan kaldıracak tedbirler almış ve kölelik
müessesesini tadil etmiştir. Günümüzde Türkiye’de çok tartışılan meselelerden
birisi olan; erkeğe verilen zevcesini dövme izni de bu kabilden bir meseledir.
Hayreddin Karaman bu hususta şunları kaydetmektedir: Kur’an’da hafifçe dövmeye
izin verilen (tavsiye veya emredilen değil) tek durum, ailenin huzur, düzen ve
şerefini ihlal eden, öğüt ve uyarılara kulak kapatan kadının durumudur, bu
durumda bile Hz. Peygamberin yönlendirmesi işin başka yollardan çözülmesidir.
Özetle İslam sopayı getirmemiş, var olanı asgariye indirerek bıraktırmayı
amaçlamıştır. (Kadın Dövülür mü, Hayreddin Karaman, Yeni Şafak Gazetesi, 24
Eylül 2000 Pazar.) Burada varolanı tahfif, şeriat-ı muaddilenin bir sonucudur.

Peygamberimiz İslam’dan sonra da ‘hilfu’l fudul’ gibi cahiliye
döneminde katıldığı ittifakların İslam’dan sonra da cari olması halinde buna da
hayır demeyeceğini, aynen iştirak edeceğini söylemiştir. Belki Medine Sözleşmesi
bunlardan birisidir. Dönem ne kadar kötü olursa olsun iyilik her devirde
olabilir ve Müslüman’ın görevi de yıkıcılık değil yapıcılık olduğundan; nerede
olursa olsun iyiliğe destek vermekle mükelleftir. İslam, ‘Darun Nedve’ gibi
yönetim biçimlerini ve formlarını ıslah etmiş, zayıfsa takviye etmiş,
genişletmiş ve güncelleştirmiştir. Dolayısıyla siyaset ve devlet formu İslam’la
birlikte doğmuş ve yeryüzüne dağılmış değildir. Devlet ve insanların bir araya
gelmeleri ve organizasyon kurmaları fıtri bir olaydır. İslam burada ne bir fıtri
bidat getirmiş ne de fıtri olanı (devlet) inkar etmiştir. Ayrıca ona kendi
boyasını da elbette ki vermiştir. Devlet iptidai şekillerde de olsa insanın
olduğu her yerde ve vasatta cari olmuştur. Eski Mısır’daki firavunlar
yönetiminin veya benzeri yönetimlerin, en az bugünkü kadar müesses ve nizami
oldukları kütüb-ü salife ve geriye bıraktıkları asar-ı atika tarafından haber
verilmektedir. Binaenaleyh İslam’ın genel hatlarıyla bir devlet ve adalet tarafı
ve tarifi vardır ve ayrıca olmalıdır da. İslam, devletin şekliyle birlikte daha
ziyade ruhunu yani adalet boyutunu tarif eder. Bu bakımdan siyasi İslam’a karşı
çıkmak başkadır, İslam’da devlet yok demek daha başkadır. İkisi birbirinden; yer
ile gök arası kadar farklıdır. İslam, ‘şeriat-ı muaddile’ şıkkıyla olanı tekmil
etmiş ve tekamüle imkan hazırlamıştır. Dolayısıyla İslam yeni bir hukuk
getirdiği gibi şeriat-ı muaddile olarak hem eski dini hukuku hem de kendisinden
önce toplumda hükümferma olan adetleri tadil ve tekmil etmiştir. Eski hukuku,
şeriat-ı muaddile olarak yeniden tanzim etmiştir. Kapsadığı alan olarak, siyaset
de buna dahildir. İslam, tekamüle mani değildir. Ruhuna ters düşmedikçe özümseme
kabiliyetiyle yeni olanı ve eski olanı fark etmeden bünyesine katar. Ama bünyeye
yabancı bir cisimse ve uyuşmazlık varsa, o cismi reddeder. Hayır neredeyse ona
taliptir. Bu mealde ‘ilim, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır’
buyurulmuştur. Demek ki ilim ve fazilet Müslüman’ın yitik ve kayıp malıdır,
öyleyse nerede bulursa onu alma hakkına haizdir. Bu yönüyle İslam tadil ve
senteze açıktır. Üstünlük ukdesi veya psikozuyla başkalarından almaya veya
öğrenmeye mani ve kapalı değildir, yasak getirmez. Zaten İmam-ı Rabbani ve
Bediüzzaman’ın ortak kavramıyla, medeniyetler, telahuk-u efkarın bir sonucu ve
ürünüdürler. Dolayısıyla inkıtalarla birlikte, ilk insanla başlayan ortak bir
süreçten bahsetmek pekala mümkündür.

Gibb, Aquino’lu Thomas döneminde Batı’da vücud bulan üstünlük
psikozu dolayısıyla İslam’dan telahuk-u efkar yoluyla İslam’dan aldıklarını
inkar yoluna sapmışlardır. Yediğini inkar eden insan da olduğu gibi.
Başkalarının faziletini inkar, insanların veya milletlerin veya müesseselerin
kendi gelişimini sekteye uğratan amillerin önde gelenlerindendir. Bundan dolayı
kendi köklerinden kopmama şartına bağlı olarak dönüştürme herkesin hakkıdır. Bu
dönüştürme ile intihal gibi farklı manalar karıştırılmamalıdır. Eklektik veya
orantısızca ve kıvamında olmaksızın senkritik bir biçimde yabancı unsurları
bünyeye dahil etme ameliyesi, geri tepecektir. Vücud yabancı maddeyi nasıl
kaldırmazsa, onu atarsa, aynı şekilde medeniyetlerin bünyesine uymayan ve adapte
olmayan yabancı fikirler de bünyeye dahil edilmez, neticede atılırlar. Aksi
taktirde, yabancı fikirlerin ölçüsüz bir şekilde vücuda enjekte edilmesi,
bünyeyi tahrip eder ve bundan dolayı vücud yabancı unsurlara ve maddelere karşı
direnç ve direniş gösterir. Ya da yabancı maddeler vücudu istila eder ve
asaletini bozarlar. İslam, başkalarının buluş, ilim ve faziletlerini almaya
engel teşkil etmez. Bilakis Raşid Gannuşi, Kur’an-ı Kerim’de ‘istebrak’ gibi
yabancı kelimelerin bulunmasını ve mevcudiyetini delil göstererek, demokrasi
kavramının tanıma ve mahiyet tespitine bağlı olarak İslam literatürüne derc
edilebileceğini ve mal edilebileceğini öngörür. Mesela Kur’an-ı Kerim’de geçen
‘şeytan’ kelimesinin kökeni konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Kimilerine
göre bu kelime halis bir Arapça’dır ve ‘Şatuna’ ve ‘Şata’ kökenlidir. Şatuna
uzaklaşmak anlamında bir masdar ve kökendir. Şata ise yanmak anlamını taşır.
Arapça menşe arayanlar genellikle bu iki kökene dayanırlar. Batı dillerinde de
bu kelime ‘satan’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama aynı zamanda fakihliğinin
yanında müfessir de olan Tunuslu Muhammed Tahir Bin Aşur, bu kelimenin Arapça’ya
geçmiş dillerden intikal ettiğini savunmuştur. Keza Tevrat kökenli olan ‘ahd’ ve
‘misak’ kelimelerinde olduğu gibi (Mecelletü’l Ezher, Eylül 2000, Muhammed Receb
el Beyumi, Safhatün min hayati’l müfessir el kebir: Tahir Bin Aşur, Kahire s.
886.) Tabii ki, Kur’an-ı Kerim, Arapça inmiştir ama Arapça başka dillerden de
aldıklarıyla zenginleşerek, beslenerek tekamül etmiştir. Zaten dillerin kökeni
konusunda iki tez vardır. Birisine göre dillerin menşei ilahidir. Dolayısıyla
hepsi biribirinden kopmadır. Diğerine göre ise tarihi ve biyolojiktir.
Dolayısıyla burada Kur’an-ı Kerim’i halis Arapça’ya sınırlandırmak, Cenab-ı
Hakk’ı ilzam etmek olur. Ayrıca ‘halis Arapça’da tartışma mevzuudur. Batı, Doğu
Onun olduğu gibi bütün iller ve diller dahi Onundur. Dolayısıyla Arapça’nın
tabiatında da özümseme ve içselleştirme denilen olay vardır.

Bediüzzaman da, Hulafa-i Raşidin’i gerçek anlamda cumhur reisi
olarak ve kendisini de dindar bir cumhuriyetçi olarak tanımlamıştır. Cezayir
asıllı sosyolog ve mütefekkir Malik Bin Nebi’de Hulefa-i Raşidin dönemini
‘demokratik hilafet otoritesi’ şeklinde tanımlamıştır (M. Bin Nebi, Vüçhetü’l
Alemi’l İslami, Daru’l Fikir-Şam, s. 36.)

Binaenaleyh, mutlak olarak İslam’da devlet yok demek, İslam
adına savunulacak bir durum değildir. Burada lazımı ile melzumu, zarf mezrufu
veya ismiyle müsemması birbirine karıştırılıyor. Devletin varlığı meselesini
inkar edenler Hariciler veya Nihilistler gibi önemsenmesi gerekmeyen ‘kabil-i
itiyad olmayan’ bir azınlıktır. Adı ne olursa olsun devlet otoritesi bütün İslam
fırkaları tarafından ‘vücub’ makamında benimsenmiştir. Bunun istisnası Hariciler
gibi tadat dışı bazı zümrelerdir.

Belki İslam adına sunulan devlet modellerinin, tahlil aşamasında
reddi mümkündür. İslam’da mutlakiyetçi ve müstebid modellerin olmadığı ve bu
modellerin hariç/ez/kaide, kuraldışı, sistem dışı oldukları söylenebilir. Tarih
içinde bu modele uygun idarelerin meşruiyeti aslında hukuki değil mütegallibe
yani defacto-fiili bir durum ve fiili bir meşruiyettir. Buna mukabil İslam’ın
bir hukuk devleti ve modeli vazettiği ve öngördüğü izahtan varestedir.

Burada konu başlığı olan ‘Siyasal İslam’ aslında bir yönetim
modeli değil bir üsluptur. Tartışılan mesele de, bu üslubun İslami olup
olmadığında odaklanmaktadır. Bediüzzaman’ın dediği gibi; İslam umumun malıdır ve
dolayısıyla tahsis kabul etmez ve özelleştirilemez. Yani bir zümre İslam’ın
adını, inhisar ve tekelleri altına alamaz. Halbuki bazı özel cemaatlar bu hakkı
kendilerinde görüyor ve bu sıfatı kullanabiliyorlar. İşte burada İslam ile
İslam’ı temsil ettiği varsayılan hareketler arasında bir çelişki ortaya
çıkmaktadır. Daha isimlendirme aşamasında, kurgusal olarak İslam’ın hakimiyetini
kendileriyle veya iktidarlarıyla özdeşleştirmektedirler. Şuur altında bu
çelişkiyi yaşadıkları halde bunu ifade etmiyorlar ve alışkanlıkla İslam adına
hüküm verebiliyorlar. İslam şuyu kabul eder ama tahsis kabul etmez. Bediüzzaman
bu hususta şunları söyler: “Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir
partiye girmediler. Çünkü iman, mal-ı umumidir. Her taifede, muhtaçları ve
sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez, yalnız küfre, zındıkaya ve dalalate karşı
cephe alır. Nur mesleğinde Müslümanların uhuvveti esastır.” (Emirdağ Lahikası,
s. 157.)

Suret-i haktan görünerek de olsa Burgiba ve Cezayir yönetimleri
bu argümanları kullanmışlardır. İslam’ın da umumun malı ve müşterek değeri
olduğunu, dolayısıyla İslam adına ve ırk adına bir partinin kurulamayacağını
söylemişlerdir. Bu itibarla Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde din ve ırk adına
parti kurulması yasaklanmış ve kurulu bulunanların da isim ve muhtevalarını bu
doğrultuda tadil etmeleri istenmiş. İhvan eğilimli Mahfuz Nahnah tarafından
yönetilen HAMAS partisi bu kategoriye girmekte ve ‘İslami Toplum Partisi’
açılımına sahip olan HAMAS’ın adı değiştirilerek ‘Barışcı Toplum Partisi’ halini
almıştır. Yani ‘İslam’ ile ‘barış’ yer değiştirmiştir. Aslında uygun da düşmüş
selam/barış ile İslam aynı kökten türemişlerdir. İçişleri bakanlığının almış
olduğu karardan sonra böylece İslami Toplum Partisi adını değiştirmek ve
kendisini kanuni kalıplara uydurmak zorunda kalmıştır. Ancak bu rejimin siyasi
konularda hakkaniyet sahibi olduğunu göstermiyor. Mesela, Adalet Partisi ismiyle
partileşmek isteyen Cemiyet-i Ulema-i Müslimin kurucularından Beşir İbrahimi’nin
oğlu ve eski dışişleri bakanlarından Ahmed Talib İbrahimi’nin yasalara uygun
olduğu halde başvurusuna cevap verilmemiştir. Bu da, söz konusu sistemlerin
samimi olmadıklarını ve sadece suret-i haktan göründüklerinin delilidir. Bu
durum da Cezayir’deki kilitlenmenin başlıca nedenleri arasındadır.

Bu gelişmeler aynı zamanda Bediüzzaman’ın isabetini ve
haklılığını tescillemektedir. Yabancı akademisyenler de, bu husus üzerine
vurguda bulunuyorlar. Aynı gerçeğe bir Batılı ilim adamı, akademisyen de parmak
basıyor. Los Angeles California Üniversitesi’nden Prof. Leonardı Binder, İslam
siyaset ilişkisi üzerine ilk kitabını 1961 yılında yayımlamış. Daha ziyade
dilimize çevrilen ‘Liberal İslam’ (1988, Yusuf Kaplan tarafından çevrilmişti)
kitabıyla tanınıyor. İşte ‘Siyasal İslam’ tartışmalarının künhüne ve temeline
yılların birikimi ve tecrübesiyle yabancı bir göz olarak ve gözlemci olarak ışık
tutacak sözleri: “Türkiye bence merkezi bir öneme sahip. Çünkü Türkiye’nin çok
geniş potansiyelleri var. Bütün sorunlarına rağmen Batı’ya en yakın Müslüman
ülke. Siz modern çağlarda İslam’ın en önemli savunucusu olacaksınız. İran’a
bakın. Orada ülkeyi kurtaran İslam’dır. Öyle iddia edildiği gibi İranlılar
İslam’ı kurtarmış değildir. Zaten İranlılar da ortak gerçekler ışığında İslam’ı
yeniden tanımlıyorlar. Artık ‘filan ayetullahın görüşü doğru değil, yıllar
öncenin şu adeti yanlış, değiştirmeliyiz…’ demekten çekinmiyorlar. Bütün bu
değişimlerden Türkiye’nin endişelenmesine hiç gerek yok. Türkiye İslam dünyasını
ihmal etmemeli; aksine onları kucaklamalı ve değişimlerine yardımcı olmalıdır.

Erbakan’ı kişisel olarak pek önemsemiyorum, ama İslami hareketin
önemli olduğunu düşünüyorum. Bence İslami hareket yalnızca içinde yer alanlar
tarafından belirlenmemeli. Bütün Türkiye’deki Müslümanlar İslami hareketin şöyle
ya böyle bir parçasıdırlar. Yani bazı parti ve kuruluşların üyeleri İslami
hareketin sahibi olduklarını iddia edemezler. O zaman bir başka partinin üyeleri
aynı iddia ile ortaya çıkabilirler. Dolayısıyla bana göre Erbakan hiç de iyi bir
lider değil. Ben kendi taraftarlarıyla değil, bütün Müslümanlarla nasıl bir
ilişki kurduğuyla ilgileniyorum. Onları kucaklıyor mu? Onlarla bir şeyler
paylaşıyor mu? Hayır! Erbakan, insanları ürkütücü bir şekilde, parmağını
gözlerinin içine sokarak hitap ediyor. ‘Benden olanlar ve olmayanlar’ diye
ayrımcılık yapıyor. Birisi ona ‘Ne dediğin benim umurumda değil’ diyebilir
(Ruşen Çakır’la sohbetinden, 7 Temmuz 2000 Cuma, Milliyet)

Yani din kimsenin tekelinde ve inhisarında değil. Ve bu bağlamda
siyaset yapanlar hizipçilikten ve grupçuluktan kaçınarak bütün insanlığın
saadeti için çalışmalıdırlar. Şahin Alpay ve Ebu’l Hasan en Nedvi’nin görüşleri
de bu istikamettedir.

Dolayısıyla şöyle söylememiz mümkün: İslam’da ve insanlıkta
mera, ateş ve su umumun malıdır. Tahsis kabul etmediği gibi bunun zıddı olan
tekeli de kabul etmez. Ve siyaset aleminde de bu müşterek mal, bir zümrenin
eline geçer ve temsilinde ihtikar ve tekelcilik olursa; orada haksız rekabet
vardır ve tercih bila müreccih olma durumu söz konusudur ki saçma ve
anlamsızdır. Zarar verici bir havada kalır. Bundan dolayı Turan Güneş gibi,
koalisyonlar zamanında MSP kadroları ile birlikte çalışan ve temasa geçen umur
görmüş bazı şahsiyetler, hatıratlarında bu ekolün mensupları karşısında derin
hayal kırıklıklarını gündeme getirmişlerdir. Turan Güneş: “İmam-ı Gazali gibi
şahsiyetler üzerinde müdavele-i efkarda bulunacağımı zannediyordum. Karşıma çıka
çıka dindar ve musalli mühendisler çıktı’ diyerek hayretini ifade etmiştir.
Elbette dindarlık küçümseme mevzuu olamaz; ama sırf dindarlığından dolayı
insanın ehliyet iddiasında bulunması da başta dindarlığının selametiyle çelişir.
Arapların, ‘fakidü’ş şey la yutih’ misalindeki gibi; ‘kendisi bir muhtaç himmet
dede, nerede gayrıya himmet eyliye” dedikleri duruma müncer olur. Maalesef
dindar oldukları halde temsil ettikleri konumda ehil olmadıklarından dolayı, hiç
de arzu edilmeyen bir duruma düşmüşlerdir. O dindarlar yeteri kadar İslam’a
vâkıf olmadıkları halde kendilerine güvenerek siyasi arenaya İslam’ın
temsilcileri olarak çıkmışlardır. Bu hem usulen ve üslup olarak hem de
sıkletleri açısından yanlış olmuştur. Mübareze de ağırlıklar ve sıkletler eşit
olmalıdır. Dolayısıyla İslam adına mübarezeye çıkan insan taraftarlarını mahcup
etmemeli ve haddini, hududunu bilmelidir. Bundan dolayı eslaf: ‘Tuba limen arafe
haddehu ve vakafa indehi’ demişlerdir. Yani, haddini bilene ve orada durana ne
mutlu!

Son bir nokta: ‘Türkiye İslam dünyasını kucaklamalı’ gibi
muhteşem bir söz Leonardi Binder’den sadır olmuştu. Leonardi Binder’in bu sözünü
aynı mülahazalarla Graham Fuller’in Kanal 7’de Ayşe Önal’ın programında dile
getirdiği unutulmamalıdır. Yani, akıl için yol bir.

‘Siyasal İslam’ diye tabir edilen akımın önde gelen
temsilcilerinin en büyük eksiği İslami derinlemesine anlamalarındaki kusurdur.
‘Sümmetedarik’ ve ‘İstim arkadan gelir’ fehvasıyla hareket etmişler ve derin bir
tetkikat yapmadan elverişsiz zemin üzerine bina yapmışlardır. Bu bina bir
zelzelede de toprağa karışmıştır. İmam-ı Rabbani gibi eski mücedditlerin
hayatına vakıf olarak, oradan ders alamamışlardır. Daha doğrusu şeklini
anlamışlar ama ruhunu kavrayamamışlardır. Yine günümüzde Bediüzzaman gibi yeni
tecdit çığırının sahiplerine kulak asmamışlar, tam bir aymazlık içinde hareket
etmişlerdir. Bu da hareketlerinin çıkmaz sokağa düşmesine müncer olmuştur.
Halbuki İmam-ı Rabbani döneminde benzer ahval yaşanmıştır. İmam-ı Rabbani’nin
siyaset metodunu bilen en önemli şahsiyetlerden birisi merhum Ebu’l Hasan en
Nedvi idi. İmam Rabbani ile Bediüzzaman arasında sayılamayacak kadar ortak yön
ve benzerlik vardır. Zira mizaçları veya beşeri vasıfları dışında neredeyse her
şeyleri ortaktır. İmam-ı Rabbani; ‘İslamiyet’in egemenliği mi, yoksa onun adına
belirli, muayyen isim ve zümrelerin egemenliği mi” sorusuna ve ayrışmasına hem
hakimane hem de muslihane hem de net cevaplar vermiştir. Belirli, muayyen kişi
veya zümrelerin değil, İslamiyet’in egemenliğinin esas alınması gerektiğini
vaz’etmiştir. Burada kişilere düşen öne atılmak değil, feragat ve fedakarlıkta
bulunmak ve İslamiyeti perdelemek yerine İslamiyet’in önünü açmaktır.
Binaenaleyh iktidara talip olmak yerine bütün rabbaniler ve peygamberler gibi
iktidar sahiplerini ıslaha ve ıslahına yönelmeleri gerekiyordu. Hazret-i
Musa’nın Firavun’la mücadelesinin mahiyeti, bu değil miydi? Döneminde İmam-ı
Rabbani’nin çabalarının muvaffakiyeti de bundandır ve buradadır. Günümüzde de
İhvan hareketi siyasetle irşadı, öncelikler sıralamasını birbirine karıştırmışsa
ve tertibata riayet etmemişse de, yine de Hasan el Benna’nın çizgisi müspet
harekettir (amel el icabi). Fakat bu müspet hareket tayininde tabii ki yer yer
farklılaşmalar olmuştur.

İmam-ı Rabbani’nin çağdaşı olan Selim Cihangir Şah’ın oğlu Şah
Cihan, padişah ve sultan olmak için, bir ara babasına karşı gelmeyi ve müsellah
bir isyanda bulunmayı düşünür. Pazu kuvveti de yerindedir. Kendisine bağlı
epeyce ordu mensubu ve asker bulunduğu ve babası tarafındaki kumandanların
çoğunluğu kendisine kalpten bağlı olduğu için bu hususta bayağı da cesaret ve
cür’et sahibidir.

Şah Cihan babasına karşı düşündüğü huruç hareketi için dönemin
alimlerinden birisine danışmaya gitti. Halini arz ettikten sonra muvaffakiyeti
için kendisine dua ve niyazda bulunmasını istedi. Söz konusu alim de kendisini
İmam-ı Rabbani hazretlerine gönderir.

Şah Cihan, İmam’ın huzuruna gidip, babasını kuvvet yoluyla
devirmeyi planladığını ve yerine geçmeyi düşündüğünü, arz etti. Fakat İmam, Şah
Cihan’ın babasına karşı gelmesine ve böyle bir komplo kurmasına razı olmayıp, bu
fikrinden vazgeçmesi için ona nasihat ve tenbihte bulundu. Ve ona şöyle dedi:
“Babana git, elini öp, gönlünü al ve af dile. Yakında zaten senin dediğin
olacaktır…” Şah Cihan, İmam’ın buyruğunu dinleyip, isyandan vazgeçti. Hicri
1037 (M. 1627) tarihinde babası vefat edince de saltanat İmam’ın işaret ettiği
gibi kimsenin burnu kanamadan Şah Cihan’ın eline geçti (Ekrem Sağıroğlu, İmam-ı
Rabbani, Yasin Yayınları, s. 184.) Bu hareketin Bediüzzaman ıstılahında
karşılığı, müspet harekettir. İhvan, 1952 yılındaki Hür Subaylar darbesine ve
devrimine destek vermesine rağmen daha sonra bu görüşünü ve tavrını tadil etmiş
ve kesinkes askeri darbelere menfi tavır almıştır. Bediüzzaman siyaseten tepeden
inmeci (topdown) bir metod takip etmediklerini belirttiği gibi yine askeri
dairede üstten inmeci yani inkılapçı bir çizgi izlemediklerini anlatır ve bunu
ihsas ettirecek karinelerden bile kaçınır ve sakınır. İşte Kastamonu
Lahikası’nda bu hususla ilgili beyanı:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

“Size, üç noktayı beyan etmeye kalpte bir ihtiyaç oldu.
Birincisi: Bir hadisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan; insan,
zahiri sebebe bakıp bazen haksız hükmedip zulmeder; kader o musibetin gizli
sebebine baktığı için adalet eder, diye, Risale-i Nur’da bir kaide-i esasiyedir.

“Hem, şimdiye kadar Risale-i Nur’un başına gelen hadiselerde bir
dest-i inayet, bir vech-i rahmet bulunduğu tecrübelerle sabittir.

“Bu iki cihetle kalpten bir sual çıktı. ‘Acaba Nur hakkındaki bu
yeni İstanbul hadisesinde vech-i adalet ve rahmet nedir ?’ Hatıra böyle bir
cevap geldi ki:

“Risale-i Nur’a, ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya
ve tetkik etmeye sevketti. Elbette Risale-i Nur’u tedkik eden bir alim, insafı
varsa tarafdar olur. Ve Risale-i Nur, ulema dairesinde ve İstanbul afakında
tezahür edecek. İşte vech-i rahmet ve inayet.

“Amma, kader-i ilahinin vech-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur’un
hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalade imani
hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ehl-i dünya ve
ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında imana
nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslamiyye ve hayat-ı
içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kainatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet
olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; O tercümanına karşı
arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları, ehl-i siyasete, inkilapçı bir
siyaset-i İslamiyye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nura karşı hayat-ı
içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatna mani olmak pek kuvvetli ihtimali
vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

“Kader-i ilahi, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale
etmek ve öyle ümit besliyenlerin ümitlerini tadil etmek için, en ziyade öyle
cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sadattan ve meşahiyden ve
ahbabtan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tadil edip adalet
etti. ‘Size, kainatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter.’ diye bize
merhametkarene o hadiseye mahkum eyledi. Sonra lillahilhamd, o muarızı susturdu;
o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (Kastamonu
Lahikası, s. 142-143.)

Buraya kadar kısmen de olsa Bediüzzaman’ın yaklaşım ve
tesbitlerini anlamaya çalıştık. Şimdi sırada İmam-ı Rabbani hazretlerinin tecdit
tecrübesi var.

İmam Rabbani Vizyonuyla Siyasal İslam

İmam Rabbani hazretleri keşfe istinaden ve bittecrübe, doğru
metodun siyasi metod olmadığını görmüştür Siyasi metodda Hak’dan ziyade kendini
nazara vermek vardır. Ya da Bediüzzaman’ın deyimiyle maksut bizzat olma durumu
vardır. Dolayısıyla tatbikattan ziyade iddia makamında olmayı iktiza eder. İddia
sahibi de genellikle hak sahibi değildir. İddia makamında olmak, İslam’ın
talimat ve öğretilerine terstir.

“Lime tekulune mala tefalun. Kebure maktan indallahi en takulu
maal tefelun” ayeti iddia makamıyla hakikat makamının çeliştiğini gösterir. O
dönemde sosyal yapıyı ıslah etmek için İmam-ı Rabbani gibi seyr u süluk
çöllerini geçmiş alimlerin önünde münhasıran/sadece üç yol vardı:

1- Devleti ve ülke meselelerini büsbütün terk ederek uzlete
çekilmek. Etliye sütlüye karışmamak. Müsbet anlamda karışmak ve müdahale yerine,
menfi anlamda izolasyonist yaklaşımları ihtiyar etmek, benimsemek.. İşleri kendi
haline terk etmek ve ipini salıvermek. Kuşe-i uzlete çekilerek burada zikri
müdam ve şükrü müdam ile meşgul olmak. Salikleri ve müridanı irşad etmek. Taat
ve ibadete dalarak bu manevi alem ve iklim içinde yok olmak. İmam-ı Rabbani
döneminde bir değil onlarca, yüzlerce ulema bu yolu ihtiyar ve tercih etmiştir.
Onların ülkelerinin muhtelif yerlerinde dergah, zaviye ve hangahları vardı.
Sessiz ve sakin bir şekilde halkı hakka irşad etmekle meşgul oluyorlardı.
Değişik mekanlardan müridler geliyordu. Onlara ruhi ve imanı hizmetler
sunuyorlardı.

2- İkinci yol, sultanı ve devleti ıslah etmekten umutsuzluğa
kapılarak, karşı bir cephe açma yoluydu. Yani silahlı bir isyan hareketine
kalkışmak. Kat’i bir şekilde mevcut şartlardan umut keserek karşı bir cephe
oluşturma çalışmalarına ağırlık vermekti. Zaten sultanın ve devletin ıslah ve
iflah olmayacağına dair yeterince emare ve karine mevcuttu. İslam’ın amansız bir
hasmı ve düşmanı olarak sultana karşı muhalif bir cephe açmak ve onunla mücadele
ve muharebeye girişmekti. Şayet istense bu yolun da yolcusu kabarık olurdu. Dini
hamiyetten kanları kaynayan gençleri toplayarak örgütlemek ve bunları Allah
yolunda sultan ve prenslere karşı sevk etmek ve devrim kıvılcımı başlatmak
pekala mümkündü. Ekber Şah yerine Babür hanedanından yeni bir isim ve dindar
birinin geçirilmesi fikri pekala düşünülebilir ve buna yeltenilebilirdi.

3- Üçüncü yol, her ikisinin de hilafına ifrat ve tefritin
ortasında yer almaktadır. Bu orta yolun mahiyeti ve işareti şudur: Devlet
erkanıyla temasa geçmek ve münasebet kurmak ve onları telkin ve nasihat yoluyla
etkilemeye çalışmak. Onların dini hissiyatını cuş-u huruşa getirmek, kaldırmak
ve himmetlerini ikaz etmekti. Daha önce tanışmış oldukları devlet erkanıyla
teması kesmemek ve onları irşad etmekti. Kalplerindeki küllenmiş korları yeniden
alevlendirmekti. Sultan’a nasihat için onları yüreklendirmekti. Baba ve
atalarından tevarüs ettiği ve ettikleri İslami damarları tahrik ve tehyiç etmek,
şaha kaldırmaktı. İmanlı dedelerinin yolunu hatırlatarak, onu İslam havzasını ve
sınırlarını korumaya teşvik ve memur etmekti. Tercihli yol ve yöntem buydu.

Müslümanların kırık kalplerini onarmak ve İslam medeniyetini ve
harsını yeniden geçmiş asırların parlaklığına kavuşturmaktı. Bunu yaparken de
izlenmesi gereken metod, makam ve mevki arzu ve hırsını elinin tersiyle itmekti.
İnsanlara, dünyalığa rağbet etmediklerini ve insanların ellerindekilerde gözü
olmadığını ve kapmaya çalışmadığını göstermek ve ispatlamak gerekiyordu. Bunu
yaparken de devlet işlerini devlet erkanına ve makam ve mansıpları da ehline
bırakacaklarından dolayı, şüpheye ve tereddüte mahal bırakmayacak kadar samimi
olduklarını belgelemiş olacaklardı. Hatta en hasımları bile, onlara bu noktada
muhalefet edemeyecek ve makam mevki ve ikbal arzusuyla suçlayamayacaktı. Ta ki
komplocuların elleri malzemesiz kalsın. Nal toplasınlar! Bediüzzaman da hayatı
boyunca işte bu tecerrüdü başarmaya çalışmıştır. Gerçekten de bu hakikatin
tecellisine önayak olmak için bırakın dünyasını, ahiretini feda edecek fedailere
ihtiyaç vardı. Canı ve ruhu fedaya hazır fedailer gerekiyordu. Ahiret fedaileri.

Ebu’l Hasan en Nedvi’nin dediği gibi birinci yol aslında İmam-ı
Rabbani’nin mizacına ve tabiatına daha uygundu. Hatta buraya tarihi bir anekdot
serpiştirmek yerinde olacak. Selahaddin Eyyubi bile sürekli devlet işlerinden
kaçmış ve ilme sığınmıştır. Ancak amcası Şirkuh’un teşvikleriyle ve ittirmesiyle
devlet işlerine bulaşmak mecburiyetinde kalmıştır. Selahaddin Eyyubi’nin
tabiatını göstermesi bakımından ilginç bir anekdot. Bununla birlikte İmam
Rabbani’nin alicenaplığı ve uluvvü himmeti birinci yani tefrit yolunu izlemesine
mani oldu. o mizacına ters düşme pahasına müsbet hareketi yeğledi.

Batini tekamül ve ruhi terbiyeden sonra, İmam-ı Rabbani, Cenab-ı
Hakk’ın kendisini büyük bir göreve hazırladığını ve istihdam ettiğini görüyordu.
Kendi durumunu ve istihdam edilişini Nakşibendi sadatından ve altın
silsilesinden; Ubeydullah Ahrar hazretlerinin sözlerinin ışığında izah eder:”
Eğer şeyhlik ve irşada meyletsem ve biat toplamaya heveskar olsaydım (benden
maada), hiçbir şeyhe biat almak nasip olmazdı. Ama Cenab-ı Hakk, benim için
başka bir vazifeyi murad etti. Bu da şeriat-ı semhayı yaymak ve hanif milleti
teyid etmektir…” İmam-ı Rabbani bu söz üzerine şöyle bir istidrak ve
istitradta bulunur:” Ubeydullah Ahrar, sultanların yanına gidiyor ve
meclislerinde hazır oluyor ve batini tasarruf gücüyle, ruhi melekesiyle onlara
tesir ediyordu. Ona itaat ediyorlar ve bir sözünü iki etmiyorlardı. O da
şeriatın neşri için onlardan yardım ve güç alıyordu.” (El İmam Serhendi:
Hayatuhu ve A’maluhu, Ebu’l Hasan en Nedvi, s. 272-273.)

Günümüzde de Bediüzzaman ve Bin Badis gibi şahsiyetler de bu
makamda dun himmetliğe razı olmamışlar ve ‘Eğer Hicaz’da bulunsaydık, alevler
içindeki ülkemizi kurtarmak için buralara dönmemiz gerekirdi’ demişlerdir.

İkinci yola; İnkılapçı ve devrimci veya Hizbu’t Tahrir gibi
tepeden inmeci, darbeci çizgiye gelince; bu yol da ancak akl-ı evvellerin ve
hamların yoludur. Bu yolda zafer bile hezimet sayılır. Bunu ancak manevi
terbiyenin uzağına düşüş siyasi zihniyet sahipleri yapar. (El İmam Serhendi, s.
273.)

Bu acilciler birçok yol-yordam ve yöntem varken ve dururken
kendilerini daracık yola hapsederler ve diğer yolları tüketmeden daha yolun
başında iktidara talip olurlar ve iktidar sahiplerine bu maksatla muhalefet
ederler. Bu aceleci yolla da, dinin nusretini engellemiş, azaltmış ve
yavaşlatmış olur. Sadece bununla da kalmaz, ihlası zedelerler. Maksadının aksine
bir şekilde İslam ahkamının icrasını da geciktirmiş veya tatiline sebep olmuş
olurlar. Bediüzzaman’ın deyimiyle, muradlarının aksiyle tokat yerler. Halbuki bu
çetrefilli yol, başarılı davetçinin yolu olamaz. Zira o, kendisi ve zümresi için
yeryüzünde bir ululuk istemez. Onun amacı iktidar kapmak değildir. Bilakis bütün
himmetini, dinin izharına ve ahkamının infazına ve icrasına ve devletin ıslahına
hasreder. Onun için isim değil. Müsemma önemlidir. İcracının adı sanı
ilgilendirmez, o mazrufla ilgilenir. Zarfı mazrufla bütünleşmesi için
yönlendirir.

Ayrıca devlete karşı gelmek, başkaldırmak muhataralı bir yoldur.
Ülkelerdeki şartlar nazarı itibara alındığında bunun İslam adına intihardan
farkı yoktur. Zira Babür’ün kurduğu ve Humayun’un geliştirdiği ve Ekber’in
büyüttüğü ve suladığı Moğol Devleti, o devirde henüz genç ve azametli sayılırdı.
İhtiyarlık alametleri göstermiyordu. Sultan Şirşah Suri’nin halifesi olan Sultan
Selim Şah bile bu devletin rükünlerini sarsamamıştı. Muhtelif devirlerde de
sayısız başkaldırılar başarıya ulaşamamıştır. Sonra Ekber Şah ha’l/azl edilseydi
bile devlet onun metemedi olan ve orduyu emanet ettiği Hindu racaların ve Sih
komutanların eline geçebilirdi. Bu ihtimal çok daha tehlikeliydi. Bu ihtimal,
Hinduların lehine ve Müslümanların aleyhine muazzam bir kayma ve dönüm noktası
teşkil ederdi. Sonra bu muhataralı yol Ekber döneminde fiilen denenmişti.
Ruşeniye tarikatı adına Şeyh Beyazıd isyan bayrağını açmış ve yıllarca devleti
gailesiyle oyalamıştı. Hatta meşhur Hayber Geçidini bile ele geçirmişlerdi.
Cebel-i Süleyman’da karargah kuran bu grup, civar bölgelere akınlar
düzenlemişti. Ekber Şah onları itaat altına almaya ve onları püskürtmeye Raca
Man Senkehe, Raca Birbil ve Zeyn Han gibi tanınmış komutanları göndermişti.
Hepsi yenilerek geri döndüler. Birbil çatışmalardan birinde Ruşeniye
taraftarlarınca öldürüldü. Ruşeniler büyük ordularıyla Gaznin’i bile ele
geçirmişlerdi. Bu müthiş fitneyi ve kargaşayı ne kadar sonra ancak Sultan
cihangir durdurabildi, bertaraf edebildi. Şah Cihan döneminde ise isyanın son
kıvılcımları da söndürüldü. Bütün bu arızi başarılara rağmen Ruşeniye’nin devrim
ve isyan girişimi, acı, ıstırap, kaos ve çalkantıdan başka bir şey getirmedi.
Sonunda teslim bayrağı çekerek tarihteki yad-ı mazisine kavuştu.

Bozuk düzeni ıslah ve tamir adına bu tarz askeri kalkışmalardan
medet ummak, su-i zanlara neden olmaktadır. Hatta o kadar ki, bu, otorite
sahiplerini, kendi otoritelerine en büyük tehdidin din ve diyanet camiasından
geldiğine inanmalarına vesile olmaktadır. Onların vehimlerini, din ve diyanet
ehline ve cereyanlarına karşı kaşımakta ve tahrik etmektedir. Bunun sonucu, dini
ve dini cereyanları kökten silmeye yönelik tenkil (isti’sal ve eradication) ve
ta’kip girişimlerine neden olmaktadır. Buna; karşı devrim veya devlet darbesi de
(coup d’etad) diyebiliriz. Ya da başka bir ifadeyle şiddet şiddeti tevlit
etmektedir. Cezayir ve Türkiye’deki benzer süreçler (Ocak ve Şubat süreçleri)
veya bizdeki adıyla 28 Şubat süreci benzeri yanlış metodların ürünüdür. Bu tarz
usulsüz çıkışlar sonucu, durumdan vazife çıkaran bazı çevreler cemaatları dahi
örgüt kapsamında mütalaa etmektedir. Nuh Mete Yüksel’in Fethullah Hoca hakkında
313’üncü maddenin uygulanmasını ve işletilmesini istemesi gibi. Bunlar hep
metodik sapmaların bir ürünüdür. Refah örneğinde sapma, İmam Rabbani çizgisinden
sapmadır. Diğerinde ise Bediüzzaman çizgisinden… Bu açıdan sapmalardan
birisinde; karşılıklı suçlamalar çerçevesinde ‘mürid-i mürted’ kelamları
edilmiştir.

İmam Rabbani Guwalior hapishanesinden çıkarıldıktan sonra askeri
gözetim altında kaldığı 4-5 yıl zarfında devlete isyana yeltenen Cihangir’in
emirlerinden Mehabet Han’a bu fikrinden vazgeçmesi için nasihatta bulunmuştur.
İç karışıklığa ve çalkantıya meydan vermemesini istemiştir. Bu da basiretinin ve
içgözünün açıklığına, iç bilgisinin ve tevfik-i ilahinin sırdaşı olduğuna
delildir. Hiçbir zaman şaibeli ve şüpheli yollara tevessül etmemiştir. Hiçbir
zaman ‘el meheccetü’l beyza’ olarak tarif edilen nurlu ve beyaz yoldan
ayrılmamıştır. Ebu’l Hasan en Nedvi’nin deyimiyle: “Yıkmak yerine yapmayı, menfi
hareket yerine müsbet hareketi, izale yerine ikameyi rehber edinmişti. İşte bu
yol, bütün zarar ve tehlikelerden beri ve halidir…”

Kastamonu Lahikası’nda sözünü ettiği gibi Bediüzzaman da
inkılapçı yöntemlerden uzak durmuş ve şaibeli ve muhataralı yollara hiç tevessül
etmemiş ve yabancı kalmıştır. Fiiliyatta da İmam-ı Rabbani’nin Mehabat Han’a
tavsiyesi gibi Şeyh Said Piran’a isyandan uzak durmasını öğütlemiştir.
Dolayısıyla İmam-ı Rabbani’nin önünde tek bir seçenek ve yol vardır. Devlet
içindeki temiz unsurları nush ve irşadla yola getirmek ve bu yolla devleti ve
milleti ıslah etmek ve selamete erdirmek. Ekber Şah’ın sarayında bulunanların
birçoğunun İmam Rabbani ve onun hocası ve mürşidi Şeyh Abdulbaki (Bakibillah)’a
karşı, saygı ve sevgileri ve meyilleri vardır. İmam-ı Rabbani’nin samimiyetine
vakıftılar. Onu ve irşad yöntemini seviyorlar ve benimsiyorlardı. İşte İmam
Rabbani bilvasıta devleti etkileme cihetine gitti. Yazdığı mektupların bir kısmı
söz konusu devlet ricaline yöneliktir. Kalpten çıkan sözleri ve nasihatleri
kalplerdeki yerini bulmuş ve adreslerine ulaşmıştır. Kalpten çıkan sözleri,
kalplere akıyordu.

İmam Rabbani, medrese-i Yusufiyeden, imanı ve ihlası sayesinde
kurtulmuştu. Sultan cihangir araya girenlerin de etkisiyle hatasını ve
yanlışlarını anlamış ve nedamet getirmişti. Onun keşfiyatını İslam’a aykırı
olarak takdim etmelerinden ve gammazlamalarından, jurnallemelerinden etkilenmiş
ama bunların yanlışlığını ve İmam’ın masumiyetini anlamıştı. İhlas, sonunda,
dedikodulara ve vişaye ve şikayetlere galip gelmişti. Artık Cihangir, İmam-i
Rabbani’nin dini bozmak ve ihtilal yapmak gibi menfi bir niyetinin olmadığına
kesinkes kanaat getirmiş ve İmamı salıvermişti. (Ekrem Sağıroğlu, İmam Rabbani,
s. 179.)

Evet, geçmişte ‘radikal İslam’ parantezinde değerlendirilen bir
çok Müslüman mütefekkir ve düşünür de bugün vardıkları tecrübe ve sonuç
itibarıyla, dahilde cihadın şiddet yoluyla yapılamayacağına kanaat getirmiş ve
kabul etmişlerdir. Bunlardan birisi de Tunuslu mütefekkir Raşid Gannuşi’dir.
Tağut ve zorbayla mücadele adına; kanı helal kılmanın, sebil etmenin ve kılıç
çekmenin daha büyük yaralar ve zararlar açtığına ve bunların telafisinin de
zorluğuna dikkat çeken Gannuşi, bu noktadan giren yabancıların bu dahili
kavgadan ve kargaşadan bilistifade surda gedik açtıklarını görmüştür.
Gannuşi’nin bu konudaki çarpıcı bir kaç kelamı: “Daha da korkuncu, nice
fedakarlıklardan sonra güç yoluyla bir zorba yerinden sökülse bile, bittecrübe
sabittir ki maksat yine hasıl olmamıştır. Hatta sınırlı ve ender durumlarda
muvaffakiyet hasıl olsa bile, sürpriz, korkunç olmakta ve bir zorbanın yerini
diğer bir zorba almaktadır. Belki daha büyük zorba. Bunu söylerken elbette
zorbalığa boyun eğilmesi gerektiğini savunmuyoruz. Onlarla amansız bir şekilde
mücadele edilmesi şer’an kutsal bir görevdir. Peygamberler bu yüce maksat için
gönderilmişlerdir. Bu maksat da dünyaya adaletin yayılması ve dağıtılmasıdır.
Ancak bu değişim mekanizmasını aklileştirmek gerekiyor. Buradaki mekanizma,
emr-i bilmaruf nehyi ani’l münker görevidir. Dahildeki metod kılıca dayalı cihad
değil, emr-i bi’l maruf nehyi ani’l münker’dir. Ve bu geçmişte Haricilerin
yaptıkları gibi gelişigüzel ve kan akıtarak yapılamaz ve yapılmamalıdır. Bu,
sınırı ve sahili olmayan bir felakettir. Emri bi’l maruf nehyi ani’l münker
konusunda; bu kaotik devrimci süreçten çıkılması gerekir. ‘Likülli makamın
makal’ yani ‘her makama uygun ve ait söz vardır ve insanlara anladıkları dilden
konuşun, onların Allah ve resulünü tekzip etmelerini mi istiyorsunuz?’ fehvasına
uygun olarak cihad menzillerinin yerlerini iyi tayin etmek gerekir. İşte bu
hikmettir. Her şeyi yerli yerine oturtmak. Her şeyin kendisine ait olan yerini
tayin etmek. İslami değişimle ilgili olarak bu kaotik anlayıştan kurtulmak,
ancak İslami cihadın menzillerini açık seçik tayin etmek ve düstur ve
prensiplerini iyi koymakla olur.

Bunun yolu da ancak, ‘cihadın en faziletlisi söz cihadıdır’
stratejisini geliştirmekle mümkündür. Sözlü cihad, ümmet içindeki ihtilafların
giderilmesinde, bertaraf edilmesinde; izin verilen tek cihad şeklidir.” (El
Müçtema Dergisi, sayı: 1416.)

Görüldüğü gibi bu hususta Gannuşi de tecdit çizgisine gelmiştir.
İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman’ın metodunu şahsi tecrübesiyle de tasdik etmiştir.

Nedvi’nin İhvan’a İmam Rabbani Metodunu Tavsiyesi

Tabir caizse İmam Rabbani’nin hayatını didik didik ettiğinden ve
adamakıllı tetkik ettiğinden onun siyasetteki metodunu en iyi bilenlerden birisi
merhum Ebu’l Hasan en Nedvi olmuştur. İhvan’la 1951’de tanıştığından, aradaki
muarefeye istinaden onlara karınca kararınca İmam Rabbani’nin metodunu anlatmış
ve bu yönde telkinlerde bulunmuştur. İhvan yer yer bu metoda yaklaşsa da bunu
sistematik hale getirememiştir. Eğer İmam Rabbani ve Bediüzzaman’ın siyasete
bakış metodu bu gruplar tarafından tam anlaşılabilse, hazmedilebilse ve
uygulanabilseydi belki de bugün İslam dünyasının seyri başka olabilirdi, yine de
her şey bitmiş sayılmaz. Ders alınabilirse her zaman yeni fırsatlar vardır. İmam
Rabbani’nin Hindistan tecrübesinden dolayı bu Rabbani yolu ve metodu en iyi
bilenlerin başında Ebu’l Hasan en Nedvi gelmektedir.

Davet, Devletten Öncedir

Davet devletten önce gelir. Devlet bir sonuçtur. Daveti kurgu
ile bir sonuca yani devlete bina etmek asla doğru değildir. Böylece Allah’ın
planının yerine kul planı oturtulmak istenmiş olur. İhlas zedelenir. İnsan bu
defa nusreti Allah’tan beklemekten çıkar, sonucu esbaba dayanarak kendisi tayin
etmeye çalışır. Burada karşı çıktığımız husus, esbaba tevessül değil tashih-i
niyettir. İhlasın yerini ve niyetin yerini kurgusal planlama almamalıdır.
Murad-ı ilahi ile nefsani hevesler karıştırılmamalıdır. Asr-ı Saadette bile
Peygamberimiz ve arkadaşları en parlak zaferlerini sayıca en az ve ama aynı
zamanda Allah’a en fazla güvendikleri ve itimat ettikleri sırada kazanmışlardır.
Huneyn günü kesretlerine ve çokluklarına güvendikleri ve zaferi esbaba yani bu
çokluğa havale ettiklerinden dolayı kaybetmişlerdir. Arap dünyasında davetin
asra ve mısra yani şehre ve coğrafyaya uygulanılmasını ele alan ilmi disipline
‘fıkhu’d davet’ diyoruz yani davet bilinci. Ve bu disiplinin temeli, hikmete
dayanır. Hikmete dayalı olarak bu bilincin en önemli önceliklerinden birisi de,
‘süllemu’l evleviyyat’ adıyla bilinen husustur, Gazali’nin deyimiyle meratibi
amel, yani amel sistematiği ve hiyerarşisidir. Bugün ‘Siyasal İslam’ tabir
edilen akım, siyaseti öncelikler merdiveninin başına yerleştirerek, temel ile
çatıyı birbirine karıştırmıştır. Pakistan ve Hind Altkıtası’nda bu akımın en
bariz, önemli ve mümeyyez temsilcisi Ebu’l Ala El Mevdudi ve onun kurduğu
Cemaat-ı İslami’dir. Ve bu hareketin son lideri Kadı Hüseyin Ahmed ise Refah
döneminde bu partiyi ve kitlelere ulaşma yöntemini kendilerine ve hareketlerine
model ve rehber edinmiş ve benimsemiştir.

Öbür taraftan, tercümeler yoluyla Mevdudi’nin kitap ve
çalışmaları Müslüman Kardeşler’i ve Seyyid Kutup gibi düşünürlerini
etkilemiştir. Dolayısıyla anonim haline gelen bu düşünceler dindar Arap
gençliğini de etkilemiştir. Ebu’l Hasan en Nedvi bu çerçevede kendi
anlayışlarıyla Mevdudi anlayışı arasındaki farkı ezcümle şöyle izah ve hulasa
etmektedir: “Mevdudi ile aramızda temelde bir fark yoktur. Fark ve ihtilaf,
üsluptadır. Fark; takdim, tehir ve tercihtedir. Mevdudi’nin davet anlayışında
egemen yön, siyasettir. O İslam’ı, tamamen siyasi bir şekilde ve üslupta
yorumlamaktadır. Bu tabii bir şeydir; kendisini bundan dolayı kınamıyoruz. Ancak
öncelikle bütün nesiller, asırlar ve cemiyetler için geçerli ve kuşatıcı olan
husus, başta İslam’ı anlatmamız ve öğretmemiz (tefhim) gereği ve lüzumudur.
Bunun anlatılmasında dini usul, hakim ve cari olmalıdır. Öncelikle; Allah’a
iman, ahirete iman, Allah’ın rızası için çabalamak ve sünnete ittiba, temel yapı
ve taşlardır. Esas, budur. İslami yönetimi yaymak veya İslami bir yönetim kurmak
ikinci bir iştir.” (El Müçtema Dergisi, sayı: 1338-16.2.1999.)

Nedvi’nin bu görüşünü tarihi gelişmeler ışığında yorumlayacak
olursak şunları söyleyebiliriz: Müminler arasında siyasi bağlantı bitse bile
dini bağlantı bitmez ve devam eder. Bunun tarihte birçok örneği vardır.
Bunlardan ikisi Bosna ve Kırım’la ilgili Osmanlı hilafet siyasetidir. Mesela
Osmanlılar dünyevi otorite olarak Bosna’dan ve Kırım’dan çekildikleri halde
ikili ve çok yönlü anlaşmalarla Osmanlı hilafetinin manevi otoritesini burada
bırakmak için ısrarlı ve ısrarcı olmuşlardır. Bu da göstermektedir ki siyasi
otorite her şey demek değildir. Bağlar onunla sınırlı kalmaz. Ebu’l Hasan en
Nedvi devamla şunları söylemektedir: “Benim ‘İslam’ın siyasi yorumu’ adlı
kitabım aslında bütün bunlara cevap teşkil ediyor. Aslen Arapça yazılmıştır
(Kitap İngilizce ve Türkçe’ye de kazandırılmış ve bu hususta benim de küçük ve
görünmez bir katkım olmuştur). Ben bu kitabımda İslam’ın yorumunun sadece siyasi
olana irca ve hapsedilmesinin yanlışlığına dikkat çektim. İslam sadece siyasi
terminoloji ve hedeflerle açıklanamaz. Çünkü o umum ve şamil bir dindir, bir
alanla sınırlanamaz. Beşeriyetin ortak malıdır (orjinal ifadesiyle: Am
li’l-beşeriyye). Burada temel taş: Allah’ın rızasını tahsil etmek, kazanmaktır.

Kur’an’ın ahkamıyla icra ve onunla amel etmek, Hazret-i
Peygamberin (s.a.v.) tavsiyeleriyle amel etmenin sonucu zaten aynı hedefi
tutturur ve amaca ulaştırır (ama öncelikleri ihlası terk etmeden ve kurguya
kapılmadan ve kaptırmadan). Binaenaleyh iktidar ve siyasi kuvvet temini,
birincil ve temel hedef olamaz. Belki birinci ve temel hedef; Allah’a ve
Resulüne ittiba ve inkiyaddır (ibtida ile değil ittiba ile mükellefiz).”

Müçtema Dergisi bu yöntemin seçilmesi ve ihtiyar edilmesiyle
birlikte yeryüzünde Allah’ın dininin temkinin gecikebileceğini hatırlatması
üzerine (Mevdudi bu gerekçeye istinaden doğrudan siyasi metodunu benimsemiştir),
merhum Ebu’l Hasan en Nedvi şu cevabı veriyor: “Olsun, ne fark eder. Gerekirse
olsun, gecikmenin ne mahzuru var! O taktirde gelişi, daha sağlam ve daha metin,
derin, muhkem ve sabit olur. Allah’ın dinini temkin için hazırlık; mutlaka ve
muhakkak Allah’a ve emirlerine riayet ve inkiyadla mümkün olabilir. Ve bu
öncelikleri iktiza eder.”

El Müçtema Dergisinin muhabiri Hasan Ali Duba, bu metodun
Müslüman Kardeşler’in metoduyla bağdaşıp bağdaşmadığını, bağdaşırsa ne kadar
bağdaştığını soruyor. İşte Allame Nedvi’nin tarihi cevabı: “Evet, yakındır.
Bizim onlarla ilgili geçmiş bir beraberliğimiz ve müşterek tecrübemiz oldu. Ama
yüzde yüz her konuda müttefik olduğumuzu söyleyemem. Bununla birlikte onları
taktir ve tebcil ediyorum. Müslüman kardeşleri tanıdım ve benim Hasan el
Benna’nın ‘Davet ve Davetçi’nin Hatıratı’ adlı kitabında önsözüm vardır. Lakin
Hasan el Benna ile görüşmek nasip olmadı. Bununla birlikte şakirt ve dostlarıyla
görüştüm. Bir müddette onlarla birlikte oldum. ‘İhvan’a Konuşmak İstiyorum’ adlı
kitabımı onlara ithaf, hasr ve tahsis ettim. Bu kitapta onlarla ilgili bazı
çekince ve mülahazalarımı ortaya koydum. Hürmet, taktir, tasdik ve hayranlıkla
birlikte bazı çekince ve mülahazalarım oldu. Kardeşin kardeşe, dostun dosta
nasihati, tavsiyeleri ve eleştirileri babından…” (El Müçtema, sayı: 1338.)

Ebu’l Hasan en Nedvi, Müslümanların Hindistan’da haklarını
istirdat yani geri alabilmeleri için direnmek yerine insani faziletleri öne
çıkararak hizmet etmenin daha yararlı olacağını söyler ve bu yola Hint
toplumunun kalbinin kazanılmasını öğütler. Urduca ve İslam aile hukuku alanında
Hint hükümetinin bazı aleyhte kararlar alması ve uygulatmaya geçmesi üçerine,
Ebu’l Hasan en Nedvi buna karşı çıkar ve durum başbakanlar düzeyine akseder. Hem
İndra Gandi hem de Rajiv Gandi şeyhin ayağına gelerek onu ikna ve teskin etmeye
çalışırlar. Ve geldiklerinde Ebu’l Hasan en Nedvi’nin insanlığa karşı derin
sevgi ve saygısını görürler. Ve bundan etkilenirler ve planlar böylece geri ve
akim kalır, uygulanamaz. Ebu’l Hasan en Nedvi, insanlığın ortak hayrı ve saadeti
ve selameti uğruna Müslümanların şahsi ve grup rahat ve çıkarlarını terk
etmelerini; başkalarına karşı samimi ve fedakarlık ruhuyla bezenmelerini ister.
Yani şahsi ve grup çıkarlarını bencilliğini ve egosunu aşmalarını öğütler.
Elbette bu kimlik aşınmasını istemek değildir. Bu yapıldığı taktirde Allah’ın
başkalarının kalbine Müslümanların sevgi ve hürmetini yerleştireceğini ve
başkalarıyla temaslarda en iyi yolun da bu olduğunu beyan eder. İslam’ın
özendirdiği en güzel huylardan birisi de, başkalarının eza ve cefalarına
katlanmaktır. Müslümanların daha geniş dairede insanlığa karşı hürmeti yeniden
kazanmaları ve tesis etmeleri gereği üzerinde durur.

İrtica ve Aşırılığın Tarifi

Türkiye’de ‘irtica’ olarak adlandırılan husus dışarıda
‘tatarruf-mutatarrıf’ yani ‘aşırı dinci’ bağlamında ve sıfatıyla anılmaktadır.
Bu hususun sorulması üzerine Ebu’l Hasan en Nedvi aynen şunları söylemektedir:
“Aşırılık (bizdeki ifadesiyle, irtica) muhakkak açıklığa kavuşturulmalı, izah
edilmeli ve sınırları muğlak bırakılmadan tarif edilmelidir. Aşırılık ne inkar,
ne de yok farz edilebilir ne de benimsenebilir. Aşırılık tabii bir haldir.
İnsanlar arasında vardır ve olacaktır. Ancak sınırları tayin edilmeyen bir şey
hakkında hüküm ve mütalaa verilemez. (El Müçtema, sayı: 1339.) Batı’da
fundamentalizm ile suçlanan Müslümanlara tavsiyem şu: Bu bir nevi Avrupa
propagandasıdır. İslam düşmanlarının propagandasıdır. Müslümanlara tavsiyem:
İnançlarını muhafaza etsinler ve derinleştirsinler. Allah için ihlas ve
samimiyete riayet etsinler ve bütün insanlık ve toptan beşeriyet için iyiliği ve
hayrı istesinler ve baş tacı etsinler. İnsanlığın şerefini kurtarmak için gayret
sarf etsinler. Ancak tıkanma ve kilitlenme bununla açılabilir ve aşılabilir.
Engeller bununla ortadan kalkabilir. Tarih boyunca Müslümanların durumu hep
böyle olmuştur.”

Gerçekten de irtica, aşırılık gibi tabirlerin sınırları
konulmadığı gibi tersinden laiklik gibi kavramların da çerçevesi çizilmemiş ve
net bir tarifi yapılmamıştır.

Müslümanlar arasında dayanışmanın da ancak isar, tefani ve
fedakarlık ve diğergamlıkla mümkün olabileceğinin altını çiziyor. Yani Allah
adına ihlas sancağı altında birleşme. Bu konuda Müslümanları temsil eden
cemaatların ve liderlerinin ona göre yapmaları gereken vazifeleri şudur: Şahsi
ve cemaat arzusu ve çıkarı peşinde koşmadan ortak gaye ve hedef uğrunda hareket
etmeleridir. Ancak birlik ve beraberlik, sınırlı tutkuları ve arzu ve
ihtirasları aşmakla mümkün olabilir.

Müntesiplerinin iktidar hırsının, İslami çağrı ve davete zarar
verdiği ve bu durumda ne yapılmasının sorulması üzerine Nedvi aynen şunları
söylüyor: “Bu konuda benden menkul bir söz var. O da şudur: İktidar sahiplerinin
imana gelmeleri ve ıslah olmaları, iman sahiplerinin iktidara gelmelerinden
evladır, yeğdir. Yani, iman sahiplerinin iktidara gelmeleri için uğraşmaları
yerine, imanın ve gayret-i İslamiyenin iktidara gelmesi için çalışmalarını daha
doğru ve yerinde bulurum. Bu taktirde, İslam’ı benimseyen kürsü sahipleri onun
müdafii ve hamileri ve hamilleri kesileceklerdir. Yani amaç, iman sahiplerinin
devleti ele geçirmeleri olmamalı belki toplumu ve devleti ve devlet ricalini
ıslah ve irşad olmalıdır. Devleti ele geçirme ve istila yerine, yöneticilerin
İslam’a kazandırılmaları daha şık ve muvafık olur.”

Gerçekten de Ebu’l Hasan en Nedvi’nin ifade ettiği mahzurların
zaman zaman toplum devlet ve cemaatlar ilişkisinde yaşandığı bir vakıadır. Mısır
Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek bir defa el Mecelle dergisine kapak olan
konuşmasında aynen şunları söylemişti. “Önceden Müslüman Kardeşler’e intisap
etmiştim. Ama ne zaman onların iktidar peşinden koştuklarını gördüm ve onları
terk ettim.” Bir dost meclisinde bu ifadeyi yorumlayan gazeteci-yazar Tefvik
Ganim bu sözler üzerine tepkisini dışarıya şöyle vurmuştu: “Demek ki iktidarı
tek başına ele geçirmek için İhvan’ı terk etmiş.” Gerçekten her iki tepki de
isabetli görünüyor. İktidarda birinin böyle söylemesi ancak bu şekilde
yorumlanabilirdi. Dolayısıyla iktidara başka şeylerin de alet edilmemesi
gerekirdi. Dolayısıyla ortada bir yöntem sorununun olduğu aşikar.

El Müçtema Dergisi, tarih boyunca bu metodun başarısının canlı
bir şahidi olup olmadığını soruyor ve bunun üzerine Nedvi bu metodun başarısının
canlı bir şahidi ve örneği olarak İmam Rabbani’nin hayatını ve mücadelesini
veriyor. Bu canlı model ve abide olma keyfiyeti, sanki Hazret-i Aişe validemizin
(r.a.) Peygamberimizi (s.a.v.) tasvirini hatırlatıyor: “Onun ahlakı Kur’an’dı.”
Nedvi bu bağlamda şunları söylüyor: “Evet, bu metod faydalı olduğunu
ispatlamıştır. İmam-ı Rabbani, eşsiz tecrübesiyle ikinci bin yılın
yenileyicisi/müceddidi olarak Hindistan’ın gelmiş geçmiş en büyük imparatoru
Ekber Şah döneminde yaşamıştır. Ekber Şah, Moğol İmparatorluğunun Brahmanları
dost edinmemesi halinde inkıraza uğramayacağına kanaat getirmiş ve inanmıştır.
Bundan dolayı dinlerarası tarafsızlık politikasına başvurmuştur. Bununla da
kalmayarak Brahmanlara siyasi, kültürel ve dini açıdan destek vermiştir.
Dinlerin birliği düşüncesini benimsemiş ve Müslümanların dini farklılıklarını,
yani şeair-i İslamiyeyi ortadan kaldırıcı uygulamalar başlatmıştır. Şeair-i
İslamiyye, İslam ümmetinin alamet-i farikasıdır. Bediüzzaman işte bu şeairin
tarifinde şunları söylüyor: “Sünnet-i seniyenin içinde en mühimi, İslamiyet
alametleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, adeta hukuk-u
umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birinin yapmasıyla o cemiyet
umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi
şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan
daha ehemmiyetlidir. (Sünnet-i Seniye Risalesi, Bediüzzaman Said Nursi, s. 73,
74, Yeni Asya Neşriyat)

Ekber Şah, Şeair-i İslamiye düşmanlığında ileri noktalara varmış
ve inek kesmeyi yasaklamış ve aksi halde bunu yapanları idamla cezalandırmıştır.
Domuz etinin yenmesine cevaz ve izin vermiştir. Bu menfi tarzdaki gelişmelere
rağmen İmam-ı Rabbani kesinlikle iktidar peşinde olmadığına ve koşmadığına dair
gayet net mesajlar vermiş ve yöneticileri bu yönde ikna etmiştir. İktidarı
elinin tersiyle itmiştir. Hatta ‘iktidarı rüyamda görsem, hayra yormam ve bundan
endişe ederim’ demiştir. Hayatı boyunca, Müslümanlara dinlerini yaşama hürriyeti
verilmesi için çalışmış, didinmiş ve ahkam-ı Şer’iyenin tatbiki halinde toplumda
hiç bir çatışma olmayacağına dair iktidar sahiplerini engin sabrıyla iknaya
çalışmıştır. Bu hususta imparatorluk sarayı ile yazışmalarda bulunmuş ve yönetim
ve çevresini bu hususlarda tam bir şekilde aydınlatmış ve tenvir etmiştir.
Dediği gibi, çatışma da yaşanmamıştır. Celaleddin’in oğlu Cihangir iktidara
gelince İmam Rabbani’ye hürmet etmiştir. İmam Rabbani’nin bazı öğretilerinden
etkilenmiş ve bazı dönemlerini onun maiyetinde geçirmek istemiştir. Daha sonra
Taç Mahal’in banisi Şah Cihan iktidara gelmiştir. Daha sonra Evrengzip yönetime
gelmiştir. Ebu’l Hasan en Nedvi bu yöndeki gelişmeleri şöyle anlatıyor:”
Evrengzip hakkında dostumuz Ali Tantavi, ‘Hulefa-i Raşidin’den biri
sayılmalıdır’ demiştir. Bütün bunlar İmam-ı Rabbani’nin metodu sayesinde meyve
vermiştir. Hikmetiyle din ile Müslüman toplum arasındaki çatışmayı
engellemiştir. Devlet erkanıyla yazışmış. Onları teşvik etmiş ve sönmüş olan
İslami gayretlerini yeniden diriltmiştir. Tedrici-aşamalı-kademeli üslubuyla
başarılı da olmuştur. İmam-ı Rabbani zaviyesinden tarihin seyrini ve akışını
değiştirmiştir.” Ebu’l Hasan en Nedvi zaman farkına rağmen aynı metodun bugün
dahi geçerli olduğunu ve tatbiki halinde aynı sonucun her zaman
alınabilineceğini söyler.

Müslümanlar bugün dünya sahnesinde başıboş sürüler gibi figüran
rolü oynamaktadırlar. Bu rol Müslümanlara yakışmadığı gibi dünyanın dengesini ve
ahengini de bozuyor. Müslümanlar dünya siyasetinin denkleminden çıkınca, alem
manen fesada uğramış, bozulmuştur. Muhammed İkbal’in bas bas bağırdığı gibi
Müslümanlar evrensel rollerine sırt dönmüşlerdir. Bu da dünyanın dengesini
altüst etmiştir. Bu ise hem Müslümanların hem de dünyanın şekavetini ve
mutsuzluğunu intac etmiştir. Dünyanın dengesini kazanması, ancak Müslümanların
kaybedilmiş dengede eski konum ve yerlerini almalarıyla mümkündür. Dünyanın
dengesi Müslümanların eski manevi rollerini bir kez daha üstlenmeleriyle
mümkündür. Bu aynı zamanda evrensel bir görevdir, dünya sulhunun da teminatıdır.

Bediüzzaman Siyaseti İptal ve İnkar Etmedi, Tadil Etti

Şam’ın tanınmış alimlerinden Prof. Muhammed Said Ramazan el Buti
de, Ebu’l Hasan en Nedvi’nin bu yöndeki görüşlerine paralel fikirler serd
etmektedir. Buti’nin de isabetle kaydettiği gibi Said Nursi’nin nazarında İslam,
dünyadan kopuk sadece bir ritüeller (tukus) manzumesi değildir. İslam
kesinlikle—zannedildiği gibi—Allah’la insan arasındaki ilişkiyle sınırlı
değildir. Keza Said Nursi’nin nazarında, siyaset ve yönetim, İslam nizamından
kopuk değildir. İkisi arasında alaka elbette vardır. Bediüzzaman’a böyle
bakmamak, onu anlamamaktır. Sadece onu değil İslam’ı da kavramamaktır. Bu,
İslam’ın cevheri ve özü ile ona ulaşılacak yolu birbirine karıştırmaktan ileri
gelmektedir. Toplumu İslam’ın kurallarına ulaştıracak yol ve metod ile İslam ve
hukukunun teşekkül ettiği hakikatler arasında fark vardır. Bediüzzaman’ın da
beyan ettiği gibi yol ve tarik, siyasi med-cezir akımlarından etkilenmemeli ve
onların kirleriyle kirlenmemelidir. Yöntem de nezih ve temiz, kirden hali ve
safi olmalıdır. İslam’ın mefhum ve mazmununa gelince; bu kısaca insanı, toplumu
ve devleti ilgilendiren ahkam-ı Şer’iyenin tamamından ibarettir. Rai ile raiyye,
yönetilenle yöneten arasındaki ilişkinin keyfiyetini belirler, ayarlar ve
düzenler. (Buti’nin bu görüşleri için bak: İ’caz el Kur’an ve Eb’aduhu el
Hadariyye fi Fikrin-Nursi, Prof. Zeyad Halil Muhammed Degamin, s. 13, Nil
Yayınları, İzmir.)

Kısaca mezkur metodu özetlemek gerekirse; dindarların hedefi
devleti ele geçirmek değil, insanı, toplumu ve devleti ıslah ve ihya etmektir.
İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman vizyonunda İslami faaliyetlerin amacı, tahrip
değil tamirdir. Ve iktidarı ele geçirmek değil rıza-yı Bariye ulaşmaktır. Zaten
İslam’a göre dini temsil eden ruhban bir sınıf yoktur. Dolayısıyla ruhban
sınıfının oluşturduğu bir devlet biçimi ve yönetimi de yoktur. Ulema vardır ama
ulema devletle bağlantılı hiyerarşik bir sınıf değildir. Bu (ulema) sınıfına
dayalı bir devlet sistemi de yoktur. İran’daki ‘velayet-i fakih’ doktrini ise
farklıdır. Bu doktrinde; mollalar sınıfı ve din adamları, adeta dinin
mahiyetiyle bütünleştirilmiş oluyor. Bu ise karmaşaya ve usulsüzlüklere müncer
olmuştur. Ehl-i Sünnet anlayışında ise amaç din adamlarının iktidara gelmesi
değil. Amaç muayyen kişi ve zümrelerin iktidara gelmesi veya taşınması olmayıp,
muayyen prensiplerin yaşanması ve yaşatılması ve hayata geçirilmesidir. Ve
kuralların uygulanmasında ulema sınıfının iktidarı, olmazsa olmaz nevinden bir
şart değildir. Ve sınıfsal iktidar ayrıca İslam’ın ruhuna da muhaliftir. Yani
burada Buti’nin dediği gibi metod ve yol ile öz birbirine karıştırılmamalıdır.
İran örneğinde ise karıştırılıyor. Araçla amacın birbirine karıştırılmadığı
yönteme nomokrasi yani kanun üstünlüğü ve hakimiyeti diyoruz. Öbüründe ise din
adına belirli sınıfların hakimiyeti akla geliyor. Kişilerin, prensiplerin yerine
ikamesi ve onların yerine geçmesi asla doğru olmaz. Zira araçla amaç her zaman
birbiriyle örtüşmez bazen aralarındaki mesafe uzar veya kısalır. Baki hakikatler
ve mesajlar, fani, aciz ve zail insanların üzerine bina edilemez.

Binaenaleyh yapılması gereken şey, nomokratik anlayışın
tesisidir. İlkelerin üstünlüğü ve yüceliğinin teminidir. Burada insan gaye değil
vasıta ve taşıyıcıdır. Dolayısıyla prensiplerle onu omuzlayan insanlar
karıştırılmamalı. Aksi taktirde din insanla kaim olsa; onların mizacına dönüşür.
Ve ömrünü, bağımlı bulunduğu insanların ömürleriyle tamamlar. Burada insanlar
tabi, referans noktası olan prensipler ve düsturlar metbudur. Din insanla
bütünleşse, ihtilaf u tefrikaya medar olur ve asli ve safi kaynağını kaybeder.
Hakiki kaynağını kaybetmiş olan Hıristiyanlığın kilise ricali (clery) tarafından
tedvir edilmesi örneğinde yaşandığı gibi. Dolayısıyla dini ve ona ulaştıran yolu
asli kaynağına irca etmek gerekir. Duruluk ancak böyle sağlanır. Bulanıklıktan
kurtulmanın, selametin yolu budur.

Aslında bu gerçekler bize yabancı değil. Bu gerçekleri terennüm
eden kitaplar aramızda ve yanıbaşımız ve başucumuzda. Ama biz onları görmüyor ve
görmezlikten geliyoruz. Ebu’l Hasan en Nedvi’nin ‘İslam’ın Siyasi Yorumu’ adlı
kitabı Siyasal İslam’a yönelik bir eleştiridir. Bu kitap matbu olmasına ve
Türkçe’ye kazandırılmasına rağmen rağbet görmemiş veya yeterince istifade
edilememiştir. Mehmet Şevket Eygi’nin de yazdığı gibi bu kitabın tek bir baskıda
kalması, durumu özetler gibidir. Kitabın tamim edilerek istifadeye medar
kılınması gerekirdi. İmam-ı Rabbani’nin tarihi tecrübesi de biliniyordu. MSP ve
Refah Partisinin kurucu kadroları bu ekolden gelmelerine rağmen bu metodu
ıskalamışlar ve içselleştirememişlerdir. Bunun nedeni de galiba entelektüel
birikimlerinin ve bu manada kendi kökleriyle irtibatlarının zayıf olmasıdır. Ne
yazıktır ki, kendi ekollerinin fikri ve ruhi dayanaklarıyla ve dinamikleriyle
tam bir irtibat kurmayı başaramamışlardır. Dolayısıyla uyumlu da olamamış ve
hareket edememişlerdir. Reçeteler açıkta ve göz önünde bulunmasına rağmen
nedense ulaşılamamıştır. Galiba bunun nedenlerinden birisi, musab olduğumuz
profesyonel körlük veya bakar körlüktür. Hastalığın araz ve emareleri ve
alametleri ortaya çıkmadan nedense ilaca ihtiyaç hissedilmiyor. Nedense bu
çalışmaların bir gün duvara toslayabileceği hesap edilmiyor. Koruyucu hekimlik
de biz de yeteri kadar gelişmiş değil. Denildiği gibi: Türklerin gök gürlemeden
salavat getirme alışkanlığı yokmuş. Hastalık şimdi teşhis edilmiştir. Öyleyse
şimdi tedavi dönemindeyiz.

Bir cümleyle özetleyecek olursak: Siyasal İslam konusundaki
bulanıklığın çaresi de suyu kaynağından durultmaktır.