İslam Dini, ‘Oku!’ emrinin diğer emirlerle
sistemleştirilmesinden itibaren, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan, ne aradığını
bilmeyen dolayısıyla aradığını bulamayan, ruhsal bunalımlarıyla benliğini
çürütüp varlığını bile çözemeyen insanoğluna, önemi hiçbir zaman yitirilemeyecek
hükümlerini cömertçe sunmuştur. Kısa bir süre zarfında, ‘Atlas Okyanusundan Çin
Seddi’ ne kadar göz kamaştıran bir madde-mana medeniyetini, akıl-kalp arasındaki
‘mu’tedil mükaleme’ yi ustalıkla vücuda getirmiştir.

Ne var ki; bu ahenk ve huzur ortamı, Peygamber Efendimizin
vefatını takip eden yıllarda, iç çekişmelerle yıpranmaya başlayarak, sosyal yapı
bölünme (ihtilaf) sürecine girmiştir.

Öte yandan, ilk dönemde yaşanan problemlerin, anlaşılması zor ve
hızlı bir biçimde, dini karakterden siyasi karaktere bürünmesi, ardından bu
karakterin ‘kabilevi’ bir görünüm alması, İslam Devleti’ni, daha erken
dönemlerde talihsiz bir iç savaşa sürüklemiştir. Ne var ki; ‘Sıffin Savaşı’ndan
sonra netleşen ayrılık hadiselerinin temelinde, günümüzde de tartışılan,
‘din-siyaset-milliyet’ ittifakının rolü, yadsınamaz bir realite olarak
algılanmalıdır.

I- Sahabe Devri Siyasi Olayları

‘Size iki şey bırakıyorum, onlara sıkıca sarılırsanız yolunuzu
şaşırmazsınız. Onlar; Allah’ın kitabı Kur’an ve sünnetimdir.’ hadis-i şerifi,
Peygamber Efendimizin vefatından hemen sonra yaşanması muhtemel karmaşalara
dikkat çekiyor olmalıydı. Fi’lhakika, henüz Peygamber Efendimizin naaşı bile
kaldırılmadan insanlar kendilerini, ilginç ve sonu belirsiz bir karmaşanın
içinde buluvermişlerdi. Tez; Peygamberin vefatıyla sorunların çözülemeyeceği,
anti-tez; böyle bir ebedi ayrılığa hazırlıksız yakalanma, sentez ise ‘toplumsal
tedirginlik’ti.

Nitekim, Peygamber Efendimiz, kendisinden sonra yerine geçecek
kimse hakkında açıkça bir şey söylememiş, üstelik ‘Veda Hutbe’sinde dinin
tamamlandığını vurgulayarak bu meselenin dinin asıl hükümlerinden olmadığı
imasında bulunmuştu. Bir başka ifadeyle, Peygamber Efendimiz, kendisinden sonra
İslam Devleti’nin başına geçecek kimseyi ümmetinin seçimine bırakmıştı. Fakat
ümmetin bu durumu siyasi rekabete indirgemesi, yüzyıllarca sürecek olan,
yukarıda değindiğimiz, ilginç ve sonu belirsiz karmaşaların tetiklenmesine sebep
olacaktı.

İlk Dini-Siyasi Yapı

Sahabeler, toplumun ‘nasıl’ yönetilmesi gerektiğini,
Peygamberimize en yakın nesil olarak, gayet iyi biliyorlardı. Onların üzerinde
ittifak edemedikleri konu, bu yönetimin ‘kim’ tarafından gerçekleştirileceğiydi.
Bu yüzden, Sahabenin ileri gelenleri arasında olağan bir ‘fikir çatışması’
yaşanıyordu. Ne var ki, başlarda bu göreve—dini açıdan—layık bir kimsenin var
olup-olmadığı tartışılırken, sonraları tartışmanın dini liyakattan tamamen
soyutlandığı görülmektedir.

Bu şartlar altında Hz. Ebubekir, ‘Sakifetün Ben-i Saide’de,
organize edilememiş ve katılımın az olduğu bir toplantı sonucunda, İslam
Devleti’nin yeni lideri seçildi. Bir ‘oldu-bitti’ye getirilen seçim
toplantısına, Ben-i Ümeyye, Ben-i Haşim, Hz. Osman, Hz. Muaviye, Ebu Süfyan gibi
güçlü karakterler iştirak edememişti. Tamamen toplantının organize bozukluğundan
ileri geldiğini sandığımız bu durum, sonraları Hz. Ebubekir’in hoşgörülü
tavrıyla düzelmiştir.

Yapılan bu ilk seçimin en önemli özelliği, ‘Hilafet’ makamının
gündeme gelmesi ve seçilen halifenin hem Peygamberimizin vekili hem de İslam
Devleti’nin başkanı konumunu kazanmasıdır. Zira bu organizma, sonraki dönemlerde
de İslam’ın özgün siyasal bakışını temsil edecekti.

***

Hz. Ebubekir’in halife oluşu, bir bakıma, Hz. Ömer’in
halifeliğine de yol açmış olmaktaydı. Nitekim Hz. Ömer, vasiyet yoluyla,
nisbeten, tartışmasız bir şekilde halifelik makamına getirildi. Toplumun bu
halifeliğe sessiz kalması ve halifeyi kabullenmesi, ilk halifenin de halk
tarafından resmen tanınması anlamına gelmekteydi.

Açıkçası halk, ikinci halife olan Hz. Ömer’den de farklı bir şey
istemiyor, en azından, ilk halifenin siyasetinin takip edileceğini umuyordu. Hz.
Ömer, bu hassas durumu da gözeterek, İslam Devleti’ni güçlü, zengin bir hüviyete
kavuşturdu. Basit teşekküllü ve içine kapalı toplumun yerini bu dönemde dinamik
ve örgütlenmiş bir toplum aldı.

Vefatından önce Hz. Ömer, karışıklıklara engel olmak amacıyla
olsa gerek, aralarından birini halife seçmeleri şartıyla altı kişilik bir heyet
tayin etmiş, bu heyetin içinden Hz. Osman, ilk iki halifenin siyasetinin takip
edileceği garantisini vererek üçüncü halife seçilmişti. (Hz. Ali, bu garantiyi
verememişti.) Ne var ki, sağlandığı düşünülen görüş birliğinin, Hz. Osman’ın da
şehit edilmesiyle ‘yanılgı’ olduğu anlaşılacak, liderlik konusunda yaşanan
sorunlar Hz. Ali’nin halife seçilmesiyle artık daha farklı boyutlara
taşınacaktı.

Sıffin’den Sonra…

Hiç şüphesiz Hz. Ali, halifeliği en karmaşık dönemde
devralmıştı. Buna rağmen dengeleri sağlamada üstün çabalarına tanık olduğumuz
Hz. Ali’nin, Sıffin Savaşı’ ından sonra şehit edilmesi, ümmetin Şii, Harici,
Sünni gibi fırkalara kesin çizgilerle ayrılması, Peygamberimizin de ihbar-ı
gaybisiyle halifeliğin Hz. Ali’nin şehadetiyle birlikte sona ermesi ve bu
talihsiz sonun ümmet içerisinde derin görüş ayrılıklarına sebebiyet vermesi
bölümün başında zikrettiğimiz hadis-i şerifin gerçekliğini sergiler bir
haldedir.

Fakat, Sahabeler arasında yaşanan siyasal rekabetleri
anlamlandırırken, o günkü şartları göz ardı etmemek gerekir. Ancak, müslümanlar
arasında, bu erken dönemde yaşanan ihtilafların, Sahabelerin birbirlerinin
kanını dökecek boyutlara ulaşması, hiçbir olumlu sonuç vermemiştir. Nihayetinde
böyle bir durum, İslam Toplumu’nun bünyesinde kapanması zor yaralar açmıştır.

***

Sonuç itibariyle halifelik, ‘din’ ile ‘siyaset’i bünyesinde
hazmeden bir kurum olarak tarihteki yerini almış, Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle
de son bulmuştur. Sonraki dönemlerde karşılaşılan halifelik müessesesi, daha çok
siyasi birlikteliği sağlama amacına hizmet etmiştir ve içerik olarak ‘Hulefa-i
Raşidin’ döneminden farklı bir görünümdedir.

II- Siyasal Birliği Tekrar Sağlama Çabaları

Sıffin Savaşı’nın olumsuz etkileri, bütün İslam Dünyasında
olduğu gibi Türk Dünyasında da fazlasıyla hissedilmiştir. Abbasiler Döneminden
itibaren İslamiyet’le yakın ilişkiler içerisinde bulunan Türkler arasında,
başlarda kendini gizleyen bu olumsuz etkiler, çok uluslu bir imparatorluk olan
Osmanlılar zamanında gün yüzüne çıkmıştır.

Özellikle son zamanlarında, devletin asli yapısına ilişen
‘bölünme’ hadiseleri, yöneticilerin iyi niyetli ancak zayıf çabalarıyla
giderilmeye çalışılmışsa da istenilen ya da umulan başarı sağlanamamıştır.

Pan-İslamizm Düşüncesi

II. Mahmud döneminde hissedilen yenileşme gereksinimi, Batıyla
rekabet ederek değil, Batıya katılıp bir çok yerde de Batıyı taklid ederek
gerçekleştirilmiştir. Sonrasında oluşan ‘Tanzimat’ hareketi de aynı paranoyanın
devamı niteliğindedir ve halk bu olaylardan tamamen ‘soyut’ bir vaziyettedir.

On sekizinci yüzyılın başlarından itibaren değişen devlet
politikasıyla problemin asıl nedeni tespit edilerek, modernleşmenin ancak
birlikteliğin sağlanmasından sonra gerçekleşebileceği, savı önem kazanmıştır.

***

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen
Abdülhamit Han, birlikteliği sağlama amacıyla olsa gerek, bir ‘polis devleti’
kurarak önceki dönemlerde hizmet etmiş, Mithat Paşa gibi, pek çok devlet adamını
tutuklatmıştır. İstibdatın başlangıcı olarak değerlendirilen bu tarz
hareketlerin nihai amacı aslında tam olarak belli değildir.

Diğer taraftan Abdülhamit Han’ın pan-İslamik bir anlayışla Asr-ı
Saadet müslümanlığına dönerek, sönmek üzere olan İmparatorluk meşalesini yeniden
canlandırmak istemesi, bahsettiğimiz ‘sessiz istibdat’ ın sonucu olarak etkisiz
kalmıştır.

Sınırları büyük ölçüde kaybedilmiş Hilafet İmparatorluğunun
pan-İslamik düşüncesi bir müddet daha zihinleri meşgul etse de 1924 yılında
‘Hilafetin Kaldırılması’yla tamamen yok olmuştur.

Müslüman Kardeşler Hareketi ya da İslamcılık

İslami Siyaset Tarihi içerisinde, Müslüman Kardeşler hareketi,
bir derkenar niteliğindedir. 1930’lu yıllarda, Mısır’da başladığı kabul edilen
bu hareketin öncüsü Hasan el-Benna’dır. (Bazı düşünürler, İslamcılık
hareketlerinin Osmanlı zamanında başladığını kabul ediyorsa da, siyasi anlamda,
bu teori doğru değildir. Zira Osmanlı Devleti’nde görülen hareketlenmelerin ilk
muharriki bizzat devlet başkanıdır.)

El-Benna’ya göre, İslam ümmetinin içine düştüğü yozlaşmanın
sebebi; müslümanlar arasındaki çıkar çatışmaları, siyasi tefrika, mezhep
kavgaları, yöneticilerin ihmal ve gafleti, ilim adamlarının faydasız
tartışmalarla vakit geçirip uygulamalı disiplinlere yönelmemeleri, müslümanların
Avrupalıların hayat tarzını taklide yönelmeleridir.

İran hariç olmak üzere bir çok Müslüman ülkede taraftar bulan
hareketin ideal söylemleri, özetle, toplumu tabandan başlayarak İslamlaştırma
amacını güdüyorsa da siyaset bakımından gerekli donatılardan yoksun olması
hareketin kısır kalmasını netice vermiştir.

Literatüre ‘İslamcılık’ tanımıyla giren Müslüman Kardeşler
hareketi, bu yönde gerçekleştirilmiş en etkin ve olumlu bir tarza sahip
olmasıyla birlikte, sonraları ‘radikal’ eylemlere tevessül etmesi, hareketin
asıl ruhuna zarar vermiştir. Nitekim Enver Sedat’ın öldürülmesi, bu anlamda,
açıklanamaz bir tutumdur.

İran İslam Devrimi

Siyasi alanda yapılan ve İslami bir kimlikle tanıtılan bu
devrim, Ayetullah Ruhullah el Musevi el Humeyni tarafından 1979’da
gerçekleştirilmiştir. Muhafazakar, merkezci ve radikal olmak üzere üç gurupta
belirginleşen hareketin temel amacı, toplumu Batı sultasından kurtardıktan sonra
İslam’ın özüne dönüş yapmaktır. Böylelikle toplumlar arasında ‘ortak payda’
sağlanmış olacak ve İslam Devletleri arasında büyük bir ittifak
gerçekleştirilecekti.

Fakat, bu devrim düşüncesinin herhangi bir metod benimseyememiş
olması ve zaman zaman meydana gelen şiddet hareketlerine karşı pozitif bir bakış
açısıyla yaklaşması, devrimin sonuçsuz kalmasını adeta zorunlu hale getirmiştir.

Kaldı ki, İslam’ın ruhuna, nazik yapısına uygun olmayan bu
‘kaba’ hareketin, 1989 yılında Humeyni’ nin ölümünden sonra, ne işe yaradığı
sorusu da bir türlü cevaplandırılamamıştır.

III- Modern Tartışmalar

Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirilen yeniliklerin,
toplum nazarında ‘hüsn-ü teveccüh’ unsuru olup-olmadığı bir yana, akabinde
yaşanan buhranların ve/ veya tartışmaların ‘din-siyaset-milliyet’ ekseninde
olduğu bir vakıadır. Nitekim, cumhuriyet aydınlarının ve sonraki entelektüel
yazarların, kendilerine konu itibariyle ‘din-siyaset’ i seçmeleri, ister-istemez
‘ucuz kahramanlık’ senaryolarını akla getirmektedir.

Siyaset-Din Çatışmasının Farklı Bir Yüzü

Siyaset ve din kelimelerinin, aynı platformda anılmasının tarihi
oldukça eskilere dayanır. Tarihi vesikalarda ilk olarak, M.Ö.7000 yılında,
Memphis Kenti’ nde görülen bu birliktelik sonraki dönemler için bir nümune
özelliğini taşımış, diğer toplumlarda da dini lider, aynı zamanda siyasi lider
olarak telakki edilmiştir. Bu anlayışın o dönemlerde bir tür ‘kudret’ ifade
ettiğini söylemek de mümkündür.

Ne var ki uzay çağı, böyle bir ittifakın toplum için yarar
getirmeyeceğini düşündürtmektedir. Dinin siyasete alet edilmesiyle
doğrulanabilecek olan bu düşünce eksik, dolayısıyla yanlış, bir o kadar da
anlaşılmaz olarak göze çarpar. Gerçekte de din, siyasete alet edildiğinde
topluma zarar verebilmekte ancak bu yargının tersi düşünüldüğünde söz konusu
zarar artık geçerliliğini yitirmektedir. Nitekim siyaset dine alet edilirse ya
da Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, siyaset dinin hizmetinde olursa içinden
çıkılmaz gibi görülen toplumsal buhranların sonu gelecektir. Özetle, din-siyaset
çatışmasının arka plandaki yüzü hadimlik-hakimlik, görünürdeki yüzü ise, modern
tabirle, ‘geriye dönüş’ yani ‘irtica’dır.

Diğer taftan, dini anlayışın siyaset arenasında hayati bir öneme
sahipken pek çok İslam aliminin siyasetle meşgul olmaması da dikkat çekicidir.
Üstad, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin siyasetten şeytandan kaçar gibi
kaçmasını şu sözlerinde aramak gerektiğine inanıyorum:

* Bu zamandaki siyaset kalpleri bozar. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi,
s. 155.)

* Deccala siyaset vasıtasıyla galip gelinmez. (Tarihçe-i Hayat,
s. 131.)

* Gaddar siyaset ve zalim propaganda, aralarında hadsiz bir
mesafe olan yalan ve sıdkı birbirine karıştırmış. (Hutbe-i Şamiye, s. 51, 52.)

* İman en mühim mesele olduğu halde siyasetle meşgul olanlar
iman hizmetini ikinci, üçüncü dereceye atıyorlar. (Kastamonu Lahikası, s. 80,
81.)

Siyasetle meşgul olmayan diğer İslam alimlerinin de
düşüncelerini açık bir dille izah eden Bediüzzaman’ın tesbitleri, herhalde
günümüz düşünürleri için de rehber niteliğindedir.

Şeriat, Siyasi Bir Rejim midir?

Şeriatın, siyasi rejim olarak algılanması son derece tehlikeli
ve kötü niyetli bir yaklaşım olarak kabul edilmelidir. Nitekim, başta Kur’an
olmak üzere bütün kudsi referanslar şeriatı ‘din’ olarak tanımlamaktadır. Bu
manada şeriata karşı olmanın bizzat dine karşı olmak gibi bir tezahüründen de
bahsetmek gerekecektir.

Bediüzzaman’ın ‘Peygamberimizin şeriatı, diğerlerini içine
almış, diğerlerinin hükümlerini kaldırmıştır.’ yargısında da anlamını tam olarak
bulan şeriatın, İslami hükümlerin tamamını kapsadığı sonucuna kesin olarak
ulaşabiliriz.

Yine önemle belirtmek gerekir ki, İslam’ın öngördüğü herhangi
bir siyasi sistem bulunmamaktadır. Fakat, kurulacak bir devletin emir ve
yasaklarını İslamiyet gerektiği şekilde tanzim etmiştir. Bu mekanizmaya
literatürde ‘fıkıh’ ya da ‘İslam Hukuku’ denmektedir. İşte problemin temelinde
yatan nazik ayrım da buradadır. Şeriat, dinin kendisi; fıkıh, İslami emir ve
yasakların sistemleşmiş şeklidir. Dolayısıyla şeriatçılık, şeriatçı ya da
şeriatı getirmek gibi ifadeler oldukça yanlış, kasıtlı kullanıldığında itikadi
problemlere yol açabilecek kadar tehlikeli ifadelerdir. Aklı başında bir
müslümanın, bu tür söylemlerden uzak durması, söylemleri benimsememesi
gerekir!..

İslami Parti Düşünceleri

İslam’ın siyaset yoluyla yaygınlaştırılması amacına yönelik bir
faaliyet olarak tanımlanabilecek olan partileşme, İslamiyetin ruhunu
yansıtamayan bir oluşumdur. Kurumlaşan bir İslami düşünce, özellikle siyaset
yoluyla, kendisi dışında kalan tüm düşünceleri reddetmek durumunda kalacaktır.
Sahabeler döneminde yaşanan gerginliklerin temelinde de zaten böylesi bir
kurumlaşma vardır. Tarihin pek çok döneminde yaşanan bu kurumlaşma, ne yazık ki,
parçalanmalarla son bulmuştur.

Nitekim, çok partili siyasi hayata geçilmesinden itibaren söz
konusu olan İslami- Siyasi kurumlaşma, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ‘İttihad-ı
İslam’ partisi, dini siyasete alet ederek hem müslümanlara toplum içinde zor
anlar yaşatmış, hem de siyasi manada derin ayrılıkların meydana gelmesine sebep
olmuştur.

Neticede, İslam’ın herhangi bir partiye ya da en azından
herhangi bir siyasi teşekküle ‘sponsor’ olması söz konusu değildir. Günümüzde de
bir kısım siyasilerin bu tarz davranışlar içerisinde olduklarını müşahede
etmekteyiz. Söylediğimiz gibi; toplum, gereken İslami olgunluğa ulaşmadan,
kurulan ve kurulacak olan tüm İslami nitelikli partilerin başarı kazanması
mümkün olmayacaktır.

Son Bir-Kaç Söz…

Sahabeler dönemi siyasi olaylarının sonraki dönemlere etkisi
hissedilir derecede olmuş, o dönemde yaşanan siyasi-dini ayrılıklar gerek aynı
isimle gerekse farklı isimlerde günümüze kadar devam etmiştir.

Çoğunlukla siyasi nedenlerin rol oynadığı ayrılıkların temelinde
İslam’ın siyaset anlayışının farklı farklı yorumlanması yatmaktadır. Bu
çeşitlilik her zaman olduğu gibi pozitif bir şekilde neticelenememiştir.

Bu manada halifelerin şehit edilmesi, İslamiyetin
siyasallaştırılması yönündeki en ciddi uyarılar olarak göze çarpmaktadır.

O dönemde olduğu gibi günümüzde de siyasi ayrılıklar, özlenen
‘İslam Birliği’ nin sağlanmasını ertelemektedir. Fakat biz inanıyoruz ki, ‘Şu
istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır.’