The Belief in Tawhid and Infaq

Ana teması tevhit olan İslâm, muhatap aldığı insana hayatın her alanına yönelik
külli prensipleriyle muvahhid bir hayat felsefesi sunar. Tevhid merkezinde şekillenen
bu hayat felsefesinde varlığına iman edilen Allah'ın birinci ve en önemli vasfı
vahdet olduğu gibi, O'na inananların meydana getirdiği toplumsal yapının ve hayatın
da en temel özelliği vahdettir. Bu temel özellik, itikattan pratiğe doğru genişleyen
bir zeminde, İslâm'ın öngördüğü toplumsal hayatın çeşitli alanlarında direkt veya
dolaylı olarak yansımıştır, yansımaları bulunur.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, uluhiyet anlayışında tevhidi benimsemek, pek
çok kemal sıfatlarıyla birlikte evrenin yegane ve tek hakimi, egemenliğin mutlak
sahibi tek bir ilâha iman etmek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de muhtelif şekillerde
bu gerçek insana hatırlatılmaktadır. "Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'ındır",1
"Göklerin de yerin de bu ikisi arasındakilerin de egemenliği Allah'a aittir.2 Böyle
bir uluhiyyet anlayışıyla irtibatlı olarak bir Müslüman'a göre her şeyin olduğu
gibi malın da yaratıcısı ve gerçek sahibi Allah'tır. Nitekim insana rızkı veren
de yaratıcının kendisidir.3 Bu konuyla bağlantılı olarak Kitabı'nda Allah'ın kendisini
"ganî" zengin olarak tanımladığını bu sıfatın aksi mana taşıyan fakir oluşu ise
insana nispet ettiğini de hatırlamak gerekir.4 Tabii burada zenginlik ve fakirlik
maddî bir boyuttan öte manevî boyutları da içerecek şekilde geniş bir anlam yelpazesine
sahip olmalıdır. Ganî olan Allah hiç bir şekilde, hiçbir şeye muhtaç değilken isterse
maddî ve manevî en üstün vasıflara sahip olsun, insan, her halükarda Yaratıcı karşısında
"kul" olması sebebiyle O'na muhtaçtır. Yani fakirdir. Tasavvuf literatüründe bu
hal "istiğna billah" ve "iftikar ilallah" tabirleriyle ifade olunmaktadır. İnsanın
kendisini Allah'tan başkasına muhtaç bilmemesi "istiğna billah" şeklinde adlandırılırken,
kendini mutlak olarak ona muhtaç hissetmesi "iftikar ilallah" ile ifade edilir.
Birbirine yakın bu iki kullanım arasında mana açısından önemli bir fark yoktur.5

İslâm'da nihâi anlamda, egemenliğin tek sahibinin ve bütün mülkün yaratıcısının
Allah olduğu üst gerçekliği insanın hiçbir şekilde mal sahibi olamayacağı anlamına
gelmemektedir. Bilindiği üzere İslâm dini ferdî mülkiyete izin vermekte ve fakat
insana burada sınırsız bir hürriyet tanımayarak, sahip olduğu zenginlikleri nasıl
kullanacağını da belirlemektedir. İslâm'ın temel prensiplerine göre insanı yaratan
Rabbi onu yeryüzünde başıboş bırakmamış, bu dünya için de insanın uyması gereken
temel ilkeler vaz' etmiştir. İnsanın malını nasıl tasarruf edeceği zekat, fitre,
sadaka veya daha geniş anlamıyla infak şeklinde adlandırabileceğimiz çeşitli kategoriler
altında ele alınmakta ve zengine malını fakirlerle paylaşma yolları gösterilmektedir.
Ancak biz burada konunun hukukî yönüne işaret etmekle yetinerek daha ziyade itikadî
boyutuna dikkat çekmek istiyoruz. Yoksulluğun önlenmesinde önemli bir işlevi olabilecek
zekat kurumu İslâm hukukunun konusunu teşkil etse de, dini her hükmün yatay olduğu
kadar, Aşkın Varlığın emri olması sebebiyle dikey bir boyutu da bulunmaktadır. Bu
noktada dinî hükümler salt hukukî hükümlerden ayrılmakta, her dini hükmün dünyevî
neticeleri yanında uhrevî sonuçları da olduğu için bağlayıcılık gücü artmaktadır.
Ayrıca uhrevî kelimesi öncelikli olarak cennet ve cehennemi, daha genel anlamda
ahirette ceza veya mükafat görmeyi çağrıştırsa da bu ikisinin ötesinde olan üst
bir hale, İlâhi hoşnutluğa mazhar olmak, günlük kullanımdaki ifadesiyle "Allah rızası"na
ulaşmak da bir mümin için en çok arzu edilen uhrevî sonuçtur. Bu sebepledir ki,
dinî prensiplere uyma noktasında müminde içsel bir itici güç vardır.

Bu sebepledir ki, vahiy insanın aklını harekete geçirecek açıklamalar yaptığı
gibi gönlüne de hitap etmeyi ihmal etmemiş, muhtelif emirlerin yerine getirilip
getirilmemesini sadece ceza ve mükafat bağlamında değil, seven sevilen perspektifinden
ele alarak açıklamıştır. İnsanın, sevgilerin en yücesinin sevgisinden, kendisini
Yaratan'ın sevgisinden mahrum olma endişesi, hayır yolunda itici bir güç olarak
kullanılmıştır. Bakara Sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Allah yolunda infak edin.
Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın.
Allah dürüst davrananları sever."6

Böyle bir uluhiyyet tasavvuruna göre şekillenen insan, mülkiyetin tek ve gerçek
sahibinin Rabbi olduğu şuuru ve de Allah'ın yeryüzünde halifesi kılındığı bilinciyle
adaleti hakim kılma çabası içinde olmalı ve kendi tasarrufuna verilen malı bir emanetçi
psikolojisiyle insanlar arasında adaletle dağıtmalıdır.7

Bu psikoloji içindeki mümin elbette mal sahibi oldum diye böbürlenmeyecek ve
kendini üstün görmeyecektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de mal ve evlatlarla övünmek
kafirlerin özellikleri olarak vurgulanmış ve kınanmıştır. Bu konuda Kârun tipi örnek
olarak verilmiştir. Tasarrufu altındaki malı kendi yüceliğinden sanarak şımaran
Kârun sonunda helak olmuştur.8 Yine vahiy bize bahçe sahibi zenginlerin ibret verici
hikayesini nakletmiştir. Onlar yoksullara yardım edebilecek durumda oldukları halde
bundan kaçınmış ve yanlarına hiçbir fakir sokulmasın diye erkenden yola çıkmışlardır.
Ancak onlar İlâhi azaba maruz kalarak bahçelerinin helak edilmesiyle cezalandırılmışlardır.9
Çünkü onlar ellerindeki malın aslında bir imtihan vesilesi olduğunu unutmuş,10 gurura
kapılmış, adeta kendilerini Allah'tan müstağni görmüş ve bu sebeple de cezalandırılmışlardır.

İnsanın mala olan düşkünlüğü, bu noktadaki zaafları Kur'ân-ı Kerîm tarafından
insanın dikkatini çekecek bir üslupla ele alınmıştır. Üstelik nüzul sırasına göre
Kur'ân-ı Kerîm okunduğunda görüleceği üzere daha vahyin başlangıç döneminde yardımlaşma,
malını İlahi rızayı kazanma niyetiyle infak etmenin/harcamanın gerekliliği ve önemi
üzerinde durulmuştur. Bununla da yetinilmeyip infakın nasıl olması gerektiğine dair
temel prensipler zikredilmiştir. İlk inen sûrelerde "yapılan iyiliğin çok görülerek
başa kakılmaması emredilmiş, yoksulu doyurmamak cehennemliklerin sıfatları arasında
zikredilmiştir.11 Yine ilk inen sureler içinde namaz kılmakla birlikte zekat verilmesi
de emredilen hususlar arasındadır.12 Miktarı ve sınırları belirlenmiş bir şekildeki
zekatın Medine döneminde farz olduğu bilinmektedir. Ancak daha vahyî aydınlanmanın
başlangıç dönemlerinde, kişinin kendinden yüce bir varlığa gönülden boyun eğişi
anlamına gelen namaz ibadetiyle birlikte insana sürekli maddi yardımlarda bulunulmasının
emredilmesi ve bunun kişinin arınması olarak adlandırılması üzerinde düşünülmelidir.
Kur'an'da bu vurgu muhtelif şekillerde tekrarlanmaktadır. Yine ilk surelerden biri
olan el-Leyl sûresinde, "Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar, en güzeli de
yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız. Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda
vermez."13 hitabıyla insanlar çarpıcı bir üslupla uyarılmıştır. Yine başlangıç dönemi
diyebileceğimiz bir aşamada, âyetlerde dikkat çekecek bir şekilde yetime ikram etmemek
eleştirildiği gibi, sadece yoksula yedirmemek değil, yoksulu yedirmeye teşvik etmemek
de kınanmıştır.14 İnananlara yetimi ezmemeleri, el açıp isteyenleri azarlamamaları
emredilmiştir.15

Bu konudaki bütün naslar birlikte düşünüldüğünde çok açık bir biçimde toplumun
bir kesimi sefalet ve fakirlik içinde yüzerken, diğer kesiminin sefahat alemlerinde
gönül eğlendirmesinin, İslâm'ın öngördüğü itikâdi ve ahlakî prensiplerle çeliştiği
görülür. Üstelik Kur'ân-ı Kerîm infâkı Müslümanların özelliği olarak vurgularken
bunun aksi olan isrâfı yasaklamaktadır. Hatta naslarda Yaratan ile yaratılan arasındaki
sevgi bağına dikkat çekilerek Allah'ın müsrifleri sevmediği beyan olunmaktadır.16
Kur'ân'da bu durum şu ifadelerle zikredilmektedir: "Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya
hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanların
dostlarıdır."17 Bir başka âyette ise müminler israf karşısındaki durumları açısından
tanımlanmaktadır: "Harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında
bir yol tutarlar."18 Ancak burada vurgulamak gerekir ki, Allah infak sorumluluğunu
sadece zenginlerin omuzlarına yüklemez. Zekat ve fitre sadece zenginlerin üzerine
bir vecibe olmasına rağmen infak bütün inananlara yönelik bir emirdir. Çünkü Kur'an
müminlerin varlıkta ve yoklukta infak ettiklerinden bahseder. Birinci âyette Allah
önce yardımlaşmayı emrediyor, akabinde israfı şiddetli bir üslupla men ediyor. Bu
durum infak etmek, yani İlahi rızayı kazanmak için yakınlardan başlayarak yardımlaşma
ile; israf etmek, saçıp savurmak arasında ters bir orantı olduğunu gösterir. Daha
açık bir ifade ile yapılan her israf, infaka mani olur, verilen her sadaka ise israfı
önler. Dolayısıyla müsrif kendine zarar vermekle kalmamakta, aslında fakirin rızkına
da bir manada tecavüz etmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm terminolojisiyle insanın "birr"e, iyiliğe ulaşabilmesi için yapması
gerekenler arasında malını infâk etme zikredilmiş ve hatta bu harcamanın yüzlerin
buruşturulmadan bakılamadığı mallardan değil de aksine sevilen şeylerden olmasının
önemine dikkat çekilmiştir.19 Kur'ân hayrın, iyiliğin kemal noktası olan "birr"e
erebilmek için iman edip ve sahip olunan mallardan yakınlara yetimlere, yoksullara,
yolda kalmışlara, isteyenlere ve kölelere "Allah sevgisiyle vermeyi", farklı bir
yoruma göre, "sevdiği şeylerden harcamayı" şart koşar.20

Özetle, Kur'an'ın tanımladığı ideal mümin tipinde infak her zaman önemli bir
unsur olarak zikredilmektedir.21 Vahyî bildirimlere göre infak müminlerin temel
özelliklerinden biridir. Muhtelif âyetlerde iman edenlerin, mallarını gizli ve aşikar
Allah rızası için harcadıkları (infak ettikleri) zikredilir. Bunun akabinde de mallarını
Allah yolunda infak etmeyen, altın ve gümüşü hırsla biriktiren inkarcıların cehenneme
atılacağı beyan olunur. Yardım etmek, malını ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak müminlerin
özelliği olarak vurgulanırken; malı yığmak, biriktirmek kafirlerin özelliği olarak
zikredilmektedir. Üstelik mal biriktirenlere nasıl azap olunacağı anlatılarak insanoğlu
uyarılmaktadır.22

Sonuç

Kur'an tarafından belirlenen inanç esaslarını kabul etmek sadece sözlü bazı ilkeleri
dile getirmek değildir. İslâm'ın en temel ilkesi olan tevhidin gerek kendisine inanan,
gerek ona inananlar tarafından oluşturulan toplumsal hayat üzerinde derin etkileri
vardır. Zira din, sadece ölüm ötesi aleme ilişkin ve onunla bağlantılı olan değerler
sistemi değil, bilakis bütün insanları mutlu edecek toplumsal bir yapıyı tesis etme
gayesi olan ilâhi bir nizamdır.

Halbuki bugün dinin bu boyutu ihmal edilmekte, sanki dinî hayat belirli ibadetleri
yerine getirmekten ibaret görülmektedir. Salt Allah'a kulluğun göstergesi olması
açısından ritüellerin dinî hayattaki yerini göz ardı etmek mümkün olmamakla birlikte;
O'nu bunlarla sınırlı görmek de mümkün değildir. Özellikle namaz ibadeti ile birlikte
zekatın ve infakın zikredilmiş olması İslâm'ın sosyal adalete verdiği önemi göstermektedir.

Netice olarak, kişinin malını muhtaç olanlarla paylaşması ile iman değeri arasında
apaçık bir irtibat olduğunu söylemek yanlış bir çıkarım değildir. "Gerçek inanış,
insanları hayırlı işler işlemeye teşvik eden en güçlü saik görevini görmelidir;
yoksa o inanış sahih değildir."23 Zira İslâm iman anlayışı insan hayatı üzerinde
tesiri olmayan sözlü bir tasdikten ibaret değildir. İman ile insanın yapıp etmeleri
arasında daima sıkı bir ilişki vardır.

O sebepledir ki, insanlar en az namaz kılmak, hacca gitmek gibi ibadetlerin farziyetine
inandıkları kadar, dünyayı imar etmekle ve tabii mallarını fakirlerle paylaşmakla,
işçisine geçinebilecek ücreti vermekle, yakınlarından başlayarak diğer insanların
da ihtiyaçlarını gidermekle de yükümlü olduklarının bilincine varmalıdırlar.

***

Öz

Makalede tevhit ilkesinden hareketle İslâm'da yoksulluğun önünü kesme fonksiyonu
taşıyan infak üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede konu mülkün yegane ve mutlak sahibi
olan Allah inancıyla bağlantılı olarak ele alınmış, dolayısıyla vahiyle şekillenen
insanın, mülkün tek ve gerçek sahibinin Rabbi olduğu şuuru; ama kendisinin de yeryüzünde
Allah'ın halifesi olduğu bilinciyle adaleti hakim kılma çabası içinde olması gerektiği
açıklanmış; kendi tasarrufuna verilen malı ihtiyaç sahipleriyle paylaşmanın imanın
ve dindarlığın önemli bir işareti olduğu vurgulanmıştır.

Anahtar Kelimeler: İman, İnfak, İsraf, Adalet

Abstract

The aim of this article is to discuss the problem of poverty from the perspective
of unity of God, and to present some solutions for it referring to spending in the
way of God (infak). In doing so, I will analyze the idea of God in the Qur'an in
connection with the subject-matter, and then I will show the results of this understanding
of God in the individual and social life.

Consequently, I will suggest that for the real believer it is necessary to do
justice and will subsequently notice that for being good Muslim it is necessary
to share the property given by God with poor people.

Keywords: Faith, İnfak (Spending in the way of God), Waste, Justice, Charity

Dipnotlar

1. eş-Şûra 42/49.

2. el-Mâide 5/ 17, 18, 40.

3. el-Fâtır 35/3.

4. el-Fâtır 35/15; Muhammed 47/38.

5. Süleyman Uludağ "Fakr" md., Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XII,
133.

6. el-Bakara, 2/195.

7. el-Hadîd,57/7.

8. el-Kasas, 28/78-81.

9. el-Kalem, 68/21-28.

10. et-Tegâbün, 64/15.

11. el-Müdessir, 74/6,44

12. el-Müzemmil, 73/20; el-Â'la, 87/14; el-Leyl, 92/18.

13. el-Leyl 92/8-11.

14. el-Fecr 89/17-20; el-Mâûn 107/1-3.

15. ed-Dûha 93/9.

16. el-En'âm 6/141; el-Â'raf 7/31.

17. el-İsrâ 17/26-27.

18. el-Furkân 25/67.

19. Âl-i İmrân 3/92.

20. el-Bakara 2/177.

21. el-Enfâl 8/3-4.

22. et-Tevbe 9/34-35.

23. Toshihiko Izutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selâhattin Ayaz),
İstanbul 1991, s. 246.