On Justice

Arapça bir kelime olan "adalet" adl kökünden türemiş olup bir şeyi yerli yerine
koyma anlamına gelir. Adalet, zulmün karşıtı bir kelime olarak çoğunlukla "Hak"
ile eşanlamlı olarak kullanılır. Bir şeyin yerli yerinde olmaması anlamında zulüm,
doğası gereği "gadr ve insafsızlık" demektir. Her şeyin yerli yerinde olması adalettir;
bu açıdan adalet, taşın tam gediğine konulması veya gediğinde olması halidir. Varlık,
fıtrat ve beşeri/toplumsal hayatın temeli olan adaletin diğer anlamları düzen, ölçü,
tamı tamına karşılık-fidye, dengeli davranış, denklik, hakikate uygun hüküm, dürüstlük,
tarafsızlık, her hak sahibine hakkının verilmesi, haksızlığın hukukla ortadan kaldırılmasıdır.

Adalet, "İsm-i Adl" ile bağlantılı olarak bir kemal sıfatıdır. Eğer "İsm-i Adl"
olmasaydı varlıkta ve beşeri/toplumsal hayatta adalet olmayacağı gibi -ki bu durumda
beşeri hayatın tesisi ve devamı da mümkün olmazdı- zihnimizde adalet kavramı teşekkül
etmezdi. Yüksek bir ahlaki erdem olarak adalet, varlık hiyerarşisinde her şeye,
durumuna göre tamlık ve mükemmellik kazandırır. Kendisinde adalete ilişkin hususiyetler
olmayan insan eksik ve noksandır. Çünkü hem olması gereken durumda ve konumda değildir,
hem de ahlaki ve ruhsal olgunlaşmasını tamamlamamış, reel durumu ile ideal durumu
arasında kat edilmesi gereken mesafeyi kat etmemiştir. Adalet fikrinden ve erdeminden
yoksun kişi, "Dilsiz, aciz ve aslında hiçbir işe yaramayan köle" (16/Nahl, 76.)
gibidir. Burada söz konusu olan bir kişilik profilidir. Adalet vasfına sahip kişi
ise öyle değildir ve kuşkusuz bu iki insan profili "eşit" değildirler. Takvanın
ölçülerinden biri, kişinin adil olması, haktan şaşmamasıdır. (5/Maide, 8) "Denklik"
anlamında adalet 6/En'am, 1, 150; 27/Neml, 60. ayetlerde kullanılmıştır. Allah'a
başka varlıkları "denk" tutan müşriklerin bu tutumları "ya'dilun" muzari fiiliyle
ifade edilmektedir. Adalet, insanla ilişkili olarak "fizyonomik ve estetik biçim"
anlamında şu ayette kullanılmıştır: "Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde
biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı." (82/İnfitar, 7.) Bu ayette "adalet"le
aynı kökten gelen "adeleke" kelimesi "ölçü", denge, her şeyi yerli yerinde olan
biçim; diğer varlıklara göre üstün özellikler; bel doğrultma vb. anlamlara gelmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de kelimenin başka kullanımı şöyledir: "Ve hiç kimsenin, hiç kimse
adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden
bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının." (2/Bakara, 48,
123.) "Her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz." (6/En'am, 70.) Bu ayetlerde de
adalet "fidye, tamı tamına karşılık" anlamında kullanılmıştır. Kişisel çıkar, akrabalık
bağı, özel husumet, soyluluk, sınıf farkı, bedensel veya ruhsal kusur (özür) adaletin
tesisine engel teşkil etmez. (3/Al-i İmran, 75; 4/Nisa, 3; 5/Maide, 8.) Sosyal düzeni
keyfilikten çıkarmanın tek yolu adaletin gözetilmesidir. (23/Mü'minun, 71.) Bu dünyada
adalet tecelli etmese de, ahirette mutlaka tecelli edecektir. (10/Yunus, 54-55;
21/Enbiya, 47; 39/Zümer, 69.) Fıtrat olarak sahip olduğumuz adalet duygusu ve adaletin
her ne olursa olsun, günün birinde ve burada, yani dünyada değilse bile bir yerlerde
tecelli edeceği fikri ahiretin varlığına önemli bir delildir.

En genel anlamda adaleti, her hak sahibine hakkının verilmesini öngören ahlaki
ilke olarak tanımlayabiliriz. Bu ilke, hukukun teşekkül sebebi ve nihai amacıdır.
Toplum örgütlenmesinde malların, hakların ve görevlerin veya şereflerin (insanın
onuru ve insanlık değeri) bölüşülmesi işlemine adaletin yerine getirilmesi veya
adaletin tesisi denir. Adalet, eşitlikle ilgili olsa da, mutlak anlamda eşitlik
değildir. Bir rivayette de ifade edildiği üzere "insanların hukuk karşısında tarak
dişleri gibi eşit olması" adalettir. Başka bir ifadeyle, insanların soy sop, (etnik
köken, ırk, aile, aşiret-kabile) sosyal sınıf-tabaka, renk, din, dil, coğrafi vb.
özelliklerine, yani birincil veya ikincil kimliklerine bakılmaksızın hukuki şahsiyet
kabul edilmesi, gerektiğinde sahip oldukları güç ve kuvvetin işe yaramayacağını
veya aksine güçsüzlüklerinin, zayıflıklarının haklarını almalarına engel teşkil
etmeyeceklerinden emin olmaları anlamında eşitlik adaletin tesisi ve tecellisi için
gereklidir. Yoksa iki saatlik çaba ile denizin ortasından inci çıkaran bir insan
ile gün boyu ormanda odun kesen insana aynı ücreti takdir etmek her ne kadar eşitlik
ise de adalet değildir. Bu örnekte adalet, eşitlikten önemlidir. Şu halde adalet
herkesin yeteneğine, harcadığı emeğe ve toplumda oynadığı role uygun olarak dağıtıldığı
zaman doğru dağıtılmış olur. Eşitliği içermekle beraber tam olarak eşitlik değildir;
yani her adil karar ve tutum eşitlikle elde edilmek istenen sonucu veya maksadı
hasıl eder; ama her eşitlik adalet değildir. Bazen salt eşitlik adaletsizliğe yol
açabilir. İnci toplayıcısı ile oduncu örneğinde eşitlik, zulümdür.

Hz. Ebu Bekir'in (r.a) hilafete seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmada dile
getirdiği hususlar güç-hukuk ilişkisinin doğru, adil ve hakkaniyete uygun çerçevesini
çizmektedir: "Güçsüz olanınız (haklı ise) hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür.
Güçlü olanınız (haksız ise) kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim
katımda güçsüzdür." Gücün sözünü geçirdiği yerde hukuk işlemez, adalet de tesis
edilmez. Gücün hukuka göre düzenlendiği yerde adalet tek ölçüdür. Güç ve hukuk ilişkisinin
doğru tayinini sağlayan sembolik davranışlar olmuştur. Sözgelimi padişah olmasına
rağmen Fatih Sultan Mehmet'in sıradan bir teb'a ile aynı safta muhakeme olmayı kabul
etmesi, ülkede sadece ve sadece hukuk ve adaletin sözünün geçtiğini gösteren ilginç
bir örnektir.

Şu veya bu davada, insanlar arasında vuku bulan ihtilaflarda neyin doğru, neyin
yanlış (ya da haklı veya haksız) olduğunu karara bağlamak da adalet olarak adlandırılır.
Bu, ya haksızlığa uğrayanın (mağdur) zararını telafi etmek, ya da haksızlık yapanı
cezalandırmak suretiyle yerine getirilir. Bu anlamda adalet mağdura maddi veya manevi
"te'diye/ödeme", hak ve hukuk ihlal edene de yine maddi veya manevi "ceza" takdir
etmekle tahakkuk eder.

Genel anlamda "adalet", hükümran devletin kendi uyrukları arasındaki uyuşmazlıkları
veya anlaşmazlıkları kanuna göre -hukukun ruhuna uygun olarak yapılan kanunlar-
bir hükme bağlama işiyle ve toplum aleyhine tutumları olan insanları kanun temelinde
engelliyici tedbirler alma işiyle uğraşan belli bir güvenilir organa bırakma fonksiyonu
olarak anlaşılır. Bu anlamda adalet terimi, "yargı gücü"nü ifade eden diğer kelimelerle
karıştırılır. Çünkü modern toplumlarda adalet hem bir faaliyet (adalet dağıtma faaliyeti),
hem bir teşkilat (bir ülkedeki mahkemeler ve yargı görevlileri) olarak algılanır.

Bunun yanında "siyasi adalet"ten de bahsetmek mümkündür. Bir anlamda adalet bütünüyle
siyasidir. Çünkü siyaset iktidar ilişkisini düzenler. İktidar ise gücün temerküzü,
dağıtımı ve kullanımıyla ilgilidir. Hukukun siyasetle ilişkisi, yargının siyasetle
olan ilişkisinden farklıdır. İnsanlar sorunlarını, arzu ve taleplerini meşru/yasal
siyaset yoluyla dile getirir ve karşılanmasını isterler ki, buna "pozitif siyaset"
denir. Pozitif siyasetin olmadığı yerde, yöntemi şiddet, baskı, zorbalık ve terör
demek olan "negatif siyaset" iktidar ilişkisini belirlemeye başlar. Meşru siyaset,
taleplerin hukuki nitelik ve değer kazanmasını sağlayan en önemli ve gerekli alandır.
Bu çerçevede hukuk siyasetle doğrudan ilgilidir. Hukukun amacı olan adaleti dağıtan
veya tahakkuk ettiren yargıdır. Yargının adaleti tahakkuk ettirmesi anlamında fonksiyonlarını
yerine getirmesi için siyasetten uzak ve korunmuş olması lazımdır. Yani siyasetten
uzak olması gereken hukuk değil, yargıdır.

Adalet ister istemez toplumun örgütlenme biçimiyle ilgilidir, her nasıl işliyor
ve iş görüyorsa toplumun hukuk anlayışını yansıtır. Nihayetinde en gelişmiş ve üst
bir aygıt olarak devlet bir örgütlenme biçimidir; hukuk da örgütlenmiş bulunan insanların
ve sosyal grupların yaşama biçimlerini düzenleyen, kendi çerçevesi içine alan bir
tekniktir. Fakat terimin özel anlamı bunun dışında şekillenmiştir. Bir ülkenin siyasi
iktidarına verilecek zararları karara bağlayacak şekilde adli organların uzmanlaşması
şeklinde anlaşılmaktadır. Siyasi adalet, siyasi kişiliklere karşı olduğu kadar siyasi
rejime ve onun unsurlarına karşı işlenen suçlara da yönelmiştir.

Adalete İlişkin Zihni Spekülasyonlar

Adalet kavramı tarih boyunca farklı şekillerde tanımlanmış olup, filozoflar ve
düşünce adamları konu hakkında değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Adaletin yerine
getirilmesi ancak adaletsizliğin ortaya çıkmasının sonucudur. Ancak bu adaletin
varlık aleminde bozulmadan (fesad) sonra geldiği anlamına gelmez. Aksine varlık,
ilk varoluş biçimleri itibariyle adalet üzere olmuş ve son deme kadar var oluşunu
bu şekilde devam ettirmek üzere emir almıştır. Bu Emr-i İlahi'dir ki, insan hakkıyla
tefekkür edecek olsa, filhakika kendisinin de haksızlık ve zulüm olmadan da adalet
üzere hareket edebileceğini ve esasında öyle hareket etmesi gerektiğini anlar.

İlk anlamında adalet, insanların birbirlerine nasıl davranacaklarını öngören
hukuk kurallarını göz önüne almayı ve uygulamayı, yani 'haklar' ve 'görevler'i kapsar.
Bu iki kavram Aristo tarafından sistematik bir biçimde ele alınmıştır.

Platon tarafından açıklıkla, Aristo tarafından da belirsiz bir biçimde gösterildiği
gibi (örfü de içine alacak şekilde geniş tutulduğunda) kanun, olduğu şekliyle ve
nasıl olması gerektiğiyle anlaşılmalıdır. Platon kanun yönetiminden çok bilgelerin
(filozoflar) yönetiminden yana olduğunu belirtir. Çünkü kanun herkes için en soylu
ve en adil olanı anlayamaz ve böylelikle en iyiyi uygulayamaz. Platon, Devlet'te
insanın tabiatına mükemmelen uygulanabilen bir adalet kavramı geliştirir. Bu adalet,
aklın kullanılmasıyla keşfedilebilir. Aristo da doğal ve uzlaşımsal (itibari) adalet
ayrımını yapar; birincisi evrensel, ikincisi ferdi durumlara mahsustur. Bu ikisi
çatışınca doğal adalete müsaade etmek itibari adalete düşer.

Devlet'te Platon, adaleti itidal, bilgelik ve cesaretle birlikte dört asli erdemden
biri olarak zikreder. Adalet denetleyici ve düzenleyici erdemdir. Adil kişi, ihtirasları
akılla denetlenen, kendisini disipline edebilmiş kişidir. Platon'un bu varsayımında
aklın bağımsız ve her durumda kendi başına karar verebileceği düşünülmüştür ki,
bunun böyle olmadığını deneysel olarak biliyoruz. Akıl harici güç ve faktörlerin
etkisinde kalmadığında doğruyu bulabilir. Nitekim, eğer insan bu istikamette "akledebilir"se,
Allah'ın vahyini anlar, hakikati içselleştirir ve hatta ruhen de ona iştirak eder.
Ama biliyoruz ki, akıl çoğu zaman ve neredeyse halkın çoğunluğunun hayatında nefsin
derin etkisi altında bulunmakta, kendi adına hareket ettiği izlenimini verirken,
hakikatte nefsin istek ve tutkularını aklileştirmekte, yani rasyonalize etmektedir.
Bu açıdan Platon'un kuramı zaaflarla malul görünmektedir.

Stoacılara göre de, Platon için olduğu gibi adalet akılla bulunabilen ve yürürlükteki
kanun ve örfün üzerinde bir şeydir. Akıl sahibi bir varlık olarak insan, kendi tabiatı
hakkında düşünmekle nasıl davranacağını anlayabilir. Platon'dan farklı olarak Stoacılar
her insanın tabii kanunun farkına varıp, ona uyma konusunda eşit oldukları görüşündedir.
Roma kanun koyucuları bu görüşten etkilenmişler ve kölelik kurumunun tabii kanunla
ve tabii adaletle çeliştiği görüşünü belirtmişlerdir. Bu görüş Kilise Babaları tarafından
benimsenip miras olarak devralınmıştır.

Hobbes ise farklı bir adalet kavramı öne sürmüştür: "Bir akit, bir sözleşme yapılmışsa
onu bozmak adalet dışı bir şeydir." Adaletsizlik söz verip yapmamaktır ve adaletsiz
olmayan her şey adildir. Böylece yeni dünyada tabii adalet kavramı sarsılır. Hume
adaleti, "suni erdem" olarak adlandırır.

Ne insan tabiatında ne de sözleşmede adaleti ihdas edecek kurallar bulamayız.
Faydacılar adalet kelimesini aynı anlamda, yani adaletin insanların uzlaşmasından
doğduğu anlamında kullanmışlardır. Adalet bugün de "herkese hakkını vermek ve doğru
ile yanlışı birbirinden ayırmak" anlamlarında kullanılmakla birlikte, devletin bu
görevini yerine getirecek kamu teşkilatları farklı biçimlerde olmaktadır. Genelde
adalet hizmetleri siyasi ve idari otoritenin kumanda alanının dışında bağımsız kurumlar
şeklinde düşünülmektedir. Bu da modern zamanlarda "kuvvetler ayrılığı" ilkesiyle
temel bir çerçeve içine alınmıştır.

Devlet ve birey açısından adalet farklı anlamlar taşımaktadır. Devlet için adalet,
kanunların yapımında hak ve görevlerin dağıtılmasında belli kişileri veya zümreleri
ötekilere üstün tutmadan yurttaşlara aynı hakları vermesini ve aynı görevleri yüklemesini
ifade eder. Birey için ise yurttaşların mümkün olduğu kadar birbirinin hakkına uymaya
mecbur bırakılmasını ifade eder.

Burada bir noktanın altını çizmekte yarar var: Modern zamanlarda ve özellikle
1789 Fransız İhtilaliyle eşitliğin siyasi ve hukuki literatüre girip her olgunun
anahtar terimi haline gelmesi, adaletin lehine olmamış, tam aksine adaletin geri
plana itilmesine sebep olmuştur. Genel olarak "eşit yurttaşlık" kavramının devleti
bireyler karşısında adil bir pozisyonda tuttuğu varsayılır. Devletin yurttaşlarına
karşı nimet ve külfetlerin dağıtımında eşit mesafede durması, insanları hukuk karşısında
eşit konumda görmesi ile herkesi tornadan çıkmış gibi ortak standartlar çerçevesinde
tektipleştirmesi; eğitimi ve resmi kurumları emredici araçlar şeklinde kullanması
aynı şeyler değildir. "Eşitlik" büyük ölçüde her şeyi, cinsleri, statüleri eşitleştirmeye
dayalı bir fikir olarak Fransız İhtilalinden kalma bir değerdir. Kulağa hoş gelse
de özünde adaletsizlikler içermekte, hem varlık dünyasında hem sosyal/beşeri hayatta
farklılıkları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Tek tip insan, homojen toplum,
monolotik ulus ve gizli totaliter siyaset eşitlik ilkesinin aşırılaştırılmasıyla
mümkün olmuştur.

"Eşit yurttaşlık", bireyler arasındaki temel, tabii ve doğru farklılıkları giderme
yönünde gelişmiş bir politik ideoloji olduğundan büyük haksızlıklara, adaletsizliklere
sebep olmaktadır. Doğru ve adil olan "farklılaşmış yurttaş" veya herkesin kendi
konumunda ve kendi beyanıyla hukuk karşısında bir değer kabul edildiği tabiiyet
fikridir. Özel, sivil ve politik alanların farklılıkları ve birbirlerine karşı görece
özerk yapıları hayatın çeşitliliği için gereklidir.

Etnik özelliklerin, dillerin, renklerin -ki aslında her biri Allah'ın birer ayeti
olarak varlıktaki birliğe işaret etmektedirler- birbirine eşitlendiği bir dünya
son derece yeknesak, can sıkıcı bir dünyadır. Yasalar, kurallar ve ortaklaşa rol
oynayan modern kurumlar, yerküresinde yaşayan beşeriyeti homojenleştirmekte, her
şeyi ve herkesi diğer şey veya kimseyle eşitleştirmektedir.

Adaletin Üç Boyutu

İslam'da adalet terimi, insanın Allah, canlı varlıklar, maddi tabiat ve diğer
insanlarla (öteki) ilişkilerinin mahiyetini ve dayanacağı temel ilkelerin doğru
tespiti için belirleyici bir kriter olarak tanımlanır. "Hukuk" kelimesinin tekil
hali olan Hak'la yakın ilişkisi, insan ve toplum hayatını düzenleyecek temel kuralların
doğru tespitiyle ilgilidir. Bu etimolojik ve ıstılahi tanım, adalet kavramının çeşitli
din ve hukuk sistemlerine göre izafi (görece) bir anlama sahip olabileceğini gösterir.
Yukarıda da değinildiği üzere, Kur'anî terminolojide adalet salt hukuki olmaktan
öte, daha geniş anlamlarda kullanılmıştır. Sözgelimi, eksiklik ve fazlalık bakımından
aşırılığa karşı "orta yol"u tutup korumak; hakka niyet etmek, doğruluk ve aşırılaştırılmamış
şekliyle eşitlik gibi.

Kur'an-ı Kerim, adalete ve adil tutuma tevhid, iman, takva, salih amel ve ibadet
kadar önem verir. Hatta Kur'an'a göre bütün ilahi öğretiler son tahlilde insanlar
arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye matuf olarak formüle edilmiş ve tebliğ edilmişlerdir.
Adil olmayan bir ilişki ve tutum, tanım gereği Allah'ın rızasına ve İslam'a uygun
değildir. Çünkü Allah her şeyden evvel, bir şeye hüküm verildiği zaman adaletle
hükmedilmesini ister. (16/Nahl, 90) Kararın isabeti, değeri ve üstünlüğü adalete
uygunluğu ile ölçülür. Anlaşmazlığa düşen iki topluluk (49/Hucurat, 9) ve insanlar
arasında vuku bulacak anlaşmazlıkların giderilmesinde (4/Nisa, 58), her türlü borç
vade alış veriş, ticaret ve şahitlikte (2/Bakara, 282), kadınlara karşı takınılacak
tutumun belirlenmesinde (4/Nisa, 129) adalet, hukukun korunması ve hayata geçirilmesi
için vazgeçilmez bir ilkedir.

Yine İslam'a göre kişiyi ve grupları adaletten saptıran ana faktör, kişi veya
grubun kendi istek ve tutkusunu ön plana geçirmesi (2/Nisa, 135) ve Allah'ın gösterdiği
şekilde karar vermeyi ihmal etmesidir. Adaletli hüküm, "Allah'ın indirdikleri"ne
uygun olan hükümdür. Aksi halde "küfür", "zulüm" veya "fısk" olur. (5/Maide, 44,
45, 48) İlahi Hukuk'un öngördüğü ilke, kural ve hükümlere riayet, adaletin tecellisinin
mümkün olan tek yolu ve teminatıdır. Bu anlamda diğer hukuk sistemlerinden çok daha
fazla olarak İslam hukukunda adaletin anahtar bir terim ve asli bir amaç olduğunu
söyleyebiliriz.

İslam nokta-i nazarından adalet soyut bir kavram veya kendi alanı dışındaki dünyaya
somut etkisi olmayan salt bir ahlaki erdem değildir. Hukuk ve sosyal hayat bu yüksek
ahlaki erdem üzerine teşekkül etmelidir. Bu açıdan adaletin üç ayrı boyutu olduğunu
söylemek mümkündür ki, her üç boyut arasında dolaylı bir ilişki söz konusudur. İsm-i
Adl'in bir tecellisi olarak adalet varlıkta, fıtratta ve beşeri/toplumsal hayatta
tezahür eder.

1) Varlıkta Adalet: Buna yerli yerindelik diyebiliriz. Adalet varlık aleminde
tam olarak tecelli etmiş bulunmaktadır ki, bunun aksini hiç kimse ispatlayamaz.
Bu anlamdaki adalet her şeyin yerli yerinde olmasıdır. Yani hangi varlık mertebesi
olursa olsun, taş tam gediğindedir. Bu muhteşem kombinezonda ne eksiklik vardır
ne fazlalık. Hesap, takdir, düzen ve estetik iç içedir: "Güneş ve ay (belli) bir
hesap iledir" (55/Rahman, 5.) Mülk Allah'ındır, yerde ve göklerde ve bunların arasında
olan her şey Allah'ındır, Allah'ın kudret eli altındadır. Ve her şey belli bir hesap,
takdir ve düzen üzere varlığını sürdürmektedir: "O, biri diğeriyle 'tam bir uyum'
(mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında
hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tevafüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir;
herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere
daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin
olarak sana dönecektir." (67/Mülk, 3-4.) Allah'ın el-Adl ismi, el-Hakem ismiyle
ilgilidir ki, bu, varlıktaki adaletin doğru bir hüküm ve hikmet üzere olduğunun
çarpıcı ifadelerinden biridir. Bizim gözümüze kusur, eksiklik, yanlışlık olarak
çarpan nice olayın gerisinde belli bir hikmet vardır. Belki de "adaletsizlik"miş
gibi görünen çirkinlikler, kusurlar, eksiklikler, özürler olmasaydı mahiyetler arasında
mukayese yapmamız; doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, hayrı şerden,
hakkı batıldan ayırmamız mümkün olmazdı.

2) Fıtratta Adalet: Buna doğru ve doğruluk diyebiliriz. Allah varlığı hangi temeller
üzerinde kurduysa, insan fıtratı da aynı temeller üzerindedir. Halk, hukuk ve ahlak
birbiriyle ilişkilidir. Adaletin fıtrattaki tezahürü "doğruluk"tur. Doğrulukla (sıdk)
beraber adalet (adl) İlahi kelamın niteliğidir: "Rabbi'nin sözü (kelime) doğruluk
bakımından da, adalet (adl) bakımından da tamamlanmıştır." (6/En'am, 115.) Demek
ki, hem doğruluk, hem itmam noktasında bir form olarak "Allah'ın sözü"nü aşacak
başka bir söz veya ahlaki form yoktur. Bu söz, fıtratı kendine çeker, yönünü tayin
eder, selim bir şekilde kendi kıvamını bulmasını temin eder. Fıtratımız bizi doğruya
ve doğruluğa meylettirir. Bu onun temel ve doğru yönelimidir. Söz konusu meyil sayesinde
kendimizi olgunlaştırır, kemal yolunda mesafeler kat ederiz. Adalet bu meyil sayesinde
kristalize olur. Ancak fıtratta bunu besleyen başka hasletlerin de olması gerekir.
Allah korkusu, hikmet sevgisi, bilgiye vukufiyet, etraflı tefekkür, insanların ve
canlı hayatın maslahatına olan bağlılık, cömertlik, "yaratılmışları Yaratan'dan
dolayı sevmek", merhamet, sıkıntılara tahammül, insaf, şaşmayan bir vicdan, hak
ve hukuka saygı, cesaret, algı/idrak gücü, basiret, feraset vs. Bu özellikler insanlara
eşit olarak dağıtılmış değildirler; bu yüzden herkeste adalet, hak ve hukuk sevgisi
de aynı değildir. Beşeri zaaflar adaleti zedeleyen belli başlı hususiyetler arasında
yer alır. Fiillerde ve davranışlarda olduğu gibi söz ve kavilde de adalet vardır.
"Sözde adalet" fıtri olarak doğruya ve doğruluğa olan bağlılığımızın temel ölçülerinden
biridir. Ve bu da sanıldığı kadar her zaman kolay gerçekleşmez: "Yetimin malına,
o erginlik çağına erişinceye kadar -o en güzel (şeklin) dışında- yaklaşmayın. Ölçüyü
ve tartıyı doğru olarak yapın. Hiçbir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir
şey yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman -yakınınız dahi olsa- adil olun. Allah'ın ahdine
vefa gösterin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt, alıp-düşünürsünüz."
(6/En'am, 152.) Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.); adaleti, adil tutumu emrettikleri
halde, adaletin ne olduğunu belirtmezler. Çünkü adalet hiçbir tanımsal çerçeveye
sığmaz, sınırlandırılmaz. Olayların veya ihtilafların vukuunda bunlara karşı alacağımız
tutumda, vereceğimiz hükümde ortaya çıkar. Yukarıdaki ayette belirtildiği üzere,
yetime hakkı olan malını vermek, ölçüyü ve tartıyı doğru yapmak -ki bu sıradan bir
alış verişten, bir ülkedeki gelir bölüşümünün düzenlenmesine kadar bir çok alan
için söz konusudur- adil tutumdur. Ama hepsinden daha önemlisi, yakın akraba dahi
olsa, sözün doğru ve adaletle söylenmesi, hakikatin her ne ise açıkça dile getirilmesidir.
İşte bu sözde adalettir.

3) Hakkaniyet: Buna hukuk yoluyla tahakkuk eden adalet diyebiliriz. Bu çerçevedeki
adalet hukuki bir işlemdir ve izafidir. Mutlak adalet Allah'a mahsustur. İnsan sonlu,
sınırlı, aciz ve zaaf sahibidir. İnsana çok sayıda illet musallat olur. Bu beşeri
özellikleri dolayısıyla ne kadar arzu etse de insanın tesis edebileceği adalet izafidir.
Adaletin kemal yolunda bir ilerleme ve yücelme olması, insanın izafi olandan mutlaka
doğru yönelimini, arzusunu ve iştiyakını ifade eder. Ancak öyle de olsa, adaleti
tesis eden insanların olması beşeri/toplumsal hayatın güvencesidir: "Musa'nın kavminden
hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır." (7/A'raf, 159.) "Yarattıklarımızdan,
hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır." (7/A'raf,
181.) "Ey imân edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir
topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvâya daha
yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi
olandır." (5/Maide, 8.)

"Kıst" Olarak Adalet

Kur'an-ı Kerim'de adaleti ifade eden diğer bir terim de "Kıst"tır: "Ey imân edenler,
kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak
adaleti ayakta tutun. (Onlar) İster zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah
onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer
dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan
haberi olandır. (4/Nisa, 135.) Ayet, en yüksek derecede ahlaki bir tutuma işaret
eder. Bu da, hak söz konusu olduğunda kişinin hem kendi, hem en yakınları aleyhine
şahitlikte bulunabileceğini belirtir. Bir insanın kendi aleyhinde şahitliği, başkasının
üzerinde hakkı olduğunu kabul edip itiraf etmesi, hakkı teslim etmesidir. Bu hiç
de kolay değildir. İnsan bunu yaparken nefsine ağır gelen bir şeyi yapar; ancak
bunu "Allah için" yapar. Bu yüksek ahlaki ilke çerçevesinde gerektiğinde çocuk,
anne-babası ve en yakınlarının aleyhinde de şahitlik yapmak durumundadır.

İsmail Hakkı Bursevi, burada çocuğun ebeveyni aleyhinde şahitlik etmesinin, onlara
itaatsizlik ve isyan manasına gelmediğini söyler. Hatta çocuğun ebeveyni aleyhinde
şahitlik etmekten kaçınması helal değildir. Bu hassas bir konudur; genel kabul gören
görüşe göre, çocuğun ebeveynin lehine veya anne babanın çocuğun lehine şahitlikte
bulunmaları kabul edilmez. Çünkü aralarında çıkar birliği söz konusudur. Bunlardan
birinin lehte şahitliği, sanki kendi lehine şahitlik gibidir. Önce kendi, sonra
anne-babası ve en yakınları aleyhinde şahitlik yapma cesaretini gösteren bir insan
başkaları aleyhinde de şahitlik yapmaktan çekinmez. Tarafların zengin veya yoksul
olması hiçbir şeyi değiştirmez. Ne zengin servetinden dolayı özel bir imtiyaza sahiptir;
ne yoksul, sırf yoksul olduğu için başkasına haksızlık yapma hakkını elinde bulundurmaktadır.
Ancak genelde insanlar ya korktukları için mütegalibe güçlerden veya maddi beklentileri
olduğu için zenginlerden, iktidar ve statü sahiplerinden yana eğilim gösterirler.
Bu eğilim adaletsizliğe, hak ve hukuk ihlallerine kapı açtığından, Allah her ne
olursa olsun, her hak sahibine hakkının teslim edilmesi gerektiğini vurgular. Bu
çerçevede şahitlik sadece hakka hizmet etmek üzere yapılmalıdır. Adalet, hak ve
doğruluk adına yapılan şahitlik, ahlak açısından yüksek bir meziyet, hukuk açısından
bir görevdir. Allah katında övülen insanların önemli özelliklerinden biri "Şahitliklerinde
dosdoğru davrananlardır." (70/Mearic, 33) Yalancı şahitlik ise ahlak açısından karakter
zaafı ve düşkünlük, hukuk açısından suçtur. İbn Hazm "Kötü bir kadın, önce onunla
düşüp kalkanın, bir yalancı şahit de lehinde şahitlik ettiği kimsenin gözünden düşer"
demiştir.

Aslında adaletin yerini bulması, gerçeğin ortaya çıkması ve hak sahibinin hakkını
elde etmesi için yapılan şahitlik, bazı kişilerin aleyhinde olsa bile, sonuç itibariyle
lehlerindedir. Çünkü bir Müslüman'ı haksızlıktan, zulüm yapmaktan vazgeçirmek veya
ona engel olmak onun lehinedir. Nitekim Allah'ın elçisi (s.a.v.) "Zalim de olsa,
mazlum da olsa kardeşine yardım et" buyurmuştur. Orada bulunanların "Ey Allah'ın
elçisi, kişi zalime nasıl yardım eder?" diye sorunca, "Onu zulmünden alıkoyarsın,
böylece ona yardım etmiş olursun" diye buyurmuştur (Buhari, İkrah, 7; Müslim, Birr,
62; Şahitlik ve kadının şahitliği için bkz. 2/Bakara, 282-283. ayetlerin açıklaması.)

Bütün bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, adalet, yerine getirilmesi gereken ahlaki
bir görevdir. Ancak bu görev soyut değildir; bu görevin hukuki ve sosyal boyutları
vardır: "Ancak adaleti yerine getirmeyeceğinizden korkarsanız." (4/Nisa, 3.) Bazen
arzu edilse de, adaletin tesisi "yerine getirilmesi zordur." (4/Nisa, 129.) Bu ifade
biçimleri, ahlaki görev olan adaletin, ulaşılması gereken bir ideal, mükemmel bir
durum olduğunu ima etmektedir. "Şu hâlde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun
gibi doğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Ve de
ki: Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adaletli davranmakla emrolundum.
Allah, bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin
amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda 'deliller getirerek tartışma (ya, huccete
gerek)' yoktur. Allah bizi bir araya getirip-toplayacaktır. Dönüş O'nadır." (42/Şura,
15.)

Adalet, övülen ahlaki bir görev olduğu gibi emredilen hukuki bir tutumdur. Bu
çerçevede ahlak ile hukuk ve dolayısıyla ahlak, hukuk ve din arasında ayırımlar
yapılamaz; bunlar üç ayrı özerk veya bağımsız alanlarmış gibi tasvir edilemez: "Şüphesiz
Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında
hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt
veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir." (4/Nisa, 58.) "Şüphesiz Allah, adaleti,
ihsanı yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden
ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz."
(16/Nahl, 90.)

Öz

Bu makalede zulmün karşıtı olarak "adalet" kavramının hangi anlamlarda kullanıldığı
gösterildikten sonra; adaletin "İsm-i adl" ile bağlantılı olarak bir kemal sıfatı
olduğu vurgulanmakta ve yüksek bir ahlaki erdem olarak adaletin, varlık hiyerarşisinde
her şeye, durumuna göre tamlık ve mükemmellik kazandırdığı çeşitli ayetlerle gözler
önüne serilmektedir.

Devamında adaletin tesisi için "eşitlik" kavramı irdelenirken bazen salt eşitliğin
adaletsizliğe yol açabileceği örneklerle ifade edilmekte ve "siyasi adalet" kavramı
üzerinde durulmaktadır.

Tarih boyunca farklı şekillerde tanımlanan adalet kavramı üzerinde çeşitli filozofların
ve düşünce adamlarının konu hakkındaki değişik fikirleri irdelendikten sonra adaletin
üç boyutu olarak "varlıkta adalet, fıtratta adalet ve hakkaniyet" üzerinde durulmaktadır.
Son olarak da Kur'an-ı Kerim'de adaleti ifade eden bir terim olarak kullanılan "kıst"
kavramı incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, İsm-i Adl, hukuk, eşitlik, kıst

Abstract

The author tries to indicate the usage of the concept of "justice" as an opposite
of atrocity and to explain various meanings of justice. Then, he emphasizes that
justice in relation with God's name of "the Just" is an epithet of perfection. Justice
as a high ethical virtue makes every being in the hierarchy of existence to attain
accuracy and perfection. This last issue is explained by the help of various verses.

Furthermore, the concept of "equity" and its role in the preservation of justice
are analyzed. The mere concept of equality may sometimes bring up injustice which
has been explained by many examples. Then, the concept of "political justice" is
clarified.

Justice as a concept has been defined in different forms by philosophers and
thinkers throughout centuries. After the analysis of these various thoughts, the
three dimensions of justice as 'justice in existence, justice in creation and righteousness'
are mentioned. Lastly, the concept of "kıst" which is used in the Qur'an as a term
denoting justice has been explained.

Key Words: Justice, Name of the Just, law, equity, kıst