The Apartment of Justice or Justice House and Tranquility

Peygamberleri, onlara şunu da söylemişti: Haberiniz olsun, O'nun hükümdarlığının
alâmeti, size o tabutun gelmesi olacaktır ki, onda Rabbinizden bir sekine/Musa ve
Harun ailelerinin bıraktıklarından bir bakiyye vardır. Onu melekler getirecektir.
Eğer iman etmiş kimselerden iseniz, bunda sizin için kesin bir ibret, bir alâmet
vardır.

Bakara Suresi, 248

Allah, müminlerin yüreklerine sekîneti
indirendir.

Fetih, 4

Sekinet, sükûn ve güven, rahat ve ağırbaşlılık mânâsına masdardır ki, nefisteki
telaş ve heyecanın kesilmesiyle meydana gelen ve kalp oturması, yürek ısınması,
gönül rahatı denilen huzur ve sükûn hâline veya onun kaynağına isim dahi olur.

Elmalılı Tefsiri, Fetih Suresi

Sonra Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevi'de getirip Hz.
Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına
düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm.
Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu İsm-i Âzamdan
bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:
yani "Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde
inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."

Lem’alar, s. 193

Bu şuâ, esmâ-i Rabbi'l-Âlemin'den
ism-i celilenin inkişafıyla Otuzuncu Lem'a
olan ve "Sekine" tabir edilen Hayyun, Ferdün, Kuddûsün, Adlün, Hakemun, Kayyûmun
esmâ-i azimesinin yedinci nüktesi olarak gayet mühim akâid ve delâil-i İslâmiyeyi
ve esrar-ı imaniyeyi hâvi bir risale olup, üç makam, üç meyve, üç muktazî, üç hüccet,
bir hâtime olarak tanzim ve tekmil edilmiştir.

İkinci Şûa, s. 848

Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti
itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye
onu Hâkim-i Âdil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı Âzam namıyla
bilir. Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle
tanır. Mutî ahali ona merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar Hâkim
derler. Daha bunlara kıyas et.

On Beşinci Söz, s. 70

Diğer bir bakış açısına göre Şekina, Sefirot'un sentezidir. Sefirot ağacında
'sağdaki sütun', Rahmet tarafını temsil ederken; 'soldaki sütun', Gazap yönünü temsil
etmektedir. Bu her iki tezahürü Şekina'da bulmaktayız. Hemen belirtelim ki, …Gazap'ın
Adalet'le, Rahmet'in ise Barış'la bir alakası kurulabilir. 'Şayet insan, günah işler
ve Şekina'dan uzaklaşırsa, Gazap'a bağlı güçlerin (Sârim) hakimiyeti altına girer.'
İşte o zaman Şekina, 'gazap eli' olarak isimlendirilir ki, bu bize derhal çok bilinen
bir sembol olan 'adalet eli' ifadesini hatırlatmaktadır. Aksine, 'şayet insan Şekina'ya
yaklaşırsa, kendisini azat eder ve Şekina bu durumda Tanrı'nın 'sağ eli'dir, yani
'adalet eli' bu durumda 'kutsama eli' olur. Burada söz konusu olan, 'Adalet Evi'nin
(Beyt-Din) sırlarıdır ki, bu da yüce manevi merkezin diğer bir ifadesidir.

R. Guenon, Alemin Hükümdarı, s. 23-24

Klasik İslami siyasal geleneğin temel felsefesi, Osmanlı siyasal literatüründe
sık sık "daire-i adliye" terimiyle ifade edilen ve İslam adalet kavramıyla örtüşen
eski Hind kökenli siyaset kavramında temellenir. Daire-i adliye terimini, "cihanın
adaletle duracağı, bunu devletin sağlayacağı, devletin ise bir hükümdara (melik)
ihtiyaç göstereceği, hükümdarın ordu olmadan iş göremeyeceği, orduyu ise ancak servetin
(mal) toplayabileceği, serveti reayanın sağlayacağı, reayanın da ancak adil hükümdar
sayesinde refaha ereceği" şeklinde özetlemek mümkündür.

Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, s. 77

Adliye örgütünün fiziksel olarak hizmet verdiği binalara Adalet Binası veya Dairesi
dendiğini biliyoruz. Çoğu kez kısaca "Adliye" olarak adlandırılan bu binalarda "adalet
hizmeti" verilir. Bu anlamda, mahkeme binalarını "adalet evi" olarak adlandırmak
yanlış olmaz.

Guenon, yazımızın başına koyduğumuz alıntıda İbranca "şekina", Arapça "sekine"
denilen kavramı Tevrat ayetlerine göre açıklarken dünyanın birçok yerinde benzerleri
bulunan adliye dairelerini kastetmiyordu kuşkusuz. Yine de Beyt-Din ile Adalet Evi'ni
birbirinin müteradifi olarak kullanması ilginçtir. Adaletin ancak bir Yol'un sevgi
(aşk) ile katedilmesi ve bu yolculuk sırasında Şeriat'in batını kadar haricine de
riayet edilmesi sonucunda ortaya çıkabileceği geleneksel dünya görüşünün doğal bir
sonucudur. Bu yolculuk ancak âlem ve dünyanın metafiziksel bir bakış açısıyla kavranması
durumunda anlaşılabilir.

Mısır, Kamboçya ve Meksika'daki piramitleri inceleyen bilim adamları, piramitlerin
coğrafi konumunu yansıtan haritalarla bu binaların yapıldığı tarihlerdeki gök haritaları
arasındaki bire bir eşleşmeye dikkat çekiyorlar. Piramitler, göksel burçların yersel
yansımasıydı. Kuşkusuz Eski Yunan'ın Mısır bağlantılı ilk filozofları, özellikle
Parmenides kanalından gelen geleneksel bilgiye sahip oldukları için eserlerinden
asırların tozu atıldığında aynı gerçeği yansıttıkları görülebilir. Ayrı bir çalışmanın
konusunu teşkil edebilecek bu paralellikler, insanların en azından geleneksel devirlerde
eserlerini göksel örneklere benzetmeye çalıştıklarını ortaya koyuyor. Mükemmel semavi
düzene riayet edileceğinin sözü, yıldız kümelerinin harita gibi yeryüzüne işlenmesinden
ibaret olan piramitlerle sembolleştiriliyordu.

Göklerde ve yerde tasarruf sahibi Allah'tır. Her şey O'nun isimlerinin gölgesinde,
O'nun sıfatlarının işlemesi ile şekillenip vuku bulur. Eylemlerinde nisbi bir serbesti
ve irade bulunan insanın müdahale edemediği gökkubbe, daha ziyade gaybi anlamlarla
yüklü "semavat"ın sembolü olması bakımından, eşyanın (şeylerin) iç yüzünü bilip
hakiki manalarına ulaşmakla gerçek kulluğu elde etmeye çalışan insan için eskiden
beri ibretli bir levha olmuştur.

İsm-i Azam'ı ifade eden ve yukarıdaki alıntılarda geçen Hayyun, Ferdün, Kuddûsün,
Adlün, Hakemun ve Kayyûmun isimlerinin toplamına "sekine" denilmesi kuşkusuz bir
rastlantı değildir. Guenon'un Tevrat yorumlarından çıkarttığı anlama bakıldığında,
durumun diğer tevhidi dinlerde de farklı olmadığını anlıyoruz. Adeta kainattaki
büyük ve akıl almaz faaliyetlerin tümünden ortaya çıkan o büyük denge ve huzur halini
ifade etmek üzere "sekine" kelimesi seçilmiş olmalıdır.

Allah'ın Rahmet'i, muhtaçlara ihtiyacı olanı vermekle adalet etmekte, adaletin
birinci şubesi olan "herkese ve herşeye hakkı olanın verilmesi" esası böylece tecelli
etmektedir.

Allah'ın verdiği hakkı tecavüz edenler ise, Celali isimlerin, özellikle de Kahhar
isminin tecellisine mazhar olmakta ve bu sayede adaletin ikinci şubesi de tahakkuk
etmektedir.

"Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün
levâzımâtını, bekasının bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz
bir adalet elini gösterir." (Sözler, Onuncu Söz, s. 28)

İnsan, tekvini ayetler adı verilen fenomenler aleminde tecellileri ile karşılaştığı
isimlerin gereklerine iradi olarak uymakla mükelleftir. Bu uyum gerçekleştiği oranda
kainattaki denge ve uyumun insanda tahakkuk etmesine tanık olunur.

"Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen" (Şeyh Galip)

Alemde adaletin tahakkuku doğrudan doğruya esmanın tecellileriyle vuku bulur.
Ama insanlar arası ilişkilerde adalet insanın doğru seçimde bulunmasıyla tahakkuk
edecektir:

"Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sâni tarafından
tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarîsiyle terakkîsini temin etmek için
bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir.
Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele
etmekte adalete muhtaçtır." (İşârâtü'l-İ'câz, -Bakara Sûresi, Âyet: 21,22- s. 1215)

"Muhkem/müteşabih" tartışmaları bir yana, Allah'ın sağ eli'nin Rahmet'i, sol
elinin Gazab'ı temsil etmesi İslami gelenekte de rastlanan bir olgudur. "Allah'ın
iki eli de yemin, yani sağ eldir" diyen Muhyiddin-i Arabi de "Rahmetim gazabımı
kuşatmıştır" kudsi hadisine atıfta bulunuyordu kuşkusuz.

Tapınaklarını ve kentlerini semavi düzenin sembolik yansıması olarak inşa eden
insanoğlu, semavi sekineti yeryüzünde sağlamak ödevine uygun biçimde adaletin tahakkukunu
ön plana çıkartan bir yönetim şeklini ortaya koymaya çalışacaktı kuşkusuz. Tarih
her ne kadar zulmün somutlaştığı yönetim şekillerine tanıklık etse de, her dönemde
semavi düzenin çağrısını dile getiren ve insanı doğru yola davet eden irfani geleneğin
temsilcileri olmuştur; onların olmadığı yerde dünya adaletten payına düşen en önemli
unsurdan yoksun kalacak, böylece kıyametin kopuşu gerçekleşecektir.

Mülkün Temeli Olan Adalet

Adliyeleri "adalet hizmeti verilen yer" olarak tanımladığımızda, "kamu hizmeti"
denilen daha geniş bir alanın alt birimlerinden birine sıkıştırılmış bir "adalet"
kavramıyla karşı karşıya kalırız.

Adliye binası, bu bina dışında cereyan eden adaletsizliklerin bertaraf edildiği,
dengesizliklerin dengeye kavuştuğu, zararların giderildiği, hakların teslim edildiği,
hüküm altına alınmış hakkın icra ve infaz edildiği bir mahaldir.

Bu mahalle girildiğinde, hatta daha girilmeden önce "Adalet mülkün temelidir"
vecizesiyle karşılaşırız. Kimilerince Hazret-i Ömer'e (r.a.) isnad olunun bu vecize,
yüzyıllar boyunca kültürel kireçlenmeler sonucunda deforme olmuş, farklı amaçlara
hizmet eden bir döviz şeklini almıştır. Bu bakımdan, vecizenin ilk kullanımında
ifade ettiği anlamı yeniden canlandırmak da mümkün gözükmemektedir.

Modern Türkiye Türkçesi'nde "mülk" kelimesi "malvarlığı" veya "mâmelek"in müteradifi
olarak kullanılmakta, hatta çoğu kez "emlakçılık" ıstılahında -ki mülk'ün çoğulundan
türetilme bir isim olan emlakçı da tarihte hiçbir zaman sahip olmadığı bir anlamla
son derece işlevsel bir ticari alana işaret etmektedir bugün- gayrımenkul (taşınmaz)
anlamına gelmektedir. "Filan yerde, denize nazır satılık mülkler…" kabilinden ilanları
hatırlamak yeterli olacaktır.

Mülk, belirli bir alanda otorite ve yetkeyi ifade eden bir deyim olarak, bu bölge
içinde yer alan malvarlığı değerlerini de kapsayacak biçimde, ama kuşkusuz çok daha
geniş bir egemenlik ve yaşama alanına işaret etmektedir. Nitekim "Mülk Allah'ındır"
denildiğinde de, Eşya Hukuku'nun alanına giren bir isimlendirme ile "şeylerin (eşyanın)
mülkiyetinin Allah'a ait olduğu" söyleniyor değildir. Mutlak Varlık veya Vacibü'l-Vücûd
olarak Allah'ın, mümkin varlıklar (mümkinat) âlemindeki varlıklar üzerindeki mutlak,
ortak kabul etmez, bölünmez ve parçalanmaz bir hakimiyeti haiz olduğu ifade edilmektedir.

Şu halde "Adalet mülkün temelidir" vecizesinin ifade ettiği ilksel anlam, yetke
ve sorumluluk alanı içinde görevini ifa eden bir amirin, temelini adalete dayandırmadığı
herhangi bir yetke veya otorite kullanımının hukuka aykırı ve gayrımeşru olmasıdır.
Bu anlamıyla "el-adl-ü esasü'l-mülk" sözü, "kamu gücünün temeli adalet olmalıdır"
anlamında anlaşılmalı ve Hukuk Devleti'nin temel ilkesi sayılmalıdır. Ne yazık ki
kamuoyu bu sözü, mülkü zarar gören veya gasbedilen kimsenin, Adliye veya Adalet
Binası'nın kendisine vereceği yazılı bir ilamla (hüküm) mülkünü yeniden elde edeceğinin
veya vaki tecavüzün men' olunacağının veciz bir ifadesi gibi anlamak eğilimindedir.

Bu anlamıyla "Adalet mülkün temelidir" sözünün işlevsel olarak "Berlin'de hakimler
var" sözüyle paralel bir etkinlik alanının olduğunu söyleyebiliriz. Dicle kenarında
kaybolan bir koyunun hesabının sorulacağı bir hilafet merkezine duyulan güvenin
bir benzeri, Kral Büyük Friedrich'e karşı dava açan Sanssouci lehine hükmeden Berlinli
hakimlere karşı da duyulmalıdır. Nitekim Karlsruhe'deki Alman Anayasa Mahkemesi
beklentilerin aksine karar verdiğinde basında "Berlin'de hâlâ hakimler var" türünden
başlıklar atılmaktadır.

Buna karşılık, "Adelet mülkün temelidir" sözünün sağladığı kutsal korunma alanının
"hak ve özgürlükler alanı"ndan çok, bizatihi Adliye Binası'nı ve o binayı kuranları
çelik kalkanlarla korumaya aldığını söylemek çok mu yanlış olurdu? Nitekim bu korunma;
adliyenin örgütlenmesinden, Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun yapılanmasından
tutunuz da, hakimlere karşı açılacak tazminat davalarının, muhtemel davacıları caydıracak
biçimde birtakım özel prosedürlere bağlanması, hatta davayı kaybetmenin cezai yaptırıma
bağlanması gibi çeşitli şekillerde tezahür etmiştir.

Bu yüzden, adaletin soyut tanımları üzerinden yapılacak çalışmaların her ne kadar
son derece saygın karşılanması gerekirse de, "adalet"in sorunlarını daha somut bir
çerçevede tartışmanın gerekliliğine inanıyorum. Politik ve kültürel yüklerin ağırlığı
altında deformasyona uğradığı kesin olan "adalet" deyiminin mümkün olduğu kadar
bu yüklerden arındırılması ve adaleti fiilen ifade ettiği kabul olunan düzenleme
ve uygulamaların teraziyi hangi yöne doğru bastırdığının ortaya çıkartılması insanlar
için daha yararlı olacaktır kuşkusuz.

Elbette böyle bir yöntem izlemenin, soyut adalet idesine hiç vurgu yapılmayacağı
anlamına gelmesi beklenmemelidir. İnsan kendinde adaletin ölçüsünü zor da olsa bulabileceği
manevi bir yapıya sahiptir ve bu yapı sesini vicdan olarak duyurmaktadır. Temelde
denge ve eşitliği ifade eden adalet kelimesi, denge ve eşitliğin bozulduğu insani
ilişkilerde olayın taraflarıyla şahitlerinde vicdani bir kanaatin öne çıkmasına
hizmet eden bir duygu olarak da teşhis edilebilir. İnsanda ve dolayısıyla tabiatta
içkin bir adalet idesinin varlığına itiraz etmek gibi bir amacımız bulunmuyor bu
yüzden. Tersine, insanda bu derece basit bir mekanizmayla tezahür eden adalet duygusunun
çeşitli kültürel formlara büründürülmüş, resmi formülasyonlara dökülmüş, son derece
çeşitlilik arzeden kalıplara taksim edilmiş ifadelerle bulanıklaştırılması ve varlık
hikmetinin zıddına işleyen bir noktaya çekilmesine karşı mücadele etmenin bir yöntemi
olarak bu kültürel kodları mümkün olduğunca deşifre etmek gerektiğine inanıyoruz.

Yazımıza adalet binasıyla başlamış olmamızın, yukarıda bazı ipuçlarını verdiğimiz
yönteme uygun hareket etmenin bir sonucu olduğu ifade etmek gerekiyor. Adalet binası
deyiminin, adalet dediğimiz şeyin -o şey her ne ise- o binada dağıtıldığını tekelci
bir baskıyla ifade ettiği yeterince açıktır sanırız. Oysa adaletin asıl "mülk'ün
kullanımında" temel alınması gereken bir şey olduğunu açıklamıştık.

Adaletin adalet binasında dağıtılıyor olması, adalet ihtiyacı içinde olanın o
binaya gelmesini gerekli kılar. Adalet binasındaki hakimler, adaletin dağıtılmasındaki
temel aktörler olarak, bu binaya gelerek "adalet talebinde bulunan" kimselere adaleti
dağıtırlar. Ama belki zorunlu belki de keyfi veya sadece tarihsel şartların zorlamasıyla
bu binanın içine girmenin ve hakimden adalet talebinde bulunmanın giderek karmaşıklaşan
biçim ve kalıplara büründüğünü görüyoruz.

Henüz hakimlerin karar verme mekanizmalarına girilmemişken, daireden içeri girmenin
bile çeşitli formlara tabi kılınmasının, "mülkün temeli"ni sarstığı ve adaletten
uzaklaştırdığı apaçık bir gerçektir. Birçok gerekçe sıralanarak, bu olgunun bir
zorunluluk olduğu ileri sürülebilir kuşkusuz; hatta adalet dairesinden içeri girmenin
ve bu daireden bir hak talebinde bulunmanın katı kurallara bağlı olmasının anarşi
ve kargaşayı önlemek için başvurulabilecek yegane yol olduğu da ileri sürülebilir.
Ne var ki, tüm bu kanıtlamalar, kapısından içeri girilmesinin bile zorlaştırıldığı
bir adalet evinin giderek adaleti dağıtma işlevini yitireceği gerçeğini gözlerden
uzak tutmaya yetmez.

İster bir şikayet isterse bir dava açmak biçiminde tezahür etsin, adliye dairesinden
içeri girmek çoğu kez ancak bir avukatın yol göstericiliği altında, çeşitli süre
ve şekil şartlarına uyulması, yargı harçlarının yatırılması ve "usulüne uygun" ama
"gayrı resmi" giderlerin karşılanması şartına bağlı kılınmıştır. Böylesine karmaşık
bir prosedürün içerisinde başarılı yol alınabilmesi, ancak ve ancak yetkin bir avukatın
yardımı ile söz konusu olabilir. Doğal olarak böyle bir avukatın istihdam edilebilmesi
bakımından tarafların her zaman eşit silahlarla donatılması mümkün değildir. Mali
gücün yüksekliği oranında adliyelerin kapalı dil kodlarını kırmak, kendini ifade
etmek şansı yükselir. Buna karşılık maddi gücü az olan, hatta hiç olmayan kimselerin
bu duvarlar karşısında şansları çok azdır. Yasa koyucunun hiç değilse formel olarak
bu eksikliği telafi etmek üzere kurduğu adli yardım (müzaheret) kurumunun pratikte
fazla çalışmadığı da bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla, tek tek bireylerin kapısından
içeri girmekte bile yabancılık çekecekleri adliye binası önünde haklarını savunabilmek
için donanımlı hukukçuların yardımına muhtaç olmaları, onları henüz adalet dağıtımı
işinin başında önemli bir dengesizliğe, eşitsizliğe savurmaktadır. Zayıf, işin başında
mağlup başlayacaktır.

Hukuksal yardım konusundaki silah eşitsizliği bir yana, adalet evinde konuşulan
dilin yabancılığı karşısında "taraflar"ın konukseverlik ihtiyaçlarını gidermeleri
için sahip oldukları yegane araç, yani avukat dahi bizatihi yabancı kalabilmekte,
böylece mülkün temeli giderek sulandırılmaktadır. Kendilerine özgü jargonları, ortak
lojmanlarında geliştirdikleri itiyadları ve Yüksek Mahkemeler bürokrasisiyle aralarındaki
özel ilişki dolayısıyla geliştirdikleri özel dil sebebiyle çoğu kez yargının üçlü
sacayağından birini teşkil eden avukatlık kurumu dahi karşısında taştan bir duvar
bulabilmektedir. Adaleti ancak bu özel jargonlara nüfuz ederek talep etmek durumunda
kalan avukat, kâh donandığı yetkilerin yetersizliğinden, kâh bu jargonu öğrenmesi
için gerekli olan açıklığın sağlanamamasından dolayı müvekkilinin hakkını bihakkın
arayabilecek bir konuma gelememektedir.

Yargısal kararların özenli ve düzenli bir biçimde yayınlanamaması, bağımsızlığı
Anayasa güvencesi altına alınmış olan hakimlerin 'merkez'le sıkı bağımlılıktan bir
türlü kurtarılamaması, hepsi Ankara'da konumlanmış olan yüksek yargı kurumlarının
doğal olarak siyasetin dolaysız etkisi altında kalmaları ve nihayet mali haklarının
yetersiz olması sebebiyle bir yüksek mahkeme başkanının "cüzdanla vicdan arasına
sıkışmak" ifadesine muhatap olmaları, Adalet Evi'nin temelinden adalet'i kaydıran
unsurların başında gelmektedir.

Bu yazıda detaylarına girme imkanını bulamadığımız Adalet Evi'nin temel sorununun,
hukuk devletinin "el-adl-ü esasü'l-mülk" biçimindeki temel ilkesine işlerlik kazandırılması
olduğu anlaşılmaktadır. Bu temel kurulmadıkça dünyada bir "sekine" de mümkün olmayacaktır.

Öz

Adliye örgütünün fiziksel olarak hizmet verdiği binalara Adalet Binası veya Dairesi
dendiğini biliyoruz. Çoğu kez kısaca "Adliye" olarak adlandırılan bu binalarda "adalet
hizmeti" verilir. Bu anlamda, mahkeme binalarını "adalet evi" olarak adlandırmak
yanlış olmaz.

Bu yazıda; tevhidi dinlerde, kainattaki büyük ve akıl almaz faaliyetlerin tümünden
ortaya çıkan büyük denge ve huzur halini ifade etmek üzere kullanılan ve Risale-i
Nur'da da İsm-i Azam'ı ifade eden "sekine" kelimesi ile adalet arasındaki ilişki
gözler önüne serilmekte ve "Adalet mülkün temelidir" sözü yorumlanarak Adalet Binası'nda
adaletin dağıtımıyla ilgili temel problemlere değinilmektedir.

Sonuç olarak Adalet Evi'nin temel sorununun, hukuk devletinin "el-adl-ü esasü'l-mülk"
biçimindeki temel ilkesine işlerlik kazandırılması olduğu ifade edilmekte ve "Bu
temel kurulmadıkça dünyada bir "sekine" de mümkün olmayacaktır." denilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, adliye dairesi, yargı, hakim, sekine, mülk

Abstract

We know very well that the buildings in which the justice department physically
works are called Justice Building or Apartment of Justice. Almost, these are called
shortly as "Adliye", and in these buildings, the judiciary service has been undertaken.
Therefore, to name these court buildings as "house of justice" does not seem to
be inappropriate.

This article tries to demonstrate the relationship between justice and the concept
of tranquility (sekine). This concept derives from the whole unintelligible and
great activities in the universe in all of the divine religions to underline the
state of great equilibrium and peace. It is also used in Risâlei Nur to denote the
Greatest Name. Additionally, the idiom of "Justice is the basis for the true government"
has been commented in order to stress the main problems by the distribution of justice
in the Justice Building.

In conclusion, the basic problem of the House of Justice should be seen as the
practice of the constitutional state in order to execute the basic principle of
"justice is the basis for the true government". Unless this basic is not built up,
then it is impossible to reach the stance of tranquility (sekine) in this world.

Key Words: Justice, the house of justice, trial, judge, tranquility, true government