Human Beings as Subject to Right and Duty

İnsan Nedir?

Kur'ân âyetleri ile bunlara dayalı yorumlardan, mânevî tekâmül yolculuğunu belli
noktalara ulaştırmış Allah kullarının tecrübe ve müşâhedelerinden anlaşıldığı üzere
insan, yalnız beden ve maddeden ibâret olmayıp, "beden, nefis ve rûh" üçlüsünden
oluşmuş, bir yönü ile yere ve toprağa ait, diğer yönü ile de semâya ve madde ötesi
kutsal âlemlere ait müstesnâ bir varlıktır. Yaratılması ve dünya hayatı Allah'a
kulluk içindir, kulluk imtihanını kazanmak üzere, yaşadığı müddetçe Rasûl'ün (s.a.v.)
izinden yürüyerek kendini geliştirmek, ebedî hayat ve mutluluğunu kendi irâdesi
ve imkânları ile hazırlamak içindir.1 Bu özellikleri, aynı zamanda, İslâm'da insanın
değeri konusunda da yeterli bilgi ve fikri vermektedir. İnsanın gerek bedenî ve
gerekse mânevî yapısının, bilhassa donanım ve kabiliyetler açısından ele alındığında,
İslâm'da ne denli değerli olduğunu ifade eden daha başka delil ve açıklamalar vardır:

a) Allah Teâlâ yarattıkları içinde yalnızca insana, önemli bir bilgi kaynağı
olarak akıl ve bir yandan fazîlet, diğer yandan sorumluluk mesnedi olarak irâde
vermiştir.

b) Ahlâkî sorumluluğu da ihtivâ eden emaneti Allah Teâlâ göklere ve yere teklîf
etmiş, bunlar yüklenememiş, ama insan yüklenmiştir.2

c) Özellikleri ve kâbiliyetleri sebebiyle yeryüzünde halîfe olmaya insanı lâyık
gören Yaratıcı, meleklerin -nefsini terbiye edememiş insanlarda görülecek kötülükleri
ileri sürerek- tereddütlerini bildirmeleri üzerine, "bunda yalnızca Kendisinin bildiği
sır ve hikmetlerin bulunduğunu" ifade buyurmuştur.3

d) Yaratıcı, insanların babası Âdem'e bütün isimleri öğretmiş, böylece insanlara
kâinatı tanıma ve bildiğini ifade etme imkânı bahşetmiştir.4 Allah Teâlâ, Âdem'e
verdiği bu bilgiyi ve kâbiliyeti meleklere tanıtmış, onlar kendilerinde bunun bulunmadığını
görüp itirâf ederek insanın yaratılması ve halîfe kılınmasındaki ilk hikmeti idrâk
etmişlerdir.

e) Mutlak hikmet sahibi Yaratıcı, Âdem'i yaratınca, meleklere hitaben ona secde
etmelerini buyurmuş, bütün melekler Âdem'e secde etmişlerdir.5 Burada secde ibâdet
olarak yine Allah'adır; çünkü O emrettiği için yapılmıştır; ancak insanın namzet
olduğu yüceliğe ve kemâle meleklerin dahi saygı göstermelerinin istenmesi, insan
için ölçüsüz bir şereftir.

f) İnsanı insan yapan rûh ve nefsin, dünya hayatında kulluk imtihanını verebilmek,
insan için takdir buyrulmuş olan kemâl noktasına ulaşabilmek için bedene ihtiyaçları
vardır. Bu sebeple insanın bedeni, yaşarken de, öldükten sonra de değerlidir, saygıya
lâyıktır ve hakları vardır. İbâdet bedeni zayıf düşürmeye, uzuvları sakatlamaya,
acı ve güçlüğe sebep olmayacaktır; böyle bir ihtimâl bulunduğunda ruhsatlar, kolaylıklar
devreye girer, bedene zarar verdiği hâlde azimette (ruhsatsız ibâdette) ısrar günahtır.
Fark gözetilmeksizin bütün insanların bedeni dokunulmazdır, bedene zarar verilmesi
hâlinde kısas ve tazminât şeklinde konmuş cezâlar vardır, ana rahmine düştüğü andan
itibaren insanın varlığı (hayatı) korunur, hayata yönelik suçlar için caydırıcı
cezalar öngörülmüştür, insan öldükten sonra cesedi itinâ ile yıkanır, kefenlenir,
namazı kılınır, incitmeden defnedilir, kazıda çıkan insan kemikleri saygı ile mezara
defnedilir, bedenin sahibi olan insan veya (ölümü hâlinde) yakınları izin vermedikçe
ve bu izne ek olarak önemli bir fayda ve zarûret bulunmadıkça hiçbir kimse, insanın
bedeni ve cesedi üzerinde tasarrufta bulunamaz.

g) İnsanın maddî ve mânevî üstün vasıfları, değeri ve kâbiliyetleri sebebiyle
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:6 "Biz gerçekten insanı değerli (mükerrem) kıldık,
onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine rızıkların iyilerinden verdik ve onları,
yarattıklarımızın çoğundan kat kat üstün kıldık."7

Fert ve Şahsiyet

Ferdiyetçi düşünce ve sistemler ferdin hak ve hürriyetlerine öncelik vermişler;
bu konudaki aşırılık ise, bencillik, sömürü ve anarşi doğurmuştur. Toplumcu ve devletçi
düşünceler, sistemler ise sömürü ve anarşiyi önleyelim derken ferdin hürriyet ve
kişiliğini yok etmiş, insanı madde boyutuna hapsetmişlerdir. Bu aşırı ve karşıt
düşünceler, uygulamalar birbirine tesir etmiş, tez, antitez, sentez sürecinde ortaya,
önce siyâsî ve hukûkî, sonra iktisâdî ve sosyal yönleriyle "insan hakları" kavramı,
düzenlemeleri çıkmıştır.

İslâm'ı, aşırı ferdiyetçi veya toplumcu sistemlerden birinin içine koymak mümkün
değildir. İslâm ferd-devlet (ve toplum) ilişkilerinde dengeyi öngören, şahsiyetçi
bir sistem oluşturmuştur. İnsanda yaratılan nefis, biri kudsî ve ilâhî (rûh), diğeri
hayvânî ve beşerî iki temel eğilim arasında güdü, duygu, heyecan, akıl ve irâdesi
ile bir yön bulmaya çalışır, her bir nefis kendine mahsus bir şekil ve renge bürünür,
böylece standart bir insan (fert) olmaktan çıkarak kişi (şahıs) olur, şahsiyet kazanır:
"De ki, herkes kendi şahsiyetine (şâkilesine) göre davranır, kimin yolunun daha
doğru olduğunu en iyi bilen Allah'tır."8 Ferdiyetçiliğin hedefi mutlak hürriyettir,
şahsiyetçiliğin hedefi ise mânevî tekâmülü sağlamaya, dünyaya geliş maksadını gerçekleştirmeye
yarayacak ve yetecek kadar hürriyettir.

"Yaşamak belirli bir şekil ve niteliğe, varolan ve duyulabilen bir kişiselliğe
sahip olmaktır. Sayısız canlı şekle sahip olan bu 'varolan ve duyulabilen kişisellik'te
hakiki Zât, vücudunun (varlığının) sonsuz zenginliklerini belli eder. Bununla beraber
her biri gözünü, kendi imkânlarının doğmasına dikerek ve kendi hakimiyetini arayarak
ferdiyetlerin ortaya çıkması, hâliyle ve çaresiz olarak peşisıra yüzyılların korkunç
mücadelesini sürükler… Kişiliğin derinleşip aynı zamanda hata ve kötülük imkânlarını
açan şahsiyet hâlini aldığı insanoğlunda, hayat faciâsı duygusu daha şiddetli bir
şekil alır. Ancak hayatı bir zât veya benlik olarak kabûl etmek, bunun bitimliliği
ve geçiciliğinden doğan bütün eksiklikleri de kabûl etmek anlamına gelir. Onun için
Kur'ân-ı Kerîm diyor ki, şahsiyet öyle ağır bir emânettir ki, bunu kaldıramayacaklarını
gökler ve dağlar bile söylemişlerdi, ama insanoğlu kendini tehlikeye atarak bu ağır
yükü kaldırmayı kabûl etti."9

"İnsanın akıbeti ne olursa olsun o, kişiliğini asla kaybetmeyecektir. Kur'ân-ı
Kerîm'e göre insanın en büyük mutluluğu kişiliğini ve geçiciliğini (fânîliğini)
yitirmesi değildir. İnsanın bitmeyen mükâfatının (ecrun gayru-memnûn) anlamı, nefsini
kontrol etme yegâneliği ve bir benlik olarak faaliyetinin daha da gelişmesi ve gücünü
arttırmasıdır. Hatta Kıyâmet Günü'nden hemen önce meydana gelecek olan evrensel
imhâ manzarası bile, tam bir nefis terbiyesi almış olan ego veya benliğin, mükemmel
sükûnet ve metânetini zerre kadar etkilemeyecektir.10 Belli ki bu şekilde müstesnâ
olacak kimseler, benlikleri en çok terbiye görmüş ve zirveye ulaşmış kişiler olacaklardır.
Bu gelişmenin kemâline, ancak her şeye egemen olan ego ile doğrudan temas hâlinde
olduğumuz zaman bile kendi öz kişiliğimizi ayakta tuttuğumuz takdirde erişebiliriz."11

"Varlığın kuvvetli ve sabit bir düğümü olarak insan vücûdu biyolojik canlılığın
üzerinde apaçık bir gerçek olarak kendini ortaya koyar, fakat o ne tam bitkisel,
ne de tam hayvansaldır; vücut yaşar ve varlığın kaba, işlenmemiş mevcudiyetini aşar,
bir oluşa doğru gider. Olurken de şahsiyet kazanır; yani eşyadan seçilip ayrılır,
kendi zâtının, şahsının şuuruna ulaşır. İnsan nasıl fizyolojik yapısı icabı nefes
almak mecbûriyetinde ise, fizyolojiden gelmeyen bir zarûretle de şahsiyetini tamamlamaya,
ilâhî irâdeyi dînî hareketlerle tatmine ve Allah'ın bize çizdiği yolu izlemeye kendini
mecbur hisseder…"

"İslâm şahsiyetçiliği şahsı ilk veri (donné) olarak düşündüğünden onu rûhî bir
'monade' kabûl etmemiştir. Şahıs bütünlüğe ermiş bir varlıktır; yaşayan bir madde,
akılla donatılmış bir vücutta var olan bir rûhtur. Rûh ve şahıs birbirinden ayrı
da olsalar, bir bütünün parçası, zarfın mazrufu (içindeki) gibidirler. Dînî karakterde
olmasına rağmen İslâm şahsiyetçiliği, evleviyetle rûha veya tersine, vücûda üstünlük
tanıyan her teolojiyi reddeder. İnanmak, her şeyi ile bağlanmak demektir. Bununla
beraber sözkonusu bağlanma, ferdin sadece mânevî iklimine tâbî değil, aynı zamanda
toplumun ve bütün insanlığın içinde yaşadığı maddî, objektif şartlara da bağlıdır.
İnsanla, âlemin geri kalanı arasında, insan şahsı lehine işleyen bir gâiyet (finalite)
hüküm sürmektedir. Allah âlemleri, eşya ve varlıkları insan için yaratmıştır."12

"İçinde insanın, tüm insanların kişisel ve politik hayatlarının her hareketi,
Allah'ın varlığı ve eylemi tarafından oturtulmuş ve bu gerçek ilk ve eksiksiz toplum
biçimi (ilk örnek İslâm toplumu); içinde insanın aşkın boyutundan, kendi yapısı
içinde bile soyutlanmadığı ve her insanın bütün diğer insanların geleceğinden kişisel
olarak sorumlu olduğunun içten duygusuna sahip olduğu bu toplum, kendi içinde, ölmekte
olan Batı uygarlığının iki hastalığını aşma vaadini taşır:

a) İnsanın aşkın boyutunu gözönünde bulundurmayarak, bilimi bilimciliğe, tekniği
teknokrasiye, politikayı Makyavelizme çevirdiği için, amaç yokluğundan sonu umutsuzluğa
varan pozitivizmi.

b) Sonu herkesin herkesle savaşına ve 'korku dengelerine' varan bireyselciliği."13

İslâm'da yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait bulunduğu için "emir ve hüküm" çerçevesine
giren "hak ve vazife" belirleme işi de Allah'a aittir. Hak ve vazifeyi belirleme
işini bir fert veya zümre, yahut da toplum yerine Allah'ın üzerine almış bulunması,
bir tarafa öncelik ve ağırlık verilerek diğer tarafın ezilmesini, haksızlığa uğramasını
önlemektedir. Adâlet herkese hakkını vermek, dengeyi sağlamaktır. Allah Teâlâ haksızlığı
kendine de, kullarına da haram kılmış ve pek çok âyette adâleti emretmiştir.

İslâm ferdi ve toplumu ayrı ayrı tanımış, muhâtap almış, karşılıklı durumlarını,
hak ve vazifelerini belirlemiş, her iki tarafın şahsiyet ve hukûkunu korumuştur.

Ferdî sorumluluk konusunda şu âyetler dikkat çekicidir:

"Her insanın amelini boynuna doladık. Bunu kıyâmet gününde onun önüne, açık olarak
bulacağı bir kitap şeklinde çıkarırız. (Ve şöyle deriz): Kitabını oku, bugün sana
hesap sorucu olarak kendin yeter(sin). Doğru yolu seçen ancak kendisi için seçmiş
olur, doğru yoldan sapan da ancak kendi zararına sapmış olur. Hiçbir suçlu, başkasının
suçunu yüklenmez (herkes kendi ettiğinin cezâsını çeker). Biz bir peygamber göndermedikçe
cezâ verici değiliz (kanunsuz cezâ olmaz)."14

"Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve
size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Sizin üzerinizde ortaklarımız
sandığınız şefââtçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz…"15

Şu âyetler de İslâm toplumunun yapı ve özelliklerini ortaya koymaktadır:

"İşte böylece, sizin insanlara şahit olmanız, Rasûl'ün de size şahit olması için,
sizi örnek bir ümmet kıldık…"16

"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği
emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız…"17

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'ân'a, İslâm'a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın.
Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın; hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz
de, O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun lûtfu ile kardeş kimseler olmuştunuz…
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın…"18

İnsanın ferdî sorumluluğunu yerine getirebilmesi için hak ve hürriyete ihtiyacı
vardır; bundan sonraki bahiste görüleceği üzere İslâm bunu ferde eksiksiz olarak
vermiştir. Bunun yanında, İslâm toplumunun yapısı ve özellikleri gereği ferdin de,
topluma yönelik vazife ve sorumlulukları vardır:

a) İlgili âyetlere ve hadîslere göre Müslümanlar kardeştir, birbirine kenetlenmiş
yapı taşları gibidir; bir vücûdun, bir yeri ağrıyınca diğer yerleri de rahatsız
olan organları gibidir; bir gemide yolculuk eden, birileri gemiye zarar vermeye
kalkışınca bunu önlemezlerse hepsi birden batacak olan yolcular gibidir. Toplumun
fertleri birbirine ne doğrudan, ne de misilleme olarak zarar verebilirler…

b) Toplumda iyiliği (ma'rûfu) emretmek ve yaşatmak, kötülüğü (münkeri) menetmek
ve ortadan kaldırmak, fert, toplum ve devlet olarak Müslümanların vazifesidir ve
İslâm'ın içtimâî bir sembolüdür. Kur'ân-ı Kerîm bu vazîfeden kaçınmayı, içtimâî
sorumluluktan kaçma, isyan ve hakkı çiğneme olarak vasıflandırmış, böyle yapan toplumların
acı akıbetlerinden söz etmiştir.19

c) Ferde ve topluma verilen haklar insanların fert ve toplum olarak menfaat ve
ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamaktadır. Ancak menfâat ve ihtiyaçların çeliştiği,
çatıştığı da bir gerçektir. Toplum veya bir grup için menfâat (mesâlih) olan bir
şey, fert veya başka bir grup için zarar (mefâsid) olabilir. Eğer haklar ve menfaatler,
fertlerin ve grupların istek ve arzularına göre verilirse çatışma, dengesizlik ve
haksızlık kaçınılmaz olur. "Eğer hak, onların arzularına tâbî olsaydı gökler, yer
ve buralarda bulunanların düzenleri bozulur, altüst olurdu."20 "Beşerî arzularını
(hevâsını) tanrı edinmiş ve (böylece) Allah'ın kendisini saptırmış bulunduğu kimseyi
doğrunun bilgisine sahip mi görüyorsun!"21 Bu sebeple Allah Teâlâ hakları, insanların
beşerî arzularına, şahsî menfâatlerine göre değil, adâlet ve denge prensiplerine
göre tevzî etmiştir; bunu yaparken insanlara hakkın az, yetersiz, buna karşı yükümlülüğün
ağır ve sıkıcı gelmesine değil, ferd ve toplum hayatının denge ve düzen içinde yürümesine
bakmıştır.22

d) İman ve ibâdet sırf Allah'ın kulları üzerindeki hakkı olduğu gibi, insanlar
arası veya insan-eşya arası ilişkilerde söz konusu olan hak ve borçlarda da Allah'ın
hakkı vardır. Bunlardan sırf kula ait olan hakları -ki bunlara da Allah verdiği
için kul sahip olmuştur- alıp almamakta insan serbest olabilir (meselâ bir insan,
diğerindeki alacağından vazgeçebilir). Başkasının ve toplumun kişi üzerindeki veya
kişinin toplum üzerindeki hakları aynı zamanda Allah hakkı olduğu için borçlunun
onlara riâyet konusunda serbestliği yoktur.23 Böylece topluma karşı ferdin, ferde
karşı toplumun hakları ilâhî hukûkun koruması altına alınmış olmaktadır.

e) İnsanlara ait ödev ve yükümlülüklerin bir kısmı ferdîdir, teker teker kişilere
aittir (aynî farz), bir kısmı da topluma bırakılmış, birilerinin yapması istenmiştir
(kifâî farz). Bir toplumun, ilâhî muradı gerçekleştirme, yaratılış hikmetleri doğrultusunda
gelişme için muhtaç oldukları her âlet, kurum, kuruluş, faaliyet, düzenleme… -ferdin
yükümlülüğü dışına taşınca- ikinci neviden yükümlülük olur. İslâm toplumunda her
ferd, bu yükümlülüğün toplumda yerine getirilip getirilmediğini kont-rol ve takip
etmek durumundadır; çünkü getirilmediği zaman (ülkede doyurulmayan aç, giydirilmeyen
çıplak, tedâvi edilmeyen hasta, eğitim ve öğretim verilmeyen insan, savunulmayan
sınır, önlenmeyen haksızlık, tepki görmeyen ahlâksızlık ve hayâsızlık, yolsuzluk,
susuzluk… bulunduğu müddetçe) bütün fertler bundan teker teker (aynî farz gibi)
sorumlu hâle gelmektedirler.24

f) İnsanlara, maddî ve mânevî değerleri tehlikeye düştüğünde meşrû müdâfaa hakkı
verilmiş, korumak için başka çare kalmadığında (zarûret hâlinde) başkalarının haklarına
el atıp, az zararla çok zararı giderme imkânı tanınmıştır. Meselâ açlıktan ölme
durumunda olan bir şahıs, kendisinde fazla yiyecek bulunduğu hâlde vermeyen şahıstan
bu yiyeceği rızâsına bakmadan alabilir ve hayatını kurtarır. Burada hayat ve menfâatleri
birbirine eşit iki şahıs söz konusu idi. Toplumun ihtiyaç ve menfâati ile ferdin
menfâati çatıştığı zaman ise genellikle toplum menfâatine öncelik verilmiştir; İbn
Abdisselâm'ın (v. 669/1262) deyişiyle "… bir hayatı kurtarmak için diğerinin malını,
rızâsına bakmadan almak caiz olur da binlerce insanın hayatını kurtarmak için bu
caiz olmaz mı?"25 Kamu yararı ve ihtiyacı gerekli kıldığında devletin, yabancı kadınla
evlenmek gibi bazı mübâh (helâl) şeyleri yasaklaması, önemli şahısların seyâhatlerine
kısıtlama koyması (Hz. Ömer, büyük Sahâbeden bazılarının Medîne'yi terk etmelerini
izne bağlamış, devletin kendilerine muhtaç olduğunu bildirmiştir), stokçuluğu ve
sun'î fiyat artışlarını önleyici tedbirler alması ve müdâhalelerde bulunması, gerektiğinde
vatan müdâfaası, sosyal adâlet gibi ihtiyaçları karşılamak üzere varlıklı kimselerden
vergi alması bu prensibe bağlanmıştır.26

Öz

İnsan, yalnız beden ve maddeden ibâret olmayıp, "beden, nefis ve rûh" üçlüsünden
oluşmuş, bir yönü ile yere ve toprağa ait, diğer yönü ile de semâya ve madde ötesi
kutsal âlemlere ait müstesnâ bir varlıktır. Yaratılması ve dünya hayatı Allah'a
kulluk içindir.

Bu makalede öncelikle maddi-manevi olarak üstün donanıma ve kabiliyetlere sahip
olan insanın İslâmca ne denli değerli olduğu delilleriyle ortay konulmaktadır. Devamında
fert- şahsiyet ilişkisi ele alınarak ferdiyetçi düşünce ve sistemlerin ferdin hak
ve hürriyetlerine öncelik verdiği; bu konudaki aşırılıkların ise, bencillik, sömürü
ve anarşi doğurduğu ifade edilmekte, İslâm'ın ise ferd-devlet (ve toplum) ilişkilerinde
dengeyi öngören, şahsiyetçi bir sistem oluşturduğu gözler önüne serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Hak, ödev, insan, fert, şahsiyet

Abstract

Human being does not consist of body and substance, but of the trinity of "body,
self and soul". Thus, it belongs on the one hand to the earth and soil, and on the
other hand, to the heavens and the metaphysical holy cosmos. For this reason, it
is an exceptional being. The aim of its creation and its life in this world should
seek for the worship to God.

This article primarily puts forward the evidences of the value of human being
in Islam who possesses many high material-moral features and competences. Then,
it goes on discussing the relationship between individual and personality. The individualist
thought and systems precede the individual rights and freedom. However, they lead
to emerge egoism, exploitation and anarchy in extreme cases. The author tries to
show that Islam puts forward an equilibrium in the relationship between individual
and state (and society), and constitutes an individualist system.

Key Words: Right, duty, human being, individual, personality

Dipnotlar

1. Zâriyât: 51/56; En'âm: 6/165; Hûd: 11/7; Mülk: 67/2.

2. Ahzâb: 33/72.

3. Bakara: 2/30.

4. Bakara: 2/31.

5. Bakara: 2/34; A'râf: 7/11.

6. İsrâ: 17/70.

7. İnsanın değeri hakkında bkz. İkbâl, İslâm'da Dînî Düşüncenin Yeniden Doğuşu,
İst. 1984, s. 28-36, 113-125, 133, 159-169, 247; Garaudy, 20. Yüzyıl Biyografisi,,
s. 20.

8. İsrâ: 17/84.

9. Ahzâb: 33/72.

10. Zümer: 39/68.

11. İkbâl, age., s. 123, 161.

12. Lehbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, İst. 1972, s. 43, 87.

13. Garaudy, age., s. 260.

14. İsrâ: 17/13-15.

15. En'âm: 6/94.

16. Bakara: 2/143.

17. Âl-i İmrân: 3/10.

18. Âl-i İmrân: 3/103, 105.

19. Mâide: 5/78-80.

20. Mü'minûn: 23/71.

21. Câsiye: 45/23.

22. Şâtıbî, el-Muvâfakât, Kahire, nşr. Dırâz, c. II, s. 39, 40, 179.

23. Age., c. II, s. 179, 180.

24. Age., c. II, s. 176-180.

25. İzzuddîn b. Abdisselâm, Kavâ'idu'l-ahkâm, Kahire, 1968, c. II, s. 188.

26. Ferd-devlet ilişkisi için bkz. F. Osmân, en-Nizamu's-siyasî…, s. 417; 133-146,
185, 194; Dr. Abdulhamîd Mutevellî, Mebâdiu nizâmi'l-hükm…, İskenderiyye, 1978,
s. 323, 337; Garaudy, age., s.126-130; Dr. M. el-Kutb, el-İslâm ve Hukûku'l-insân,
Kahire, 1984; Prof. Dr. Hatemi, İnsan Hakları Öğretisi, s. 159, 184, 227, 300; Dr.
H. Fevzî, en-Neccâr, Kahire, ts., s. 92; İkbâl, age., s. 119, 123, 133, 161.