Human Rights in Ottoman Empire

Tarihin uzak dönemlerinden beri, insan haklarının farklı topluluklarda
farklı şekillerde korunmaya çalışıldığı bilinmektedir. Kendi hakkını koruma hususunda
fazla bir şey yapamayan kimselerin haklarını korumaya yönelik faaliyetler, her zaman
önemini korumuştur. Bu durum, Osmanlı Devleti döneminde farklı müesseselerce yerine
getiriliyordu. Biz, konu ile Osmanlı uygulamasına geçmeden önce, tarihteki uygulamaya
kısaca temas etmek istiyoruz.

Bazı devlet görevlilerinin, şu veya bu şekilde halka karşı yaptıkları haksızlıkları
ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan ve günümüz hukuk anlayışına
göre istinaf mahkemesi, istisnaî mahkeme, temyiz, danıştay, ağır ceza mahkemesi
veya adalet bakanlığı gibi terimlerin karşılığı olarak kullanabileceğimiz "Mezâlim",
insan haklarının korunmasında büyük bir rol oynamıştı. Özellikle halkın şikâyetlerini
dinleme ve bir manada onu devlete karşı koruma hususunda küçümsenmeyecek bir hizmet
ifa etmişti. Uzun tarihî bir geçmişe sahip olan mezâlimin, Pers (İran) ve hatta
Câhiliyye dönemi Araplarına kadar uzandığı belirtilmektedir. Nitekim, "Umre" yapmak
üzere Yemen'den Mekke'ye gelen ve zulme uğrayan bir adamın şikâyeti üzerine Mekke
ileri gelenleri, Abdullah b. Cud'an'ın evinde, bu neviden haksızlıkları ortadan
kaldırmak için bir toplantı yaparlar. Bu toplantıda, o sıralarda henüz yirmi beş
yaşında bulunan Hz. Peygamber de vardır. Haksızlıkları önlemek gayesiyle yapılan
bu toplantıya "Hilfu'l-Fudûl" adı verilmişti. Mâverdî, fâzıl ve iyi insanların yemini
anlamına gelen Hilfu'l-Fudûl'a dayanarak onun Câhiliyye dönemindeki bir çeşit mezâlim
olduğuna kanidir.1

Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren bünyesinin ve şartların gerektirdiği
değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti, sağlam temeller üzerine bina
edip geliştirdiği ve kemâl mertebesine ulaştırdığı müesseseleri vâsıtasıyla uzunca
bir hükümranlık dönemi geçirme imkânını buldu. Devletin hayatiyet sırlarını teşkil
eden ve onu, Anadolu'nun diğer beyliklerine göre daha uzun ömürlü yapan unsurlardan
biri de şüphesiz ki, insan haklarına riayet ile hoşgörü adını verdiğimiz anlayıştır.

Kuruluşundan itibaren Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Şer'i Hukuku
hem nazarî, hem de amelî bir şekilde uygulayan Osmanlı Devleti,2 bu anlayışını devletin
bütün sistem ve organlarında da devam ettiriyordu. Zira bu devlette din asıl, devlet
ise onun bir fer'i olarak görülüyordu.3 Bu bakımdan Osmanlı Devleti'nin dinî, adlî,
ekonomik ve sosyal hayatının buna göre organize edilmiş olması normal karşılanmalıdır.

İslâm'ı kabul etmesiyle yepyeni bir hayat anlayışına intibak ettiğini bildiğimiz
Müslüman Türk dünyası, bağlı bulunduğu bu yeni dinin emirlerine uygun olarak insan
ve hatta hayvan haklarına riayeti bir emir telakki ediyordu.

İşte böyle bir anlayıştan hareketle Osmanlı Devleti, gerek dindaşı olan Müslüman
insanların haklarını, gerekse idareleri altında bulunan gayr-i Müslim vatandaşlarının
dinî hak ve hürriyetlerini korumada titizlik gösteriyordu. Bu konuda arşiv belgeleri,
şer'iyye sicilleri, piskopos mukataası kalemi defterleri, gayr-i Müslim cemaatlere
ait genel defterler ile her gayr-i Müslim topluluğa ait müstakil defterler, Osmanlı
yöneticilerinin bu haklara ne denli riayet ettiklerine şahitlik etmektedirler.

Üç kıta üzerinde 10-50 derece kuzey enlemleri ile 10-60 derece doğu boylamları
arasında uzanan Osmanlı Devleti, saha ve toprak genişliği itibariyle bir kıta görünümünde
olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebaasının (vatandaşının) ırk, din,
dil, mezhep, kültür gibi çok farklı bünyelere sahip bulunmasına rağmen onları, dünya
devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare edebilmişti.4 Özellikle,
ulaşım teknolojisi bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkânsızlıklar
içinde bulunan o asırların dünyasında, bunca farklı sosyal ve kültürel yapıya sahip
insanları idare etmek ve tamamının bir arada insanca yaşamasını sağlamak zannedildiği
kadar kolay değildi.

Osmanlılar döneminde insan hakları, birbirinden ayrı gibi görünen ve farklı isimlerle
anılan müesseselerce korunmakta idi. İster devlet adamları tarafından haksızlığa
uğramış olsun, ister ticarî hayatta bir şekilde aldatılmış olsun, insanlar bu neviden
sıkıntılarını çeşitli mercilere götürebilirlerdi. Bu merciler arasında Divan-ı Humâyun,
Meşihat makamı (Şeyhülislamlık), normal mahkemeler (Şer'î Mahkemeler), ihtisâb ve
ahilik gibi teşkilatları zikredebiliriz. Görünüşte resmî hüviyete sahip olan ve
böyle bir sıfat taşıyan bu kuruluşlar, aslında konu üzerinde ne denli titizlikle
durulduğunun en güzel delillerinden biridir. Önceleri haftada dört gün toplanan
ve öncelikle halkın problemlerini görüşen Divân'ın faaliyetlerinden burada bahsedecek
değiliz. Bununla beraber "İhtisâb" gibi bazı teşkilatlar ile şahısların bu konulardaki
faaliyetlerine kısaca temas etmek istiyoruz.

Yukarıda belirtilen kuruluşların yanında, günümüzün ifadesiyle sivil toplum örgütü
diye isimlendirebileceğimiz bir müessese daha vardır ki, o da, sıkıntıya düşen insanların
yardımına koşan vakıflardan başkası değildir. Bu kurumlardan başka, topluma dinamik
bir ruh aşılayan ve onu kendiliğinden bazı faaliyetlere sevk eden dinî bazı emirlere
de burada işaret etmeliyiz. Nitekim İslâm dünyasında ihtisâb teşkilatının kurulmasına
vesile olan bu emirler sayesinde toplumun her ferdi, gördüğü kötülük ve haksızlığı
ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Çünkü onun inandığı Kitab ve kendisine bu Kitab
gönderilen Peygamber, onu böyle bir harekete teşvik ediyordu. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in
"emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker",5 başka bir ifade ile iyiliklerin yapılmasını
emretmek, kötülüklere de mani olmak diye tercüme edebileceğimiz bu emirden başka,
Hz. Peygamber'in "Sizden birisi işlenen bir kötülüğü gördüğü zaman onu eliyle ortadan
kaldırsın, buna gücü yetmiyorsa kalbiyle ona buğz etsin…"6 şeklindeki emirlerdir.

Müslümanlar, gerek örnek olarak verdiğimiz bu iki emir, gerekse benzer başka
emirlere uygun hareket etmeyi dinî bir vazife telakki ediyorlardı. Bu sebeple gerek
fert bazında, gerekse toplum bazında haksızlığa maruz kalan herkese yardım etmeyi
ve onların haklarını korumayı dini bir sorumluluk olarak kabul ediyorlardı. Bu ve
benzer emirler, toplumda öyle bir dinamizm meydana getirmişti ki, haksızlığa uğrayan
herkes, kendine arka çıkacak ve yardım elini uzatacak bir kesim buluyordu.

Türk tarihinin uzun ve uzun olduğu kadar da haşmetli bir dilimini kapsayan Osmanlı
Devleti'nde, birbirinden bağımsız pek çok müessese ve bu müesseselerin temsilcileri
durumunda bulunan pek çok kişi, insan haklarını koruma hususunda gayret sarf ediyordu.
Nitekim Taşköprîzâde İsameddin Ahmed Efendi'nin beyanına göre daha kadılığı zamanında,
Yıldırım Bâyezid'in (1389-1402) cemaatle namaza devam etmemesinden dolayı şahitliğini
kabul etmeyen Molla Fenârî, ibadetlerinde kusur eden kimsenin insan hukukunun gözetilmesi
gereken yerlerde de dikkatsiz olabileceğini düşünerek mahkeme salonunda, Yıldırım
Bâyezid'in şahitliğini kabul edemeyeceğini söyler. Böylece Molla Fenârî'nin şahitlik
konusunda bile adalet ve dolayısıyla insan haklarını korumaya çalıştığı7 anlaşılmaktadır.

Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim, Osmanlı padişahları içinde en sert olanlardan
birisidir. Burada tafsilatına girmeyeceğimiz bir sebepten dolayı, Hazine-i Âmire
muhafızlarından 150 kişinin katline karar verir. Bu iradeyi doğru bulmayan Şeyhülislâm
Zenbilli Ali Cemalî Efendi, böyle bir cezanın adalet ve şeriata aykırı olduğunu
söylemek suretiyle 150 kişinin idamına engel olur.8

Zaman zaman, bazı hükümdarların fevri düşüncelerinin sonucu olarak gayr-i Müslim
tebaaya karşı, dinî baskı temayülleri bizzat Osmanlı din adamları tarafından engellenmeye
çalışılmıştır. Böyle bir uygulamanın dinî olmadığı kendilerine hatırlatılmıştır.
Nitekim Hammer, şöyle bir olaydan bahseder.

Yavuz Sultan Selim'in bir emrine karşı, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin
Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanları kurtarması şöyle olmuştur.

Padişahın, bir gün durup dururken dünyayı fethetmek mi, yoksa bütün milletlere
İslâmiyet'i kabul ettirmek mi daha iyi ve hayırlı olacağı şeklindeki sorusuna, Zenbilli
Ali Cemalî Efendi, ikinci şıkkın, yani insanları Müslüman yapmanın daha iyi olacağını
söyler. Bunun üzerine hükümdar, topraklarındaki kiliselerin câmiye çevrilmesini,
Hıristiyan ayinlerinin yasaklanmasını ve Müslüman olmak istemeyenlerin idam edilmelerini
emreder. Beklemediği bu sonuç karşısında Şeyhülislâm Ali Cemalî Efendi, dönemin
Vezir-i Azam'ı Pirî Mehmed Paşa ile anlaşarak Rum Patriği'nin maiyeti ile birlikte
Edirne'de huzura kabul edilmesini sağlar. Bu kabulde Patrik, Fâtih Sultan Mehmed'in
İstanbul'u fethettiği zaman Hıristiyanlara serbestiyet tanıdığını ve hiçbir kimsenin
zorla Müslüman edilemeyeceği taahhüdünde bulunduğunu ileri sürmüştü. Fakat bu müsaade
ve taahhüdü muhtevi ferman, bir yangında yandığından fetihte hazır bulunmuş olan
üç ihtiyar yeniçerinin şehâdetine müracaat edildikten sonra Yavuz Sultan Selim bu
konudaki emrini geri almak zorunda kalmıştı.9

Osmanlı devlet yapısının insan hak ve hürriyetlerini koruyacak bir özelliğe sahip
olduğu daha önce de ifade edilmişti. Gerçekten Osmanlılar, idareleri altında bulunan
milletlerin iç yapılarına (din, örf, âdet, gelenek vs.) müdahale etmezlerdi. Bu
yüzden azınlıkların muhtariyeti, günümüz dünya ülkelerindeki muhtariyetten daha
fazla idi. Herkes, kendi dininin icaplarını en ufak bir engelle karşılaşmadan yerine
getirebiliyordu. Şark Ortodoks Mezhebi'ndeki Hıristiyanların can ve mal güvenliği
emniyet altında idi. Onlar, her şeyleri ile tamamen Patriğe bağlı idiler. O, piskoposları
azledebiliyor, suç işleyen Hıristiyanları cezalandırabiliyordu. Nitekim 14 Cemaziyelahir
1016 (6 Ekim 1607) tarihli İstanbul, Galata, haslar ve Üsküdar kadılarına gönderilen
bir hükümden bu husus açıkça anlaşılmaktadır.10 Keza 17 Cemaziyelahir 1222 (22 Ağustos
1807) tarihli başka bir arşiv belgesi11 Tur-i Sina keşiş ve rahiplerinden bahsederek
bunların, dindaşlarından sadaka toplayabilmek için memleketi dolaşabileceklerini,
kendilerinden bâc, harac vs. gibi isimlerle herhangi bir vergi alınmayacağını, ayrıca
hiçbir yetkilinin bunlara müdahalede bulunamayacağını ortaya koyar.

Osmanlı Beyliği, fethettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak onların dinî, örfî ve
sosyal yapılarına karışmayarak düşünce ve vicdan hürriyetine saygı gösterdiği gibi,
ağır vergiler altında ezilmiş bulunan gayr-i Müslim tebaasından belli bir vergi
(Cizye)12 almakla yetinerek mevcut kanunlara aykırı olarak keyfî hiçbir muameleye
müsaade etmiyordu. Böyle bir uygulamadan dolayı Osmanlı Türklerinin süratle ilerlemeleri
ve fethedilen bölge halkının bu yeni idareyi kendi dindaşlarının idarelerine tercih
etmelerinin sebebini anlamak kolaylaşır. Bu konuda ilk Osmanlı kaynaklarında (Âşık
Paşazâde, Neşrî) epey bilgi bulunmaktadır. Keza 1355 yılında Osmanlılara esir düşmüş
olan Selanik Baş Piskoposu Gregory Palamas'ın mektubu da bu durumu açık bir şekilde
ortaya koymaktadır.13

Konuyu daha fazla uzatmamak için Osmanlı ihtisâb teşkilâtının sadece köle ve
cariye haklarını koruma hususunda gösterdiği titizliğe kısaca temas etmek istiyoruz.
Bilindiği gibi Osmanlı ihtisâb teşkilâtı, insan ve hatta hayvan haklarına gelebilecek
her türlü haksızlığa mani olmak ve bunlara sebep olanları cezalandırmak gibi çok
geniş bir yetkiye sahipti. Zira Kanunnâmenin dili ile "fi'l-cümle bu zikr olunandan
gayrı her ne kim Allahu Teâlâ yaratmıştır mecmuını muhtesib görüp gözetse gerektir"14
denilerek muhtesibin her konuda yetkili olduğuna işaret edilmektedir.

İslâm hukukuna göre köle ve cariyeler, insanî haklarından fazla bir şey kaybetmiş
sayılmazlar. Bu sebeple kendilerine her ne şekilde olursa olsun haksızlık yapılamazdı.
Köle satın alan bir kimse onu kendi çocukları gibi gözetip terbiye etmek zorunda
idi. Bu bakımdan köle ve cariyeyi yiyeceksiz, içeceksiz ve giyeceksiz bırakmak yasak
olduğu gibi, onları zor şartlar altında çalıştırmak da yasaktı. Sosyal yapı olarak
toplumun en alt seviyesinde olan ve özellikle Batı ülkelerinde hiçbir hakka sahip
olmadıkları bilinen kölelerin, Osmanlı toplumunda pek çok hakları ve bu hakları
korumakla görevli müesseseler bulunmakta idi. Bunun içindir ki köle, kendisine haksızlık
eden veya onu insanî haklarından mahrum eden efendisini muhtesibe şikâyet edebilirdi.15

Muharrem 1220 (3 Nisan 1805) tarihli ve esirci denilen köle satıcılarının hareket
ve davranışlarını bir kanuna bağlayan nizamnâmeye (yönetmelik) göre köle alım satımı
ile uğraşan esnaf, gerek kendilerine ait olan, gerekse satılmak üzere yanlarına
verilen köleleri dövmeyecekler, onlara karşı her türlü şiddet ve sertlikten uzak
bulunacaklardı. Ayrıca onları, durumları iyi bilinmeyen ve nasıl insanlar oldukları
belli olmayan kimselere de satamayacaklardı.16

İslâm anlayışının hakim bulunduğu Osmanlı cemiyetinde, kölelik müessesesinin
bu dinin emir ve yasaklarına göre tanzim edileceği bir gerçektir. Binaenaleyh, Osmanlı
Devleti'nde bu müesseseyi dinden ayrı mütalaa etmek mümkün değildir. Nitekim biraz
önce sözü edilen nizamnâmeye göre esir pazarı ile esirler (köleler), ehl-i ırzın
haremi kabul edilmekte ve ilgililerin buna göre davranması gerektiği belirtilmektedir.

İstanbul'daki esir pazarından bahseden yabancı bir yazar, Osmanlı esir pazarları
hakkında genişçe bilgi verdikten sonra, "Yanık direk (Çemberlitaş) yakınında kurulan
İstanbul'un esir pazarı, sıkı bir şekilde kontrol edilirdi. Erkeklerin üstü başı
temiz tutulup insanca muamele yapılırdı. Kadınlardan sadece kaba işler için satılan
zenci köleler açıkça satışa çıkarılır, güzel ve beyaz esireler dikkatle gizlenirdi."17
diyerek Osmanlı esir pazarlarını bir tablo canlılığı ile gözlerimizin önüne sermek
ister. Aynı yazar, kaynak belirtmeden köleleri idare eden kanunun onları beş gruba
ayırdığını belirttikten sonra "kölelerin çok az hakları olduğu için mes'uliyetleri
de azdı, hafif cezaya çarptırılırlardı…." der.

Öz

Tarihin uzak dönemlerinden beri insan haklarının farklı topluluklarda farklı
şekillerde korunmaya çalışıldığı bilinmektedir. Kendi hakkını koruma hususunda fazla
bir şey yapamayan kimselerin haklarını korumaya yönelik faaliyetler, her zaman önemini
korumuşlardır. Bu durum, Osmanlı Devleti döneminde farklı müesseselerce yerine getiriliyordu.

Bu makalede insan haklarını koruma hususunda tarihteki uygulamalara kısaca temas
edildikten sonra Osmanlı Devleti'deki uygulamalar gözler önüne serilmekte ve bu
bağlamda "İhtisâb" gibi bazı teşkilatlar ile şahısların bu konulardaki faaliyetlerine
değinilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, insan hakları, mezalim, ihtisab

Abstract

It is well known that human rights have been protected in different societies
in various ways from the ancient times on. For the weak and poor people, who can
not protect their rights by themselves, the protection has been fulfilled by state
authorities in the past. A number of institutions in the Ottoman period played the
same role as protector of human rights.

In this article, the author touches shortly on the historical applications in
order to protect human rights. After that, Kazıcı tells us the Ottoman practice
with special reference to some institutions as 'İhtisab' and to the activities of
different persons in this context.

Key Words: Ottoman, human rights, oppression, ikhtisab

Dipnotlar

1. el-Mâverdî, Ebu'l Hasan Ali b. Muhammed b. Habip, el-ahkâmu's-Sultaniyye,
Beyrut 1978, s. 78-79.

2. Ömer Lütfi Barkan, "Osmanlı İmparatorluğu Teşkilât ve Müesseselerinin Şer'îliği
Meselesi", İÜHF Dergisi, (1945) XI /3, 209.

3. Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü'l-Beyân fî Kavanin-i Âl-i Osman, Bibliotheque
National (Paris) Ancien Fonds Turc, nr. 40, vr. 134 a.

4. Geniş bilgi için bk. Şinasi Altundağ, Osmanlı İmparatorluğunun Vergi Sistemi
Hakkında Kısa Bir Araştırma, Ankara 1947, s. 189.

5. Kur'an, Âl-i İmrân 110, 114; Tevbe, 71.

6. Müslim, Kitabu'l-iman 20; Tirmizî, Fiten 11; Neseî, İman 17.

7. Taşköprizâde İsameddin Ahmed Efendi, eş-Şakaiku'n-Nu'maniyye, Beyrut 1975,
s. 19.

8. Geniş bilgi için bk. Taşköprîzâde, age., s. 175; Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti
ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1999, s. 235.

9. Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, trc. M. Ata, İstanbul 1330, IV, s. 255-256.

10. BOA. Mühimme Defteri, nr. 71, s. 9.

11. BOA. C. Adliye, nr. 125.

12. Osmanlılarda Cizye hakkında geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, "Osmanlı Devletinde
Cizye" Kubbealtı Akademi Mecmuası (1987), III.

13. Daha geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri
Tarihi, s. 57-62.

14. Geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul
1998, s. 46-47.

15. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul
1969, IV, 57; Louis Gardet, La Cite Musulmane, Paris 1961, s. 73.

16. BOA. C. Zaptiye, nr. 465.

17. Raphaela Lewis, Osmanlı Türkiyesinde Gündelik Hayat, trc. Mefkure Poroy,
İstanbul 1973, s. 73, 77.