Looking for Human Rights through the path from the Conscience
to State

Hakkın Tanımı

Tanzimat dönemi sözlüklerinden Lugat-ı Naci'de "hak" kavramı "insan üzerine lazım"
diye tanımlanıyor. (Muallim Naci, 1995) Eşref-i mahlukat olan insan ile hak kavramı
birbirini nasıl tamamlıyorsa; "haklara tecavüz", "hakkı çiğneme", "hakkı ortadan
kaldırma" vb. şekillerde hak ihlallerinin ve sorununun da yine insanla birlikte
ortaya çıkması bir o kadar düşündürüyor. Hak ve hürriyetler açısından günümüzün
can çekişen dünyasında insanı öncelemeyen, insanı öteleyen sistemlerin kıskacında
insan haklarını tartışmak anlamlı olsa da, sonuçları itibariyle tatmin edici olmayabilir;
çünkü Batı'ya endekslediğimiz bu arayışların somut adımları olarak kabul edebileceğimiz
insan hakları sözleşmeleri ve beyannameleri ile dünya bu hususta bir arpa boyu yol
alabilmiştir. Asr-ı saadetin hak ve hürriyetler açısından ortaya koyduğu pratiklerin
çok uzağında kalan İslam dünyası için de durum hiç iç açıcı değildir; ancak hak
ve hürriyetleri tam manasıyla yaşamak isteyen insanların ve toplumların her geçen
gün çoğalarak ve güçlenerek ilgili dinamikleri harekete geçirdiğini görmek insan-insanlık
onuru açısından sevindiricidir.

Mehmet Altan bir yazısında dünyada 11 Eylül'ün, bizde de 12 Eylül'ün ruhunu ve
özünü kapitalizmin belirlediğini yazıyordu. Hak ve onun çoğulu olan hukukla ilgili
tartışmaların çoğu kez rant, hubbucah, ikbal hesapları ya da devletçi söylemler
etrafında tıkanması bu görüşü destekliyor.

Kapitalizmin ya da materyalizmin temel ilkesi Şerif Mardin'in deyimiyle "daha
isteriz" yahut "more" (daha ver)dir. (Mardin, 1999, s. 345) Bediüzzaman'ın literatüründe
bu durum "hel min mezîd" (daha yok mu) şeklinde ifade edilir. "İnsan, hırs ile bütün
dünya ona verilse, "hel min mezîd", diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine
binler adamın zararını kabul eder." (Nursi, Mektubat, s. 318) Hayat prensiplerini
"Komşusu açken tok yatan bizden değildir" yerine "hodgamlık"la ve görenek belasıyla
"daha yok mu, daha fazla isteriz" üzerine kuran toplumlar "daha iyi bir araba, daha
büyük ev, daha çok elbise, daha çok para" istedikçe sosyal buhranların, değişik
şekillerde tezahür eden zulümlerin yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda Bediüzzaman
bir başka yerde de bütün beşeri ihtilallerin, fesatların, ahlak-ı rezilenin, zulüm
ve haksızlıkların iki kelimeden kaynaklandığını ifade ederek aynı noktaya dikkat
çekiyor. Bunlar, "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne" ve "sen
çalış ben yiyeyim"dir. (Nursi, Sözler, s. 286) Mardin, zararlarına dikkat çektiği,
yukarıda bahsettiğimiz bu materyalist prensibin yerine "istisnasız herkesin insani
potansiyelini ortaya çıkarmaya yönelmiş bir cemiyet"i öneriyor. "Şimdiye kadar hürriyetten
çok bahsedildi, ileride müsavat konusunun tartışma mevzuu olacağı anlaşılıyor, biraz
da 'uhuvvet'ten bahsedilsin." (Mardin, 1999 s. 348) "Ben-biz, uhuvvet-hodgamlık,
hırs-kanaat, şefkat-zulüm, sevgi-adavet, hak-batıl" karşılaşmalarında insani potansiyelini
ön plana çıkaran insan ya da toplum "erdemli toplum (medine-i fazıla)" açısından
bir adım öne geçiyor ve ideal bir toplumun örneklerini sergiliyor. Bu yönüyle meselenin
en önemli kısmı insanda düğümlenip kalıyor. Meselenin diğer bir düğüm noktası ise
gelenekçi yapımızda gizli. Devletin bekası üzerine endeksli, ferdin yerine devleti
ve sistemi önceleyen devletçi geleneğimiz, her hak ve özgürlük arayışını ve isteğini
tehdit olarak algılayan resmi tavır, 31 Mart fobisinin doğurduğu semptomatik yaklaşımlar,
devlet aklının belirlediği dayatmacı düzenlemeler "insan hakları" isteğinin çoğu
kez siyasetle, sistemle ve geleneksel yapıyla çatışması sonucunu doğuruyor.

Bu çalışma, hak meselesinin öncelikle vicdani bir mesele olduğunu savunmakta
ve günlük plan ve politikalarda ve hatta uyum yasalarında ortaya çıkan yasal düzenlemelerden
ziyade meselenin vicdanlarda yapılacak inkılaplarla çözülebilecek insani bir mesele
olduğunu vurgulamakta; bu bağlamda Bediüzzaman'ın hukuk ve adalet anlayışından yola
çıkarak pratik çözümler önermektedir.

İnsan ve Vicdan

İnsan: Eskiler Şeyh Galip gibi, "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen" diyerek insanı tebcil ederlerdi. İnsan bu alemin
özüdür, kainatın göz bebeğidir. İnsan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül
etmek için gönderilmiş, kendisine verilen cami istidat sayesinde yeryüzüne halife
kılınmış müstesna bir varlıktır. "Denilir ki, insan küçük alemdir, kainatta ne varsa
insanda vardır. Tek tek her insan bir alemdir. Güneşin ışığı, ayın nuru, gecenin
karanlığı, havanın inceliği, suyun berraklığı, dağların yoğunluğu, aslanın cesareti,
eşeğin sabrı, domuzun hırsı, karganın ihtiyatı, tilkinin kurnazlığı ve daha bunun
gibi ne varsa, insanda mevcuttur. İnsan ruh ve bedenden meydana gelmiş bir bütündür,
kendisine akıl ve dil verilmiştir. Dış yüzü duyularla süslenmiştir, içi de takva
ile… İnsan himmetini kullandığı yöne göre melek de olabilir hayvan da. İnsanlık,
insana mahsus olan zati faziletlerin bütünüdür. İnsanlık kelimesinin taşıdığı mana
ahlak ile güzel hareketlerden ibarettir." (Gökyay, 1982) İnsanın mahiyeti ve yaradılış
gayesi ile ilgili fikir beyan eden Kur'anî bakış açısına sahip aklı selim, hep aynı
noktada buluşuyor. Bediüzzaman da bu hususa, insanın ala-yı illiyyin esfel-i safilin
gelgitlerine, dikkat çekerek insani potansiyelimizin ortaya çıkarılmasının önemine
değinir. İnsan kendisine verilen yeteneklerini ve sınır konulmayan duygularını (kuvve-i
şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye) doğru kullanırsa ala-yı illiyyin derecesine
çıkıp meleklerden daha üst seviyelere ulaşacak ve bu imtihan meydanındaki görevini
hakkıyla yerine getirmiş olacaktır. Aksi halde esfel-i safilin çukurlarında zelil
olacaktır. (Nursi, Sözler, s. 289) Akif'in de insana yüklediği anlam diğerlerinden
farklı değildir: Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen/"Muhakkar bir vücûdum!"
dersin ey insan, fakat bilsen… Senin mâhiyyetin hatta meleklerden de ulvîdir,
(M. Akif, Safahat, 59/2, 1987) Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:/Zeminlerden,
semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,/Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî.
(M. Akif, Safahat, 59/4,5,6., 1987) Musaggar cirmin amma gâye-i sun'-i İlâhîsin;/Bu
haysiyetle pâyânın bulunmaz, bî tenâhîsin!/Edîb-i kudretin beytü'l-kasîd-i şi'ri
olmuşsun. (M. Akif, Safahat, 59/7-8-9, 1987) Nasıl dersin ya "Pek mahdûd bir cirmim"
tutarsın da./Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mahzharsin:/Tekâlifin emânet-gâhısın
bir başka cevhersin. (M. Akif, Safahat, 60/30, 1987)

Hak-zulüm bağlamında ahsen-i takvim suretinde yaratılan insanın en yüksek mertebe
ile en alçak çukur arasındaki gel-gitlerini şöyle de gösterebiliriz.

Ala-yı illiyyin tarafına olan yöneliş insanın gerçek mahiyetine bürünmesine yol
açıyor. Bu meyanda adaletin ve hakkaniyetin gerçekleştiğini görüyoruz. Tam tersine
bir yöneliş ahlak-ı seyyienin hadsiz inkişafına yol açıyor, insan insani özelliklerinden
uzaklaşarak Nemrudlar, Firavunlar derecesinde zalimleşiyor. Her türlü zulüm ve haksızlık
da bu sahada meydana geliyor. (Nursi, Mektubat, s. 318)

Vicdan: "İnsanın içindeki iyiyi ve kötüyü ayırt etme duygusu" olarak tanımlayabileceğimiz
vicdan din ve inanç kelimeleriyle de özdeşleştirilir. "Vicdan aklın korkunç denilebilecek
süratli gelişimi ve hareketliliği karşısında bir fren, bir denge vazifesi görmediği
takdirde sadece aklın tekamülü, yükselttiği insanlığın ve şerefinin ayaklar altına
düşmesinin, yok olmasının da amili haline gelir." (İslam, 1977, s. 44) Akla yer
vermeyen vicdan hareketsizlik demektir. Buna karşın vicdanın emniyet freninden mahrum
akıl da freni olmayan bir vasıta gibi, gittikçe artan süratiyle kendi sonunun felaketinin
sebebi olabilir. (İslam, 1977, s. 44) Bediüzzaman, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi'nin
bir beytine nazire olarak söylediği, "Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?/Çalış,
vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten! beytinde vicdanı faziletin kaynağı olarak
gösterir ve vicdan var oldukça faziletin de ortadan kaldırılamayacağını ima eder.
Dikkat çektiği bir diğer husus da imanla donanmış bir faziletin istibdadı ortadan
kaldıracağıdır. "İmanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat
da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir." (Nursi, Lem'alar, s. 175)

Kirlenmiş bir toplumdan şikayet edip temiz bir toplum isterken tefessüh etmiş
vicdanlarımızdan söz etmiyoruz. Başkasının evinin önündeki çöplerden şikayet ederken
kendi evimizin önünü süpürmek aklımızın ucundan geçmiyor. Bize yapılan bir haksızlık
karşısında feryad ederken, başkasının uğradığı zulüm ve haksızlıklara karşı kılımız
kıpırdamıyor. Çağımızın "hel min mezid" dünyasında "kirlenmiş devlet, kirlenmiş
toplum" üzerinde bir çok felsefi, sosyolojik, psiko-sosyolojik değerlendirmeler
yapıyor, nedenleri üzerinde makaleler düzüyoruz. Çoğu kez insan-vicdan-fazilet olgusundan
uzak bu değerlendirmelerle, çeşitli istatistiki verilerle sıkıntının büyüklüğüne
dikkat çekiyoruz. Adaleti istiyoruz, adalet arıyoruz; ama harika bir sanat eseri
olan kendi vücudumuzdan başlayarak işlerimizde adil davranmıyoruz. Bu yüzden olmalı
ki hiçbir değerlendirmemiz, Bediüzzaman'ın vicdanı, fazileti ön plana çıkaran, kendi
nefsimizi ıslah etmeden ne başkasını ne de toplumu ıslah edemeyeceğimiz şeklindeki
görüşleri kadar anlamlı ve etkili olmuyor.

Bu hususta, Gazalî'nin yaklaşımının da bu yönde olduğunu söyleyebiliriz. Gazalî'ye
göre muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Yani insanlar
nefislerinde ne derece adaletli iseler siyaset ve muamelatta da o derece adaletli
olurlar. İnsanlar ferdî olarak nefislerinde adaleti kurmadıkça cemiyette adalet
kurmak mümkün değildir. Adaleti nefislerde, muamelatta ve siyasette olmak üzere
üç sahada kurmak lazımdır. (İmam Gazalî, 1995, s. 91)

İnsan temsil yeteneği ile birlikte, güzel ahlakın da gereği olan fazilet, adalet
gibi değerleri içselleştirip hayata geçirdiği oranda toplumun da bu değerlerden
faydalanarak fazıl bir toplum olmaya doğru yöneleceğini kabul etmek ve bunun oluşmasını
sağlayacak tedbirlere yönelmek gerekir. Şikayet ettiğimiz toplumun ya da sistemin
adil olabilmesi, büyük ölçüde kendimizin bu yöndeki tutumuna bağlıdır. İnançla bezenmiş
ferdin vicdanı, aynı hassasiyeti paylaşan toplumsal vicdanı ve sistemi mutlaka üretecektir.
Kısacası, devleti ve toplumu şekillendirenin insan unsuru olduğunu unutmamak gerekir.
Fert olarak ne isek toplum olarak da oyuz, devlet olarak da.

Bu nedenle, "hakk"ı içselleştirememiş, şiddet-çatışma kültürünün giderek yükseldiği,
linç girişimlerinin bile yetkili kimselerce hoş görüldüğü, "kanunlar çiğnenmek içindir"
anlayışının hakim olduğu bir toplumda hakkın hakkını teslim etmek de zorlaşıyor.

Bu anlayışın oluşmasında, fertten devlete kadar uzanan ve her alanda iliklerimize
kadar işlemiş gelenekçi yapımızın da etkisini kabul etmemek haksızlık olur. "Beka-yı
devlet" adına "siyaseten katl"lerin yapıldığı, bir ordunun (Yeniçeriler) toptan
katledilip "hikmet-i hükümet" çerçevesinde bunun "vaka-i hayriye" diye adlandırıldığı,
laiklik ya da rejimin tehlikeye düşebileceği endişesiyle hürriyetlerin tahdit edildiği
ve kuşkucu bir halet-i ruhiye ile "değiştirilmesi dahi teklif edilemez" maddesinin
anayasalara girdiği bir gelenekten geliyoruz. Tartışılması gerekenlerden biri de
bu olmalıdır.

Hak ve hürriyetlerin en geniş anlamda yaşanmasına imkan tanıyan, kişilerin kendilerini
her alanda (akli-vicdani) geliştirebilmesine imkan sağlayan bir ele ihtiyacımız
var. Bu el de hukuk olmalıdır.

Demokratik Hukuk Devleti Arayışları

"En iyi hükümet şekli hangisidir? şeklindeki bir soruya Montesquieu "En iyi hükümet
tabiata en uygun hükümettir" cevabını veriyor. Tabiata en uygun hükümetin hak ve
hürriyetlere, manevi değerlere saygılı ve bunları koruyan, fikirlerin serdedilmesine,
inançların yaşanmasına en geniş anlamda imkan veren bir hükümet olduğunu söyleyebiliriz.
Günümüz idari sistemleri içinde buna en yakın sistemin demokratik cumhuriyetin olduğunu
söylemek mümkündür. Demokrasiyi, insan hakları ve halkın egemenliği olarak tarif
eden Alain Touraine, demokrasiyi siyasal bağlamda üç ilkede dile getirir. Bunlar,
iktidarın saygı duyması gereken temel hakların kabulü, yöneticiler ve siyasetlerinin
toplumsal temsiliyeti ve yurttaşlık; yani hukuk üstüne kurulu bir topluluğa aidiyet
bilinci. (Touraine, 1995, s. 360) Mustafa Erdoğan da "Hikmet-i Hükümetten Hukuk
Devletine Yol Var mı?" diye sorduğu makalesinde Hukuk devletini tanımlarken "hikmet-i
hükümet" yerine hukukun olmasının gerekliliğini vurgular: "Hukuk devleti devletin
hukukla bağlanması ve hukukla yetkilendirildiği ölçüde ve çerçevede faaliyette bulunabilmesi,
ayrıca kaba kuvvet ve keyfilik yerine önceden belli edilmiş herkes için geçerli
kuralların egemen olması demektir. Hukuk devleti anlayışına göre hukuk yoksa devlet
de yoktur; hukukun olmadığı yerde var olan sırf bir örgütlü şiddettir. Hukuk devleti
kişilere hukuk güvenliği sağlayan devlettir ve eşitlik ilkesi içinde kişiler arasında
keyfi olarak -dünya görüşüne ve hayat tarzına göre- ayrım yapmaz." (Erdoğan, 2001,
s. 53)

Bu bağlamda Bediüzzaman'ın da bir hukuk devleti taraftarı olduğunu ve bunun arayışı
içinde çeşitli öneriler sunduğunu belirtelim.

Bediüzzaman'dan Hukuk Devletine Dair Öneriler

1- Sözde değil özde cumhuriyet: Bediüzzaman cumhuriyeti üç temel üzerine inşa
eder: "Cumhuriyet ki, adâlet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir."
(Nursi, D.H.Ö., s. 69) tanımından yola çıkarak adaletin hakiki anlamda hakim kılındığı,
milletin kalbi hükmünde olan, milletin hissiyatına ve değerlerine sahip çıkan bir
parlamentonun var olduğu, gücün kanunda müşahhaslaştığı bir cumhuriyet, hak ve özgürlükler
açısından ihtiyaç duyulan bir idare şeklidir. Kanun hakimiyeti, kuvvetli olanların
değil, haklı olanların kuvvetli olduğu bir anlayışı temsil etmektedir. Tolstoy'un
dediği gibi "kanunlar büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı
bir örümcek ağı olmamalıdır." Akif de "Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız/Dövülen
mahkemelerden kovulur, çünkü cılız" diyerek gücün kanun hakimiyeti haline geldiği
sistemi eleştirir.1

Bu tanımlamaların dışındaki bir cumhuriyet algılaması ve uygulaması sözde ve
resimde kalıyor. "İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmez" prensibinden yola çıkarak
Bediüzzaman, "ihtilalci", zındık" diye nitelediği kişilerin baskıcı uygulamalarını
cumhuriyetmiş gibi göstermelerinden dolayı bu memlekete verdikleri zararlara dikkat
çeker. "Sâbık mahkemelerde dâvâ ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi, bizim
gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri
aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya gayet fena bir surette
aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya
İslâmiyet'e ve hakikat-i Kur'ân'a karşı mürtedâne mücadele eden bir dessas zındıktır
ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı
mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i
keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem
adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler." (Nursi, Şualar, s. 329)

İstibdad ve Cumhuriyet'in yan yana gelemeyeceği, dinsizliğin devletçe korunup
savunulamayacağı, keyfi uygulamaların kanunla özdeşleştirilemeyeceği vurgulanır
burada. Bu tür uygulamalar hak ve hürriyetleri rafa kaldıran uygulamalardır ve gerçek
bir cumhuriyet idaresiyle bağdaşmamaktadır. Bediüzzaman, fikren "müsavat-ı hukuk"
mesleğini kabul ettiğini, İslamiyet'ten gelen adalete taraftar olması nedeniyle
idareyi elinde bulunduranların baskı ve dayatmalarına, zulümlerine karşı olduğunu
da ifade eder. (Nursi, Lem'alar, s. 175) Zira " İstibdat zulüm ve tahakkümdür. "
(Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 57) Dünyanın geldiği nokta Bediüzzaman'ı desteklemektedir.
Dünyaya hakim, ileri düzeyde gelişmiş devletlerin hak ve hürriyetleri insanına en
geniş manada yaşattığını gözlemleyebiliriz. Tersine, hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı,
insanların beyinlerine prangaların vurulmaya çalışıldığı ülkelerde de geri kalmışlığın
hakim olduğunu söyleyebiliriz. Yapılması gereken, her türlü gelişmenin önünü açan
hürriyetlerin yaşandığı demokrat cumhuriyeti hayata geçirebilmektir. Akif'in dediği
de budur: "Sâde hürriyyeti i'lân ile bir şey çıkmaz/ Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz
halka biraz." (M. Akif, Safahat, 106/32)

2- Fıtrata uygun kanunlar icad etmek: Bediüzzaman, kendisini 28 yıl boyunca sürgünlerle
hapislere mahkum eden, işkence edenlerin kendisine sık sık sordukları "Sen neden
bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli
şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz' diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu
asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine
kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder…" (Nursi,
Lem'alar, s. 174) vb. sorularına hukukun üstünlüğünü ön plana çıkararak cevap verir.
Bu yaklaşım yukarıda bahsettiğimiz geleneğin algılama biçimidir ve kendince "kanuna
dayanmak" gibi görünürde haklı bir argümana dayanır. Kanun devleti olmanın hukuk
devleti demek olmadığı, günümüz hukukçularının birçoğunun gözünden kaçan ya da kaçırılan
bir olgudur ve var olan kanunların her zaman adaleti temin edemeyeceği gözden kaçırılan
bir durumdur. Bediüzzaman bu soruya toplum hayatında çığır açanların fıtrat kanunlarına
uygun hareket etmesi gerektiğini "Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan,
eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde
muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer." diyerek cevap verir.
O bu uyarıyı ilk mecliste sunduğu beyanname ile de yapmıştır.2 Bu meselenin birinci
ayağıdır; insan fıtratı, yukarıda bahsettiğimiz şekilde, ala-yı illiyyinden esfel-i
safiline kadar, insanın hadsiz dereceler elde etmesine imkan kılan, geliştirebilme
noktasında sınır konulmayan duygularla (adalet, şefkat, merhamet, sadakat…) donatılmıştır.
Oluşturulan kanunlar insanların bu değerleri yaşamasına, ortaya çıkarmasına imkan
veren, fıtrata uygun kanunlar olmalıdır ki fazıl topluma doğru yol alınabilsin.

3- İmana dayalı bir fazilet: Hukuk devleti oluşturmanın temel prensiplerinden
biri keyfiliğin, baskının önlenebilmesidir. Bunun en önemli şartlarından biri fazilet
olmalıdır. Fazıl insan adaleti içselleştirmiş insandır. Fazıl bir toplumdan da adalete
aykırı davranışlar beklenemez. Bu Bediüzzaman'ın dikkatle vurguladığı bir durumdur.
"İmanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz." Akif'in
de "Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah
korkusundandır" (Ersoy, s. 249-2) diyerek Allah korkusuyla özdeşleştirdiği fazilet
"insanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat"tır.
Bir başka mısrada "Marifetten de cüda, şark o faziletten de" (Ersoy, s. 370-13)
diyerek geri kalmamızın sebeplerini yürekleri parçalayan bir şekilde cehalete ve
faziletin yokluğuna bağlar. Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği budur. İmanlı bir faziletin
yerini dolduracak olan istibdat ve tahakkümdür. İstibdat ve tahakküm ise bütün gelişmelere
engeldir. Hür olmayan bir ortamda insani hiçbir gelişmenin olması beklenemez.

4- Tarafsız Laiklik: Laiklik nedir, ne değildir? Laiklik yalnızca "din ve devlet
işlerinin birbirinden ayrılması mıdır; yoksa farklı uygulama alanlarına da işaret
eder mi? Örneğin, devletin dine, inanan insanlara müdahale etmesi hakkını verir
mi? Laiklik özgürlük sahalarının genişletilmesi midir; yoksa tehdit olarak görülebilen
dini yaşayışların önüne çekilmiş yıkılmaz bir set midir? Laiklik bir toplumun "biz
ve ötekiler" şeklinde kutuplaşmasına yol açan ayırıcı bir güç müdür yahut? Ya da
yine belli bir kesimin imtiyazı olacak kadar dar kalıplar içinde mi tanımlanmalıdır?
Türk modeli laiklik, aydınımızın içinden çıkamadığı paradoks haline gelmiştir. Şu
bir gerçek ki, "laiklik Türkiye'de inanan insanların hayat sahalarını kısıtlamak,
daraltmak için kullanılmıştır" bugüne kadar. Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi adlı
eserinin laikliğe aykırılıkla itham edilmesi gibi, yüzlerce eser laikliğe aykırı
kabul edilerek işlem görmüştür bu ülkede. İnançların, ibadetlerin kısıtlanması gibi
bir müdahale alanını kendisine hak görür Türk tipi laiklik. Bu anlayışa karşı Bediüzzaman'ın
yaptığı savunmalar laikliğin ne olması gerektiği hakkında önemli vurgulamalara sahiptir.
Laiklik dinsizlik veya dine taarruz hürriyeti olarak algılanmamalıdır. Laiklik fikir
hürriyetine vurulmuş bir kelepçe de olmamalıdır, istibdat prensibi de. Aksine laiklik;
vicdan ve fikir hürriyetidir ve bu prensibiyle dine, ananeye saldıranlara dokunmadığı
gibi, milletin mutluluğu yolunda, ahlakî değerlerin korunması amacıyla serdedilen
dini fikirlere, bu yolda neşredilen eserlere de din, vicdan ve fikir hürriyeti prensibiyle
yine ilişmemelidir.3 (Nursi, Emirdağ L., s. 365)

5- Din ve vicdan hürriyetini sağlamak: Anayasamızda mevcut ve kapısında beklediğimiz
Avrupa Birliği'nin ortaklaşa kabul ettiği Avrupa Birliği İnsan Hakları Şartnamesi'nde
de belirtildiği gibi herkes istediği şekilde inanma ve dini inancını yaşama hakkına
sahiptir. Bu hukuk devletinin vazgeçilmez ögelerindendir. "Madem, hükûmet-i cumhuriye,
cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor.
Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir." (Nursi, Şualar, s. 311)
Bediüzzaman'ın ısrarla vurguladığı unsurlardan biri idarecilerin "yapabilir, edebilir"
zannıyla "olabilirlikler" üzerine kurulu, kalplere ve düşünceye yasak koyan tavırların
ve yaptırımların yanlışlığıdır. Ona göre "hükümet ele bakar, kalbe bakmaz" (Nursi,
Şualar, s. 312) "İmkânatı vukuat yerinde istimal etmek hangi usul iledir?" (Nursi,
Kastamonu L., s. 206) Şiddet eylemine dönüşmemiş her fikir hoş karşılanmalıdır.

Sonuç

İnsan hakları meselesi öncelikli olarak bir hak meselesidir. "Hak" fert, toplum
ve devlet tarafından içselleştirilemezse, insan haklarıyla birlikte hiçbir hakkı
korumak ya da elde etmek mümkün olmaz.

Bediüzzaman bu hususta, hakkı önceleyen bir tavır içindedir ve öncelikle hakkın
hakkının verilmesi gerektiğini söyler. "Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir
hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir."
(Nursi, Münazarat. s. 49) Hak hiçbir kişinin, kurumun ya da sistemin tekelinde değildir,
olmamalıdır. Hak haktır. Hak kriterleri paraya, güce, kuvvete, imtiyazlı sınıflara,
kurumlara; ya da arkası sağlam olanlara göre belirlenirse zulüm payidar olur. Zaman
adaletsizliği kaldırmaz. Bilmem, "Zulm ile abad olanın sonu berbad olur" sözünü
hatırlatmaya gerek var mı?

Fertler öncelikle hakka taraftar olmalıdırlar. Kendi haklarına sahip çıktıkları
kadar başkalarının da haklarına sahip çıkmalıdırlar. Haksızlık karşısında susan
dilsiz şeytanlar (hadis-i şerif) toplumda çoğalırsa kuvvet o topluma hakim olur.
Oysa kuvvet de hakka hizmetkar olmalıdır. Bunu sağlayacak olan da demokrasiyi üreten
bir hukuk sistemidir. Bediüzzaman da "eşitlik" ilkesini gözeten, din ve vicdan hürriyetini
temin eden, her türlü fikrin ifadesini fikir hürriyeti kapsamında değerlendiren,
kalpten ziyade ele bakan, kişilerin inanç alanlarını daraltmak yerine alabildiğine
genişleten, "suçun şahsiliği" ilkesinden yola çıkarak adaleti hakiki anlamda uygulayan
bir hukuk devletinin taraftarı ve savunucusudur.

Kaynaklar

Erdoğan, Mustafa, "Hukuk ve Adalet Üstüne", Doğu-Batı, No: 13
Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bak. Yay., Ankara,
1987
Gazali, Hakikat Bilgisine Yükseliş, çev: Serkan Özburun, İst. 1995
Gökyay, Orhan Şaik, Katip Çelebi'den Seçmeler, MEB Yay., 1982
İslam, Nadir Latif, Hürriyetin Alfabesi, Yeni Asya Yay., İst. 1976
Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İst. 1999
Muallim Naci, Lugat-ı Naci, Çağatay Yay., 1995
Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2004
Touraine, Alain, Modernliğin Eleştirisi, çev: Hülya Tufan, Yapı Kredi Yay., İst.
1995

Öz

Bu çalışma, hak meselesinin öncelikle vicdani bir mesele olduğunu savunmakta
ve günlük plan ve politikalarda ve hatta uyum yasalarında ortaya çıkan yasal düzenlemelerden
ziyade meselenin vicdanlarda yapılacak inkılaplarla çözülebilecek insani bir mesele
olduğunu vurgulamakta; bu bağlamda Bediüzzaman'ın hukuk ve adalet anlayışından yola
çıkarak pratik çözümler önermektedir.

Anahtar Kelimeler: Hak, insan hakları, insan, vicdan, fazilet, hukuk devleti

Abstract

This article claims that the issue of right is a realm of conscience. Thus, the
solution should be sought in the revolutions in conscience of people rather than
daily plans and politics, and even rather than newly made adjustment laws. This
work also suggests practical solutions basing on the Bediüzzaman's conception of
law and justice.

Key Words: Right, human rights, human being, conscience, virtue, state of law

Dipnotlar

1. Daha geniş bilgi için bkz. Ahmet Dursun, Vahşet ve Bedeviyetten Hürriyete,
Köprü, No: 64.

2. Bediüzzaman namazla ilgili meclise sunduğu beyannamede "Şu inkılab-ı azimin
temel taşları sağlam gerek" diyerek meclisi milletin fıtratına uygun icraatta bulunmaya
çağırmaktadır. "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i
Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe
değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.
Yoksa, sa'yiniz ya hebaen mensura gider veya sathî kalır." (Bkz. Nursi, Tarihçe-i
Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 125)

3. Bir başka yerde Bediüzzaman laiklikle ilgili şunları söylemektedir. "Eğer
lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki lâik manası bi-taraf kalmak, yani
hürriyet-i vicdan düsturu ile dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi dindarlara
ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim." (Nursi, Şualar, s. 318)